(#18438531) demiş. dur hatta bi kısmını aşağıya alayım :
"yeri geldiğinde" kullanılan, gelmediğinde köşesinde gerekli sayıda hazır kıt'a bekletilen kişilere verilen ad.
...
ve açık, net söylüyorum: bu ülkede ülkücülüğün temiz duygular içerdiğini söyleyebilen, ülkücüleri, ülkücülüğü destekleyebilen kim varsa, zeka kıtlığına yol açan bir körlükten muzdariptir.
yeni bir troll mu acaba?
gelir gelmez ülkücülere vurarak dikkat çekmek mi istiyor
ya da entel görünmek istemenin verdiği bir hezeyan mı?
gün batıyordu neden diye sormuştun. ellerini tuttuysam uçuruma düşmemek içindi. güneşte ıslık çalan çocuklar içindi. aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi. kaybolan olursa elma diye bağırsın. ne çok şey konuşmuştuk orada ama yine sessiz çıkmışız. sonra albümü kapatıyorum zihnimde bambaşka bir fotoğraf. sanki hepsinin karıştığı bir an. onu da yazabilirdim ah böyle kıpırdayıp durmasan."
modern bilim bolumundeki en ilginc basliktir kanimca. baconun, descartesin, galileonun arkadasi olan hobbes, bol bol seyahat etmis bir entellektueldi ve yasadigi 17.yy da hala dinin baskisi tam ortadan kalkmamisken, bastan asagi materyalist bir felsefe one surdu. ilk modern materyalist olarak, varolan herseyin maddeden ibaret oldugunu savundu. epey de pratik akilliydi; basina bir is gelmemesi icin, tanri var midir sorusuna, "onunla ilgili bir kavram olusturabilmek insan yetenekleri dahilinde degildir" diyerek kacamak karsiliklar verirdi.
caginin aydinlariyla hasir nesir olusu sonunda, butun evrene bir makine gozuyle bakmaya basladi. simdi burada duralim ve hobbes efendi icin saygi durusunda bulunalim. cunku insan aklini da makineye benzetir ve bunu yaparken ozgur irade, ruh, amac, idea gibi seylere takili kalmak yerine, beynin mekanigini kasteder. tipki diger organlar gibi, o da bir makineydi. aklin soyut birsey degil, tamamen maddeden kaynaklandigi gorusu birakin 350 sene oncesini, bugun bile pek cok dar gorusluye imkansiz gibi gelse de bu konuda artik cok daha fazla kanit vardir.
kisisel gorusum, bilincin, tamamiyla noronlarin karmasikligindan ve kendilerini refere eden bir sistem kurmalarindan kaynaklandigidir. [edit: bu goruse gore yeterince karmasik bir bilgisayar agi da, karinca kolonisi de, sehirler de, kediler de bilinclidir ama karmasikliga bagli olarak hepsinin seviyeleri farklidir. (bkz: godel escher bach) (bkz: richard dawkins). lakin, bunda yanilsak bile, en azindan kesin olarak emin oldugumuz sey, aklin yuzde yuz soyut birsey olmadigidir ve hobbes efendi bu gorusun oncusudur.
hobbesun bu mekanikci gorusunun temelinde nedensellik vardi ve nedenselligin temelinde de galileodan gordugu devinim, daha dogrusu hareket vardi. bu gorus biraz gariptir zira hobbes icin de "hareketle kafayi bozmus" denirmis. galileodan o kadar etkilenmisti ki butun evrendeki maddeler arasi etkilesimi, yani nedenselligi, "itme" biciminde gordu.
