bu sadece meb ile ilgili bir durum olmayıp maliye bakanlığı ile de ilişkili bir durumdur. çünkü o kadar açığı kapatmak demek bir o kadar kişiyi de her ay en az 1500 tl maaşa bağlamak demektir. fakat belli sınırda öğretmen alarak barajı hem yükseltiyorlar hem de geri kalan boşluğu ders saati kadar cüzi miktar karşılığı çalışan ücretli öğretmenlerle dolduruyorlar.
sadece güneşte ve erkeklerin bakışlarında olan bu radyoaktif ışınların etkisini amerikalı bir bilim adamı dahi dile getirmiş olup aynen şunları ifade etmiştir: ''kadın ne kadar kendisini yabancı gözlere teşhir ederse o oranda çabuk yaşlanıyor, güzelliğini kaybediyor ve yüzünde nur kalmıyor.'' çok açık bir bayanın, genç de olsa kendine göre daha kapalı bir bayandan daha soluk ve yıpranmış olduğunu ancak boya ile değiştiğini beyan etmiştir.
o alfa, beta ve gama denilen kuvvetli ışınları allah, güneşe ve erkeklerin gözlerine vermiştir. Son zamanlarda güneş ışınlarının kansere sebep olduğundan
çok sıkça bahsediliyor. Işınların vücutla doğrudan temasını önlemeyi
uzmanlar tavsiye ediyor. ilim, hikmetleri açığa çıkarıyor.
Peygamberimiz Efendimiz bir öğüdünde kızı Fatıma'ya: Kızım kocanın gözlerine çok bak. buyurmuş.
Peki bu çelişki değil mi?
Değil..
Bunun hikmeti şu:
Biraz önce beyan ettiğimiz ışınlar helâl dairede helalin ile karı-kocalıkta çok yararlı oluyor.
Bakışlar helâl olanlar arasında gıda oluyor, şifa oluyor.
Haramda bu ışınlar her iki cinsi de dengesizleştiriyor.
Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman, Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"
şark meselesi, siyasi bir terim olarak ilk defa 1815'te viyana kongresinde kullanımış, bütün avrupa devletleri özellikle de çarlık rusyası, ''şark meselesi'' ile uğraşmayı dış politikasının esas bir unsuru haline getirmiştir.
Napolyon’un alt üst ettiği Avrupa haritasını düzene sokmak için 1815 yılında toplanan Viyana Kongresi’nde, Rus delegeleri, kongre üyelerinin dikkatlerini Osmanlı idaresi altında bulunan Hıristiyan halkın üzerine çekmeye çalışırlar ve bunu “Şark Meselesi” olarak takdim ederler. Su tabir, kongreden sonra, diplomatlar ile tarihçiler nezdinde gittikçe itibar görerek siysi bir mana kazanmaya başlar. Fransız tarihçi Signobos’un ifadesine göre: “Onsekizinci asırdan itibaren Avrupa devletleri, Osmanlı Devletini istila etmeye ve onun Hıristiyan tebasını isyan ettirmeye çalışmışlardır. Bu çalışmalar ihtilali müteakip, Fransa aleyhine açılan muharebelerle kesintiye uğrar. 1815 tarihinde, Osmanlı imparatorluğu hala mülki bütünlüğünü muhafaza ediyordu. imparatorluğun ne olacağı bir mesele idi. işte bu meseleye bir müddet sonra isim verilerek ‘Şark Meselesi’ dendi”.
Bu tabiri geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa münasebetlerini açıklamak için kullanan tarihçiler; islam’ın doğuşunu, mukaddes toprakların Müslümanların eline geçmesini, haçlı seferlerinin başlaması ve Türklerin Avrupa’ya ayak basmalarını Şark Meselesine menşe olarak kabul ederler. Buna dikkat çeken tarihçi Deriyo’ya göre; “Şark Meselesi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın istanbulu fethi ve istanbul’a ayak basması ile değil, Hz. Muhammed’in (say) dünyaya gelmesi ile birlikte doğmuştur. Bu cihetle Şark Meselesi, bir islam meselesi demektir. islam’ın Asya ‘da ve Avrupa ‘da ricat etmesi, Şark Meselesini tevlit etti.”
Ondokuzuncu asrın ilk yarısında Şark Meselesi, Rus tehdidine karşı Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edilmesi, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklardan atılması, yirminci asırda da devletin bütün topraklarının paylaşılması manasında kullanıldı, Fakat Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay da Avrupalılar tarafından “Şark Meselesi” başlığı altında incelendi.
Şüphe yok ki Şark Meselesinin ortaya çıkışında rol oynayan en önemli unsur, milletimizin Küçük Asya’yı vatan kurarken bu eksen doğrultusunda yüklendiği tarihi misyon ve bu misyonun bölge ve batı milletleri için taşıdığı anlamdır. Öyle ki, Fransız tarihçi A. Sorel; “Türkler, Avrupa’da görünür görünmez ortaya bir Şark Meselesi çıktı.,. Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiş, şarabını içip uyuklayan Avrupa’nın kapısından içeri giren bu dipdiri erkek güzeli insanlar; yepyeni bir nizam içinde akıp gelen be şanlı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalının örümcekli ve bulanık kafasında bir şok tesiri yaparak onda şifa bulmaz bir dehşet hastalığı (!) doğurmuştur. Türklerin, uyuklayan Avrupa’nın afyonunu patlatması hadisesi öylesine derin bir tesir yapmıştır ki, aradan yedi asır gelip geçmiş olmasına ve bir gün eski dipdiri delikanlının, hasta adam (!) şekline sokulmasına rağmen, Avrupalının yirminci batın torunlan dahi bu Türk hastalığından, Türk şokundan tamamen şifa bulamamıştır” sözleriyle bu psikolojiyi enteresan bir anlatımla dile getirmiştir.
