bu entryinin üzerinden 7 yıl geçmiş, 7 yıl. 2012'de yazar olmuştum üstünden 11 yıl geçmiş. zaman su değil resmen bir rüzgar hemen geçip gidiyor.
o yıllarda sözlük hareketliydi, aktif yazar sayısı çoktu, sözlükler farklıydı çünkü akıllı telefonlar daha tam yaygınlaşmamıştı, instagram yok gibi bir şeydi haliyle sözlüklerin kullanımı epey fazlaydı. şimdi hem ulu'ya hem de itü'ye bakıyorum da terkedilmiş şehre dönmüş kimse yok gibi.
vay be şaka gibi, yazar olalı tam beş yıl geçmiş. son entryimin üstünden üç yıl geçmiş. net üzerinden yaptığım aramayla geldi, hesabıma girdim, mesajlarımı silmemiştim hiç, açtım eskilere baktım biraz. mesajlarda o kadar geyik yaptığımız eski badilere baktım, bir çoğu ya silik olmuş ya da çok uzun zaman olmuş yazmayalı.
kalanların ne yazdıklarına baktım, bazıları eşlerinden doğacak olacak çocuklarından bahsetmişler. dedim yahu en son hoşlandıklarına açılmayı düşünüyorlardı. vay be dedim durmadan. otomatiğe bağladım.
zaman kavramını oturtamadım, anlayamadım, planlayamadım. yukarda bahsettiklerimde anlaşılmayacak bir şey yok aslında. bir yıl bile çok uzun, kaldı ki beş sene koca zaman. badilerim artık genç değil benim gibi ve geçirdikleri evreler de olması gereken.
sözlüğün ben de yeri çok farklıdır. her şeyden ilk göz ağrım. ilk yazarlığım burda. sonra badilerim. çok güzel insanlarla tanıştım, arkadaş oldum, tanıdım. farklı hayatlara tanıklık ettim. bu sayede yurt odasında ülkeye açıldım, ortamları gördüm.
burda yazmaktan ve sözlüğün kendisinden soğuduğumdan o zamanlar hala sözlük olan itü'ye geçtim. orda da güzel insanlarla tanıştım, hatta sevdiğim, sevgilimle orda tanıştım. ama burası farklı, ilk göz ağrım ulu.
itüde de yazmayalı, okumayalı çok uzun zaman oldu. orası da artık sözlük değil. artık ikisinde de yazıyorum, hiç bir sözlüğü okumuyorum bile. sözlüklerin eski halini, internetin eski halini özlüyorum. yaşlı değilim ama eskiyi karşı hep bir ilgim var. ruhun yaşlı amk.
neyse. bu kadar da yazmayacaktım. badilerle olan mesajları okuyunca ciddi duygulandım. bir şeyler karalayayım dedim.
bugün almanları sahaya gömerek bizi gururlandıran takım. keşke o iki bin ruhunu yeniden yaşatsalar tüm türkiye'ye.
ne kadarda özlemişiz bir türk takımını çeyrek finalde görmeyi, bu heyecanı yaşamayı...
bu gururu bize yaşattığı için bir fenerbahçeli olarak galatasaray'a teşekkür ediyorum.
'ellerin, ellerin ve parmakların
bir nar çiçeğini eziyor gibi'
el hayattır, dokunuştur, seziştir, yaşanmışların kendisidir. eller şahittir.
gözlerinden değil ellerinden belli olur kadın.
'bir bar çiçeğini eziyor gibi' bu nasıl bir benzetmedir, aşktır.
bu dizeler ile lambada titreyen alev üşüyor dizesi bir aşkın kağıda, kelimeye dökülmüş en güzel halidir. her şairi kıskançlıktan yazmayı bıraktıracak hatta intihar ettirecek kadar... kelimelerde, aşkta bu dünyaya ait değil.
toplumsal tabakalaşmayı açıklamaya yönelik bir çok çatışma teorisi mevcuttur. bu teorilerin büyük kısmının temelinde, marx'ın görüşleri ve sınıf çatışması fikri yatmaktadır. marx, toplumsal ilişkilerin karakteristik özelliğinin daha çok çatışma mı, yoksa uzlaşma mı olduğu konusunda önemli bir tartışmayı başlatmıştır. işlevsel yaklaşım, uzlmaşma perspektifidir ve toplumsal düzenin ortak değer ve normlardan kaynaklandığını kabul etmektedir. çatışma teorisi ise, toplumsal süreçlerin çatışma üzerine kurulu olduğunu kabul eder.
