"çirkinim ama yine de bana gene de her şey yakışır" gibi bir çağrışıma sebep oluyor sanki ismiyle. ki katılanlara yada başvuranlara bakarsak çok da yanılmış sayılmayız aslında. avrupalı bu paraları daha hayırlı işler için kullanırken biz ne zaman bu kadar hayırsız bir toplum olduk anlamıyorum. madem bir insanı giydirecek paranız var, bunu bir insana sağlık hizmeti vermek şeklinde yada bir insana eğitmek şeklinde harcayabilirsiniz. lale devri geçti diyorum. siz hala modadasınız, yemektesiniz. ne zevk düşkünü milletmişiz yahu. kral arthur bile bıraktı bu işleri.
neyse zaten gidiyorum, bu programlara daha fazla mazur kalmayacağım için de mutluyum. ana ocağında insan mecbur kalıyor elbet, anneyi kırmamak adına. daha önemli işlerimiz var bizim. uyanın artık. bizi çalışmak kurtarır.
kabul mektubum geldiğinden beri sanki her şey daha da anlamsız oldu. sanki bir an ayaklarım geri geri gidiyor. bursa'yı bırakamayacak gibi. aslında şehri değil elbet. buradaki verimli toprağı değil. buradaki hayatımı, geride kalanları...
bir şeyler başarmış olmanın azmi yok içimde. olan oldu işte. sevinmeli miyim? emin değilim.
almancı olup yeşil bir mercedes'le dönecek de değilim. 2 sene çabuk geçecek biliyorum. yüksek lisans beni yükseltsin istiyorum.
insanlarımı yanıma alamasam da, insanlığımı alıp da gidiyorum...
hayatın, işe girme sürecine böylesine benzediğini hiç düşünmemiştim bu kadar. birebir aynısı gibi.
kriterler, kriterler...
iyi bir birey, iyi bir eleman olma çabaları. öz geçmiş, özüm geçmiş. kimse sormuyor gerçekten başından neler geçmiş. ama geçmiş işte. önemsiz değil miydi hani? bırakıp gidemez miydik ardımızda?
cv min de benimle beraber dolaşması hakkında ne gibi bir yorum yapabilirsiniz ki? yaşanmış kötü anılarımı anlatamam özgeçmişimde, ya da başarısızlıklarımı, hayatta da iş görüşmesinde de aynıyız işte. tıpkı böyleyiz. kendimize karşı bile iki yüzlü olmayı nasıl becerebiliyoruz, hala anlamış değilim.
kızımız çok güzel temizlik yapar. oğlunuza çok iyi bakacağından eminiz. Peki ya oğlan? oğlan nasıl? siz hiç merak etmeyin oğlanın hayat tecrübesi ve mevkisi kızınızı mutlu etmeye yetecektir. öyleyse pek fazla söze gerek yok. oğlunuzu işe alıyoruz. çok memnun oldum. kız da kabul edilmiştir. bir sürü gülücük, el sıkışmalar, eller önde bağlanmış oturmalar, göz süzüşler, derin incelemeler, kahve fincanındaki leke, işten ayrılma sebebi, kızın burnu biraz büyük mü, tercih sebebi: presentable mı, sorunum ne benim, yoksa hayat bir işe alma mı?
elini sıkarken elin üstte ise liderlik, önderlik.
ne güzel, öyleyse bir kahve daha için. hayır teşekkürler 3 yıldır burada çalışıyorum. yeterli tecrübeniz var ancak eksiklikler de mevcut. ne gibi? hala yastığa kılıf geçiremiyorum.
her an işe alınıyor gibi değil miyiz sizce de? günlük konuşmalarınızı kaydedin. sürekli kendimizi kanıtlama çabası. karşımızdakine kendimizi kabul ettirme dürtüsü. sürekli kriterler, kriterler, kriterler, ve gerçekten kriterler...
bir zamanlar yurtta kalırken başıma gelmişti böyle bir şey.
arkadaşların odasındaki koltukta uyuyakalmıştım. pek sevgili arkadaşım da benim odama gidip yatağımı hazırlamıştı.
-salcali yatağını yaptım.
