elektro soul, future funk, dupstep, gibi yeni elektronik müzik türevleri diyebileceğimiz katmanlarda değerlendirebilecek bir genç yetenek. bir bakalım lan şuna derseniz; http://www.ravemagazin.net/my-name-is-griz/
yeni bir elektronik müzik sitesi. dubstep, electro soul, future funk, glitch hop, trap, drum'n bass gibi tarzlarla ilgilenenlerin takip etmesi gereken bir yere benziyor. hızlı bir piyasa en nihayetinde, üretim kısmı kolaylaştıkça ürün çoğalıyor, tabii aralarda iyilerin de gümbürtüye gitmesi normal. işte size bir süzgeç. http://www.welcometothenextlevel.net/
Tek derdimiz güzel olanı hep birlikte görmek, mutlu olmak ve özgür hissetmek. Araştırıyoruz, inceliyoruz, indiriyoruz, dinliyoruz, siliyoruz, editliyoruz, remixliyoruz... Ve en güzel olanı, en çok kendinden alıp götüreni paylaşıyoruz.
Biz, Güney Amerika'nın daha da güneyinde, Magrathea şehrinde doğup Türkiye'ye severek dinlediğimiz, süpersonik parçaları paylaşmak için gönderildik. Facebook'ta "Günün şarkısı", "Kopun diyorum" , "Elleri görelim" temalı bireysel çabalarımızın sizi etkilemediğini fark edince, misyonumuzu tamamlayabilmek adına bu blogu hazırlamaya karar verdik. işin aslı, tek derdimiz güzel olanı hep birlikte görebilmek, hemen ardından hep beraber mutlu olup, müzik sayesinde daha özgür hissedebilmek. Gün geçtikçe gelişen içeriğimizle, sanki yüksek bir tümsekten hızlı geçtiğinizde hissettiğiniz iç bıngıldaması etkisini bırakacak, deyim yerindeyse sizi biraz zehirleyeceğiz. Tüm samimiyetimizle enselerinizden öpüyoruz...
şeklinde tanımlamış bir müzik sitesi. aslında bir site olmanın dışında, yeniyi arayan ve birbiriyle paylaşan bir grup insanın, müzik paydasındaki buluşma noktası diyebiliriz. dikkatle takip edeceğiz.
gün geçmiyor ki chp'de yeni çatlak oluşmayıversin. arkadaş amma çok çatladı bu adamlar, yine iyi dayanıyorlar. çatlak patlak yusyuvarlak bir şeye döndü caaanım oklar. hayır 3 oku bir grup alsın, 3 oku bir grup alsın aranızda efendi efendi takılın artık ya.
chp'nin kendi içinde oluşturamadığı birlik ve beraberlik neticesinde oluşan istifa, gaf, yanlış bilgi, desteksiz vaad gibi durumları anlatan söz.
tbbm-2 ile birlikte bir müddet dikta rejimiyle geliştirdikleri sistemin nasıl bir deprem bölgesinde olduğunu öngöremeyen ileri görüşlü liderlerin oluşturduğu partinin bugünkü durumunu anlatan söz. öyle sert bir kayanın üstüne kurulduki bu yumuşak, naylon ülke aradan çok fazla zaman geçmeden sallanmaya başladı. bu sallantıları darbe etkinlikleriyle savuşturmaya çalışsa da her gecen gün sarsıntılar büyüdü ve kendi kurduğu sahte zeminde tuz buz olmaya doğru ilerlemekte.
(bkz: haarp)
her müslüman antikapitalist olabilir fakat, her antikapitalist müslüman olmayabilir-den yola çıkarsak ki çıkma hakkımız var mı onu da bilemiyorum; eğer ideolojik bir akıma müslüman kimliğini koyarak giriyorsa bir insan, onu istese de istemese de başa koymuş demektir. o halde bugünden sonra ben müslümanım diyerek yola çıkacak fikir aksiyoncuları meydanlara döküldüğünde, hangi tarihsel verilerle, hangi siyasi amacı savunduğunu belirtirken, nasıl bir bütünleştirici rol oynadığının farkında ve yere sağlam basan adımlarla gelmelidir. cumhuriyetle birlikte halkın ruh iklimine indirilen kara bulutların ardından doğacak güneş islam güneşi olacaksa; inancımız, fikrimiz ve aksiyona hazırlığımız hem zamansal uzunluğa, hem düşünsel derinliğe sahip olmalı ki, gözlerinin üstüne yumruğu vurduğumuzda yerden kalkamasın.
