Louise Antony'nin ifade ettiği "önyargı paradoksu" feminist felsefeciler tarafından savunulmaktadır. Feministlere göre ideal yansızlık mevcut değildir. Bu durumun epistemolojik sonuçları mevcuttur. dolayısıyla bu gerilim yalnızca feministler için problem oluşturmamaktadır. Epistemik anlamda gerilim yaratan bu problemi formal biçimde ifade edelim.
p1. yansızlık (impartiality), ideal bir epistemik pratik olarak savunulamaz.
p2. eğer yansızlık ideal bir epistemik pratik olarak savunulamazsa, o zaman bütün epistemik pratikler önyargılıdır.
c1. bütün epistemik pratikler önyargılıdır.
p3. eğer bütün epistemik pratikler önyargılıysa, önyargılı epistemik değerleri değerlendirmek için yansız ölçütler var olamaz.
c2. önyargılı epistemik değerleri değerlendirmek için yansız ölçütler olamaz
p4. önyargılı epistemik değerleri değerlendirmek için yansız ölçütler yoksa, o zaman bütün önyargılar aynıdır.
c3. Bütün önyargılar eşittir.
Amerikalı filozof Edmund Gettier ünlü "is Justified True Belief Knowledge?" makalesinde bilginin gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğuna dair açıklamalara itiraz etmiştir.
Gettier Problemi bilgiyi açıklamaktaki belirsizliği ihtiva eden bir felsefi sorundur. Gerekçelendirilmiş doğru inanç yani; justified true belief felsefi literatüründe JTB olarak ifade edilmektedir. JTB açıklamasına göre bilgi, gerekçelendirilmiş doğru inanışa eşdeğerdir ve eğer her üç koşul da (gerekçe, doğruluk ve inanç) belirli bir iddiaya riayet edildiyse o önerme hakkında bilgi sahibiyiz anlamına gelmektedir. Gettier, "is Justified True Belief Knowledge?" başlıklı üç sayfalık 1963 tarihli makalesinde, iki karşı örnek vasıtasıyla, bireylerin bir iddia hakkındaki gerekçelendirilmiş doğru inanca sahip olduğu halde hala onu bilmediği durumlar olduğunu gösterdi. Böylece, Gettier JTB'nin yetersiz bir açıklama olduğunu göstermiş oldu. JTB'nin ilk savunusunu Theaetetus diyaloğunda Platon yapmıştır.
Gerekçeli doğru inanç açıklamasına yöneltilen başlıca itirazlar doğal olarak iki gruba ayrılır. ilk grup söz konusu üç bilgi koşulunun bilgi için yeterli olmadığını, ikinci grupsa bu üç koşulun zorunlu olmadığını öner sürer. ilk itiraz sıklıkla Edmund Gettier'ın adıyla anılır. Gettier itirazını açıklamak için oldukça garip örnekler tasarlar; bunlarda kişi gerekçeli doğru inanca sahiptir (yani bütün koşullar karşılanmaktadır), ama yine de o kişinin söz konusu önermeyi bildiğini en azından sezgisel olarak söylemek istemeyiz.
Durumu daha iyi açıklamak için Gettier'ın 1963 yılındaki makalesinden kendi verdiği örneği alıntılayayım.
-Smith'in Jones adında bir arkadaşı var ; Smith, Jones'un geçmişte her zaman bir Ford arabası olduğunu biliyor ve az önce de Smith'i gideceği yere bir Ford ile bırakmayı teklif etti. Smith gerekçeli bir biçimde inanıyor ki, (a) Jones bir Ford'a sahip. Smith'in Brown adında başka bir arkadaşı var ve Smith onun nerede olduğundan tamamen habersiz. Bununla birlikte, Smith "Jones'un bir Ford'u var" önermesinden şu (b) önermesini çıkarsıyor: "Ya Jones'un bir Ford'u var ya da Brown Barcelona'da" ve bu önermeye de inanmaya başlıyor. Şimdi varsayalım ki, Jones'un aslında bir Ford'u yok (kiralık bir araba kullanıyor olsun), ama şans eseri Brown gerçekten de Barcelona'da. Bu durumda Smith (b) önermesini biliyor mu? Sezgisel olarak hayır deriz. Ama (b)'ye inanıyor ve (b) doğru; gerekçeli bir biçimde inandığı (a)'dan (b)'yi çıkarsadığı için (b) ye inanması da gerekçelenmiş oluyor.-
not: aşağıdaki sözkonusu olayı yaşamış olan ben değil, bir arkadaşım. sözlüğe taşıyarak kendisine destek olmamı istedi. konu hakkında hassas olan arkadaşlar da bu başlık ile başka platformlarda paylaşabilir.