+ eee, sen git ben geliyorum!
bunu uyku sersemi söyledikten sonra insanın fikri neyse zikri de odur muamelesi gördüğümden dolayı, pek sık onların odasına girememiştim. yazık lan bana... hayır erkek olsam tamam da...
evet tam olarak böyle bir yer olmaya başladı bizim toplumumuz. hayır eskiden böylesine keskin değildi sınırlar. güleryüz bu kadar eksik değildi.
öyle ki ramazanda etek giymeye korkar oldum. hele ki başka bir semte yolculuk yapacaksam. mesela yıldırım'da işim var. ki yıldırım bursa'nın hep 3. sayfa haberi olmaya aday tek semti. biz nilüferliler, ki bunu söylerken bile nasıl semt semt bile bölünüldüğümüzün altını çiziyorum, yıldırım'a yaptığımız bir yolculukta ecel terleri döküyor olabiliriz. ki bunu bir çok arkadaşım alenen yaşıyor. kızlarımız etek giyemiyor. amcalar kamyonet bozuntularıyla yanımızdan geçerken üzerlerimize kezzap atacak diye korkuyor. ha yok eteğin kısa olduğu falan da yok. hava sıcak ve üzerimizdeki sadece bir elbise. ama onların tek bir isteği var. görünen et parçasının olmaması. bakın, onların bu davranışa hoşgörülü olabilirim. ama olamıyorum. çünkü artık cidden korkuyorum.
pek namuslu beyefendiler, arabalarla üzerimize sürüyorlar. ve bunu kin ve nefret dolu gözlerle yapıyorlar. pek cici ablalar, bizi dövmekten beter edip, gözleriyle yiyorlar, yüzümüze laf söylüyorlar, kin ve nefretin dibine vurmuş durumdalar. tek suçumuz elbise giymek...
bakın bugün bankaya uğradım ve saygısızlık olmasın diye herkesin içinde su içmek istemedim. bunu düşündüm. ama o pek saygı gösterdiğim birtakım hoşgörü! budalası insanlar dışarıya çıkıp su içmeme de laf ettiler. kötü gözlerle baktılar, beni pek bir kınadılar. halbuki... ahh söylemeye bile gücüm kalmadı artık.
peki bu en ufak gözüme çarpan olaylarla beraber soruyorum size: ne oluyor bize? böyle miydi karşılıklı anlaşmalarımız, değerlerimiz? bu mu oldu sonunda? ben bu yetişkinlerle, nasıl geleceğe daha emin gözlerle bakabilirim ki? sadece tek bir nefret dolu bakıştan bile korkuyorken. ne zamandan beri ikiye, üçe, dörde hatta beşe bölündük? ne zaman ben başka bir insan oldum da, onlar başka bir toplum oldu?
iki kelime kullanarak hava atmaya çalışan, "bakın ben çok culture doluyum, very very muhteşemim" diyerek seken tiplemelerdir. ama gerçek hayatta oturup konuşsanız tek kelime edemeyen daha toefl'ı bile geçemeyen tiplerdir.
bazı türleri de tek bir kelimeye odaklı yazarlar. örnek verirken for example derler. söyleyelim de bu dallamalar için ingilizce sözlük açsınlar.
gözüme çarpan bir kaç örnek:
"falanca bugün dükkanı opened yapmış."
"filanca bugün beach de gözükmüş."
"ulanca bugün pek bir liked mış."
böyle saçma sapan cümlelerle ancak ergen seviyesine ulaştıklarını bilseler, ne kadar da süper olurlardı. super!
boynun frankestein gibi şişmesi şeklinde vuku bulabilir. burkid olanı hızlı gelişir. erken teşhis hayat kurtarır. kendinizi yoklayın. kardeşimi böyle kurtardık.
barbie oynayarak başladı her şey. bar-bi dedik ona. bazen sindy dedik ama genelde barbie dedik. barbie bebek. senelerce hiç konuşmayan o salak yaratıkla vakit geçirdik. biz konuşturduk. ken ile seviştirdik. kendimizi onun yerine koyduk. barbie gibi giyinmeye, barbie gibi süslenmeye çalıştık. concon olduk. ben olmadım. aptalca çünkü. banane.
