her şeye sahip olmak için, büyümek isteyen çocukların büyüyünce söyleyebileceği bir söz. bir başkasına bağlı sorumsuz bir hayatı düşlemek gibi, gereksiz bir istek.
Torî mahlasıyla bilinen 'apê Torî' (tori amca), gerçek ismi Mehmet Kemal ışık, kürt yazar ve araştırmacı.
Türkçe-Kürtçe bir sözlük de hazırlayan ışık, Tarihselden Güncele Kürt Gerçeği, Kürtlerin ilkçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ Tarihi gibi pek çok araştırmaya imza atmıştı.
Dün sabaha karşı(18.10.2010) tedavi gördüğü istanbul Vatan Hastanesi'nde vefat etti.
bir (bkz: pablo neruda) şiiri, çeviri: ismail aksoy
Yayılmış toprak gibi
bir kadehte bütün bu aşk, yıldızlı
ve dikenli sana verdiğim
aşk, fakat gittin
küçük ayaklarla, kirli topuklarla
ateşte ve söndürdün onu.
Ah, büyük aşk, küçük sevgili!
ikircikli değildim kavgada.
Hayata doğru yürümeyi bırakmadım,
barışa doğru, herkese ekmek için,
fakat kaldırdım seni kollarımda
ve mıhladım seni öpüşlerime,
ve baktım sana hiçbir insan gözünün
sana bir daha bakmayacağı gibi.
Ah, büyük aşk, küçük sevgili!
Ölçümü almamıştın o zaman,
ve senin için kanı, buğdayı,
suyu seçen adamı, karıştırdın
eteğine düşen o küçük böcekle.
Ah, büyük aşk, küçük sevgili!
Uzaklardan geriye dönüp
sana bakacağımı bekleme, iyice belle
seni terk ettiğimi, gezintiye çık
ihanet edilmiş fotoğrafımla,
yürümeyi sürdüreceğim ben,
geniş yollar açacağım karanlığa doğru,
yumuşatacağım toprağı,
gelenlere dağıtacağım yıldızları.
Yolda kal.
Gece geldi sana.
Şafakta yeniden
görüşürüz belki.
Bu yıl 47'ncisi düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülünü alan Nur Sürer, ödülünü taş atan çocuklara adadığını belirtti.
'Ödülümü şu anda aslında okulda olmaları gerekirken taş attıkları ve pankart açtıkları için cezaevinde olan çocuklara adamak istiyorum' dedi.
'Ruhum Onlara Başkaldırmam Gerektiğini Söylemişti'
Akıl almaz yalanlarla oluşturulan rejimin yeni gerçekleri, sıkıyönetim uygulamalarının ilk kurbanı olan doğduğum yörelerdeki ilk kurbanını da çok bilinçli biçimde seçti; dil, söz ve anlatı.
Tüm o geniş nüfusun içinde sadece üç beş memurun ve subayın konuştuğu Türkçe, resmi dil ilan edildi, Kürtçe yasaklandı, daha sonraları bölgedeki görevlerine ilişkin anılarını yazan müfettişlerin anlattığı gibi, insanların
Kürtçe konuşmaması için askere, jandarmaya, polise, bekçiye, gizli muhabir ve ajanlara ilaveten, bir de kamu hayatının her yanını gözetleyen kontrol memurları tayin edildi, Kürtçeden başka dil bilmeyen ve bu dille konuşmak zorunda olan insanlar bu memurlar tarafından tespit edildiğinde, onlardan her
Kürtçe bir söz için, dönemin parasıyla yüklü bir miktar olan beş kuruş ceza kesildi, bir dizelik kâğıt parçası, bir dua, duvara işlenmiş bir sözcük,
mezar taşına yazılmış bir laf da dâhil olmak üzere Kürtçe yazılmış her şey yasaklandı, yakıldı, yok edildi,
‘Vatandaş Türkçe konuş!’ gibi herkesi kışlanın neferi olarak gören fermanlarla kampanyalar açıldı, resmi tarih tezleri, ansiklopedi, ders kitapları ve sözlüklerde
Kürtler ve dilleri 'çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret, bozuk bir farsça konuşan kimseler,' diye tanımlandı ve direnişlerin kırılmasından sonra da hayatın her alanını kapsayacak biçimde, zorla uygulanan şiddetli topyekûn bir asimilasyon siyasetine başlandı.