bu gorusu psikolojiye de tasidi. butun gudulenmeleri bir itme olarak gordu. en guclusu ise ona gore olum korkusuydu. bu korku o kadar kuvvetlidir ki, hobbesa gore toplumlarin kurulmasinin ana nedenidir. bu nokta hobbesu anlamak icin fevkalade onemlidir ve saheseri olan leviathanin ana temalarindandir. hicbir duzenin olmadigi, "doga durumu" denilen anarsi ortaminda insan surekli bir korku duyar ve bu onun psikolojik durumunu belirleyen en temel olgu haline gelir. bu doga durumunu o kadar canli tasfir etmistir ki, okuyan etkisinden kurtulamaz: "ve en kotusu, mutemadiyen duyulan korku ve siddet yoluyla oldurulme tehlikesidir"
iste insan bu korkuyu yasamamak icin organize olur ve toplumsal hayat baslar. hobbes'a gore bu duzenin devami kendiliginden bariscil olmaz; insanin dogasinda cikarcilik ve ikiyuzluluk bulunur dolayisiyla bu toplum duzeni ceza yoluyla, devlet otoritesiyle surdurulmelidir. bu gorusu de cok onemli ve derindir. zira bu seriyi bastan beri takip eden akil hastasi suserler animsayacaklar, sokrates insanin dogasi geregi iyi olduguna, kotulugun bilgisizlikten kaynaklandigina inaniyordu. hobbes icin ise, olum ve vahset korkusu o kadar gucludur ki, insan bu "doga durumuna" geri donmemeyi garantilemek icin, toplumsal duzende yerini iyice garantiye almaya bakar. yani eger bir ceza korkusu olmazsa, bu "olum korkusu" itkisi galip gelecek ve insani iyice cikarciliga itecektir. bu vesileyle "kilicsiz ahit bos sozden ibarettir" der ve duzeni korumakla gorevli merkezi bir otorite tam guc verir. [bu itkinin yarattigi sistemin makro acidan incelenmesini de biraz once machiavellide gormustuk. bilimsel bakis acili bu iki insan, ayni gercekligin farkli boyutlarini gozler onune seriyor]
hobbesun onceki mutlakiyetcilerden farki, bu otoritenin gerekliligini yukaridaki sekliyle rasyonalize etmesidir. bu acidan devlet gucunu tanridan veya kiliseden degil, halkin kendisinden alir. halk, bilincaltindan gelen [hatta daha da temeldir, freudun deyimiyle bilincdisi diyebiliriz] bir etkiyle, olum ve sefalet korkusundan korunmak icin, kendi ozgurlugunden feda etmistir. hobbesun temel gorusu, insanin kaosa dusmektense, tiranlik da olsa bir duzeni yegleyecegidir.
bu gorusler o kadar carpici ki, insan bunlarla evrimsel biyoloji arasindaki benzerligi farketmeden gecemiyor. bu noktada 21. yyin gana asilli yahudi tavsansever filozoflari arasinda onemli bir yere sahip olan i. tolstoyevskiye kulak verelim:
"olum korkusunun bu kadar baskin olmasi, evrimin dogal bir sonucudur. molekuler duzeydeki yapilarin, stabil olanlarinin "hayatta kalmasiyla"
baslayan evrim, zamanla kimyasal duzeyden biyolojik duzeye gecmis ve richard dawkins efendinin the selfish genein de ortaya kondugu gibi, genleri koruyan mekanizmalarin ustunluk savasi haline gelmis. yani vucudumuz, zihnimiz dahil her seyimiz, genlerimizi korumak icin mucadele eden makinelerdir. bu genler de, atalari ilk stabil molekul yapilari olan, daha karmasik molekul yapilarinin planlarindan baska birsey degildir. tipki hobbesun evreni gordugu gibi, "hayat" bile hakikaten karmasik bir makinedir.