büyüdük sonra. zayıf olmaya çalıştık. saçlarımızı sarı boyatmaya çalıştık. ben çalışmadım zaten sarışındım. ben kırmızıya boyadım.
sonra birileri girdi hayatımıza. hayatım dedi, aşkım dedi. ama bunu belki hiç hissetmeden söyledi. doğadaki sesleri yansıttı belki de. bilmiyoruz. ama ben demedim hissetmeden.
ama işte bazıları kendisine prenses denmesini istedi. sanki öyle denilince prenses olabileceğini hissetti. halbuki bilseydi önemli olan söyletmek değildi. bunu söyleyenin hissetmesiydi. ama o da muhtemelen hissetmedi.
ken aradılar birer tane hayatlarına. ama dünyada üretimi durmuş. birini buldular onlarda ve şöyle dediler:
-bana prenses de.
-neden?
-çünkü annem hep öyle der.
-ama sen çirkinsin. prenses güzel olur.
-üüüüüü!!!
-tamam ağlama, prenses. pofff.
-zaten annemde beni beğenmiyor. ablan daha güzel diyor.
-??!!
bazen annelere kızmakta haklı olduğumu düşünsem de kızamıyorum. aslında kızıyorum. böyle saçma sapan insanlar yetiştirenlere. prenses denilince kendini bişe sanan bu insanlar şu an aramızda geziniyor öylece. hala kendilerini prenses sanmaya devam etmekte. bu takıntıları bu ricalarını gerçekleştiren erkeklere ve annelere de kızmaktayım.
hakkın yok de. ama bu aslında bir boka benzemeyen yapmacık hanımlar dış görünüşlerine takmaktan başka hiç bir şey yapmayan bu insanlarla aynı toplumda olmak benim zoruma gidiyor.
ve onlar için. kendini prenses sanan embesiller için, en yakın zamanda piyasada olmasını umut ettiğim şarkım geliyor. pek yakında...
sürekli kendisini prensesim diye çağırılmasını isteyen salak, embesil kızların takıntısıdır. muhtemelen kendilerine güvenleri yoktur. ve büyük ihtimalle ailesi tarafından şımartılıyordur. ya da tam tersi aileleri tarafından eziliyorlardır. kendilerini topluma kabul ettirmek için kendilerine prenses denmelerini istiyor olabilirler. genelde bu tiplerin burunları büyüktür. mecazi anlamda değil fiziki anlamda.
ama ne olursa olsun bu saçma sapan yaratıkları anlayamıyorum. prenses olsan ne fark eder ki, eşeğe altın küpe taksan ne değişir ki?
rüya içinde rüya kavramını ekrana yansıtarak, sürekli gördüğüm rüyaları sorgulamama, bilinçaltımın bana oynadığı oyunları daha iyi anlamama ve neden leonarda bir türlü yaşlanmıyor diye sormama sebep olan film. eğer bu tarz konularla ilgileniyorsanız aslında hiç de karışık olmayan bir film. kendinizi oradan biri gibi bile hissedebilirsiniz benim gibi...
olmadı işte. gitmedi. kaldı orada paketim. hafif esiyormuş bugün alamanya. üşüyor paketim. vallahi bugün yine bekledim. bir haber. bir ses. yok. paketim varamamış yuvasına. yeni yuvasına. yazık ona, ama elbette bana da.
yokmuş kimsecikler. kapıları çalmışlar. kimsecikler yokmuş. herkes gitmiş. belki tatildeler. ya da kapatmışlar gitmişler işte. öylece. bekliyor paketim şimdi, eminim ki sıkış tepiş. yanında başka iri paketlerle. bekliyorum bir haber. belki ulaştırırlar yarın diye.
gitmiyor paketim. öylece duruyor. belki biri elinde zıplatıyordur. kıskanıyorum elbet. yarın gitsin, gitsin paketim...
ona karşı hislerimi açıklayamadan gitti. öylece arkasından baktım arabanın. tıpkı filmlerdeki gibi. hani bolca gösterilen fedex arabaları, işte onlar. imzalamaz olaydım dedim. benden uzaklaşmasını istedim hep. ama şimdi... öylesine merak içerisindeyim ki.
az önce takip ettim. kendisi, şu an paris'te imiş. ahh nasıl da duruyordur şimdi eifel'e karşı. gün batımıdır orada şimdi. ahh nasıl özledim bir bilseniz paketimi.