Rejim, dünyadaki öteki örneklerden de biliyordu; yalana dair yeni bir gerçeği yerleştirmenin tek yolu, var olan dili, sözü ve anlatıyı yok etmekti.
Yeni bir dil, kültür, edebiyat, tarih ve hafıza yaratabilmek için Osmanlıların kullandığı Arapça alfabeyi değiştiren, yeni bir Türkçe için Osmanlıcayı yok eden, toplumun geleceği için önemli olan o kültür mirasıyla tüm ilişkileri koparan, yeni bir dil-kültür-edebiyat-tarih bilinci yaratmak için resmi dil, kültür, edebiyat tarih kurumları oluşturan, bu kurumların kongrelerinde,mübalağayla, dünyadaki birçok şeyin Türk ve Türkçeden doğduğunu iddia edecek kadar abartılı tezler üretilmesini teşvik eden rejim, bir başka dil, kültür, edebiyat, tarih ve hafızanın yok edilmesi için de aynı çılgınlıkla her şeyi yaptı.
Askeri başkaldırıları, halktaki memnuniyetsizliği, yaygın pasif direnişi kırmanın daha kolay olduğunu ancak tüm bunların kaynağı olan dil, söz ve anlatının, bireysel öykünün, iyi edebiyatın bir güç olarak yeşerebileceği her yere, her şeye saldırdı ve yok etmek için her şeyi yaptı.
Gözlerimi dünyaya açtığımda ve toplumla, hayatla ilişki kurmaya başladığımda kendimi bu ortamda buldum işte.
Mehmed Uzun, Ruhun Gökkuşağı, ithaki Yayınları, sf. 171-172.
meb'in, hastalığından dolayı işten attığı bir öğretmen, kutsal mesleğin, kutsal çalışanından sadece biri!
Bir kurumda aynı işi yapanların ve aynı derecedeki görevlilerin farklı şartlara tabii tutulması hukuk açısından suçtur. fakat bunu uygulayan her nasıl oluyorsa devletin kendi kurumuysa bu suç kapsamından çıkıyor, Elif öğretmen bu haksızlıklara uğrayan binlerce sözleşmeli öğretmenden biri!
Meb'de bir sözleşmeli öğretmen 30 günden fazla rapor alamaz, Elif öğretmen hastalığından dolayı 40 gün rapor alınca işinden oldu!
MADDE 5. - iş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayırım yapılamaz.
işveren, esaslı sebepler olmadıkça tam süreli çalışan işçi karşısında kısmî süreli çalışan işçiye, belirsiz süreli çalışan işçi karşısında belirli süreli çalışan işçiye farklı işlem yapamaz.
işveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz.
Aynı veya eşit değerde bir iş için cinsiyet nedeniyle daha düşük ücret kararlaştırılamaz.
işçinin cinsiyeti nedeniyle özel koruyucu hükümlerin uygulanması, daha düşük bir ücretin uygulanmasını haklı kılmaz.
Fakat belirtmek gerekir ki eşitlik ilkesi sadece cinsiyet ayrımcılığı bakımından ele alınmamış farklı sözleşme tipleriyle çalışan işçilerin sosyal haklarında eşitsizlik yaratılmaması hedeflenmiştir. Fakat bu eşitsizlik "ücret" unsurunu kapsamamaktadır.