--spoiler--
21.04.2016 tarihinde, 12.40-13.10 saatleri arasında, istanbul'un fatih ilçesinde, -gizlilikten dolayı ismini veremeyeceğim- bir lisenin önünde gerçekleşen olaydır.
olay, benim lisenin önüne, kız arkadaşımın okul çıkışına gitmemin ardından başlar. beni gördü, gülümsedi, koşarak geldi. ben de sarıldım.
asıl başlangıç tam bu noktada, "34 SPP 21" plakalı yeşil bir fiat'ın sahibi olan, 1.75-1.76 boylarında, sakallı bir arkadaşın "baksana! gidin başka yerde yapın bunları! sizin sevişmenizi mi izleyeceğiz! fatih burası!" gibi söylemleriyle gerçekleşti. kendimi, "yaşanılan yer neresi olursa olsun, bizim yaptığımız, tamamıyla insani bir eylem. herhangi birisine zarar vermez, aksine olumlu katkısı olur." cümlelerini kurarak savundum. söz konusu arkadaşın, bir teyzeye, "sen rahatsız olmuyor musun teyze" demesiyle olay yayılmaya başladı. birisi gelip, "pezevenk!" gibi ithamda bulundu. bir başka esnaf, "anan baban sana ahlak dersi vermedi mi" şeklinde söylemlerle üzerime yürüdü. olaylar gerçekleşirken kendimi, "insan-merkezli bir çağda yaşıyoruz. sizin burada bizim aleyhimizde kullandığınız sözleriniz, ne insan haklarına, ne bir başka insan merkezli sisteme uyar. örneğin, sizin eşiniz çarşaf ile, beşiktaş dolaylarında gezinirken, birisi 'burda böyle giyinilmez' diyerek, karşı çıksa, ne dersin?" şeklinde savundum. sorum üzerine, kavga çıkarıyorum dedi, aracın sahibi. ben de "o hâlde bu noktada da ben haklıyım." diyince, "benim hayat görüşüm böyle" şeklinde cevap verdi. diğer kişi, "anam bacım burda olsa, seni vururdum" dedi. bunlar üzerine, 155'i arayarak olayı anlattım ve bulunduğum konuma bir ekip gönderildi. o sırada kız arkadaşım servise binip, evine gitti.
yaklaşık 15 dakika sonra ekip geldi. ekibe, olayı uzun uzadıya anlattım. gelen cevap, "buranın meşrebi böyle, kaldırmaz. seni darp edebilirlerdi." oldu. aracın sahibi kişi, bir şeyler anlattı ve diğer polis memuru onu onayladı. söz bana geldiğinde, anlatırken birisi ciddiye almayarak, diğeri ise gülerek dinledi. ekibe, "peki ben burada darpedilsem, kim haklı sizce?" gibi bir soru sorduğumda, "ben bilemem. sen burada güzel güzel anlatırsın ama hâkim ne der bilemem" şeklinde cevapladı. ardından, ekipten "bizden beklentin ne?" sorusu geldi. "buraya geldiğimde, bu şekilde ithamlara maruz kalmak istemiyorum. isteğim, bulunduğum kısa süre içerisinde, fiziksel ve sözlü şiddete maruz kalmamak." cevapladım.
buradan desteği alan esnaf ve diğer insanlar, "bir daha buraya gelme! senin kültürün farklı! neresi uygunsa oraya git!" dedi. ben de düşüncelerimi dile getirip olay yerinden uzaklaştım.
bunları bu denli ileri taşımamdaki nedenler;
1) olay kişisel olmaktan çok, toplumsal bir sorun.
2) antalya'da yaşıyorum. buraya 2-3 haftalığına geldim. kız arkadaşımla seyrek görüşüyoruz. o seyrek anlarda da, sarılıyorum.
yaşım 18. biliyorum ki, beni hukukî anlamda haksız göstermek için yapabilecekleri çok şey var. bu yüzden, böyle bir platforma yazdım. doğru ve yanlışı ayırt edebilen, sağduyulu insanların bana destek olmasını istiyorum.
teşekkür ederim.
not 2: 4 sene önce 18 yaşındayken uludağ'da yazar olmuştum. Sizin sizden küçük arkadaşlarınız yok mu? Liseli diye küçümsenip durulmuş. Şahsen pek çok aklı başında sohbet etmekten çok keyif aldığım liseli genç tanıyorum. Bunun bu kadar yadırganmasına anlam veremedim açıkçası.
not 3: olayın gerçekleştiği yer gelenbevi anadolu lisesi'nin önüymüş.
