madem "marife iltifata tâbidir", bunu da iltifatımız olarak kabul edin. madem birilerini sallandıracağız sözlük meydanlarında, dayanağımız da bize dayansın. bizi suçlayanların utancını da bir bayrak gibi taşıyalım gözlerimizin gönderinde.
"ceviz getireyim yersin" in modern versiyonu.*
ye hadi!
türkiye'de 12 eylül'den sonra yeni bir askeri müdahale olup olmayacağı çevresinde dönen bir soruşturmaya cevap verirken hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle demişti bir zaman önce aziz nesin: "eğer müslümanlar (lafzen şeriatçılar dese gerek) bir tehlike arzederse orduyu biz çağırırız."
bu sözleri bir günlük gazetede okuduğumda bir kimsenin ilginç olmak uğruna nerelere savrulabileceğini fark edip şaşırmış ve fakat "biz" dediğinin kimlerden oluştuğunu pek anlayamamıştım. acaba diyorum bu günlerde cuş u huruş ile içine daldığı faaliyet "orduya davetiye" fikrini kuvveden fiile çıkarma isteğinin bir uzantısı mı? bilemiyorum. bilemediğim çok şey var. eğer birileri bir ordu çağıracaksa, bu nasıl bir ordu olacak? müslüman öldürmekte uzmanlaşmış sırp ordusu bu iş için biçilmiş kaftan değil mi? gözlerimizin önünde bir şeyler oluyor. ülkemizdeki laik düzeni savunan çevreler bile bosna hersek'te olanların kıbrıs'ta tekrar edilebileceği endişesini dile getiriyor. anlaşılan endişe duyulması gereken bölge kıbrıs'la sınırlı kalmayacak. nerede müslüman varsa oranın icabına bakmayı kedine görev bilen birileri hep çıkıyor. aklıma takılan soru şu: aziz nesin gibilerinin kendilerini güvenlikte hissetmeleri için sırp (veya grek, ermeni, rus veya amerikan) uçaklarını sivas semalarında görmeleri mi gerekiyor?
müslümanların icabına bakma gayretkeşliği her türlü dolambaçlı yolu deneyebileceklerini düşündürdüğü gibi aziz nesin'in sivas olayları sonrasında ağzından dökülen laflar "davetiye" niyetinin ne kadar ciddi olduğunu da gösteriyor. başbakan tansu çiller saçlarından, cumhurbaşkanı süleyman demirel kravatından sürüklenecekmiş! bu sözler, açık bir kışkırtmanın ötesinde anlamlara sahiptir. müslümanlar haysiyetli, yurtsever, millet bütününün selametini kapsayan bir siyaset lehine ağırlıklarını koydukça sol görüşler ve bu görüşlerin şampiyonları toplum hayatında hak edilmiş bir yer bulamıyor. sol kendi yerinin ancak ülkeyi batağa sürükleyenlerin yanında olduğunu kabul ediyor. bütün bu hırçınlık ve habaset de bundan. bir süre sonra çıkıp şunu söyleyebilirler: "müslüman kimliğini sahiplenen türkiye ortaya çıkacağına türkiye hiç olmasın." giderek olayların türkiye'de yaşayan insanları şöyle bir tercih karşısında bırakma ihtimali kuvvet kazanıyor: "ya müslüman türkiye veya hiç!"
islamî dönüşümün türkiye için ideal toplum tasarımı olmaktan ziyade bir zaruret haline geldiği günden güne daha belirginleşiyor. ülkemizde dünya sistemine teslimiyeti ifade eden bütün politikalar iflas etmiştir. daha gerçekçi dille söylemek gerekirse, türkiye islam'dan uzaklaşmanın rantını yiyememiştir. batılılaşma ülke insanı için bir tuzak yemi olarak kullanılmış, islam kimliğinden kopma karşılığında vaadedilen ücret ödenmemiş, türkiye elini verdiği için kolunu kurtaramamıştır. millet olarak islamî bir kararlılık gösterememenin cezasını çekiyoruz. başımızda dolanan belayı defetmenin yolu sivas (veya kayseri) semalarına sırp uçaklarını davet etmekten geçmez.