bu bağlamda toplumsal statü, kaynakların kısıtlı dağıtılması konusundaki mücadeleleri içermektedir. bu yarışmada galip gelenler, ayrıcalıklı konumlarını devam ettirmek için mevkilerini kullanırlar. yani ekonomiyi ve siyaseti kontrol etmeye çalışırlar.
bu bakış açısından insanları sınıflara ayıran kriter, mal ve imkanlarını daha fazla kaynak kullanmak veya ellerindekini korumak amacıyla kullanırlar. ortak norm değerlerin olması durumunda ise güçlüler, bu norm ve değerleri kendi egemenliklerini haklı göstermek için kullanırlar.
dahrendorf, toplumsal fenomenin daha iyi anlaşılmasında çatışma paradigmasının kullanılması konusunu vurgulayan en önemli kurumsal kişiliktir. dahrendorf kuramını marx'ın kuramının kısmen de reddi, kısmen kabulü ve yeniden formülasyonuna dayandırır. marx'ı redderken dahrendorf, 19. yüzyıldan bu yana sanayi toplumlarında ortaya çıkan değişmelerden kimilerini temel alır. bunlardan en önemlileri ; sermayenin ayrışması, emeğin parçalanması, yeni orta sınıfın ortaya çıkışı.
çatışma teorisi de işlevsel teori gibi toplumsal tabakalaşmayı tamamen açılayamamaktadır. hem uzlaşma hem de çatışma, toplumsal sınıf ilişkilerinde farklılılar yaratmaktadır. kaynaklar için verilen mücadele önemlidir, ancak uzlaşma yoluyla geliştirilen norm ve değerler de insanların sosyal mevkilere eşit dağılımına yardımcı olmaktadır. örneğin, eğitim sadece kişiyi iyi bir iş edinme mücadelesinde daha rekabetçi yapması nedeniyle de iyi açıkladığı şey, egemen sınıf yaklaşımlarıdır. bu sınıf,herkesi kendisinin egemen olma hakkının oldupu konusunda ikna etmek için ayrıcalıklı konumundan istifade eder.
ekşi sözlük facebook'ta günün tutan, ilginç başlıklarını sayfada yayınlıyor. entryleri değil sadece başlıkları.
ulu'nun sayfasında entryler yayınlanıyor. anlaşılır değil. neden başlıklar değilde entryler?
sovyetlerin ikinci dünya savaşının bütün yükünü müslümanlara ve türklere yüklediği gib üstüne bir de yüzbinlercesini sürgüne göndermiş, öldürmüş kasap.
ekşi'nin en iyi yazarlarından. maalesef eskisi kadar yazmıyor. eski entrylerininde çoğunu silmiş.
bir şirkette çalıştığını söylesede bence kendisi edebiyatçı.
kocasına yazdıkları ise aşk mektubu nasıl olur öğretir cinsten.
how i met your mother takipçileri ted mosby karakterinin hayat felsefesini, düşüncelerini, ideallerini bilirler.
josh radnor ted mosby'i sinemaya aktarmış deseek yanlış olmaz. filmin yönetmeni ve senaristi kendisi zaten.
acaba ted mosby'den ekmek çıkar mı havası yok değil.
her yaşın ayrı güzelliği var ama gençlik başka. bütün özlemler gençliğe dair. gençlikte hayaller, düşler, umutlar, gelecek var.
josh kardeşimizin farklı yaş gruplarına mensup karakterlerden anlatmak istediği bu.
ana karakter orta yaş depresyonunda olduğundan filmde az da olsa melankolik bir hal var.
laubali, abartılmış aşk hikayesi olmayan, eğlenceli, sade, zaman geçirmek, kafa dağıtmak için izlenilebilecek bir film.
üçüncü sezona gelmiş bir dizide karakterler neden hala iç hesaplaşma yaşar?
zenci dayı kafayı kırmış ki gayet olağan. ama bu durumu bir bölüme olduğu gibi yaymak saçma.