Tanrı'nın varlığı hakkında olan bu argüman Ortaçağ'ın Müslüman teoloji geleneği olan Kelam'ın filozof-teologları tarafından ve yanı sıra William Craig tarafından yakınlarda tekrar ele alınmıştır. William Craig'in argümanı formüle edişi özellikle özlü olup, aşağıdaki gibidir:
Wittgenstein'ın şu sözlerle eleştirdiği felsefe türü:
Düşünmeye bir sınır çizmek için, bu sınırın iki yanınıda düşünebilmemiz gerekirdi (yani düşünülmeye elvermeyeni düşünebilmemiz gerekirdi.) Sınır, öyleyse, yalnızca dilin içinde çizilebilecektir ve sınırın ötesinde kalan düpedüz saçma olacaktır.
Bakan tescilli bu sevgi kanıtlama metodu gerçekleştirilmiş olduğu halde, sevildiğine inanmayan kızdır. Kaprislidir. Takla atılmıştır. Daha ne yapsındır? Şerefsiz misin hanım kızım? Napak ölek mi?
Günlerden cumartesi ve yine sıradan bir iş günüydü. Recep, yine sifonu çekmediği için işinden kovulmuştu. Bu aynı sebepten 3. Kez işinden oluşuydu. Artık canına tak etmişti ve en yakın sifon çekme kursuna yazıldı. Işte her şey o zaman başladı. Recep bir mali müşavirdi dolayısıyla nefesini uzun süre tutabiliyordu. 3 sene sonunda kurstan mezun oldu. Artık o profesyonel bir sifon çekiciydi kendini huzura ermiş hissediyor bokların canını okuyordu. Ama halen bir sorun vardı. Halen bir ağırlık hissediyordu üzerinde Recep! Kurtulmalıydı ondan neydi o? Gagasıydı tabii ki gagamızdan başka kaybedeceğimiz neyimiz var ki dedi Recep haklıydı da. En yakın dövizcide bozdurdu gagasını artık kuş gibiydi o evet belki gagası yoktu ama zaten Almanlar yenilince biz de yenildi sayılmıştık. Bozdurduğu parasıyla şnorkel aldı Recep nede olsa o bir mali müşavirdi ve nefesini iyi tutuyordu.
Çocuğu olur olmaz, er kişinin artık sesli sıçabilme sevincidir. Umut sarıkaya tarafından konu edinilmiş-çizilmiştir. Hayat felsefesi 'azimle sıçan kayayı deler' olan babalardır. Öyle bir sıçar ki saygı duyarsın. Evdekilere bokuyla gözdağı verir.
arkadaşını savunduğunu sanan, kızın sevgilisiyle arasına giren arkadaşıdır. ''Konuşmak istemiyor.'' ''Rahat bıraksana gerizekalı'' falan filan ulan işte o zaman anlıyor insan türk kızı ile birlikte olduğunu ikisinide yere yatırıp yüzlerine yüzlerine vurası geliyor insanın.Geçen ay yenibosnada yürürken bir kız gerizekalı dedi yürüyüp gitti. Sonra hatırladım eski sevgilimin bir arkadaşıydı. Ulan niye bu kadar umursadığını kendi de bilmiyor bence.
(bkz: ilgili görünmek)
(bkz: am biti)
ah unutmadan bir diğer ihtimal.
(bkz: olası sik beni kışkırtması)
Bugüne kadar yoksul bir ercüment'e ne rastlanmış ne duyulmuştur. Bir çeşit güç tarafından zengin olmamaları yasaklanmıştır. Siz siz olun oğlunuz olursa adını ercüment koyun ama lütfen dikkat edin altın sıçma riski vardır.
Fadime 22 yaşlarında ev işlerinde bir profesyonel olan asosyel bir kızdı. Ancak annesi kuran okurken müziğin sesini kısmadigi için bir sabah kendini bowling topu olarak buldu. Üzgündü ama halen yaşama tutunmak için çabalıyordu. Evet belki delikleri azalmıştı. Evet belki o bir bowling topuydu ama pokemonlarda bir topun içinde yaşıyordu. Aradan bir kaç sene geçmişti bu haline alışan fadime ile ercüment ismindeki kültürlü, zengin ve yakışıklı bir genç evlenmek istiyordu. Fadimede meyilliydi ona doğru yuvarlanıyordu. Bir gün fadimeyi istemeye geldiler. Annesi fadimeye kahveleri getir kızım dedi. Fadime bir bowling topu olmasına rağmen bunu büyük bir kolaylıkla başardi tepsiyi kafasının üzerinde yuvarlanarak getiriyordu. Damat adayı ercüment bu görüntüye dayanamayıp fadimeyi gelişine bir vuruşla yan odaya şutladı. Bunu gören fadimenın babası rıza bey büyük bir şaşkınlıkla fadimeye bakmaya gitti. 10 saniye geçmeden elinde fadimeyle gelen rıza bey ercümente dönüp evladım öyle değil böyle vuracaksin diyerek müthiş bir göğüs pası verdi. Ercümentin babası ercüment ve fadimenın babası oracıkta alman oynamaya başladılar. Oyunun ardından ercümentin babası konuya girmek istediğini belirtti. Rıza bey'e dönerek
Madem gençler aralarında anlaşmış diyerek cümleye başladı. Uzunca bir sessizliğin ardından konuya devam etti velhasıl ercüment ve fadime mutlu mesut yaşadılar. Bu da böyle bir hayat hikayesi.