kapitalizm karşısında aktivist tavır gösteren müslüman genç.
idmanlarda hızlı ve kısa pas yeteneklerini geliştirmek amacıyla uygulanan 5 e 2 pas çalışmasını maçlarda uygulayacağım diye futbolu unutmasına sebep olan durumdur. tamam anladık pas pas pas da arkadaş aynı şeyi her takıma karşı, her turnuvada sahaya koymaya kalkarsan bir yerden sonra futbolun estetik yönü yok olmaya başlar. ne kadar iyi uygulasan da sıkıcı hal alır. eninde sonunda da gelir biri sana en olmadık yerde koyar. estetiği geçtik diyelim hadi bireysel yeteneklerin sebebiyle oradan yırttın, e güç ne olacak, denge ne olacak, hırs ne olacak... bugün görüldü ki barcelona chelsea karşısında son dakikaya kadar aynı şeyi yapmaya çabaladı adamlarda kazık gibi dikildiler önlerine ve turu geçtiler. hayır kötü takımsın demiyorum, beceriksizsiniz diyemem yukarıda allah var ama sen de allah için baydın bizi.
(bkz: futbolu sadece pastan ibaret sanan takım)
kitaptan;
--spoiler--
Cakası keyfiyetinden ziyade ve piyazdan ibaret kalan takdim yerine, esere ne türlü bakılması gerektiğini gösteren bir ölçülendirme üzerindeyim ki, bu çerçevede söyleyeceğim herşey, bu eserin, bellibaşlı bir şiir anlayışına nisbetle, muhitten merkeze doğru estetik ve sanat davasına dair meselelerin örgüleştirilmesi ürünü olduğudur.
Bir yanda, unsurları ve mevzu olarak hikmiyyat ve felsefenin tabiî ilgi alanında bulunan estetik ve sanat üzerine düşünce meselesi; öbür yanda, kendi sanatı üzerine düşünme ve bunun tabiî uzantısı olarak sanat üzerine düşünce davası... Biri diğerine bakıcı ve öbürü diğerine akıcı bir çizgide, biri mütefekkire ve öbürü ise sanatkâra ait olan bu iki işi bir arada gerçekleştirmeye çalıştım.
Estetik ve sanat, bedahet çizgisi üzerindeki bellibaşlı hakikatlerden hareketle, hikemiyyat ve felsefenin kolu veya dünyayı kavrayış sistem ve metodu olarak sayısız nitelenişlere mevzu olurken, sanat ve sanatı üzerine düşünme davası da, ayrı ayrı sanat kollarından, tarihten, sanat tarihi ve münekkitlik alanına kadar gayet geniş bir yelpazede görünmekte, netice olarak irili ufaklı birbirinden kopuk ada kümeleri hâlinde, yer yer tanışık, kısım kısım barışık, çoğu zaman içiçe ve karışık bir mahiyet arzetmektedir.
Yukarıdaki herhangi bir sistem ve anlayış sistemi belirtmeyen çerçeveleyiş bir yana, bir manzaranın umumî tasviriyle, unsurları tek tek ele alış arasında bir fark vardır; ve çoğu zaman, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi, unsurları tek tek ele alış, umumî görüşün aleyhine olarak gelişir... Nitekim, insan ve kâinatın izahına dair sözde ilmî ve fikrî nazariyelerin çöküş sebebi, unsurların tümevarım yolunda ilerlerken bu bütünlüğü ortadan kaldırmasıdır... Mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malûl unsurların hâli de, her biri kendi kümesinde mahpus ve birbirini tanımaz kuşların durumundan farksız... Bu misâli estetik ve sanat davası etrafındaki meselelere ve mevzulara tatbik edersek, fikir ve sanat dalları arasında bugünkü yabancılık ve küskünlükle, okuyucu, seyirci ve dinleyici arasındaki münasebet verimsizliğinin sebebini anlarız... işte ben, unsurları bellibaşlı bir şiir anlayışı etrafında tanıştırır; barıştırır ve kaynaştırırken, hem fikir ve sanat adamı niyetlilerini, hem de okuyucu, dinleyici ve seyirci mevkiindekileri, gerçek bir fikir ve sanat alâkası etrafında irtibatlandırmayı gaye edindim... Böyle bir deneme!..