Rick'de o durumu aştılar. adam merhametsiz biri oldu. duruma ayak uydurdu. karakter şekillenmesini de güzel bir şekilde yaptılar.
böyle giderse sezon bu şekilde biter. vali ile şerifin kapışması sezon finali olur. sezon finaline kadar hikayeyi uzatacaklar.
senaristler kolaya kaçmaya başladı. diyaloglar üstünden yürüyor hikaye.
aksiyona ağırlık versinler. daha öncede söyledim, elde harika bir malzeme var heder edilmemeli.
bir insanın egosu ne kadar büyük olabilir onu gösterdi bize. sürekli gündemde kalmaya çalışmalar, kendisinden bahsedilmesini istemesi, yıllarca ekmeğini yediği galatasaray'ın jubile maçı yaptırmadığı için galatasaray'a laf atmaya devam etmeler...
insan biraz vefakar olur. onu bugüne getiren galatasaray.
yakın zamanda da türk olmadığını arnavut olduğunu söyledi.
mehmet akif ersoy'u arnavut kabul edenleri fazlasıyla memnun etti.
açıklamasının zamanlaması da harika. mecliste ben de varım diyor sevgili torinolumuz.
mecliste çalıştığı aklına gelmesi güzel.
çok garip bu adamdan için dindar deniliyor. adam dindar olsa maaşının işe gelmese dahi yattığı bir işe gelmemezlik yapmaz.
dil hassasiyeti yüksek, kültürlü yazar. üstene üstlük iki dil biliyor.
daha yeni gelmesine rağmen sözlüğe katkısı eski nesillerden fazla.
uludağ'ın ihtiyacı olan yazarlardan.
durkheim sosyolojinin akademik bir disiplin olarak gelişmesinde önemli bir isimdir.
durkheim'ın endüstri sosyolojisi, toplumsal sapma, yöntem, din ve bilgi sosyolojisi alanlarında yazdığı eserler sosyoloji için yaratıcı olarak kabul edilen temel eserler vermiştir.
durkheim'ın epistomolojisi, toplumu iki ayrı yapıya bölme sonucunu doğurmuştur. sosyoloğun nedensel ilişkiler kurmasını sağlayan, toplumsal evrimin belirleyici faktörü olarak toplumsal ortam ile pasif bir toplumsallaşma süreci olarak tamamlanan öznel durum.
durkheim sosyolojiyi, geleneksel felsefi sorunları, deneyici bir yolla ele alarak açıklağa kavuşturmada kullanılabilecek olan yeni bir bilim olarak görmüştür. durkheim da comte gibi toplum yaşamının, doğal dünyayı inceleyen bilginlerin sahip olduğu aynı nesnellikle incelenmesi gerektiğine inanmıştır.
yanlış yapıyorlar. diyaloglardan ziyade aksiyona daha fazla yer ayırmalılar. böyle giderse sezon iki grup arasındaki anlaşmazlıkla biter.
gruplar içindeki ayrışmalar, karakterlerin iç hesaplaşmaları değil görmek istediğimiz. bol kan, bol aksiyon. başka türlü çekimez bu dizi.
o değilde la bu sarışınlar her yerde aynı. sinir bozucu, itici, egoist..sırf andrea yüzünden diziyi izlemeyi bırakabilirim. bi insan bu kadar itici olur mu?
sonunda yeniden gittin güzel insan.
geri döndüğüne ne kadar sevindiysem gittiğine de o kadar üzüldüm.
bu sefer giderken kendin kadar güzel entrylerinide götürmüşsün. keşke önceden yazdırsaydım.
gereksiz kırgınlık gösterdim. irtibatımız kesilmesin.*
(#18165947) uzun, güzel bir şekilde açıklamış, yazmış. net bir şekilde ifade etmiş. uslubu olan bir yazar.
başka entrylerine de baktım. hepsi uzun uzun emek verilmiş.
dokuncu nesilden sonrakilere, hatta dokuzuncu nesillerde dahil, yazar denmesin veya nesilleri belirtilmesin direk troll densin.
bu ne la.
gelenlerin alayı troll.
resmen troll olmak için gelmişler. eski trolller gibi de değiller.