Acınası bir komikliktir. Bence böyle bir şey yok. Kimsenin kimseyi yargılaması söz konusu bile olamaz. Durdurup durduramamak. Öldürüp öldürememek ile ilgili her şey insan ilişkilerindeki doğru veya yanlış sadece bu tarz bir filtreden geçiyor. Hukuk yüzeyde güçsüzle güçlüyü eşitler konumunda gözüksede adalet ancak yalandan ibarettir. Istisnai durumlar gelir belki aklınıza belki bir devlette hakikaten genellikle hak yerini buluyor olabilir. Ama bu sadece güçlüler böyle istiyor diye böyledir. Gücün yegane temeli para öyle değil mi? Pekala öyle ise güçlü ile güçsüz hukuk anlamında nasıl eşit olabilir diye de düşünmeden edemiyor insan. Olmalı veya olmamalıyı tartışmıyorum ama sanırım olabilir mi olamazı mı tartışıyorum diyebilirim. Ve tartışmamın sonucu olamazdan yana ve hukuğuda geçtim. Bir çocuk tecavüzcüsünü birey olarak yargılama hakkımın olduğunada inanmıyorum. Karşıma alıp bunu neden yaptın orospu çocuğu diye sorma hakkını kendimde bulamıyorum. Fakat bu durumdan rahatsız olmam o kişiyi bir şekilde durdurup durdurmama muhakemesini yapma hakkını bulabiliyorum. Sanırım hukukta benim gibi düşünüyor. Ama yinede komik bulduğum bir şeyi yapıyor. Adaletten söz ederken kendi gücünün bile diğerlerinden fazla olduğunun ve bu gücü kullandığının farkında değil. Bazen düşünüyorum da mahkemeler mahkemeleri dava etse ve kazanan mahkeme en büyük gücün mü? Yoksa en büyük adaletin mi temsilcisi olur?
Söz konusu olan konu ile ilgili geçen aylarda yazdığım bir yazıyı paylaşmak istiyorum.
insanı yapay zekası çok gelişmiş bir robot olarak nitelemek mümkün müdür?
Özgür iradesi var mıdır ?
Özgür irade bilimsel tanımıyla, kişinin eylemlerini, arzu, niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Kişinin belli eylem ya da eylemleri gerçekleştirmede sergilediği kararlılık; belli bir durum karşısında, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksızın, kararlaştırma ve uygulama gücü; eyleme neden olan eylemi başlatabilen yetidir.
Peki karar vermek gerçekten bizim elimizde midir ? Sanırım ilk bakışta öyle gibi gözüküyor. Lakin gerçekde bu böyle değil. Nasıl mı ? Yaşanmışlığın tecrübesinden ve genetiğimizin eğilimlerinden öte bir eylemde bulunmamız mümkün değildir.
Canlılığı öğrenebilen robotlar olarak tanımlayabiliriz. insan yapay zekası en gelişmiş robottur. işletim sistemi belli olup zamanın getirdiklerinin zihninde yarattığı etkilerden kurtulamaz. insan çevresini değiştirebilir diyebilirsiniz.
Çevresini değiştirme kararı yine aynı koşullara tabii olup yine kendi bağımsız seçimi dışında değil midir ? Irade dediğimiz olgunun bir şeyi yapmamak için veyahut yapmak için zorlamak olduğunu varsayalım pekala kişinin kendini zorlama nedeni ise inandığı kutsal metinlerin sevap veyahut günah diye nitelediği etmenler olsun. Kişinin kendini zorlama kararı bile belli yaşanmışlık ve genetiksel koşullardan geçecektir. Inanın bana bir insanın seri katil olup olmayacağı bile örnek veriyorum. 2 aylıkken annesinin o kişiyi ne kadar emzirdigi ile bile ilişkin olabilir. Yani en derine inersek genetiksel kodların rastgele seçimi ve algılama sürecinin başlangıcı özgür irade dediğimiz şeyi kodlanmış iradeye çevirmektedir.