biraz da schopenhauercu bir gorusle, evrim rastgele ve acgozludur, kor bir "iradedir" [edit:filozofun kullandigi irade teriminin manasi farklidir. hayatin ozunde bir guc vardir fakat bu zeki, bilincli bir tanri degil, tek amaci varolmak olan bir guctur. bizlerse bu gucun oyuncaklariyiz, tutkularimizin kolesiyiz. bu tutkularin da bir amaci yoktur, "irade" kendi kendini tuketen amacsiz bir guctur. 150 yillik bu fikir, burada anlatilan evrim teorisine ve evrenin yapisina uyarlanabilir ve hayran olunur]
dolayisiyla hayatimizin bir amaci yok; ona bir amac atfeden aklimiz ise bu mucadele de bize avantaj sagladigi icin sonraki nesillere aktarilan bir mutasyondan ibarettir. ve olum kendi molekul yapilarimizin ve tasidigimiz planlarin(genlerin) yokolusu olacagindan, bilincimiz buna izin veremez. cunku zaten buna izin veremeyecek bir dogasi oldugu icin doganin yuzmilyonlarca yillik testlerini gecerek gunumuze ulasmis. yokolusumuzu engellemek, vucudumuzun oldugu kadar, onun bir parcasi olan bilincimizin de ilk onceligidir. dolayisiyla olum korkusunun psikolojimiz ve davranislarimiz ustundeki etkisi en kuvvetli etki olacaktir, mantigimizdan daha baskindir."
belki artik hobbesun gorusleri daha mantikli gorunuyordur. bilincin ve mantigin, olum korkusu karsisinda etkisiz kalmasini (epey kasarak da olsa) kendiliginden gelisen tam komunist utopyalari elestirmekte kullanabiliriz. zira bu utopyalara gore, birey topluma zarar geldiginde kendine de zarar gelecegini anlar, bu yuzden acgozluluk etmez, toplumun ideal bir bireyi olmaya calisir. oysa ki bu mantik ikinci dereceden onemlidir; daha temel olan genlerimiz ise bize tersini soylemektedir. iste bu yuzden hobbes'un, ceza korkusunun ve guclu bir otoritenin varliginin zorunlu oldugu dusuncesi onemlidir. halkin egitimle bilinclenmesi, bu gudulerini yenmesi cok zor olacaktir, ote yandan ceza korkusu (yani daha baskin bir olum korkusu), toplum duzeni acisindan zararli bu guduleri dengeler.
[bu gudu-toplum karsitligi edebiyatta da epey islenmistir, ilginc bir ornek anna kareninadir. annanin tutkulu iliskisi onun dogasini, evliligi de toplum duzenini temsil eder ve anna arada kalmis, mutsuz, feci sonu* belli, schopenhauerun "irade"sinin bir oyuncagidir]
bu noktada liberalizme de dokunmakta fayda var. bazi liberaller, insanin rasyonel bir varlik oldugu ve kendisi icin en iyi secimleri yapacagini, herkes de ayni sekilde davranacagindan sistemin bir sure sonra bir dengeye gelecegini ve bu denge halinin de olabilecek en optimum hal olacagini savunurlar. hobbesun yikici gorusleri bu savi da elestirmekte kullanilabilir.
evet, hobbes derken nerelere geldik. iyi de ettik zira hobbes, bu calismanin da asil amaci olan, fikirlerin evrimlesmesi ve iliskisi acisindan epey onemli goruldugu gibi. onun zamaninda elbette evrim dusuncesinden eser yoktu ama ayni zamanda yasadigi cag cok duzensizdi ve bu kaos korkusu onda cocuklugundan beri yer etmisti. leviathani bile fransada surgunde yazmisti. dolayisiyla galileonun mekaniginin onun uzerindeki etkisi, bu kaos korkusuyla birlesmis ve cok sonralari ortaya cikacak bir evrim gorusuyle uzlasan, sadece zamanina gore degil simdi icin bile devrimci fikirler ortaya atmistir.
necati tosuner'in ilk romanı. bir kaç yıl önce üniversitenin kütüphanesinde çalışırken tesadüfen elime geçmişti. bir sartre hayranı olarak, kitabın arka kapağında sartre'yi görünce hemen okumuştum.. iyi ki de okumuşum. hayatı sorgulayış şekli beni çok garip yerlere sürüklemişti. türk edebiyatının en sağlam romanlarından.
