zordur, böyle kolpa tehditler savuran bir adamın oğlu olmak; ama bir o kadar da güldürür, eğlendirir bu durum.
günlerden bir gün yine babamda kalma gafletine düşmüştüm. vize dönemi olduğu için gün boyu evde kalıp ders çalışmak gibi ulvi bir amaca sahiptim; ama hayat pek de istediğin mecrada yol almayacaktı. bunu hissedebiliyordum; zira geçmiş deneyimlerle sabit öğrenilmiş bir çaresizliğe gark olmuştum.
babam daha akşamdan yarın kargo geleceğini ve içinde tereyağ, börek, köfte, sarma ve bilimum gıdaların bulunduğunu söyleyerek beni sevindirmişti. bu sevincimi fark etmiş olacak ki sabah 9'da kalk sen, ben erken gideceğim kargo da o civarda gelir zaten diyerek uyku planlarımın içine sıçmıştı.
uyu sanki, ne olacak duyarsın zili dediğinizi duyar gibiyim; ama bizde işler öyle değil. babam gitmeden önce beni uyandırır hazır beklemem için ve sık sık arayarak yeniden uyudum mu? diye kontrol eder, işte böyle de kontrol manyağıdır benim babam. o yüzden uyku yalan oldu aga.
neyse konuya dönecek olursak, ben sabah babam tarafından uyandırıldım ve ders çalışmak gibi ulvi bir görevin yanına, kargo beklemek gibi daha ulvi bir görev ekledim; zira beklenen kargo insani yardım gibi bir şeydi benim için.
kahvaltı hayallerimi süsleyen börekleri beklerken saat de almış başını gitmiş, farkında değilim. babam bu sırada taciz ateşlerini beni arayarak sürdürüyor. her aramasının ardından -ki bu aramalar, saat 12 olmasına rağmen 4 olmuştur- lan oğlum şu kargoyu arayıp bir sorayım nerde kalmış, sen çıkarsın şimdi dayanamazsın ona göre ayarlayım da kapı duvar olmasın gibi cümleler sarf etmekte ve benden de sorun değil ya ben daha burdayım, cevabını aldıktan sonraysa "tamam o zaman ya işimi bitirince ben de geleceğim zaten." demektedir.
saatler akıp gitmekte, taciz ateşleri sürmekte ve kargo hala gelememektedir. neyse saat 4 gibi babam gelir eve; ama hala ses soluk yoktur kargodan. babam taciz telefonlarını kargo şirketine yönlendirmeye başlamıştır eve geldiği süre zarfından sonra ve her telefondan sonra ha geldik ha geleceğiz yanıtıyla avunmaktadır; ancak saat 6 olmuş, kargo hala gelmemiş, umutlar tükenmiş ve bendenizin bu saatten sonra kargonun gelmeyeceği yönündeki fikrimi babama söylemenin ardından başlığa konu olan olay gerçekleşmiştir.
babam, şirketi bir kez daha arar ve "gelmek üzeredir efendim" yanıtını alınca: "ha geldi, ha gelecek diye diye akşam oldu be nereye gelecek. lan siz onun içinde ne var biliyor musunuz?(ulan allah'tan adamlar bomba falan düşünmemiş yani) var ya o kutuya bir şey olsun hepinizi yakarım. tereyağ var, memleketten geldi, mis gibi. çok da değerli. eğer ona bir şey olur, erir falansa hepinizi mahkemelerde süründürürüm. maddi-manevi tazminat isterim." diye basar yaygrayı.
hadi maddiyi anladım 10 tl falan; ama manevi ne lan? memleket kokan tereyağım eridi, psikolojim bozuldu mu? diyecek ne saçmalıyor bu adam, derken tehditleri bir süre daha devam etti peder beyin ve işe de yaradı. kargo gün içinde geldi. adamlar sırf babamın dilinden kurtulmak için olsa gerek saat akşam 11'de getirdiler kargoyu. teslimatı bana yapan elemanın hocam normalde bu tarz şeylerin gönderilmesi yasak, gönderseniz bile bir dahaki sefere dillendirmezseniz iyi olur demesi ve adamın alıcı öder, şeklindeki kargodan hocam senden para almayacağım demesi ise ayrı enteresanlıktır.