ODTÜ BiYOLOJi GENETiK BÖLÜMÜ ile yaptığımız konuşma sonrasında kendileri şunları aktardı;
Attığınız her adım ortalama olarak yaklaşık %50si genetik, %50si ise çevre ile belirlenir (zamanı da çevresel etmen olarak alıyoruz). Bu oranlar kimi zamanlar değişir; ancak bunların dışına çıkmanız imkansızdır. Haydi, hemen şu anda bungee jumping yaparak genlerimin dikte ettiklerinin ve çevrenin dışına çıkayım. dediğinizde bile farklı olmak amacıyla aldığınız bu kararda genlerinizdeki farklılığa eğilim ve çevresel olarak geçmişiniz ve o anınız etkili olacaktır. * Canlı iseniz, bunlardan kaçamazsınız.
insanı yapay zekası çok gelişmiş bir robottan hiçbir farkı yoktur. işte büyüleyici olan, Evrimsel Biyolojinin ve modern bilimin gösterdiği budur. Hatta daha büyüleyicisi, organik robotlar yapmamızın çok yakın olmasıdır. Bu da yaratmanın en son olmasa da, en ileri noktalarından biri olacaktır. Bunlar birkaç on yılda sıradan gerçekler haline gelecektir. *
Özgür irade yok.
Sadece özgürmüş gibi algılamamıza yarayan beyin patikalarımız var. Algılamak zorunda mıydık? Hayır, ancak evrimsel süreçte beynin bu şekilde evrimi, bu şekilde bir sonuç verdi. Fakat bu kadar karmaşık hareketlerimizi arkasında her zaman moleküller yığınının birbirleriyle etkileşimi var. Bu yüzden canlılığı çekip bırakılmış kurgulu bir arabaya benzetiyoruz. Fizik yasalarının etkisi altında, doğanın işleyişi içerisinde tamamen çevresel ve kurulma biçiminden kaynaklı genetik bir patikada ilerleyip duruyor. Doğa yasaları bu şekilde ilerlediği sürece, savrularak, değişecek ancak pek de müdahale edilemeden devam edip gidecek. işte bu süreçte birçok yeni yapı oluşup, birçoğu kayboluyor. Bu sürece evrim diyoruz. Ancak bu sürecin en ufak bir kısmı dahi, moleküller ve atomların etkileşiminden başka bir niteliğe veya niceliğe sahip değil. Evren içerisindeki hiçbir şey, atomlar (ve atomları oluşturan parçacıklar) haricinde bir nicelikten fazlasina gereksinim duyularak açıklanmıyor. Bu durum da, çevresel etmenlerden üstün bir özgür bilinç kavramını abartılmış ve hatalı bir kavram haline getiriyor.
Bunu anlaması ve kabullenmesi biraz güç. Ancak özellikle sinirbilimin detayları öğrenildikçe, bu gerçek sert bir tokat gibi insanın yüzüne vuruyor. *
ODTÜ BiYOGENETiK bölümü de bizim düşündüğümüz gibi olan bilimsel gerçekleri aktardılar.
Öyle ise ulaşmak istediğim asıl nokta şu Bir tanrısal yargı mümkün müdür ?
Insanın bağımsız kararlar veremediğinin bilgisine sahip olduğunu düşündüğümüz tanrıya yargılayacak ne kalıyor ? Bir düşünün...
Hümanist tavır alıp şiddet uygulayan, hem de binlerce masum insanı öldürmekten fazlasını yapamayan, gerilla örgütleri kurup, sırf hükümet bizi dikkate alsın mentalitesi ile bombalar patlatan sonra halkların kardeşliği diye öten özgürlüğe ulaşmak için bir kaç yumurta kırılmalı diye düşünüp karşıt olduğu görüşten farksız bir mantıkta ilerlediğinin farkına varmayan ayrıca kapitalizm süründururse devrim öldürür gibi mantıkla haraket eden bireysel yaşamında yabani bir insan olduğunu kanıtlayacak bir çok davranışı olan insan türüdür. Devrim yolunda kandan fazlası yok. Devrim içeriden dışarıya doğru olur. Aksi halde caddelerimizde kendilerine hümanist diyen kişiler tarafından öldürülmüş insan cesetleri görmeye hazır olmalıyız.