''dünya, her şeyi, kendi zamanı, kendi duyguları, kendi durumlarıyla ölçüp biçen insanlarla doluydu ve o insanlara bir şeyler öğretmek gerçekten zordu''
oral Çalışlar'ın bugünkü köşe yazısının başlığı.
yazının son bölümü:
(...)
Kürtçe eğitimin 'Milli Eğitim' sistemi içinde nasıl yer alacağı konusu, bence, sürecin ikinci aşamasını oluşturan bir konu olarak görülmeli.
Devlet anadilin öğretilmesini bir hak olarak kabul ederse, bu hakkın nasıl kullanılacağını tartışmak için sağlıklı bir ortam oluşur.
Milli eğitim sistemi içinde Kürtçeye bir yer verilmesi,
Türkiye'de birden fazla resmi dil olması anlamına da, 'bölünmenin ilk adımı' anlamına da gelmez. Önemli olan, Kürtçenin eğitim sistemi içinde nasıl yer alacağıdır.
Başbakanın son açıklamalarının içerdiği ana mesaj eğer 'gitsinler kendileri öğrensinler, biz eğitim sistemi içine asla bunu sokmayız' ise bu,
sorunun çözümüne katkıda bulunmaktan uzak bir mesajdır.
Kürtlerin Kürtçenin yaşayan bir dil olmasını sağlamak yönündeki istekleri son derece doğal. Bu hakkın verilmesini engellemek uğruna bir
25 yıl daha savaşmayı savunmak ise ne akla ne mantığa ne vicdana ne de insanlığın ortak değerlerine sığmayan bir yaklaşımdır.
Biz nasıl kendi anadilimizi dünyanın her yerinde korumak için çaba sarf ediyor, mücadele ediyorsak, kardeşlerimizin yani Kürtlerin de anadillerini yaşatmaları, geliştirmeleri için elimizden geleni yapmamız, bir insanlık görevidir.
Kardeş, kardeşin dilini desteklemeli, kardeşliğin harcı sağlam temellere oturmalı...
Kadir inanır 1999'da MGD gecesinde yaşananları Türk Kızılayı dergisine anlattı: "Ahmet Kaya'ya saldırı ben içerideyken olmuş. Benim olduğum yerde arkadaşıma kim yanlış yapabilirdi. 3-5 yavşak-zibidinin haddine mi dostuma çatal atmak!"
Vay be bu sözlere kim inanır:)
O gün orada olmasına rağmen ve sonrasında hiçbir şekilde, tepkisine denk gelmediğimiz Kadir, inanır.
ORAL ÇALIŞLAR'ın bugünkü yazısında güzel tespitleri vardı.
bir bölümünü aynen aktarıyorum:
(...)
Kürtlerde değişimler gözlemlenirken, 'Beyaz Türk' kamuoyunun bakış açısı değişmiyor.
'Beyaz Türk' kamouyunda,Kürtlerin her türlü hakka, olanağa vb. fazlasıyla sahip oldukları, hatta belki Türklerden daha iyi bir durumda oldukları şeklindeki kemikleşmiş önyargı bir türlü kırılmıyor.
Kürt kimliğine ilişkin en ölçülü ifadelerin bile
'Beyaz Türk' tarafından hazmedilemediğini görüyorum.
Kurduğum en sakin cümlelerin bile klavye başındaki bazı parmaklarda hakaret etme arzusu uyandırdığını hissediyorum.
'Beyaz Türkler', yıllarca Kürtlerin, Kürtçeyi unutmaları, konuşmamaları için bu ülkede baskı yapıldığını görmek istemiyorlar.
Ders kitapları bunları yazmaz.
Ancak bugünlerde yayımlanan ve devlet arşivlerinde yer alan bazı belgeleri incelerseniz, devletin en üst kurumlarında 'Kürtçeyi yasaklamak' amacıyla ne gibi
yollara başvurulduğunu görebilirsiniz.