bir leyla ipekçi yazısı. kalmak mı yoksa gitmek mi zor? kaderin bize sorduğu zor bir soru. gidemeyenler okusun:
aynı anın içinde sonsuz karşılaşma imkânı
aslında hep aynı anın içinde tutar bizi gitmek. bir kez gitmek sonsuzdur. geride kalan her şeye anlamını veren gitmektir. kalanlar, ancak bu niteleme içerisinde kendi adlarına ve sıfatlarına bürünmeye başlarlar yeniden. bazen yavaş yavaş. bazen hemen.
kırık bir gönül hikayesi. gençlik anıları... ya da üç dakika süren bir karşılaşma anı...
kalanlar genellikle geçmiş zamanda anılırlar. bu yüzdendir ki daima bugüne, şimdiki zamana taşınırlar. biçim, görüntü ve sık sık algı değiştirirler. eşlik edebilmek için bize. belleğimize...
anılar, olaylar ve nesnelerin yanı sıra geçmiş zamandan bugüne taşınan 'kalanlar' o kadar çoktur ki. kişiler de kalır mesela. bazıları kalmayı yeğler, evet. gidenlerin el sallayıp gitmesinden sonra neler olup bittiğini ancak kalanlar bilir. yaşamsal alanı kalanlar genişletir. böyle düşünürüm kendi adıma.
kalanlar
kalmanın hayatı kavramaya iten bir başka yanı daha vardır. sabretmek. ayrılık kalan kişi için iki kere zordur. gidenin hüznünü de paylaşır, özlemini de. öte yandan kalmanın sorumluluğu giderek terbiye eder kişiyi. zamana ve mekana bakışını kökünden dönüştürebilir bazen. gitmek evet hüzünlüdür. ama kalanın sabır eşiğinin genişlemesinde gidenin hüzün, özlem, kavuşma arzusu gibi tüm 'haller'ini üstlenmesinin rolü büyüktür. kalan, biraz da tüm zamanları kuşatandır aynı zamanda.
giden kişi bazen keşfetmeye gider, bazen de bildiklerini doğrulamaya gitmektedir. bilmediğine teslim olmayı bilen ise kalan kişi olur çoğunlukla. ancak kalan bilir bilmediğini. bu bilgi; tam bir kalp ilmidir. kalmakla açığa çıkar insanda. öğrenilmesi gerekmez. zaten içindedir.
gidenin kalp ilmi daha farklı açılışlara imkan tanır. sözgelimi başkası olmaya gitmektedir kişi. sorsanız evet der gidenler, başka dünyaları keşfettikçe başkası olur insan. ötekilerle arasındaki mesafe kalkar. aynı zamanda da 'kendi olmaya' giden yola çıkmış olur giden kişi. çünkü insanın kendi olma serüveninde kaçınılmaz olarak başkaları vardır. başkası olma hallerimiz vardır... hepimizin yolcu olduğu bir hakikatin dehlizlerinde bata çıka gezinme hevesi belki daha fazladır gidenin. bazen.
gitmek ufkunu genişletir insanın. kalanlar ise umut ederler durmaksızın. beklemek, insanı gelecek zaman kipinde tutar. ve umudun eşiğinde. tabii şu da var. gidebilme umudunu kalanlar taşır genellikle. gelenleri karşılamak da onlara düşer. nihayetinde kalanlar da bir başka yolculuğu, yani bir başka gitme işlemini gerçekleştirmektedirler kendilerine göre. daha farklı bir biçimde...
müzmin bir 'kalan' olarak, doğduğum yerde yaşıyorum ben. insanlar geliyorlar. değişimlerin içinden geçiyoruz. savruluyor, dönüşüyoruz. gidiyorlar. büyük gitmelere ve büyük gelmelere tanık oluyorum durduğum yerde. kalp hicretlerine, hac yolculuklarına, kişisel miraçlara, ruh hicretlerine yakın duruyorum ister istemez. yani 'kalan'ların kalarak yol almalarının hikayesine...