Bu herhangi bir sebepten kaynaklanabilen bir durumdur. Siyasi, cinsel, dinsel ve kültürel anlamda bir kaç bin gerizekalının pervasızca ibnetorluğundan kaynaklanan durumdur. Belki de gerçekler acıdır. Düşüncesi ile yola çıkılabilir dersiniz ama yok adamlar yobazlığın sınırlarını bile zorluyorlar. Inanın şaka sandığım başlıklar gördüm. Lakin adamın hakikaten ciddi olduğunu görünce ulan ne insanlarla aynı dünyadayım ben deyip isyan ettim. Bak mesela bunu okuyan arkadaş belki sen de o bahsettiğim kişiler içine giriyorsun bilmiyorum ama said nursi'nin ayağını yalamak istemeyen bu ülkeden siktirsin gitsin gibi başlıklar açılıyor bu ne lan? Neyse sakın olayım.
Özetle: Sözlük yazarı kişilerin saçma yorumlarının oluşturduğu durumdur.
''lan yeter amk yeter sikecem artık! lan bari burada rahat bırakın nasıl insanlarsınız her şeyi bu kadar ciddiye alıyorsunuz ? gidin sevişin abi ne olur ya'' şeklinde yakardığım bulantı türüdür.
Neredeyse iki gündür gözlerine uyku girmeyen Arthur'un ışıl ışıl parlayan gözleri şömineye baka kalmıştı. Üst kattan gelen çatırtı ile birden kendisine geldi. Lanet insanlar diye homurdandı. Kahvesinden bir yudum alıp, gözlerini onu büyüleyen ateşten, masaya doğru çevirdi. Her zaman orada olan pusulasını göremedi. Başına kan sıçrayan Arthur yerinden endişe ile fırladı, hızlıca paltosunu üzerine alıp merdivenlerden koşar adım indi. Ayakları titrerken koşmanın ne kadar da zor olduğunu farketti. Yine de şehir meydanına kısa sürede vardı. Pazar yerinin kalabalığı içinde soluk soluğa kalmıştı. Bu sırada ardından belli belirsiz bir ses duydu.
Arthur... Arthur!..
Bu ses Arthur'a hiç yabancı gelmedi.
Ardına döndüğünde peşinden koşturmaktan nefes nefese kalmış kızıl saçlı bir adam gördü. Adam yaklaştıkça beyaz tenindeki çiller daha da belirginleşti, çilleri ve neşeli bakışları Arthur'un hafızasını tazelemesine yardımcı oldu. tanıdık bir yüzdü bu.
- Martin?
+ Arthur eski dostum... adamım... her zaman dediğim gibi, sen, sen gerçekten hızlı koşuyorsun.
Pazar yerindeki kalabalıktan biraz uzaklaşıp, konuşmaya devam ettiler.
- Martin inanamıyorum gerçekten çok değişmişsin. Eğer sen beni tanımasaydın ben seni tanıyabilir miydim bilmiyorum.
+ Tamam tamam, bu klişeleri geçelim. Hey anlatsana böyle telaşlı şekilde nereye gidiyordun?
- Benim, benim bir şey yapmam gerek hemen yapmalıyım.
Martin'in sorusu üzerine birden göz bebekleri büyüyen Arthur'un teni sütten beyaza döndü.
''Hey... hey Arthur!'' Sesleri ile biraz olsun kendine gelen Arthur, elinde matara ile yüzüne su döken Martin'i farketti.
+ Dostum sana ne oldu böyle, hem söylesene Elizabeth nerede?
Bu soruyla tekrar vurgun yemişe dönen Arthur. Bir kaç saniye afalladı. Göz bebekleri titreyerek;
- ''Elizabeth öldü Martin. Öldü!'' diye bağırdı.
Sorduğu her soru ile kendini yerin dibine girmiş hisseden Martin o an Arthur ile hiç karşılaşmamış olmayı diledi. Yine de eski dostuna yardım etmek istiyordu. Peki ama ne olmuş olabilirdi? Elizabeth gibi genç bir kadın neden ölmüş olabilirdi? Sormak için uygun zaman olmadığını biliyordu fakat yalnız konuşarak çözüm olunabileceğini düşündü.
Martin kendini topladı ve derin bir nefes alıp eski dostuna destek olmaya karar verdi.
+ Ben ölücem ölücem dedi dedi inanmadin bak ne oldu şimdi gördün...
- Dur dur dur! Hasan Mezarcı esprisi mi amk? Yeter amk ya komik değil lan valla.
+ He valla tutamadım kendimi kusura bakma.
- Tenten kılıklı orospu çocuğu neden şurada güzel bi hikaye yazdırmıyorsun ne güzel devam ediyordum.
+ Roman mı yazıyorsun lan? Yok Elizabethmiş, şömineymiş de. Götüne pipo soktuğumunun, Elizabeth ne lan asjklsa mastürbasyon esprisi yapmaktan vazgeçtim yine iyisin. xd xd.