nerdeyse ilk entrylerinden belli troll olacakları.
o kadar bekledim kitabın çıkmasını ama değmezmiş. maalouf'un en kötü kitabı. ölümcül kimlikler ve çivisi çıkmış dünyadaki düşüncelerini romana çevirmiş. farklı bir şey yok ve maalouf bu konuyu sürekli işlemesi kabak tadı verdi artık. ölümcül kimlikler'de gayet tutarlı ve güzel bir şekilde konuyu anlatmıştı zaten bunu romana çevirmesine gerek yoktu. bence bunun sebebi maalouf ülkesini terk ettiği için vicdan azabı çekiyor. bir nevi bu konuyu sürekli işleyerek ve özellikle bu romanı yazarak kendini aklama çabasına girmiş.
kitapta geçen arkadaş grubunda bizim memleketteki ; üniversitedeki arkadaş gruplarını, basındaki entelleri, aydınları gördüm resmen. lafa gelince mangalda kül bırakmayan delikanlı, dava adamları ama en ufak bir sorunda topukları kıçlarına vurarak kaçan, kaçacak olanları...ortalık süt liman oluncada geri dönüp yüksek perdeden ahkam kesmeye, akıl vermeye devam edecekler, ettilerde.
demek ki dünyanın her yerinde bu tipler aynı. maddi durumları iyi, üniversite eğitimi almış veya alıyor olanlar, fikirlerini aksiyona geçirmedikten sonra asalaktan, boş konuşmaktan öteye geçemiyorlar.
aydınım demekle aydın olunmuyor, tutunamayanım demekle olmuyor. bir fikrin adamı olmakla aksiyoneri olmak çok farklı.
ölümcül kimlikleri ve çivisi çımış dünyayı okuduktan sonra doğu'dan uzakta'yı okumanıza gerek yok.
maalouf'ta yazarken sıkılmış olmalı ki hikayenin sonu bağlanmamış, nerdeyse pat diye bitiyor.
en iyi filmi tam bir amerikan olan argo veya lincoln'ün alacağı tören.
geçen yılda hugo gibi bir film varken tuttular bir fransız yapımı olan ama sırf hollywood'u anlattığı için artist'ê vermişlerdi.
bu dahi oscar'ın öyle ciddiye alınacak bir şey olduğunu göstermiyor ama sonuçta sinema bir endüstri ve oscar önemli bir vizyon.
woody allen yıllardır törene dahi katılmıyor. onun gibi otorite denilebilecek bir kaç isimde katılmıyorlar.
yalnız bradd pitt yaşlanmadan, gerçi yaşlanmadan ölür o, o kadar aday olmanın hatrına bir kere de olsa ödüllendirirler.
yazık lan adama yıllardır müzmin aday.
hikaye gibi ama öyle ayrıntılar var ki insana gerçek dedirtiyor.
ya eleman bu meselelere hakim, daha önce bi yakınının başı geldi ordan biliyor, ya da gerçekten başına bu olaylar gelmiş.
sadece köyde geçenler olaylar ve köyün kendisi bana pek inandırıcı gelmedi.
köydeki gariplikler biraz senaryo gibi. önce de yazıldığı gibi musallat filmini andırıyor.
ama dediğim gibi köy kısmı hariç hikaye çok tutarlı.
sağlam bir film bile çekilebilir.
o değilde inci gibi bir yerde buna benzer bir sürü hikaye yazılıyor bizim sözlükte bırak hikayeyi bir cümleden uzun entry yazılmıyor.
bi de millet inciyi küçümser, hesaba almaz. ne garip.
sanırım kendimi fazla küçümsemişim.
misalen, egemen bağış'tan daha iyi espri yapabildiğimi, bülent arınç gibi fantastik cümleler kurabildiğimi farkettim bugün.
teşekkürler.
aslında oturup uzun uzun yazacaktım ama baktım zaten yazılmışı var hem bu kadar iyi yazamam diyerek vazgeçtim.
ekşi'de polly jean güzelce anlatmış, tahlilini, eleştirisini yapmış. altına imzamı atarım.
ben şimdi o entry buraya alacağım ama hiç kimsenin okumadığı, oylamadığı bir sözlükte ne faydası olur bilemem.
belki birkaç ergen okurda herkese kezban demekten vazgeçer.
