yine aynı samimiyetle; gülen yüzünden dökülmüştü bu cümle kuruyemiş satan amcanın. geçtiğimiz haftasonu edirne'ye gittim akşam dışarı çıktık; hayat sokak, barlar sokağı yani. oturduk bir yere gırgır şamata alkol hakkını vermeye başlamış görevini yerine getirmişti bünyelerde. içeri bi adam girdi, 60 yaşlarında güler yüzlü, yaptığı işi severek yaptığı, bi uğur için yapıldığını anlatıyordu gözleri. kuruyemiş satıyordu, üstüne başına asmış fındık fıstık mısır çekirdek falan satıyor belli ki; mekanlardan da torpilli bu amca yoksa sattırırlar mı adama kuruyemiş öyle yerlerde.
gözlerim amcada ama izliyorum yaklaştı masaya bi mısır aldık. arkadaşım adama hal hatır sordu oğlunu sordu sonra adam iyi dileklerde bulunarak ''bir ömür mutlu olun'' dedi. beynime battı o cümle, ruhuma oturdu o cümle. ilk defa böyle bi dileği çok ironik bi şekilde duyuyordum. öyle de içten söylemişti ki adam.
sordum arkadaşıma adamın hikayesini; anlattı.
bu adam çok kıymetli birşey yapıyormuş aslında. çocuk okutuyormuş. adam oğlunu o şekilde çalışarak 4 sene üniversitede okutmuş, üstüne yetmemiş yüksek lisansına yardım etmiş ve oğlu öğretim görevlisi olarak bir üniversiteye atanmış, yeni hem de. o çocuğu düşündüm o babayı düşündüm. gurura bak. ben hiç bir zaman öyle metanetli öyle sabırlı bir evlat olamazdım ya da öyle bir duruma düşsem ben o sabır ve o samimiyetle o işi yapamazdım diye lanet okudum kendime. ben de öğrenciyim ben de yüksek lisans yapıyorum ama bi yandan ortalamanın üstünde bir gelirim var çalışmamama rağmen nerelerde sürtüyorum.
vicdanımı rahatsız eden nokta da aslında yaptığım işin hakkını vererek yapmamak ve yapamamak. bir yanda imkansızlıklar içinde kazanılmış bir zafer diğer yanda tüm imkanlar içinde imkansızlıkları kovalayan bir tembel. mesele zaten başlamakta değil tarih hiç bi zaman başlanmış hikayelerle değil bitirilmiş hikayeleri ve kahramanları hatırlar. başladığın davada başarısız olursan hain, başarılı olursan kahraman olursun. bak 68 kuşağında türkiye'de başaramayanlar hain ilan edildi, bolivya'da başaranlar ise kahraman, değil mi? kendi hayatıma bakıyorum başladığım bütün hikayelerde anlatılacak bir sona erdirebildiğim bir nasıl desem hayatıma dair bir kilometre taşım yok.
ikimizde aynı statüde mezun olacağız üniversiteden, o adam bir kahraman ben ise hain.
sanki kimse sıçmıyormuş gibi davranmıyor mu? çıldırıyorum amuniyyim.
kız ''ben bi lavaboya gideyim'' der, tuvalet demez çünkü o zaman onun da diğer insanlar gibi sıçtığı ortaya çıkacağından korkar. 20-25 dakika sonra gelir ve geçen sürenin farkındadır, epey olmuştur.
''çok sıra vardı yaa'' der, halbuki yalandır. yarım saat boyunca ıkına ıkına çatır çatır sıçmıştır. bu yalanı söylerken beyninde flashback'ler döner ve o yarım saat gelir gözünün önüne klozete tünemiş bi vaziyette boncuk boncuk terlerken.
samimi olun arkadaş, ''işim uzun sürdü kusura bakmayın'' diyin ya da ''öff ölük ölük sıçtım'' diyin sırf bu samimiyetiniz için taparız size biz erkekler.
vize döneminde sosyal medyaya; üniversite tarihinde vize sınavına giren ilk insan edası ile ''vizeler başladı offf'' , ''nescafe ve uykusuz geceler beni bekler'' yazmak birinci vazifenizdir.
yine aynı dönemde enteresan ders isimlerini ve derste geçen kavramları sosyal medyaya şikayet etmeyi de unutmayın.
----------------
kimyasal termodinamik...
akışkanlar mekaniği...
entropi'yi bulan adamı boğmak istiyorum...