adam zaten allah senin belanı vermiş, diye düşündü herhalde ve sanırım haklı da...
bütün gün direksiyon sallamanın verdiği can sıkıntısı taksicileri ister istemez muhabbet açmaya ve bu açılan muhabbetler de pek bir enteresan anlar yaşanmasını sağlamaktadır.
arkeoloji okuyan bir grup arkadaşım, anadolu medeniyetler müzesinin önünden taksiye binerler ve olaylar gelişir:
a: araçtaki 4 arkeoloji öğrencisi zaten hepsi tek bir ağızdan konuşmaktadırlar.
t: taksici
t: gençler okuyor musunuz?
a: he abi ya.
t: ne okuonuz bağalım?
a: protohistorya
t: af buyur!
a: arkeoloji yani.
t: ha mezar kazacanız yani?
a: aynen öyle abicim.
t: lan oğlum bırakın bu işleri, ekmek çıkmaz bu işlerden. zengin bir karı bulup kafalayın, hayatınızı kurtarın. yakışıklı çocuklarsınız ulan.
a: öyle deme be abi, herkes bildiği işi yapmalı.
t: ya bi siktirin gidin ya ben bildiğim işi yapıyom da noluo, vites topuzu girdi la resmen götüme. biz karın tokluğuna çalışıyoruz, bizim karşı komşu sikiyle ev satın aldı amına koyayim. adaletine vites topuzu soktumun dünyası işte.
a: abi biz zaten burda inecektik, müsait bir yerde durabilir misin?
geçtiğimiz yaz, ablamı almak için aşti'ye gittiğimde ablamın peronunu ararken aşti'nin içinde birkaç tur atmıştım. bu turlar esnasında da çeşitli firmaların çığırtkanlarının abi oraya mı, abi buraya mı, abi istanbula mı, abi izmire mi, nereye... şeklindeki sorularına fazlasıyla maruz kalmaktan bunalan bendeniz bu kıl tiplere bir adilik yapmalı; ama ne diye düşünürken kafada ampul yanmış ve karar verilmiştir. gıcıklığına ilk nereye sorusunu sorana hayali bir yer söyleyip oraya aracımız yok abi kusura bakma cevabını alıp tatmin olmaktı(tatmin şekline bak). ilerleyerek kurbanımı aradım ve buldum galiba. oradaki kara kaşlı, kara gözlü, heybetli insan azmanıydı kurbanım(herifin bence olması gereken yer smackdown falandı. en azından burada olmaması gerektiği kesindi). bu herife bunu yapmasam başkasına mı yapsam diye düşünmedim de değil hani; ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. soruyu ilk sorana yapacaktım o da bu yaratıktı. kurbanıma yaklaşıyor(gerçi kurban ben de olabilirdim, henüz belli değildi kimin kurban olduğu) bir yandan da dua ediyorum ulan bu kocakafa sormasın ya lütfen diye. neyse efendim yaklaştım yaklaştım yaklaştım ve beklenen soru geldi.
-abi nereye?
+hocam venüs'e gideceğim var mı bugün araç?(venüs düşünülmüş bir yer değildi; fakat anlık olarak nedense o çıkıverdi ağzımdan)
-yok be abi venüs'e bilet kalmadı. ardahan'a vereyim mi?
+olmaz, benim venüs'e gitmem lazım.
-abi sen hiç ardahan'a gittin mi? bir git gör memleketim diye demiyorum on numara yer valla sen de seversin.
+yok daha neler hocam, olur mu hiç öyle şey.