sancı mutsuzluğun kitabı, necati tosuner mutsuzluğun yazarı.
kitabın arka kapağında yazan :
necati tosuner, avrupa'da yaşıyor olsaydı, sartre ve arkadaşları tarafından varoluşcu edebiyatın en önemli temsilcilerinden biri sayılacaktı belki de: yaralı bir gövdenin yaraladığı, ama durmadan kendini sağaltmaya çalışan bir bilinç dünyaya soru sormaktan geri durmamakta, iç aynasına yansıyanları didiklemektedir.
necati tosuner, "sancı... sancı..." romanıyla türk edebiyatında benzeri görülmemiş bir duyarlığın söz sahibi olmasını sağladı. yeni kuşakların ne pahasına olursa olsun keşfetmeleri gereken bu roman tdk ödülünü kazanmıştı.
Dünyanin en uzun hüznü yagiyor
Yorgun ve yenilmis insanligimizin üstüne
Kar yagiyor ve sen gidiyorsun
Aglar gibi yürüyerek gidiyorsun
Belki bulmaga gidiyorsun kaybettigimizi
O insan ve tabiat cagini
Dön bana ve dinle
Kuslar ucusuyor icimde
Los bir keman solosu gibi
Kuslarin ucustugunu icimde
Dön bana ve dinle
Karanlik denizlerin dibinde
Birtakim incilerin oldugunu
Birtakim incilere ve hatiralara
Neden bagli oldugumuzu unutma.
Duy beni ve dinle
Denizler bogusuyor icimde.
Unutma diyorum ama sen anla
Anlat bizim de yasamak istedigimizi onlara.
Atinada iÖ.7. ve 6. yüzyıllarda çok güçlü olan tüccar sınıfı ile soylular sınıfı arasında büyük mücadeleler başlamıştır. Tüccar sınıfından gelenler zenginliklerine güvenerek Atinanın başına Tyran olmaya başlamışlardır. Hatta başa geçenler de olmuştur. Soyluların topraklarını köylülere dağıtmaya başlamışlardır. Fakat soylular Apollon adına törenler düzenliyorlardı. Köylüler de bu törenlere ilgi gösteriyorlardı. Soylular dinsel yönden çok sağlam idiler. Tüccar Tyranlar soyluların bu gücünü ortadan kaldırmaya çalıştılar ve bunu zekice yaptılar. Ortadan kaldırma yerine, köylülerin daha fazla sevdiği Dionysos adına törenler düzenlediler. Böylece Tyranlar köylüleri yanlarına çekeceklerini biliyorlardı. Törenler yapıldı ve Dionysos şenlikleri başlamış oldu. Bunu ilk başlatan kişi ünlü Tyran Peisistratostur. Ayrıca Peisistratos iliada ve Odysseiayı ilk kitaplaştıran kişidir. Şubat ayının 11 inde baharın başlangıcı olarak Antesteria bayramı kutlanırdı. Bu bayram Dionysos için yapılırdı. Şarabın ikinci kaynaması bitirilir ve içmeye hazır hale getirilirdi. Tören için seçilen ve içki içme yarışmasını yöneten kişi Arkon ve karısı Dionysosla evlenirdi. Dionysosun öküz biçimindeki heykeli bir araba içerisinde getirilirdi ve Arkonun karısının düğünü yapılırdı. Son gün tahıl lapası yapılır ve ölü ruhlara dağıtılırdı. Düğün olurken ruhların sokaklarda dolaştığına inanılırdı. Antesteria bitti artık gidin ruhlar diye bağırılırdı. Böylece Dionysos hem ölümü hem yaşamı simgeliyordu. Bir yanda ölüler ve ruhlar, diğer yanda eğlence ve bolluk getiren yaşam. Yine Dionysos ile ilgili olarak her yıl ocak ayının 121314 ünde törenler düzenleniyordu. Antik Yunanistanın bu en büyük bayramına Lenaia Bayramı adı verilirdi. Heykel büyüklüğündeki bir fallos bolluğun simgesi olarak geçit alayından geçirilir ve fallik ezgiler okunurdu. Sonunda yine Lapa dağıtılırdı. Bu şenlikte Dionysosun yeniden doğumu canlandırılırdı. Bir