----------------
tüm bunları yapacaksınız ya da bunlara şahit olacaksınız. yapmazsanız diplomayı vermiyorlar ona göre.
öyle ki; fırsat buldukları her an içmeye müsaittirler, saatin kaç olduğunun pek önemi yoktur. hoş bendeniz de aslen edirneliyim efendim.
perşembe akşamı edirne'de okuyan çok samimi arkadaşımdan gelen telefon ile cuma günü atladım gittim. amaç haftasonu trakya üniversitesinde düzenlenen bir eğitime katılmak iso 9001 , gmp , glp bok püsür bir dünya şeyin eğitimi vardı. aslında nasıl bir haftasonu geçireceğimizi az çok tahmin ediyordum fakat hiç de beklediğim gibi olmadı. şansıma yılın bu zamanları kar kıyamet ve ayaz olması gerekirken harikulade bir hava vardı güzide memleketimde.
çevremde benim kadar içebilen pek arkadaşım yok hazır ben de trakyalı dostlarımı bulmuşum adamakıllı içeriz diye de içten içe seviniyorum. cuma akşamı vardım edirne'ye. eve girdik hoş beş falan pat telefon ''kanka gelirken kaç tane bira alayım?'' biliyorum ki bu daha hoşgeldin faslı, işin ben de ''dirseğinle zile basıcak kadar al'' dedim.
bir ölçü birimi olarak: dirseğinle zile basıcak kadar.
trakyalılar bilirler aslında; ''kaç tane bira alayım?'' diye sorduğunuzda alıcağınız yanıt adet bazında değildir, ''2 poşet bira al''dır doğru yanıt.
sabah 9'da eğitim var, biraz içer yatarız diye düşünüyorum ben tabi. mümkün mü amına koyiyim edirne gibi bi yerde göte kadar olmadan yatmak? bizimkiler eğitimi düzenleyenlerle kanki oldukları için devam etme zorunluluğu da yok. içtik ettik saat 9 oldu bir başka arkadaş geldi. ''hadi gidiyoruz'' dediler, uzun zamandır da görüşmediğimizden bunlar bütün haftasonunun planını yapmışlar, kırcasalih diye bir köy var, dünyanın en güzel köfte ve satır etinin yapıldığı bir yer; atladık gittik. gece 4 gibi edirne'ye vardığımızda ben hala sabah nasıl kalkıcağımızı düşünüyorum bi yandan aklım eğitimde. gideceğimizi düşünüyorum saf saf. ''ha bakalım gidelim meriç boyuna da cila yapalım'' oraya da gittik. iddia ediyorum karaağaç dünyanın en güzel yerlerinden biri, aksini iddia edenle kavga ederim, olay çıkartırım.
karaağaç lozan'la topraklarımıza bağlanan bir yer. ismet inönü'ye sırf karaağaç gibi cennetmekan bir yeri topraklarımıza yeniden kazandırdığı için laf söyletmem.
sabaha doğru yattık. saatleri kurduk ama tabi kalkamadık. çıktık kahvaltı yaptık ve arkadaşımız geldi arabayla, diğer tayfayı da toplamış, mangal alınmış, keman gitar klarnetler alınmış, meriç boyuna mangal yapmaya gidicez dendi bize de icabet etmek düşer tabi.
aramızda trakyalı olup da edirne'yi çok gezme fırsatı olmayan arkadaşımıza edirne turu yaptırıldı öyle ki; keraneyi bile gezdirdiler ''burası da edirne keranesi'' diyerekten. aynı günün akşamı da dinlenti'de rezervasyon yaptırılmış. pazar günü de benzer şekilde koca gün içerek geçti ve istanbul otobüsüne bindiğimde hala dut gibi sarhoştum.
velhasıl trakya insanı eğlenmeyi içmeyi bu derece sever. tam bir sefa pezevengi insanlardır. bir o kadar da cömert insanlardır. sağolsunlar elimizi cebimize attırmadılar. babam da arayıp duruyor saat başı eğitim nasıl gidiyor diye ''iyi baba mola verdik'' diyorum nehir boyunda çekizlerken.
hoca dikkati dağılan sınıfı toparlamak ve derse kaldığı yerden devam etmek için ellerini çırptı ve ''are you ready?'' diye bağırdı sınıfa ben de peşine ''i iii ii i iii'' yapmamla sınıftan atılmam çok ani olmuştu.