-iyi abi sen bilirsin.
ihtiyaç halinde sanıldığı kadar zor olmayan durumdur. şöyle ki:
vizenin -ki kendisi osmanlıca vizesidir- olduğunu bile bile öküz gibi uyuduktan sonra uyanıp:
-ulan bir duş alayım da iyice kendime geleyim. sonra da oturup ders çalışayım zaten hiç çalışmadım. diyerek suyu açıyorum ve suyun ısınmasını beklemeye başlıyorum. o sırada da bir arkadaşın bana vizeyi unutturma, demesi aklıma geliyor. akabinde arkadaşa vize saat 14.00'de unutma diye mesaj atıyorum, saat 10.15. sonra da giriyorum duşa. girdikten 3-4 dakika sonra cevap geliyor, önce sıcacık duşumdan çıkıp mesajı okumak zor geldiyse de ötüp duran telefona dah fazla dayanamayarak alıyorum elime telefonu, açıyorum mesajı:
-abi sınav 11.00'de değil miydi? diyor herif.
-yok oğlum 14.00'de diye cevap atıyorum.
adam da teşekkür ediyor, söylemesen bak erkenden gidecektim falan diyor; ama ben yine de durumdan kıllanarak başka bir arkadaşa mesaj atıp sıcak duşuma geri dönüyorum. kafamı köprtüyorum, keseleniyorum, almışım elime duş başlığını şarkımı söylüyorum. keyifler on numara yani. oh be hayat bu demeye kalmadan zırrrr zırrr yine telefon, yine mesaj... kafamı çıkartıp mesajı okuyorum. bir de ne göreyim sınav hakikaten 11.00'deymiş. aha girdi bize, geldik babalara diyorum. kafamı geri içeri sokup durulamaya çalışıyorum, yine de yok, bana mısın demiyor. ulan saçlarım da kısa; ama durulanmıyor şerefsiz. neyse olduğu kadar deyip perdeyi çekiyorum. çekme dediğimime bakmayın bildiğin halata asılıyorum sanki. tabii perde de hoooop yerde. ulan bir de bununla mı uğraşacağım deyip siktir ediyorum. sonra üstümü giyinip çıkıyorum evden. giyiniyorumgiyinmesine ama bildiğin felaketim. alelade bir hilkat garibesinden hiç farkım yok anlayacağınız. saate bakıyorum 10.25 ev okula takribi 40 dakikalık bir yolculuğu gerektiriyor. durağa gidiş var, indikten sonra okula gidiş, sınav salonunu buluş falan derken tahmini 50 dakikaya giderim diyorum. çalışmamış olmam, hiçbir şey bilmemem falan anlam ifade etmiyor. o an için tek düşüncem sınava girebilmek. çünkü girersem 30-40 falan alabileceğimi düşünüyorum. girmemem demekse zaten kafadan kalmam anlamına geliyor. neyse evden çıktıktan sonra otobüs durağına bir koşuşum var, vallahi billahi hatta tillahi yok böyle bir hız. yanlarından geçtiğim insanlar bakıyor, daha doğrusu bakmaya çalışıyor. hepsi rüzgarımı hissediyor da beni görebilen, seçebilen yok. hızım benim de hoşuma gidip, egom da da az tavan yapınca:
-ulan ben ne hızlı adammışım meğer, falan deyip az önce yanlarından geçtiğim insanlarda bıraktığım etki ve onların etkime tepkilerini gözlemlemek gibi sosyolojik de bir çaba içine giriyorum. insanların ortak ifadesiyse
-o neydi ulan?
-kedidir kedi.
-yok yok göktaşıydı.
-hayır! bu, bu superman olmalı. diyorlar. ben de içimden:
-oğlum öldü ulan superman. haberiniz yok mu kriptona gömdüler onu? diyorum ve koşmaya devam. neyse durağa varıyorum. soluklanıyorum, saat 10.29. bekliyorum. dolmuş, otobüs ne gelirse bineceğim. ilk gelen dolmuş oluyor. hemen atlıyorum; ama bu dolmuş da doğrudan gitmiyor gideceğim yere bir de metro aktarması gerektiriyor. dolmuştaki insanlar tabii bakıyor tip tip. kafası hala ıslak, buram buram dalin kokan, sefil bir hilkat garibesine bakmayıp da ne yapacaklar. metro durağına gelince dolmuştan inip koşmaya kaldığım yerden devam ediyorum. aklıma sınav 14.00'de deyip belki de geleceğini karartacağım arkadaş geliyor.