Bir yaz tatili zamanıydı. Masum anneannemin yalnızlığına çare olmaya çalışiyor. Yardımcı oluyordum. Bir gün evine her zamankinden erken gittim. Kendime anahtar yaptırmıştım. Neyse kapıyı bir açtım bir de ne göreyim. Ninem dizmiş bilgisayarları önüne kulağında kulaklık, mikrofon anlayamadığım bilgisayar terimleri kullanıyor. Şok olmuştum. Bir an rüyada mıyım diye kendimi yokladim ama hayır bu gerçekti. Ninemin yanına biraz yaklaşınca beni gördü. Ve açıklayabilirim dedi. Ben de ne açıklayacaksın anneanne ne diye ağlayıp, kapıyı çekip çıktım.
Burada kelime seçimine eliştiri getirmeyeceğim. burada seviştikten sonra ayrılma isteği düşüncesine eleştiri getireceğim. Hayır efendim seviştikten sonra en azından şahsen söyleyebilirim ki daha çok severim ben. Lakin sikişmek farklıdır karşında ki senin için bir hayat kadınından farksızdır. Vurgu vajina penistir. Lakin sevişme öyle midir ? Gözleri, dudakları geçtim. Duygular sevişir. Bir çiftin birbirine verebileceği en büyük hediyelerdendir.
Biraz önce okuduğum çok doğru noktalara parmak basılmış bilgehan bengi yazısıdır.
Abdest, namaz bilmezsiniz... Oruç tutmazsınız... Selamlaşırken, beğeninizi bildirirken, umutlarınızı dile getirirken Arapça laflar etmezsiniz... Dua etmez, dualara "amin" demezsiniz... Hayatınızda "din" yoktur.
Ayrıca... facebook'ta en süper müslüman gruplarına üye değilsinizdir, sık sık islami videolar da paylaşmazsınız. Unutmadan... Kandil, bayram vesilesi ile dini temalı yapmacık sms'ler de göndermezsiniz.
Bu ipuçlarını birleştiren "zeki" bir müslüman din konusunu pek takmadığınızı farkeder. Kendini sizin imanınızdan sorumlu hisseder.
Ancak "Sen müslüman değil misin?" diye sormak çok cüretkar bir tavır olacağı için önce başka yöntemler yoklama çeker. ("Türkçe konuşuyorsa, kesin müslümandır" yargısı vardır, müslüman olmak zorundasınızdır. Müslüman birinin imanını sorgulamak da ayıptır o yüzden kibarca yoklama çekmek en uygunudur... Tabi... Tabi...)
Bu yoklama kıvamındaki müslümanın tavrı çok bellidir. Soruyu açıkça soramamanın getirdiği kasıntı bir hal vardır. Lafı dini konulara getiririr; Allah, Muhammed lafını eksik etmez.
Tabi siz de durumu anlar "Ben müslüman değilim" diye arkadaşı aydınlatırsınız. Standant tepki "Nasıl yani?" şeklindedir. Sonra "hristiyan mısın? Değilsen nesin?" diye devam eder. Hiç dine bağlı olmadığınızı, tanrı kavramını akla yatkın bulmadığızı söylersiniz.
işin asıl tuhaf kısmı bundan sonra başlar. Müslüman arkadaş bu açıklama ile tatmin olmaz. "Neden inanmıyorsun?" diye sorar.
işte bu soru tam anlamı ile "kaşınma" sorusudur. Madem inanıyorsun, kaşınma kardeşim... Neden inanmadığımı sana anlatırken söyleyeceğim her laf sana küfür gibi gelecek, hakaret gibi gelecek... Sen, kendi inandığı masallara inanmayanları kabullenebilen bir adam değilsin. Henüz, o olgunlukta değilsin ve belki de asla olamayacaksın.
Bu aşamada, artık ne derseniz deyin tartışmadan kaçamazsınız. Evrenin büyüklüğü ve düzeni, canlıların güzelliği, merhameti, Muhammed'in güzel ahlakı ve Kuran'ın mucizevi hedesi gündeme getirilir.
Bu durumda Kuran'da mucize olmadığını, insan yazması olamayacak hiçbir şey olmadığını söylerseniz; birbirine karışmayan sularda boğulursunuz; ardından göklere çıkarcasına göğsünüz daralır; güneş, yıldızlar ve gezegenler yörüngede bir tur atarsınız; ardından üstünüze 19 çıkar... Sonra aya ayak basılan tarihi ve Kuran okuyup icat yapan Japon bilim adamlarını öğrenirsiniz.