hakikat içinde ayrıntı gibi duran veya görünmez bir boyutta algılanan birçok şeyin aslında 'gitmekte' olduğunu sezebiliyorum kaldığım yerden. tabii buna bağlı olarak kendi 'gitme' eylemlerim de daha çok görünmez ama hissedilebilir bir boyutta vücut buluyor. hicretler daha fazla içselleşebiliyor. her zaman değil. bazen.
ben de gidiyorum kısacası. kendime ait bir biçimde. giderim. ama bu gitmekliğim bile bir 'kalan'ın gidişidir. geride bıraktıklarımı içerdiğimi, hep aynı anın sonsuzluğunda onların da beni kuşattığını hissederim. hiç bırakmam geçip gittiklerimi.
benimle çoğalır, nadiren azalırlar. nihayetinde zaman geçtikçe taşıma kapasitem de genişliyor geçip gittiklerimi. eksilmekten, yük boşaltmaktan filan hiç söz edemem gittiğimde. gitmek; her seferinde bir kez daha kalmaktır benim için.
ve anlarım ki, insanın kendindeki en kıymetli şeyi giderken kendisinde kalanlardır. kimse bunu alamaz ondan. çalamaz. beni ben yapan bende kalanlardır. bir gündüzden, bir sanat eserinden, bir düşünce tarzından veya bir insandan bende kalanlar. tabii bunun değerini en çok giderken anlarım. gitmekle.
kavuşmanın öncesi, sonrası
kavuşma anından bir önceki durumdur aslında gitmek. kavuşma anından sonra yine gidilecektir gerçi. bir kez daha. esas kavuşmaya... böyle bakacak olursak, hepimiz kavuştuktan sonra koptuğumuz, ayrı düştüğümüz için metaforik olarak hep gitmeklerdeyiz.
ta ki, bu gidişlerin aslında bir dönüş yolu olduğunu fark edene dek. gidişlerimiz sonsuza dek yeni anlamlara açılarak hakikat algımızı genişletecekler. evet. ama gidişlerimizin istikameti metaforik olarak cennete yaklaştıracak bizi. ilk düştüğümüz yere.
aynı şekilde kalışlarımız da bir iple ilk kıpırdadığımız yere bizi bağlıyor. tüm yer değiştirmelerimizi ve dönüşümlerimizi içeren, henüz gitmediklerimizi, henüz kalmadıklarımızı da içeren o çokluğun bir'liğinde, şah damarımızdan yakın olana kavuşmak bizim için en uzun yolculuk oluyor... böylesine bir gitmek: hep aynı zaman diliminde ve hep aynı anın sonsuzluğunda tutuyor aslında bizi: varoluş (veya yok oluş) hakikatinde.
gidiyorum belki evet. ayrı düşmeden. hakikatin bize iki parmak bile boşluk bırakmadığına teslim olarak. aynı anın içindeki sonsuz imkanlarda defalarca karşılaşmak için... kaldıklarımızla, gittiklerimizle.
kelimelerle dans etmeyi seviyorum. sanıyorum ki bu sevgi karşılıksız değil. onun için kelamım kavalyesiz değildir ey okur.
çok felsefik günümdeyim, geçelim o halde filozofiye:
boş, (bak burda insan sözünü kullanmamak için çok çaba harcadım) boş olduğunun farkında bile değildir. her daim dolu zanneder kendini. ne koysan almaz içine.
dolu, (bak burda insan sözünü pekala kullanabilirim, hem birileri de alınabilir üstüne)asla dolmayacağını bilir. hudut yoktur onun için. ne koysan dolmaz, dolmadığını bilir. dolmadığı için "dolu"dur zaten.
tanımlardan tanım beğen canım:
çarpı(tı)lmış atalar sözü, biraz daha büyüse deyim bile olabilirdi hatta...
küçücük bir kasabanın daracık gökyüzüne emanet edilmiş bir bir sağanaktı can sıkıntısı, hiç uğramadı semtimize. kırık bir söğüt dalı, paslanmış bir yağ tenekesi... her şey bir oyuncaktı çocuklukta. hatta dünyayı bile oyuncak sanıyorduk.