-adama de 14.00'de dedik onu da yanlıttık. ne halt edeceğim ulan ben? deyip bir yandan koşarken bir diğer yandan da mesaj atmaya çalışıyorum. atıyorum da. sonra metroya biniyorum, iniyorum falan derken işte asıl dava burada başlıyor. saat 11.02. metrodan çıkıyorum; ama yanlış taraftan. dışarda da nasıl yağmur başlamış. bildiğin sürahiden yok yok fıçıdan boşalıyor, abartmıyorum. başlıyorum yine koşmaya kafamda singin in the rain çalıyor; ama ne elimde şemsiye ne de yanımda hatun var. bildiğin olimpiyattaymışçasına koşuyorum daha doğrusu yardırıyorum. sağlı-sollu bindirmeler, sprintler, slalomlar engelliler her şey. hatta bir ara yanından geçtiğim dükkanın camındaki türk bayrağına gözüm ilişiyor. alıp bayrağı da mı taşısam diye düşünsem de vazgeçiyorum. neyse artık son metrelere geliyorum diye sevinirken yolum tıkanıyor. geçemiyorum. slalom falan deniyorum. yok olmuyor. bir an yandaki duvara ilişiyor gözüm.
-ulan acaba? diyorum. sonra siktir, gerizekalı deyip kendime geliyorum ve yola atlıyorum. arkamdaki otobüsün kornaya asılmasıyla neye uğradığı şaşıran bendeniz. yeniden şeridime giriyorum.
-az daha kayısı pestilinden farkım kalmayacaktı; ama değdi de anasını satayım atlattım kalabalığı. diyorum. işte o son 100 metreye geliyorum artık. gözlerimi kapatıyor ve sadece koşuyorum. forrest gump gibi. o sırada da kulağımda
-run forrest run! diyorlar,
-iyi de ben forest değilim ki! neyse ipi birincilikle göğüslüyorum. finishe geldiğimde sanki flaşlar patlıyor, gözlerim kamaşıyor. işte orda son 100 metrede geçiyorum bolt'u. eminim ya kesin geçtim. akabinde okulun turnikelerinden girerken güvenlik görevlilerinden madalya bekliyorum; ama tık yok. bu adam dünya rekoru mu kırmış, olimpiyat rekoru mu, yok hiçbirinin sikinde bile değil. bari güvenlik kameralarına el sallayayım diyorum, sallıyorum da. cidden rekortmen edasına girip sınavı unutuyorum, şöhretin ne boktan birşey olduğunu da işte o an anlıyorum. bu durum çok sürmüyor ve üzerimden yere damlayan suyun şapırtısı beni yeniden sınav moduna sokuyor. sınav 3. katta. merdivenlere koşup başlıyorum üçer beşer çıkmaya. merdivenlerden çıkıp koridorun sonuna kadar yani amfinin kapısına kadar koşmayı sürdürüyorum; ama bu arada bildiğin ölüm çıktı, ayakta duramıyorum. yorgunluk bir yandan, açlık bira yandan, telaş bir yandan, halimden iğrenmem bir yandan, üzerimden damlayan ve ufak çapta bir göleti doldurmaya yetecek suyun ağırlığı bir yandan, hepsinin birleşimiyse diğer yandan ağzıma sıçıyor. son olarak saatime bakıyorum saat 11.12. geç de olsa yetiştim diyorum. kapıyı açıyorum; bakıyorum daha yeni dağıtıyorlar kağıtları. seviniyoum. daha başlamamış olmanın verdiği rahatlıkla elim, ayağım boşalıyor. elim kapıda, öylece başımı öne düşürüp kalakalıyorum. üzerimde dumanım tütüyor. şıp şıp sularım damlıyor daha doğrusu akıyor. insanlar da haliyle dönüp bana bakıyorlar. yaklaşık 1 dakika orda öylece durduktan sonra gidip biryer bulup oturuyorum ve ilk 6 dk sınavı bırakıp sadece nefes almaya çalışıyorum kimse de bir sunni teneffüs yapayım demiyor. solunum problemini hallettikten sonra da başlıyorum soruları çözmeye. böylece rekor kırarak sınava teişmiş oluyorum.