Bu eser, anlaşılacağı üzere, bir fikir ve sanat sistemi vazetmek yerine, bir ruh ve anlayış sisteminin ürünüdür... Birincisi, bütün tarihte görüldüğü gibi, tökezlemeye mahkum; ikincisi ise, Mutlak Fikrin Gerekliliği davasına bağlı olarak, gelişmeye ve zenginleşmeye sonsuz açık bir yol... Yeter ki, yolcuları ehil olsun!..
Arapça konuşma dili, ingilizce iktisat, Çince hukuk, Japonca tıp okunan bir memleket düşünün... Böyle bir vasat bile, içinde bulunduğumuz sağırlar diyaloğu şartlarında diğerine sesini duyurabilme ve anlaşabilme etinliğinden daha hafif kalır... işte buşartları aşmak üzere biz, ancak islâmî bir dünya görüşüne nisbetle gerekleşebilir işi yaptık ve mevzuları Büyük Doğu-ibda mânâ diline döktük... Böyle bir abayı takdir, her türlü pürüzü silip süpürür olmalı!..
Hüküm yürütme ve geçer hüküm koyma mânâsına her yerde demek olan Nesli Han-Han Nesli keyfiyetine aidiyetim, bu eserde bir başka yönüyle tecelli ediyor... Varlığın hakikatine vakıf olmuş ve hikmetle vasıflanmış mânâsına gelen hakîmden irtibatla şu: Tecrit kavramının örtü, perde, şekil, biçim, form, norm, usul, diyalektik ve nizam, bütün bunların ise ruh, keyfiyet, muhteva, öz, nitelik ve fikir ile aynı hizaya geldiğini bilenler, nizamın güzel demek oluşundan hareketle, tecrit sırrının güzel ve güzellik idrakı davasını da kapsadığını anlarlar... işte bu ölçüp biçmeler çerçevesinde eserimi, ruh ve fikir kumaşımı ifrat hâlde tecrit! diye vasıflandıran Üstadım Necip Fazılın aziz hatırasına ithaf ediyorum!..
Büyük Doğu Mimarının ifadesiyle, ilimde tecrit, teşhis içindir; şiirde teşhis, tecrit için... Şayet mücerret mânâsıyla örtü ve perdenin, vardıkça varılacak olan ruh ve hakikat muammasının tecellisi olduğunu gözönünde tutarsak, şiirde olduğu gibi, tecritte kalan ilimlere de hikemiyat ve felsefe vasıflanması içinde sanat izâfe edilişinin sebebi ortaya çıkar... Şiirin seçme ve gizleme sanatı oluşundan, umumî olarak sanatların rolüne; mânâları ve hakikatleri sürekli olarak üst dil-üst diyalektike taşımadan tutun da, doğrudan doğruya imânın bu demek oluşuna; bir cemiyetteki ruhî nizam şartından, ruhî muvazene zarureti ve teminine kadar bütün meselelerin ipuçları burada... Niçin bütün estetik ve sanat şubelerinin ocaklaştırılması gerektiği de!.. Ve tabiî ki, eserimizin yazılış niyeti de!..
Son olarak söylemek istediğim mesele, sadece bu esere değil, umumî olarak iBDA külliyatına bakışı da kapsamaktadır ki, şu husus:
-Bir tabloyu seyrederken, onun kaç kilo boyadan yapıldığı düşüncesinden değil, üzerimizde bıraktığı intibadan zevk duyarız... Bunun gibi, bu eser, kuru mantık ve kısır aklın yavan tahlil ve kadavralaşmasına değil, doğrudan doğruya muhatabının estetik idrakına hitabetmekte, yani mevzuunu benimsetme ve bunun intibâını uyandırmayı amaçlamaktadır!
Zaten, belirli bir işaret sistemi kurmam, dil ve mânâ alanı oluşturmam, bunların keyfiyet ve kemmiyet plânının aksetmesi halindeki birikimin billurlaşması demek oluşuna ve zaruretine nazaran misâl perdesi rolüm ve tecrit misyonum, yaptığımın, yapılması gereken olduğunu açıklar.