başka şenlik de 913 Martta her yıl düzenlenirdi. Bu şenlik iÖ.6. yüzyılda Tyran Peisistratosun etkisiyle başlatılmıştır. Antik Tiyatronun doğuşu da Büyük Dionysia Şenliği ile ortaya çıkmıştır. Şenlikte söylenen Dithryambosu Midillili ozan Arion bulmuştur. Kısa bir süre sonra bu şenliklerde ozanlar için yarışmalar düzenlenmiştir. Tiyatro sanatı da buradan doğmuştur. Bu şölenler Akropolisin güney eteklerindeki Dionysos tiyatrolarında yapılmaktaydı. Önce tanrının heykeli konurdu. Bu heykel kutsal kişiler ve rahipler tarafından korunurdu. Ve gece ışıklandırılırdı. Dionysos adına düzenlenen danslar, koro eşliğinde söylenen ezgiler ve yarışmalar da yapılırdı. Yarışmalara ayrı yerlerden gelen 5 erkek 5 çocuk korosu sokulurdu. Her koroda 50 kişi bulunmaktaydı. Yarışmalar tiyatro binasında yapılırdı. En önde din adamları otururdu. Görüldüğü gibi Dionysos hem acı ve ölüm, hem de sevinç ve yaşam ikilemlerinin tanrısıydı. Bunun için de tragedya ve komedyanın yaratıcısı sayılmıştır.
yalnızlığın en kötü hali. herkes bayram telaşı içerisinde aile ve akrabayla geçireceği zamanın hazırlığını yaparken o telaşın ucunda dahi olamamak yalnızlığın tam tarifi. ne arkadaşlar ne de sevgili bu yalnızlığı giderebilir. sadece ama sadece ailedir, çocuklardır yalnızlığı gidebilecek olan. insan dünyada sadece ailesi ve çocuklarını karşılıksız olarak sever, korur, arar. karşılıksız olarak sevecek birinin dahi olmaması....işte budur garibanlık, acı çekmek, yalnız olmak...
toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. insanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. kıyametin ortasına git. o kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. toplum değil toplu mezar. on bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. oysaki hatıralardan konuşmak lazım. rüyalardan daha karanlık hatıralar var. daha çok fikir verir biri hakkında. şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. gülmüşlerdi sadece. oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. yirmi sene sonra beşiktaşta bıraktığımız o ev. bırakabildiğimiz tek ev. beş kat seksen iki basamak. balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. kar taneleri birbirine benzemez. sözcükler de benzemez. ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. koşan atlar düşen atları. yağmur yağar, durur, tekrar başlar. yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. spermden mezara kadar. karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. yalan mı söylüyorum yine, olsun. sen biliyorsun nasılsa. bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.
istanbulun Kendi gibi semtleri ve isimleri de güzel. Hepsinin hikayesi başka olan istanbul semtlerinin birçoğu, ismini camilerden geliyor : Beyazıt, Sultanahmet, Ayasofya gibi. Birçoğunun ismide semtte yaşamış birinden, eser bırakmış insanlardan geliyor ya da semtle bulunan tarihi yapılar çeşitli tarihi olaylar semtlerle birlikte anıldığından isimler öyle kalmış. işte istanbul'un bazı semtleri ve hikayeleri:
üsküdar : Farsça 'Konak' anlamına geliyor. Anadolu'ya, doğuya giden kervanların konak yeri.