merak edenlere: arkadaş evi yakın olduğu için sınava 5 dakika kala gelmiş yani yetişmiş. bense sınavdan 20 aldım ve kaldım. o kadar emek boşaymış yani, tek tesellim ise artık bir rekortmen olmam her ne kadar kimseler bilmese de.
haklı, yerinde bir şekilde düşünerek sessiz kalmadığını belli etmek ve insanoğlunun en temel özelliğini yani düşünme özelliğini kullanarak hakkını aramak ve bunu bütün hayata uygulayarak yaşamaktır, güzeldir, denenmelidir ki bir farkınız olsundur.
erdal öz'ün kısa öykülerinden oluşan muhteşem kitap aynı zamanda o kitaptaki öykülerden de birisinin adı. erdal öz'ün üslubu bu eserde oldukça etkileyici ve sürükleyicidir. özellikle ernesto, kanayan, kurt ve taş mutlaka okunmalıdır kanımca.
çevresinde yüzen masum insanlara aldırış etmeden suyun içine dışkısını yapan, insanı havuza girmekten soğutan hatta havuza girmeye tövbe ettirten çocuktur. görülmemesi, karşılaşılmaması tavsiye olunur. ayrıca birkaç yıl önce bizzat tanık olduğum o havuza olaydan sonra bir daha girmememe rağmen bende orta kulak iltihabı hasıl olunca şüphe ettiğim, iğrendiğim, lanet olasıcadır.
günümüzde ölmeye yüz tutan komşuluk ilişkilerinin önemini bize tekrar hatırlatan hadiselerdir.
yer:ankara batıkentte bir site
kahramanlar: pvm, meraklı fenni polis amca, 3 yarma
olay:
sıcak bir ağustos günüdür. sabah evden çıkan bendeniz akşama kadar çeşitli yorucu etkinliğin ardından son olarak da halı saha maçı yapıp eve dönecektim. maç bitti evime yaklaşık 600-700 metre olan halı sahadan çıkıp yavaş yavaş yürümeye başladım. yürürken tek hayalini kurduğum şey ise duşumu alıp bir damacana su içtikten sonra ayaklarımı uzatıp film izlemekti evde kimse olmaması da bana ayrıca huzur veriyordu. markete uğradım kolamı ve cipsimi aldıktan sonra site sınırlarından içeri girdim. güneş yeni batmıştı. sıcak havanın ve yorgunluğun etkisiyle kendimi bahçeden içeri atıp kapının önüne geldim, anahtarı deliğe soktum ama girmiyordu. bir daha denedim. yine, bir daha bir daha derken olmadı ve acı gerçekle o an yüzleştim. kapının arkasında anahtar vardı ve dışardan sokulan anahtar içeri bir türlü girmemekteydi dolayısıyla da yapılacak hiçbir şey yoktu. o sırada ben hayallerimin suya düştüğüne mi yanayım yoksa mal gibi kapıda kaldığıma mı yanayım bilemezken kapıyı bir hayli ittirip zorlamaya başladım daha sonra cama vurmaya falan da başlayınca bir hayli ses yapmış olmalıyım ki karşı evdeki ailenin ziyarete gelmiş olan büyükbabası camdan beni gördü. ben de onu görmeme rağmen kapıya ve cama şiddet uygulamaya devam ettim bunun üzerine eline telefon alan amca fark ettirmeden perdenin arasından beni incelemeye başladı. ben de nasılsa beni tanır diye el kol hareketleri yapıp durumu anlatmaya çalışırken amca korkmuş olacak ki perdeyi kapatıp içeri kaçtı. daha sonra perde arkasından dikizlemesini sürdüren amca benden zarar gelmeyeceğini anlamış galiba camdan kafasını çıkartarak seyrini sürdürdü. daha sonra ben bir ümit evin arka kapısını da zorlamaya karar verdim ve bahçeyi dolanarak evin arka kapısına gittim orada da resmen kapılarla ilişkiye girdikten sonra çaresiz bir şekilde dizlerimin üstüne çökmüş kaderime isyan ederken karşı evden beni dikizleyen amca geldi yine elinde telefonla. içimden herhalde fenni polis lan bu herif derken. amcanın sert çıkışıyla karşılaştım:
a: utanmıyor musun lan elalemin evine girmeye çalışmaya?