--spoiler--
Her türlü insan faaliyeti, neticede ruhî çabaya dayanır; onun ne ifâde ettiği ve neye dayandığı ayrı mesele, imân, onun kesiksiz ve umumî sürecinde mevzuuna mahsus görünen hükümler gibi, bu sürecin merkezindedir... imân'ı, Allah ve genel olarak Tanrı inancı niyetiyle kullandığımız için, zıddına inkâr diyoruz. Oysa, inkâr da bir imândır, yaratıcının olmadığına imân ve böylece imânı, imân ve inkâr kutublarıyla beraber, birinden diğerine geçiş her ân mümkün, ruhî idrak olarak görüyoruz.
*
Aslına veya asıl bildiğine yöneltilmek üzere, herşeyde doğrudan veya dolaylı görünen ve herşeyi kendinde toplayan mihrak duygu; muradı ve kıymeti Allah niyetine, mücerret mânâda inanmanın kıymeti, inan da, istersen bir odun parçasına inan! diye belirtilmiştir... Abdülhakîm Arvasî Hazretleri böyle buyuruyor.
*
inanma, Allah'a inanmak için var; ve insan ruhunun aktığı herşeyin müntehasında, varlığı hiçbir varlığa muhtaç olmayan O var... Yakîn getirdiğimiz bir hakikat: Kâinat'ta maddî ve mânevî tek hâdise ve fiil tanımıyorum ki, Allah'tan haber veren büyük telgraf şebekesine bağlı olmasın. Bütün istikametler Allah'ın; nereye sapsan ona dönmüş olursun!... Üstadım böyle buyuruyor.
*
imân, akıl işi değildir, akılsızlık işi de değildir; ona, göründüğü yerde, aklın ruh anlamı bâki, imân aklı da diyebiliriz. O doğrudan biliştir; ve kendi nasibi içinde, dinî veya dinî olmayana bakar... Dinîden kasıt, asıl; yâni islâm. Saf ve pür bedahet hâlinde bir bilişle imân yanında, düşüncede kendini aşma kabiliyeti vardır; insan, KUŞATAN'ı kavram yoluyla değil, varoluşan KARAR ve iMÂN'la tanır. Herşey bir nasib ve vesile meselesi.
*
Aslı islâm'da olan imânı, zıddımıza da hasrederek kullanmamız, islâm'ın izzeti ve kuvvetindendir. Tekrar: insan ruhunun aktığı herşeyin müntehasında, Allah var... O'na imânın hakikati de, Sevgilisi'nin bildirdiği yoldan... Mü'min için imânın hakikati, hiçbir imânı görmezden gelmeyecek ve hakikatini ona gösterecek şekilde şudur: Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!... Bu bir YAŞANAN'dır, konuşulan tarafı ayrı. Birincide olanlara NiSBET'le konuşanız!
*
Üstadım'ın imân ve itikad bahsinde söylediklerini, şuna buna bağlamadan mücerret mânâsıyla görelim... Dinin itikadlar manzumesi olmasını da, yukarıda anlattıklarımıza nisbetle, ne soydan olursa diye:
itikad, mücerret inanma keyfiyeti... insanoğlunun, perdelerini açmak üzere geldiği kâinatta ulvî mânâlar ve üstün gerçekler manzumesini doğrulama ve benimseme şuuru... imân ise, bu manzumenin merkezî mânâ noktasına bağlanma duygusu... itikadın dairesi din, imânın da yaratıcı kudret... Böylece dinin tarifi de ortaya çıkıyor: Din, topyekûn varlığı icâd eden yaratıcı müessire bağlı itikatlar manzumesidir.
itikadlar manzumesi, maddeci ve ruhçu nitelemesi içinde ne soydan olursa olsun.
*
Kelime ve kavramların, kullanıldığı yere göre mânâ verip aldığını yeri geldikçe vurguluyoruz... Bu cümleden olarak şuur: Muhakkak olan birşey varsa, o da her türlü doğrudan doğruya tesir dışında geist-ruh-kader ile ben şahsiyet alanı şuurun asla birbirine ircâ edilemeyeceğidir. Şuur onun özü değildir; ancak ve yalnız, değişen veya gelişen istikrarsız bir keyfiyetidir. Bütün kalbler, beyne yansıyan ışık, aynı ânda Allah'ın iki parmağı arasında... islâm büyüğünün, insanın istidadına değil, hâline şuuru vardır! dediği dava. itikad manzumesi islâm içinde bir imân, neticede bir nasib meselesi.