Varlık ve kimliği Grek-Latin kültürü, Roma tarihi, Hıristiyanlık duygu ve gelenekleriyle şekillenen, müsbet ilim ve ileri teknolojinin oluşturduğu güçle, üstünlük duygusu ve tahakküm hırsı kazanan Batı, giderek hakimiyetini bütün dünyaya yayma ve sürdürme emeline bağlamıştır. Bununla beraber geçmişte Grek-Roma tabiiyet ve sömürüsüne girmiş alanları, Hıristiyanlığın yayıldığı bölgeleri geri alma hakkından vazgeçmediği "kadim tapulu mülkleri” saymaktadır. Signobos bunu şöyle ifade eder: “Şark Meselesinin esas unsurları ne surette tetkik edilecek olsa, Osmanlı Devleti’nin izmihlali gibi kesin bir tasfiye şekline müncer olur ki bu, inkarı mümkün olmayan bir tarihi hadisedir ve onyedinci yüzyılda zuhur etmiş, o tarihten itibaren önem kazanarak devam etmiş bu tarihi hadisenin sonucu olan tasfiye şekli muhakkak kendini gösterecektir.”
Evet, tarih, 1683 yılının 12 Eylülünde, Beç (Viyana) yakınlarındaki Kohlenberg mevkiinde “kıtaları birer atlas kumaş gibi kesip biçen” Osmanlı ordusunun en dramatik mağlubiyetlerinden birine şahit olur. Bu tarih ve bu mevki, özel olarak Osmanlı, genel anlamda islam gücünün sükütunu remzeder, Osmanlı tarihinin bundan sonraki yılları, Anadolu’ya doğru büzülme ve Anadolu üzerinde halkalanma kabusunu besleyip durmuştur. Vaktiyle, "Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez, daha deniz daha ırmak isteriz. Vatanımızı öylesine büyütelim ki gökkubbe ona çadır ve güneş bayrak olsun”diyen bu millet,
"Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rüyama girdi her gece bir fatihane zan”
mısralarındaki rüya ile, dünya ülkelerinin olmasa da şiir ülkelerinin fatihi olmuştur. Artık “Devlet-i Ebed Müddet” Avrupa karşısında iyiden iyiye geriler.
ikiyüz elli seneden beri Osmanlı’nın nefesini kesen vaziyet, Birinci Cihan Harbi sonunda
"Devlet-i Aliyye yi soluksuz bırakır.
“Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu’
‘Ölürsem görmeden millette ümit etiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun” (‘Y. Kemal)
mısralarıyla sona ermiştir. Sevr Anlaşması’nın Osmanlı’ya layık gördüğü, Orta Anadolu’nun kıraç bozkırlarından ibaret kalır. Lozan’da genç Türkiye, bilinen bütün petrol mıntıkalarından uzak bir Anadolu haritasına razı edilir, Bu coğrafya üzerinde kurulan yeni Türk Devleti, “sulh”haricinde bütün cihanşümul tasavvurlarından vazgeçtiğini beyan eder.
Ancak bu beyan Şark Meselesinin sonu için yeterli değildir. Sevr planının va’dettiği topraklara rıza göstermeyen Türkiye, Lozan’la birlikte kendisini "Can ile canan” arasında bulur. Bütün hudutlarını çevreleyen kapanmamış hesaplar, bitmek tükenmek bilmeyen tarihi düşmanlıklar ve yeni problemlerle kuşatılmış bir devlet: Musul-Kerkük’te Türkiye ile ingiltere’yi çatışma noktasına getiren anlaşmazlık, iç isyanlar, Hatay meselesi, Rusya’nın 1945’deki toprak talebi, 27 Mayıs ihtilali, Kıbrıs ve Ege adaları meselesi, terörün soldurduğu yıllar, 12 Eylül Harekatı’ndan günümüze; içeride Güneydoğu problemi, Alevi-Sünni ayrımları, laik-antilaik tartışmaları; dışarıda Körfez krizi, Kuzey Irak, Kafkasya ve Bosna- Hersek hadiseleri...
Tarihi gerçek şudur ki Hıristiyan batı, Antik Grek-Roma ve kadim Hıristiyanlık dairesinde gördüğü coğrafyada, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da rakip bir din ve medeniyete mensup, ari olmayan soydan Asyalı bir milletin kendisiyle benzeşip bütünleşmeden yurt edinmesine, kıta içi siyasi denge arayışlarından kaynaklanan kısa süreli zaruretler dışında hiçbir zaman hoşgörü ile bakmamış ve bakmayacaktır. “Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine uymadıkça senden asla razı ve memnun olmayacaklardır” Bakara, 2/120) ilahi beyanı ne güzel bir ikazdır.
her ne kadar yazdıkları bir çok kişi tarafından anlaşılmasa da bir çok konuda doğru tespitlerinin olduğu ayrıca IQ sunun yüksek olduğunu düşündüğüm yazar.