pvm: dayı ne diyorsun sen? ne evi ne girmesi, ne çalışması?
a: lan bir de gencecik delikanlısın git çalışsana. bak dur arıyorum polisi.
pvm: (götü tutuşmuş bir şekilde) dayı dur ne araması bir dakika sen yanlış anladın. bir dinle hele.
a: ne dinleyeceğim be.
pvm: dayı bak ben bu evde oturuyorum. maçtan geldim kapıda kaldım vs. vs. hem sen ahmet abinin babası değil misin?
a: (amca durumu anladı ve babacan bir tavırla) evet öyleyim. ya oğlum kusura bakma ben şey sandıydım.
olayı bir kez daha tüm ayrıntıyla amcaya anlattıktan sonra amcanın önerisi şudur: bir anneni falan arasan belki de arka kapının anahtarı vardır onda. hay aklıma tüküreyim lan ben niye bunu düşünemedim derken annemi aradım ve gerçekten de onda arka kapının anahtarı varmış. annemin bana beklememi, 1 saate kadar geleceğini söylemesinin ardından tekrar ön kapıya geçtim ve kapıya son bir yükleniş daha yaparken az önceki amcanın bitişiğine yeni taşınan(2-3 gün oldu) erkek kardeşler arabadan indi ve bir anda üzerime üzerime geldi. hemen mahallenin güvenliğinden sorumlu mahalle delikanlıları hüviyetine bürünen 3 yarma ile biraz tartıştıktan sonra yine sesleri duyan amca geldi ve beni yarmaların elinden kurtardı ve kendi evine davet etti. benim de yorgun bünyem daha fazla dayanamadı ve kabul etti teklifi. aradan kısa bir süre geçtikten sonra annem geldi ve arka kapıdan eve girdik. eve girer girmez daha fazla maceraya katlanamayacak olan ben kolydı, filmdi, cipsti, suydu hepsini bırakıp kendimi duşa attım ve akabinde de yatağıma yatar yatmaz uyumuşum. ne umuyordum ne buldum ama buna da şükür az daha yarmalar kan çekecekti valla dayı imdadıma yetişmeseydi.
tanım: jeniffer lopez'in başrolünü oynadığı berbat bir film.(başlık başa kaldığı için idaretin yapılan tanım.)
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken, eski harman içinde...
bundan yıllar yıllar önce bir çocuk varmış. bu çocuk mini mini minnacık, ele avuca sığmayan, sarışın, mavi gözlü ve zeki bir çocukmuş ve o zamanlar daha 8 yaşındaymış. düşünsenize ufacık daha 8 yaşında sevimli bir veledi ne kadar masum değil mi? evet evet masummmuş, gel gelelim bu ufaklık bir gün kalbini fettan bir dilbere kaptırmış. bu dilberde tıpkı bizim velet gibiymiş efendim ele avuca sığmayan, sarışın, mavi gözlü bir de havalıymış ama. minik delikanlı bu fettan dilberin gönlünü kazanmak için her yolu denemiş, herkese danışmış hatta tüm aile üyelerini sırayla okula getirip bu fettanı onlara gösterip onay aldıktan sonra gelecek planlarını anlatmış sevdiklerine. bu planların içinde pembe panjurlu mutlu bir yuva, ailenin sevimli köpeği ve aşklarının meyvesi 3 tane sarı sarı, maviş maviş çocuk varmış. her ne kadar hayaller kurulsa aileden onay alınsa da eksik bir şey varmış. o da bu hikayenin esas kızı olan fettan dilberin bu planlardan ve esas oğlanımızın duygularından henüz haberdar olmayışıymış. esas oğlanımız neler mi denememiş esas kıza aşkını duyurabilmek için? mektuplar, serenatlar, şiirler, hediyler, ve