'kürtler bizden bile daha geniş olanaklara ve haklara sahipler, bu boykotun ne âlemi var şimdi' diyen 'Beyaz Türkler'e, daha birkaç ay öncesine kadar cezaevlerindeki tutuklu ve mahkûmların aileleri ile Kürtçe konuşamadıklarını hatırlatmakta yarar görüyorum.
(...)
oral çalışlar'ın 19.09.2010 tarihli 'Mayını kimin patlattığının ne önemi kaldı?' adlı köşe yazısından alıntı.
''dönüp aynı yere gelmekten de usanmıştı artık; neredense
neredendi! Deli gibi sevdiği kadından da bıkıyordu insan
da yenisini arıyordu; olmuyor muydu? ya da eskisine dönüyordu
yeniden. yaşam buydu. bozulmuş gövdelerle didişmek yetmişti
artık. iyileştirdiklerin bir gün ölüp gidiyordu sonunda!
Karamsar bir dünya görüşüne kapılmaktı belki bu; ama öyleydi.
Niye karamsar olsundu? değişimdi bu; yaşamın da, doğanın da
temel kuralıydı.
(...)
Ne arıyordu ki? yaratıp ortaya yeni, kalıcı bir şey
koymanın mutluluğunu yaşamıyorsan ne anlamı vardı şu yeryüzünde
bir uğraş içinde çırpınıp durmanın.''
Roni Margulies'in bu başlıkla ilgili güzel bir yazısı vardı.
'K. Atatürk' ün dekoratif imzası
Bir kadın gördüm geçen haftasonu. Hava çok sıcaktı, askılı bir elbise giymiş. Omzunda bir dövme vardı. Soldan sağa yukarı doğru hafif eğimli, elyazısıyla, 'K. Atatürk'!
imzayı omzuna kazıtmış yahu!
'Gördünüz mü? Kadın kafayı yemiş galiba!' diye arkadaşlarıma doğru seğirttim. Beklediğim tepkiyi alamadım. 'Ne var ki oğlum bunda?' dediler. izmir'deydik. Alışmışlardı belli ki.
Adamın portresinin, isminin ve anlamlı anlamsız sözlerinin yere göğe yazılmasını anlamak mümkün. Bunu devlet yapıyor ve yaptırıyor. Ama genç bir kadının imzayı kendi vücuduna nakşettirmesi ne demek yahu! Bir devletin resmî politikası, o devletin görevlisi olmayan bir kişi tarafından nasıl bu kadar benimsenebilir?
Bunları düşünürken, kafamda laf lafı açtı, tabiri caizse.
Omuza imza çakmaktan daha da gülüncü, imzayı çaktıran kadının kendisini solcu ve aydın sanması olabilir ancak. Ve öyle düşündüğünden hiç kuşkum yok.
CHP niye Türkiye'nin 'sol' partisidir?
Kemalistler niye kendilerini solcu olarak düşünür?
Ulusalcıların yaptığı her şey milliyetçilik ve ırkçılıkken, niye solcu olduklarını zannederler?
Milliyetçilik dünyanın her yerinde var. Solculuk da, evelallah, her yerde mevcut. Ama her yerde, vallahi de billahi de dünyanın her yerinde biri başka şeydir, diğeri başka. Hatta farklı şeyler olmalarının ötesinde, birbirlerine karşıt ve düşman şeylerdir.
Çok doğal. Üç yaşında bir çocuğun anlayabileceği şekilde söylersek, solcular 'insan' sever, milliyetçiler 'Türk insanı' sever; solcular tüm insanların eşit olduğunu düşünür, milliyetçiler Türk insanının diğerlerinden daha eşit olduğuna inanır.
''Ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?''
''Evet, yapacağım bunu. Başladım bile. öldürmek, Buck jones'un tabancasını alıp
güm diye patlatmak değil! hayır. onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek...
ve bir gün büsbütün ölecek.''
Şeker portakalı, José Mauro De Vasconcelos, çev. Aydın emeç, can yayınları, sf. 159