üniversitede sınıftan atılmak pek hoş bir olay değilmiş. keşke yapmasaydım.
türkiye'deki 81 şehir içinde ''alex'' gibidir. herkes tarafından sevilen, sempati duyulan, beğenilen, giden kişide tekrar gitme heyecanı uyandıran serhat şehir edirne. gözümün bebeği memleketim.
yılın bu zamanlarında kararsız bir havası olduğu kesin. hatta yarın istanbul'dan çıkıp akşam saatlerinde meriç kıyısında rakı içiyor olacağım lakin hava soğuk olur mu? üşür müyüm? yanıma ne alsam? diye de bir telaş sardı.
7'den 77'ye hemen herkes kıyısından köşesinden bir şekilde bulaşmıştır zamanının illeti olan bu feysbuk oyununa. oynamayanlar bile bir şekilde sevgilileri için uygulamaya üye olmuştur ''coin'' için ya da sevgilisi ''aşkım çileklerim olmuştur girip toplar mısın?'' minvalinde bir görev vermiştir bir şekilde.
efendim gel gelelim herkes bilir ki; eğer oraya ektiğiniz şey belli bir zaman zarfında hasat edilmezse çürümeye başlıyordu ve çabanız boşa gidiyordu.
ilişki ile olan alakası şudur; bir kız arkadaşınız varsa ve siz günün belirli periyotlarında onunla ilgilenmezseniz aynen farmville'de olduğu gibi tüm çabalarınız boşa gidebilir, sağlam bir ayar yiyebilirsiniz. nasıl ki çileği toplamadığında çürüyorsa, hatun kişisiyle de ilgilenmezsen o hatun senin hayatını çürütür, geceni zehir eder.
2012'de ha farmville oynamışsın ha bir sevgili yapmışsın aslında çok bir farkı yok.
hatırlarsınız öyle zırt pırt aynı şeyi ekemiyorduk. sürekli bir farklılık çeşitlilik gerekiyordu gelişip büyümek için. bir gün inek alıyorduk, bir gün lahana ekiyorduk, bir gün çit yapıyorduk çiftliğe. hadi bakalım hatuna hergün aynı şeyleri anlat aynı şeyleri yap aynı yerlere git bak bakalım verim alabiliyor musun ilişkiden? geliştirebiliyor musun ilişkini? hayır.
tek başına oynadığında bir yere kadar gelişebiliyorduk mesela, komşu olmak lazımdı. arkadaşımızın tarlasını gübrelemek lazımdı. hadi bakalım sürekli sevgilinle tek başına takıl bak neler oluyor? başının etini yer valla. sevgilinin arkadaşlarıyla takılma, görüşme ya da kendi arkadaş ortamına sokma istersen. sıçar valla ağzına ölük ölük sen beni beğenmiyor musun diye.
velhasıl çiftliğimize sahip çıkmak lazım. bob dylan ne demişti; '' bir kadına 365 gün seni düşündüm dersen 'geri kalan 6 saatte ne yaptın?' diye sorar adama.''
ocak sonu şubat başıydı günlerden soğuk ve ayaz bir kış günü; lise son sınıftaydım ve o soğuğa inat sırılsıklam aşıktım.
o gün diğer günlerden farklı gelmişti bana kendisi biraz daha durgun biraz daha sessiz, sormadım da sebebini. her zamanki gibi yanımda oturmuş başını omzuma yaslamış mırıl mırıl konuşuyor ben de saçlarıyla oynuyor okşuyordum. saçlarını parmaklarımın arasından geçirirken farkettim parmaklarımda kalan saç tellerini. öyle de güzel saçları vardı ki; kumral.
kemoterapiye ve radyoterapiye başlayalı olmuştu biraz. ilk öğrendiğimde koymamıştı bana saçları ellerimde kaldığında koyduğu kadar. o mırıl mırıl birşeyler anlatıyordu ama ben duymuyordum, göğsümde bir daralma kulaklarımda yankı yankı bir uğultu boğazıma oturan koca bir yumruk gözlerimden akmamaya direnen ateş gibi yanan bir çift damla yaş. kabullenemiyordum. neden? neden sen? neden ben değil de sen? o an o telaş o korku o endişe, dönüp suratımı mı o halde görmesin yoksa ellerimdeki saç tellerini mi görmesin? hangisini görmesi daha kötü olur diye hızlıca muhakeme ederken parmaklarıma kor alev gibi yapışan telleri o görmesin diye yere sepelerken yaptığım hareketten anlamasın diye acele de edemiyordum, kafasını kaldırıp yüzüme bakmasından da korkuyordum; geçmedi o beş dakika. kabir azabına eş o beş dakika.