fedex sayfasını aşındırdım refresh tuşuna basmaktan. nasıl aşındı bilemezsiniz. eminim onlar da benim izimi sürüyordur şu an, dakikada 47 kere sayfalarını refreshleyen kim diye. ahh benim, benim işte bir bilseler. bunu nasıl bir zevkle yaptığımı. paketimin nerede olduğunu bilmeyi pek çok istediğimi. paketim, paketim diye evde dönüp dolandığımı. vallahi abartmıyorum. her şey aynen böyle gelişiyor işte.
hala taşınma durumunda yazıyor. kim bilir nasıl taşınıyor evraklarım, dosyalarım. canını acıtan var mı? ahh nasıl da üzülmüştüm kurye zarfın içine tepiştirince onları. "dur, yapma!" diyecek oldum, sustum.
şimdi o gurbet ellerde beni kimbilir nasıl özlüyordur paketciğim.
fedex ile çalışmak güzeldi. paketimi bir filme konu olacakmış gibi düşlüyorum...
herkes seni böylesine baş tacı ederken, ben sana pek ısınamadım nedense. belki de artık bu ülkenin bir bireye, bir kurtarıcıya bel bağlamasıdır beni rahatsız eden. öylece birini beklemesidir sessiz sessiz. asılacak koyun gibi. seni beklemesidir. öylece beklerken hiç bir şey yapmamasıdır. sadece sana odaklanması, ismini ve cismini oluşturmaya çalışmasıdır belki. beni rahatsız eden. artık millet kavramının bireyselleşmesidir. yani yok ol... ki söylemek istemiyorum.
koyun asılır mı deme. bizim burada asılır. burada her şey asılır. çamaşır, çarşaf, erkek, insan. ne istersen hemde. öylesine bereketlidir ki bu merasimler. büyük bir şenlik büyük bir sevinç. dört bir yanda. bir sebebimde budur belki. bu yüzden istemem gelmeni.
öylesine bağlanırız ki biz hem. neredeyse her şeyi de bağlarız. bahtı, çaputu, gözü, beli. bel bağlarız. el bağlarız. yapacak ve görecek hiç bir şeyin olmaz. göz de bağlarız.
belki de gelmemen en yerinde olandır. nankörlük desen diz boyu. biz hep aşırıyız. deniz aşırıyız, çizmeyi aşarız, sığmayız taşarız.
korkum belki de bu yüzdendir.
sen alıştırırsın bizi kurtarıcı amca. tembelliğe alıştırırsın gene. hiç bir şey yapmadan öylece önümüze konulan yemeği yemek isteriz biz. isteriz bunu. sende önümüze koyarsın diye. sonrasında ansızın neye uğradığımızı şaşırırız. bir hazımsızlık. öylesine iştahla yeriz ki, geriye ne sen kalırsın ne yemek be...
o yüzden sen sen ol. çok sıkışmadan gelme. ben zaten seni beklemiyor olacağım. bırak da biraz ağızları yansın şunların. bırak da onlarla beraber biraz biz yanalım. sonra anlayalım seni. biz sen olalım...
köfteleri kızarttığı gibi önüme yığdı. "sıcak sıcak al ye!" dedi. "çok kibarsın" diyecek gibi oldum ama ilk defa başıma gelen bu olay karşısında ne yapmam gerektiğine karar veremedim, zıttına da gitmek istemedim. peki neden yaptın diyeceksiniz. mecburdum.
yemekleri o hazırlamak istedi. ardından da anlatmaya başladı. "kader öyle garip bir şey ki, öyle karmaşık ki, göle taş atmak gibi..." "kesinlikle dedim, tanrının garip bir mizah anlayışı var" gözlerini kocaman açtı, "eğer bu masada bir kaç saat geçireceksek bu şekilde konuşamazsın!" kendi evimde, kendi masamda ilk defa nasıl konuşmam gerektiği bana söylenmişti. burcu'nun hatrına sustum. o kendini bilmişlik, beğenmişlik beni yoruyordu. "kalk bir bira getir!" dedi. uykulu gözlerim tam kapanacakkan bir füze gibi zihnime düşen bu cümle bütün algılarımı açtı. "nasıl yani?" diye bağırmışım. sonradan o söyledi. "evet" dedi, "böyle olacağını biliyordum." "alkol öyle bir şey ki münafıkları..." cümlesini bitirmeden kalktım. iki bira getirdim. "içtiğini bilmiyordum" dedim. "içmeyeceğim" dedi. ben içtim.