Tüm bunları daha önce bin kere duyduğunuzu "bir gece mağarada kendi başına oturan bir adama kitap gelmesi" oalyını inandırıcı bulmadığınız söylersiniz.
işte o an "Ne yani peygamber yalan mı söylüyordu?" sorusu gelir . "Efsane bunlar, uydurma hepsi" dediğiniz an müslümanın dinine hakaret etmiş olursunuz.
O ana kadar sinirlenmediyse bile bu lafınızdan sonra sinirlenir.
Bazısı belli etmez, içten içten sinirini sürdürür ve saldırgan şekilde lafa devam eder. Dünya'daki zulüm, ahlaksızlık, kızını satan baba, uyuşturucu krizine giren genç, açlık, Amerika, Irak, Afganistan, israil bombası parçalanan Filistinli kız çocuğu ve her şey... ama her şey üzerinize yıkılır. Unutmadan... Hitler, Stalin de var... Masonlar var bir de... Hepsinin hamisi, sponsoru, bir numaralı destekçisi oluversiniz. Herşeyin acısını sizden çıkarmak ister.
Vaktiniz olur da konuşmaya devam ederseniz; evrim, abiyogenez, big bang felan her şeyi bilmenizi ister. Evrendeki tüm sorulara yanıt vermenizi ister.
Bazısı sinirini tutamaz... Artık cümlelerine "bak arkadaşım" şeklide bir hitab ile başlar.
"Allah yok, peygamber yok... Ne var o zaman?" diye saçmalar... Bu modelle fazla konuşulmaz.
Aslına ne bu agresif modelle, ne de ılımlı, tebliğci modelle konuşulmaz. Bunlarla konuşarak bir yere varamazsınız. Hiç bir müslüman -ve sair dinlerin dindarı- lafla ikna olmaz, söylediğinizi dinlemez, sadece siz lafı bitirince ne söyleyeceğini düşünür.
---
Bir müslümanla zülf-i yâr'e dokunmadan konuşamazsınız. Uydurma şahıslardan bile bahsederken "hazreti" demenizi bekler. isa, Musa, Muhammed demenizi bile hakaret sayar, küfür sayar. inanmamayı bir hak olarak görmez. Kendisine mâkul gelen şeylerin size mâkul gelmemesini anlayamaz, kabul edemez. Hiç bir müslüman karşılıklı konuşma ile, fikir alışverişi ile, olgun bir tartışma ile fikrini değiştirmez, altta kalmamak için elinden geleni yapar. Yanıt veremediği an, sıkıştığı an saldırıya geçer, konu ile alakasız yerlerden size saldırır, hakaret eder. Kişiliğinize, kimliğinize laf eder. "Belki senin yetişme ortamın bozuktu" gibi laflar eder. Sonuçta sinirinizi bozar, keyfinizi kaçırır. Bir adım da yol alamazsınız.
Müslümana -ve sair dinlerin dindarlarına- laf anlatmak için harcanan zamana yazıktır.
Her sabah otobüste onlarcasına rastlayıp, taktıkları o bez parçasının dikkat çekmemek olmasına rağmen oldukça dikkatimi çeken bayanlardır. Şu anlatacağım konu da genel konuşmak ne kadar doğru olur bilmiyorum. Lakin çok kez seks temalı espriler yapıp kahkaha attıklarına rastladım. Neyse aile baskısı nedeni ile takıyorlar diyeceğim mecburen. Çünkü kafalarında ki örtü ile yaptıkları çelişiyor. Türban dini bir sembol olmaktan çıkıp siyasi bir sembol olma yolunda ilerliyor. Hem de bunu cinsel duyguları harekete geçirmeme misyonunu körelterek yapıyor.
Hemen hemen benim de sorduğum sorulara benzer olan sorulardır. Sormaktan çekinmemiş günümüz şakirtlerinden çok daha cesur, özgür düşünceli ve zeki bir insan olduğu aşikardır.
Evet efendiler umursamamazlığın siklememezliğin buna bağlı olarak da rahat tavırların tavan yapma durumudur.
Örneğin
+Mahmut artık dayanamiyorum sana söylemem gereken birşey var.
+Orada mısın mahmut
- buradayım
+bunu gözlerine bakarak söylemek isterdim ama cesaret edemedim. Seni çok herşeyden çok seviyorum. Her an aklımdasin seni aklımdan çıkaramıyorum. Ve gerçekten herşeyden çok seviyorum.
-tamam.
alınan haz konusunda değil. Ahlaki ve sosyolojik anlamda ayıp ve günah sınırları ile sınırlandırılmış ulaşılması gereken ilahi bir birliktelik olarak düşünülmesi durumudur. Aslında bu abartılma kat sayısı ahlaki sınırlandırma ile doğru orantıdadır. Yasaklandıkça ilgi çekiciliği artmaktadır.