*
Ehadiyyet: Allah'ın her şeyde kendine âit birlik tecellisi... Melekut: Allah'ın mutlak müessirliği. Herşeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münasib ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin içyüzü. Ruhlar âlemi. Hükümdarlık. Saltanat.
*
iki kelime; ehadiyyet ve melekut... Eserin ismini ve muhtevasını gösteriyor... Bu çerçevede, zıtlarımızı da içine alıcı bir genişlikte bakarsak: Karşımızda, yüzyüze olduğumuz bir insan düşünelim. Bizim sağ tarafımızın karşısında, onun sol tarafı, sol tarafımızın karşısında ise onun sağ tarafı var. Eğer kendimizi bir ayna karşısında düşünürsek, sağ tarafımız sağımıza, sol tarafımız solumuza bir görüntü çıkar. Bu görüntüye, çevremizdeki eşyadan ve hattâ kendi bedenimizden kopmuşçasına dalıp gittiğimizi düşünelim... Bir taraftan hafızamdaki mânâları canlandırıyorum, bir taraftan da sözkonusu dalgınlık içinde onlar üzerinde tasarrufta bulunup tahayyül ediyorum; hayâl ve hayâl kurmak-hayâl ve tahayyül meselesi... Bu misâldeki gibi, etrafımızı çeviren kâinatta gördüğümüz unsurlardan mürekkeb yanımız konuşurken-konuşturulurken, sanki kendim onun aksiymiş-yansımasıymışım gibi bir mânâ doğuyor. O zaman cesedimizle birlikte, ruhu, mânâyı, şuuru ve düşünceyi, onun ürünü ve yansımasıymış gibi görmek kolaylaşıyor. Aynadaki görüntü, ben değil benden; her ne kadar aradaki farkı bedahet olarak biliyor ve hissediyorsak da, ister netice, isterse o dalgınlığın aklî formları içinde anlatılışı olarak, aynadan kasıt kâinat ya!, böyle bir vehim olabiliyor... Bunun tersi: Gözü kapalı bir dalgınlık ve kendinden geçme şeklinde, sadece kendimizi hissettiğimizi düşünelim. Benim şuurumu-farkındalığım veya benim şuurumun dahil olduğu şuur nitelemeleri çeşitli! içinde, kâinat onun yansıması... Her iki durumda da ortak olan yan, şöyle veya böyle bizim şuurumuzun dahil olduğu bir şuurun bulunduğu meselesidir. Hâliyle, her ikisine âit söylenenler birbirinin aynı ve birbirini andırır oluyor; halbuki muradlar ve kasıtlar birbirine aykırı olduğu gibi, nüanslar arasındaki tezatlar, karşıtlar arasında olduğundan daha fazladır... imâm-ı Rabbanî Hazretlerinin bir beyitle bildirdiği gibi:
Dostum, az ayrılığının azlığı yoktur; Göze gelen kıl, yarım dahi olsa çoktur!
*
Devam... Ben şuurlu kişiliğimiz varım, kâinat var; her ikimizin de kuşatıldığı veya eşyanın yahut benim içimde-bağrımda olan, bütünlüğümüzü eşyaya veya bana hamledilerek gösteren bir hakikat var. Buna, nitelemelere göre, ister bana nisbetle kâinatın kuşatan olması, ister kâinat ve benim kuşatılan olma durumumuz, ister kâinat yahut benim bağrımda ben'den içeri ben kuşatan diyelim. ikimizin bu birlikte birliği veya birlik yanı, benim onun bir parçası olmam veya onun benim müteâl, aşkın ben'in bir parçası olması demektir. Kâinat şuuru açısından bakıldığında, ben kâinat içinim; tersi açısından bakıldığında, kâinat benim için... Bu türlü gidiş gelişler içinde, sayısız maddeci, maddeci mistik, eşya veya insanı ön plânda tutan mistik ve ruhçu YAŞAMA sistemleri ve görüşler vardır, kurulabilir. Oysa mesele, adına izafeten konuştuğumuz mutlak olması gerekenin kendi ne diyor? Cevab beklemek değil de, pekiştirme adına soralım: Mutlak diye birşeyi kabul ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Varlık şeklinde olmasa ve hiçlik de olsa... Kendinde olmayanı verme şeklinde, hiç'ten varlık ve şuur-şuur ve varlık çıktığı kabul edilirse, tekâmül anlayışıyla bakarsak, böyle bir durumda hiç mutlak değildir; hiç şeklinde bir şuur varsa, o zaman o hiç değildir. Kâinatı kendi kendine yeten bir mutlaklık olarak görürsek, hiç'i mevcudun karşıtı hâlinde varlıktan çıkma, aynı temelde canlılığı-ruhu ve şuuru buna bağlama, bilgi edinme faaliyetimiz açısından bakıldığında, neticede şuurun lüzumsuzluğu, giderek yaşamanın lüzumsuzluğudur. Bilgi edinmek için ve bunun mânâsız olduğu yerde şuura-şuurlu olmaya ne lüzum var?