"o bize virüs programını verir. biz çalıştırma kararını alırız. eğer çalıştırmazsak..."
yoğun benzetmeler beni de benzetmişti. "neden bunları anlatıyorsun?" dedim. sonra aklıma freud geldi. "ben burcu'yu arıyorum. artık ne işi varsa bıraksın gelsin seni alsın!" "çok kibarsın" dedi. teşekkür ettim ve yolladım.
bugün yapılacak her şey bitti. ne ödevim var, ne duş almam gerekiyor. ne kilo almak için çikolata yiyeceğim, ne de ağdayı ısıtıp bezle bacaklarımı kıllardan kurtaracağım. artık hiç bir şey çıkmıyor vücudumda. ne kıl, ne sivilce, ne acı veren şişlikler. bugün her şey bitti biliyorum.
ne arayacak kimsem kaldı. ne de gideceğim bir yol. çalışacak gücüm yok. bankada biraz param var. bir süre bana yetecek. ne bir sevgilim var seveceğim. ne de gülecek bir esprim. ne okuyacak kitaplarım var, ne altı çizilecek satırlar. bugün biraz daha iyiyim.
ne iyiymiş böyle olması. tamam biraz sıkıcı gibi gözükebilir. inanın öyle değil.
tv ler aynı diziyi yayınlıyor yine. daha önce de seyretmediğim. böylesi çok daha iyi. mailler geliyor gene forward. okumuyorum bile. hiç okumadığım aynı başlıklar. lütfen okuyun hepsi gerçek! hiç bir şeye inanmıyorum.
bir tek ben varım. "o" da yok. sadece ben varım.
o kadar bir şey yapmıyorum ki pencereden bile havaya bakmıyorum. umrumda değil güneşli ya da bulutlu olması. üstümde hala aynı kıyafet var.
bugün her şey bitti. düşüncelerim bile. akmıyor zihnim. bir ferahlık.
şimdi ne yapacağım diye düşünmüyorum. çünkü ne yapacağımı biliyorum. daha önceden her şeyi tasarladım. bütün plan hazır. ama bugün yapılacak her şey bitti. uyumak bile yok bugün. hayat amacını yitirdi. sadece tek bir şey kaldı. "o"nu tamamiyle geri getirmek. bütün güzelliklerini geri almalıyım onun. herkesin "o"ndan çaldığı bütün güzelliklerimi.
uzun zamandan sonra psikoloğa gitmeye karar verdim.
psikologlardan hoşlanmıyordum. aslında yumuşatarak söyledim daha gerçekçi olarak nefret ediyordum.
onlar hiç birşeyi tarafsız olarak değerlendiremezdi. analiz edeceği şey bendim. ve ben aslında bir nesne değildim. psikanaliz testler taraflı testlerdi. insan eliyle hazırlanmışlardı. insanın dokunduğu her şey taraflıydı.
ruh halimi ve kişiliğimi objektif bir gözle değerlendirmenin mümkün olmadığına körü körüne inanıyordum. ben bir denek değildim ve onlar da bu deneyi asla gerçek manada yapamayacaklardı. sonuçların hepsinin bana göre değişmesi muhtemeldi. verdiğim cevapları onları kafasını karıştırmak için verebilirdim. sonuç hiç bir zaman doğru olmayacaktı. deney objektif olmalıydı.
her şeye rağmen o koltuktaydım.
gerçekte öğrenmek istediği şey ne bilmiyordum. ve bana sorduğu sorulardan oldukça sıkılmıştım. beni bir madde olarak gördüğü apaçıktı.
koltuktan kalktım. oturmamı söyledi. ama oturunca sıkıldığımı belirttim kendisine. ve onun yaptığı gibi bende onun çevresinde dolaşmaya başladım. ortam her an daha da gerginleşti. bir yere ulaşamayacağını anladı. ve sustu. koltuğa onun oturmasını ve bana öyle sorular sormasını istedim.
ve eğer gerçekten bir psikolog sizin "hasta" olduğunuza inanıyorsa her dediğinizi yapmaya hazırdı. önce karşı gelir gibi oldu ama ikna ettim.
koltuk insanı geriyordu. belki oradaki tek sorun oturmaktı. konser ortamı olsa daha çok eğlenbilirdik aslında. bir süre sonra konsantrasyonunu kaybetti ve doğruldu:
-yapamıyorum.