daha birçok bilimum denemenin ardından tam umudunu kesmek üzereyken büyük kuzeninden son bir tavsiye almış ve hemen uygulamaya koyulmuş. inanılması zor da olsa bu kez esas oğlanımız başarılı olmuş ve fettan dilbere nihayet kendini gösterebilmiş aynı zamanda bütün rakiplerini de bertaraf ederek. her şey tam yoluna girdi giderek daha da iyi olacak derken bir gün esas oğlanımız ellerinde bahçeden yolduğu papatyalar ile okulun hemen karşısında olan esas kızımızın evinin önüne gitmiş bu sefer ona her şeyi kendi ağzıyla itiraf edip çıkma teklif etmekmiş amacı. fakat kahpe kader burada da ağlarını örmüş. fettan dilberin evi bomboşmuş, basılan ziller cama atılan taşlar ve bağırışlar sonuç vermemiş ama en azından veledimizin acı gerçekle yüzleşmesini sağlamış. uzun bağrışlar sonucu cama çıkan yan komşu şöyle demiş:
-evladım onlar ...'ya taşındılar.
esas oğlanımızın bir anda boğazı düğümlenmiş, gözleri dolmuş, kelimeler boğazına düğümlenmiş cama çıkan kadına dahi cevap verememiş. sadece koşmuş 2 sokak ötedeki evine. sorarım size neden böyle şeyler hep iyi insanların başına gelir neden? fettan dilberimiz her ne kadar bir hoşça kal demeden gitse de vefalı, cefalı aşığımız onun yeni taşındığı yerin her önünden geçtiğinde arabanın camından bağırırmış: ebru ebru ebruuu seni çoook seviyorummm aşkım! diye. Yine rivayet odur ki esas oğlanımız bununla da yetinmemiş ve daha o küçücük yaşında yeni doğan kuzeninin isim babası olmuş. kuzeninin adının ebru olmasını sağlamış ve hala büyük aşkını içinde sürdürmeye çalışmış. daha sonra ise aradan yıllar geçmiş her şey unutulmuş gitmiş. bu masalda böylelikle bitmiş. onlar eremediler muratlarına biz çıkalım kerevetlerine...
peki ben bu masalı nerden mi biliyorum? en iyisi boşverin gitsin.
aslında başlığının tam olarak: alışveriş merkezlerindeki mağazaların içinde fotoğraf çektiren insanlar olması gerekiyordu ama karakter sınırına takıldı.
tanım: son dönemde pek bir popüler olan artık alışveriş merkezlerini fotoğraf stüdyosuna çevirmiş kendini de katalog çemkimi yapıyor sanan insanlar grubudur. uzak durulması tavsiye olunur.
ankaranın sembol mekanlarındandır bu park. küçüktür ama içinde ne anılar saklıdır. benim de hemen her anımda izleri vardır. zaman gelir hatırlar hüzünlenirim zaman gelir gülerim pu parktaki anılarıma. küçücük bir yer olmasına rağmen inanılmaz huzur verir insana. şehrin en işlek yerlerinden birinde ıssızlıkta kaybolmak kaçıp kurtulmak gibidir kuğulu. yeri gelir aileni, yeri gelir arkadaşlarını, yeri gelir sevdiceği ağırlar o şirin yer, banklar ve kuğular. anılarıyla, hüzünleriyle, mutluluklarıyla, aşklarıyla, yalnızlıklarıyla kısaca her şeyiyle çok güzeldir kuğulu.
bir diğer adının huzurevi olması gereken izmirin küçük, sıkıcı, hareketsiz beldesidir. emekliler için ideal olduğuna şüphem yok. zira emekliden geçilmiyor. hesaplarıma göre yaş ortalaması 58,7 ve emekli oranı ise %76,3tür (bkz: kusuratlı rakam vereyim ki salladığım anlaşılmasın).