AYRILIK ÇEŞMESi (haydarpaşa) : hac alayı bu çeşme çevresinde toplanır, oradan yola çıkardı. hacca yolcularının veda yeri.
kabataş : iskelenin bulunduğu yerde eskiden büyük bir taş varmış. Osmanlı devri ileri gelenlerinden 'Köse Kahya' diye tanınmış Mustafa
Necip Çelebi bu taşı yontturup iskele haline getirmiş. Bu taşın ilk hali dolayısıyla semtin adı Kabataş kalmış.
kadıköy : Bugün Osmanağa Camii diye anılan camiin yerinde eskiden Kadı Mehmet Efendi'nin yaptırdığı bir mescit varmış. Semtin adı bundan dolayı "Kadıköy" kalmış.
aksaray : Aksaray'dan gelenler buraya yerleştirilmiş. Bu semte adını, bugünkü Aksaray şehrinden gelenler vermiş.
ARNAVUTKÖY : Önceleri, Boğaziçi'nin bu sevimli semtinde Arnavutlar oturduğu için buraya bu ad takılmış.
bağlarbaşı : Çok eskiden bir Ermeni manastırına ait bağların başladığı yermiş. Zamanla oraya Bağlarbaşı denmiş.
balat: Rumca 'saray' anlamına gelen 'palation' sözcüğünden geldiği söylenir. Önceleri istanbul'un kapılarından birine verilin bu ad, sonraları semtin adı olmuştur.
AKARETLER : Sultan Abdulaziz, Taşlık'ta Aziziye Camii'nin giderlerini karşılamak üzere bir vakıf kurmuş. Bu vakfa gelir sağlamak için de 'gelir getiren' anlamında 'akaretler' yaptırmayı planlamış. Bu planı bitirmek ise II. Abdulhamit'e nasip olmuş. Bu yüzden semte de Akaretler denmiş.
VANiKÖY : Eski adı Papazbahçesi'ymiş. IV. Mehmet, Seyyit Mehmed Vani'ye (Vanlı'ya) bu yerleri hediye etmiş, o da kendisine burada bir yalı, bir iki ev yaptırmış, semtin adı da Vaniköy olmuş.
ÇENGELKÖY : XIX. yüzyılda kaptan-ı deryalıklarda, valiliklerde bulunmuş, yiğitliğiyle tanınmış Çengeloğlu Tahir Paşa burada bir mescit yaptırmış, zamanla semt, mescidin adıyla anılır olmuş.
haydarpaşa : III. Selim'in vezirlerinden Haydar Paşa oradaki kışlayı yaptırmış. Kışlanın adı, daha sonra semti temsil etmiş.
BEBEK : Bu semtin adı, Fatih Sultan'ın, buranın muhafazası için gönderdiği komutanın lakabı olan Bebek Çelebi'den geliyor.
CiHANGiR : Kanuni, pek sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami yaptırmış. Semtin adı bu camiden geliyor.
iHSANiYE : Selimiye Kışlası ile Karacaahmet arasındaki bu mahallenin bulunduğu yerde bir saray varmış. Padişah, yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka 'ihsan' ettiği için semtin adı ihsaniye kalmış.
SULARIN 'taksim'i : istanbul sularının bir bölümünün taksimi buradan yapıldığı için zamanla bu semt, 'Taksim'.
iktidarların, seçilmişlerin görevi problemleri çözmek, hizmet götürmek, refahlık seviyesini yükseltmek, toplumu maddi manevi yönden sağlıklı tutmaktır. Bunlar asli görevleridir.
iktidar olmaya talip olmak demek problemleri çözmeye aday olmak demek. Bunları yapamayacaksan sürekli sızlanacaksan, şikayet edeceksen iktidar olmanın bir anlamı yok.
Her gün sadece kağıt üzerindeki rakamlarla ekonominin ne kadar iyi olduğunu halkın önüne çıkıp anlatanlar ; neden toplumdaki manevi çözülmenin, cinayetlerin, intihar eden işsizlerin ve üniversite mezunlarının, ahlaki çöküşün, işsizliğin toplumda, özellikle gençlerde umutsuzluğa, endişeye ve bütün bunların geleceği karartma konusunda ki endişelerini dile getirmiyorlar.