o an farketmiştim saçlarının dökülmeye başladığını. dökülmeyeceğine inanıyordum ama öyle olmadı. günler günleri kovaladı. damarlarının kabul etmediği serumu elektrotlar yardımıyla zerk eder olmuşlardı artık. iyice bitkin iyice zayıf düştü. ben de kazıttım saçlarımı (disiplin cezalarıma bir de bunu eklemiştim o zamanlar, bilmiyordum saç kazıtmanın yasak olduğunu okulda). o gün bugündür hiç uzatmadım saçlarımı, hep kısa hep 1-2 numara.
evet o soğuk kış günü benim doğum günümdü. en güzel doğum günüm. son doğum günümdü.
anneme göre boğazlarım şişip de hasta olacağımı düşündüğü için sadece haftada bir gün dondurma yeme hakkım vardı çocukken. o da salı günü, semtimize pazar kurulan gündü. annemle pazara giderdim sırf dondurma yemek için. dondurma dediysem öyle pek birşey değil yani kimi zaman algida'nın kalem dondurmasını alırdı annem kimi zaman buzparmak; derken sonraları annem çıtayı yükseltti ve max almaya başlamıştı bana artık.
max'a terfi ettiğim zamanki hissiyatım savaş kazanmış komutan edasındaydı yürüyüşüm değişmişti. ne kadar küçük birşey lakin beni çok mutlu eden birşeydi bu. tüm bunlar olurken aklım hep magnumdaydı bir gün seni yiyeceğim diye düşünüyordum, o zamanlar birkaç kere de cornetto yemişliğim vardı henüz tek basamaklı yaşlarda yaşarken hayatımı.
babam kıyamazdı bana, ilk ve tek evladı; erkek evladıydım ne de olsa. ben de bunu farkeder böyle büyük isteklerimi ona yaptırmaya çalışırdım fakat annemin yönetime el koyup ''hayır babası hasta olduğunda ben çekiyorum sıkıntısını, her zamankinden alıyosun dondurmayı'' diye muhtırayı da verirdi babama.
gel zaman git zaman dondurma günün sektirmiştim ve hakkım olanı almak için isyan başlattım evde. oyuncaklarımı kırardım mütematiyen çekiçle ve babamın alet çantasındaki hallice aletlerden biriyle ama bu sefer en sevdiğim oyuncağımı kırmıştım ve annem durumun ciddiyetinin farkına vardı ve taktı beni babamın peşine. gidin babanla dondurma alın dedi ve taktı beni babamın peşine.
yolda giderken kafamda tüm stratejileri belirlemiş hepsini bir bir hayata geçirmeye hazırlanıyordum ve saçma sapan sorularımla babamın beynini ambale ettikten biraz sonra vardık algida satan ilk markete.
babama düşünme ve uygulama fırsatı vermeden dolabın anahtarıyla gelen kasiyer abiye ''magnum istiyorum ben'' dedim ve oldu bittiye getirip kaptım magnumu. rüyada gibiydim sanki. elimde magnum vardı. sanki bana çok değişik bir tadı olduğunu düşündürürdü hep yemeden evvel fakat aldırmıştım ya magnumu, olsundu. bok olsa yerdim o saatten sonra. çubuğunun max'dan farklı olduğunu görünce neden pahalı olduğunu buldum sandım bu dondurmanın fakat ondan değilmiş aslında, yani mesele çubuk değilmiş.
yiyemiyordum bile biticek diye ama erimeye de başlamıştı bir yandan. evimizin olduğu sokağa varana kadar yola dahi bakmadan ilerlemiştim, dondurmayı izliyordum bi yandan ufak ufak yalayarak bitmesin diye. sokağa vardığımda mahallede oynayan çocuklar elimde magnumu görünce hepsi birden bana bakmıştı. annem de görsün istiyordum fakat görürse elimden alırdı o kadar büyük bi dondurmayı yiyip hasta olmayım diye, elimden alır diye de korkuyordum.
en son süzülen dondurma elime avucuma bulaştığından dondurma bitince elimi yalamıştım. eve çıkıp yıllar sonra türkiye kupası kazanmış fenerbahçe gibi magnum'un çubuğunu gösterdim anneme ''baağğk bobom bono mognum aldı anneaaa'' demiştim ellerim yapış yapış.