-biliyorum.
-istersen 4. seansta tekrar görüşürüz.
-belki...
çıktım odasından. sürekli aynı şeyleri söyleyip durmuştu. "sen aslında, bilmiyorum kendini kaç kişi hissediyorsun?"
ne olduğunu bilsem ona yardım edebilirdim. ama garip olan ben miydim? zaten herkes en az iki kişilikli olmak üzere üç kişilikli değil miydi?
hümanizm bitti dedim. inanmadı. hayır gerçekten bitti. perikles şu an ağlıyor dedim. demokraside bitti.
bu ülkede olduğuma da pişmanım dedim. dinlemiyor gibiydi. "buddha, lütfen cevap ver."
istemedi beni dinlemeyi.
başıboş bıraktım onu. hep aynı sıkıcılıktaydı. onun gibi olamadım. ama hep olmak istediğim biri vardı: uma thurman.
uma dedim "üzerindeki sarı kıyafeti bana verirsen ben de iyi dövüşebileceğime inanıyorum." değiştirdik. buddha'nın bana verdikleri ona olmadı. "kapri sana çok yakışmadı" dedim çıkardı. onunkiler ise bana uzundu. "hümanizm bitti" dedim. sağa sola saldırmaya başladı. adamlar etrafını sarmıştı. korkmuştum bense. kendimi ninjaların arasından çekip çıkardım.
"artık dedim, insanlar yeteri kadar düşünmüyor. kimse gelecektekiler için birşeyler yapmaya hazır değil. hiç kimse iyimser değil." duymadı.
ben: hümanizm yok. rutin öldürüyor onu.
uma: hümanizm yok evet! hayatta kalmak için savaşıyoruz. birbirimizin ayağını kaydırmak için. çünkü başka yolu yok.
nereden sonra böyle oldu hiç bilmiyorum. ama hayatın bir parçası olabilmen için birisi senin sırana geçmeden senin onun sırasını çalman gerekiyordu.
son entrysi hasebiyle "noldu da expercim birden 180 derece döndün? hani kankitoşlarındı onlar senin?" diye sormak istediğim yazar.
(bkz: geç de olsa kafası bastı)
-aloo?
-efendim experimental?
-şimdi ben kötü bir yazar olduğum için yazdıklarım okunmuyor sol frame'e taşır mısın?
-eyvallah hocam. ama bende kötü bir yazarım benimkiler de okunmaz.
-olsun en popüler başlığa taşırız sonra.
aslında buradaki tek ortak amacımız iyi bir şeyler paylaşabilmek. optumkibbye'ın da dediği gibi: "hiç bir zaman taraf tutmam."
evet bende takip ettim bütün polemikleri. insanların ne kadar alçaldığına bende şahit oldum. ve yazamadım o gün. entry girmeye utandım. zaten kimse de okumazdı. sözlükte daha iyi yazarlar vardı.
ama kimseyi düşman bellemedim. belki ellerinde bir fırsat olsa ve kendilerine dışarıdan baksalar ne durumda olduklarını görebileceklerdi. ama kimse görmedi. moderasyon bile.
aslında bilesi fazla. moderasyon görmedi. yazarı sildi. ve bir de bütün entrylerini sildi. bu bir yazara yapılabilecek en büyük saygısızlıktı. bunu yazarın kendisi görmemezlikten gelmemeli. gerekli yerlerde hakkını aramalıydı. yapılan emeğe saygısızlıktı.
şimdi mi ne oluyor? ne olacak herkes yazıyor yine. ama çirkef insanlar hayatın her yerinde olduğu gibi sözlükte de var. ve belki bunu bugün sözlük ahalisi göremiyor olsa da bir gün görecek.