Daha önce hiç görülmeyen, acayip cinayetler, katliamlar artık her gün haberlerde . hiç vicdan kalmamış denilen, insanın kanını donduran haberler toplumsal travmanın hangi noktada olduğunu gösteriyor :
- sevgilisi tarafından boğazı kesilen, testere ile doğranan kız (münevver karabulut). Aile fertleri bu vahşet karşısında nasıl vurdum duymaz davranabiliyor.
- iki yaşındaki çocuğun cesedi çeyiz sandığından çıkıyor.
- Dört yaşındaki çocuk komşusu tarafından parçalanıp sobada yakılıyor.
- Mimar oğlu tarafından profesör olan anne ve baba katlediliyor.
- Kundaktaki bebeğe tecavüz ediliyor.
- çocukları tarafından sokağa atılan seksen yaşında baba tecavüze uğruyor.
- Doksan beş yaşındaki kadın tecavüze uğruyor.
- 13 yaşındaki çocuk 26 erkeğe satılıyor.
- Anne iki çocuğunu fare zehiri ile zehirliyor.
- Babasından, kayınpederinden hamile kalanlar. Kardeşi tarafından tecavüze uğrayanlar hangi ahlak anlayışının sonucu?
Fazla uzatmaya gerek yok bunlar günlük olağan haberler oldu artık ve en kötüsü biz bunlara alıştık. Bu tür olayların olmasını garipsemiyoruz.
işsizliğin yarattığı travma, maddi sıkıntıdan manevi boşluğa kadar psikolojisi bozulanların intiharları da ayrı bir konu.
Kpssnin, lysnin sorularının çalınması, öğretmen ve memur atamalarında ki adaletsizlik, lisans diplomasının hiçbir işe yaramaması, iş kaygısı ülkenin büyük bir kısmını oluşturan gençlerin karamsar, umutsuz, mutsuz yapmakta ve gelecekten beklentisini bitirmekte.
Zamanın gençliğinin sorunlarını çözmek geleceğin sorunlarını çözmek demek.
Hızlı bir şekilde toplumsal travmadan toplumsal patlamaya doğru gidiyoruz.
Mö 530lu yıllarda Atinada siyah figür tekniğine ve kontur tekniğine alternatif bir teknik olarak kırmızı figür tekniği ortaya
çıkmıştır. Bu teknik siyah figür tekniğinin tam tersidir. Siyah figür tekniğinde;figürler ve motifler siyah renktedir,detaylar kazıma çizgilerle belirtilir. kırmızı figür tekniğinde ise arka plan siyahtır, figürler ve motifler kil rengindedir. Detaylandırma fırca ile yapılır.Siyah figür tekniğine göre daha gerçekçi, daha canlıdır. Detaylar kalın uçlu bir fırca ile sulu kil ile kabartma çizgiler şeklinde verilir.
ekşinin kaliteli yazarlarından.
sadece askerde karşılaşılan olaylar başlığında kalemini konuşturmuştur. başlıktaki yazıları o kadar tutulduki bloglarda dolaşmaya başladı.
1999 yapımı zeka özürlü bir genç bir kızın ayakta durma, hayata tutunma, kendini annesine kabul ettirme çabasını anlatan dram filmi.
dışarda, yabancı insanların yanında kızından utanan, toplumda statü sahibi annenin, kızına değiştirmek, sıradan insanlar gibi olmasını istemesi ve kızın annesiyle olan mücadelesi.
ebevenylerin kesinlikle izlemesi gereken bir film.
turan karataş'ın yazdığı bu kitap sezai karakoç'un hayatı ve mona rosa hakkında doğru bilgileri içeriyor. aynı zamanda eserleri üzerine de kapsamlı bir inceleme yapmış.