ne zaman yağmur yağsa kasabaya, paçalarımızdaki çamurla mutlu olmayı bilirdik. bilirdik ki o çamurda mazot lekesi yoktu.
beri bak ben o zamanlar genç idim tek başıma çılgınca
neler yaptım bilir misin etrafımda başka gençler bulamayınca
it resmini kartonun bir yüzüne özene bezene yaptım
öte yüzüne çiziverdim geniş bir kafes
don lastiği takıp noktasız suratla
dondurtduğum zaman kartonu
noktalarını koyup sür'atle
döndürtdüğüm zaman kart-önü
kafese girmiş görünüyordu it
etmiyordu ihtiva karbondioksit
benim dışa verdiğim nefes
nasıl abdullah yüce idiyse
ve idiyse hamiyet yüceses
vitrinde güllü lokum
yeminler olsun tokum.
serde gençlik beni bağlar sanmayındı hoppacılık şartına
ah, bulaydım, bir olaydı diri bir kız beni görüp örtüne
yakam dar parça pörçüktür paçam yenlerim ucucuna yetişir
saçlarım dökülmediğinden olsa gerek ki tarağım şimşir
iyi de neden kazara senin cebinden çıkıveriyor benim tarak
ki senin ensene kadar alnın açık istikbalin benden parlak
okuyup yazabilirdin madem bu mührü bana neden kazıttın
haklamak varken calut'u ilk fırsatta mahremiyle azıttın
löksün rafa senin gibilerini kaldırmak pek ağır masraf ister
satsan seni kim alır deppoda çok yer kaplar senin gibiler
bir benim bulduğum çare sana bol bol gol atmak
ha bir karış ha bir milim girmiş mi sen ona bak
kısa yolu elden ayaktan düşmeden tarif etsem mollaya
veriversem coni'ye ders öyle monreo james belleye
ey yârenler unutmayın benim çağım kehribarî çağ idi
iki kusurluca gözüm sağa sola bakmaktandır seğridi
biri bari deseydi ya bu seğrime zelzeleye delalet
biri bari deseydi ya çok hakkın geçti helal et
ne gezer iftiranın haddi yok ben mi nadim olayım
zorluk bilanço tutturmakta harcanmakta kolayım
konuş konuş ne mümkün ciddiye aldırmak patlangıcı
siz kozalak dersiniz bizim köylüye sorsan gıcı
hasılı yetişmem iktiza etti bizzat kendim
nikâh neden masada kıyılıyor bunu çok merak ettim
durur muyum balıklama elâlemlik deryalarına daldım
anahtar deliğine kadar eğildiğimle kaldım
kalp kaslarım mükemmel çalışırdı
ruhuma koydun mu karbon kağıdı çıkarırdı yüz nüsha
karbon kağıdından üçüncü hamura iftira kara leke
nesini arıtacaktım ispanyol paça giyenlerin
fikir kazınacak yer mi vardı zihinlerinde
ben o zamanlar gençtim de gaulle, kennedy, inönü, bayar sağdılar
jetli füzeli ihtilâl aşırtmalı yıllardaydık
tarihe sadeceleyin karışmıştı mancınık
yadırgılı kalıntıydı altın dişli kadınlar
domuzlar körfezi işgal ettiği için
her ihtiyar köpek saygındı ve düşündürücüydü
o günlerde udîler bile düşünürdü
azdı sayısı kahvesini tahmisçilerden satın alanların
gençtim tığ gibiydim ne rüzgâr
kaçın kur'ası ibaresinden kirleniyordu
ne de bir mavna gocunurdu
görünen ve görünmeyen
münasebetli ve münasebetsiz
yerlerine kına kırmızısı
türbe yeşili çalınmaktan
kulaklarımdaki gençlik çınlamasında
kimin beni andığı ki besbelli
döş ileri kefel geri bizi sol pezevenkler
redifi refakatinde yürüttü bizi kumandan
edirne'den ve van'dan
beni başkasına benzetme ben türküm
tavan bilip edirne'yi büyüdüm van'ı taban.