*
işin diğer yönü: Mutlak bilgiyi, öyleyse bilgiyi, mutlak verir. Hiçi de dahil etmek için, mutlak varlık demedik... Bilgiyi, ister hiç, ister ruh, ister eşya diyelim, onlar vermiyor; konuşmuyor. Onun adına biz konuşuyoruz. Aslında olmazsa olmaz dilin doğuşu gibi meselelere girmeyelim, şuurlu bir varlık olarak bize onların ilhâm ettiği veya tecrübemiz yoluyla konuşabiliriz ama, hem konuşan biziz, hem mutlak değiliz. Mutlak hakkında konuşmak başka şey, mutlak olmak başka şey; demek ki konuşulan, şöyle veya böyle, bendeki mutlak oluyor; müteâl-aşkın olan... Mutlak? Şuurlu-ben varlığımın, emr olan yönünün irâdesi-Zâtı; Mutlak Müessir. Bu, bizim bağlı olduğumuz imân mihrakının nitelemesi; islâm'ın. Ona nisbetle, mutlak varlık şartı ve onun mutlak kelâmı bahsini işaretlersek, zıtlarımızın bütün insanlık tarihi boyunca karşılığını göstermedikleri hususun, niçin gösterilemediği de ortaya çıkar: Mutlak Kitab, Allah'ın kendisini Resûlü ile ve O'nu da bildirdiği... imân, bir nasib meselesi; Allah'ın kendisini ve Resûlü'nün ve getirdiğinin hak olduğunu kuluna vermesi. Mahlûk olma duygusu, insanda ilk bedahet; sözkonusu imân da, ne'ye ve nasıl'a böyle muhatab. Mutlak Varlık'a inanıp da kelâmına inanmamak, o niyetle Allah niyetiyle ama yanlış bir inanıştır. işin en can alıcı yönü, belki şudur: imân tarafını söyledik ama, o kitabın Mutlak Varlıkın kitabı olduğu hakkında başka ne söylenebilir? Mutlak Varlık hakkında elde ettiğimiz bilgi imân yolundan, o kitabın da mutlak olup olmayacağını bilebileceğimiz: Küll'ün kendi hisse anlamıyla, parça, bütünün habercisidir!... Biz onu, hareket içinde hareketle zenginleşen bir varlık olarak Küll-bütünüyle bilemeyiz ama, sözkonusu hakikat içinde onun Mutlak Varlık'ın Mutlak Kitabı, bildirdiği olduğunu bilebiliriz. Her mü'min hisse sahibi olmak üzere, işin hakikatini YAŞAYANLAR için bu böyle.
*
itikadlar manzumesi din; ve şer'i hükümlerin heyet-i mecmuası Şeriat... Alâkalı olduğu ve alâkalı olmadığı işler çerçevelendikten sonra; tıpkı güneş ve doğrudan ona dair olanla, sudan toprağa, havadan bitki ve hayvana-canlılığa kadar herşeyde, alâkası içinde ona dair olanın görünmesi, görülmesi gereği... imânın doğrudan alâkalı olmadığı işlerden kasıt bu.
Eserimizin alt başlığını da bildirmiş olduk!
--spoiler--
salih mirzabeyoğlu'nun haksız gerekçelerle müebbet hapse mahkum olduğu ve 28 şubat sürecinin en ağır darbesini yediği gerçeğine karşı başlatılan hareket. ve bunlara sadece kitap yazdığı için, düşündüğü için maruz kalan bir adam.
çocukluk muhabbetidir. mahalle maçlarında ya da tuttugu takımlar arasında kazanılan maç sonrası, "en son kim koydu" oluuum şeklinde arkadaş kızdırma sözüdür. uzar gider muhabbet.
(bkz: en çok kim koydu)