[önce düşündüm "türk kızı başlığına mı yazsam, kezbana mı?" diye... sonra sözlük'te zaten "ülkede yaşayan kadınların %99'u kezbandır" fetvası verildiği için dedim buraya yazayım, nasılsa aşağı yukarı her türk kızı "kezban", hepimiz biraz "kezban"ız.
açık söyleyeyim, "kezban" lafı ilk çıktığında, benim anladığım şey, fiziksel özellikler, boy pos, kilo, giyim kuşamdan ziyade belli bir zihniyete giydiren bir laf oluşuydu. prenses hezeyanlarıyla büyütülmüş, babasının otorite sağlama merakını "sevgi" zanneden, sevgilisinin/kocasının kendine güvenmeyişinden kaynaklanan kıskançlığını "aşk" zanneden, herkes ona ölüp bitiyor zanneden, ama en önemlisi, hali hazırda kendini geliştirme imkanlarına sahip olduğu halde geliştirmeyen "şehirde yaşayan" ama tam manasıyla "şehirli" olamamış kadınlara kezban deniyordu. ("şehirlilik" kavramına uzun uzun girmiyorum burada, ama sanırım ne demek istediğim anlaşılmıştır. şehir kültürü, kasaba kültüründen farklıdır, şehirde yaşayan insanın imkanları daha çeşitlidir ve bunlardan yararlanması beklenir vs.)
keza asla köydeki kadınları "kezban" diye aşağılamıyorlardı. çünkü onun kezban olması "normal"di, zaten öyle bir çevrede büyümüştü, fikirlerini gözden geçirme dürtüsünü uyandırabilecek farklı bir çevre, yüksek eğitim, kitap, tiyatro, sinema, opera gibi olanaklardan yoksundu. ki belirteyim, bu konuda aynı fikirdeyim, kendini assın diye odasına ip bırakılan kadınları aşağılamaya kalkanların boktan farkı yoktur gözümde... kadın zaten ölü mü yaşıyor mu belli değil, daha neyin tırıvırısını yapıyorsun? neyse, zaten "kezban" derken kastedilen türk kızları onlar değildi belli ki...
peki hangi türk kızı kezban oluyordu? ergenler yüksek ihtimal "kafadan kezban" oluyordu, ki bu yanlıştı bence, çünkü daha kişiliği oturmamış birini kişiliği üzerinden eziklemek de biraz "ergenceydi", neticede hangimiz ergenken hiç ama hiç salakça bir şey yapmadık? bunu geçiyorum. sonra, ortaokulu (artık ilköğretim tabii) bitirir bitirmez eve tıkılmış, televizyon izleyip annesiyle güne giderek takılan, muhtemelen varoşlarda yaşayan türk kızları da vardı... peki onlara ne hakla kezban diyorduk? köyde, kasabada yaşayandan sanki çok mu farkı vardı imkan olarak? yanına abisi, annesi verilmeden sokağa çıkabiliyor muydu o? sabahtan akşama annesiyle birlikte tıkılıyken eve, kendini nasıl, nereye kadar geliştirecekti? yer miydi o kıza "babanın tahakkümüne karşı çık, kır zincirlerini" demek? belki o da ister bunu ya da belki kendi yetiştirildiği şeklin en doğru yol olduğuna inanmıştır ve çocuklarını öyle yetiştirecektir, kim bilir? ama bu kıza kezban denebilir mi? bence denemez, en az köydeki tarla ırgatı kıza diyemeyeceğimiz kadar...
devam edelim o zaman, ergen değil, köylü değil, görünüşte şehirde ama aslında hala köyünde kasabasında yaşayan kız değil, peki kim bu kezban? hmmm, şema şekillenmeye başladı biraz. belli ki, biz kızımızın imkanlarının olmasına ama kullanmamasına gıcık oluyoruz. o zaman en azından bir orta direk ailenin kızı bu kezban. sonra, yine kendini değiştirebilecek fırsatı olduğu halde, eğitim yoluyla fikirlerini sorgulayabileceği bir ortam -ama az, ama çok- sağlandığı halde sorgulamayan biri olmalı... yani muhtemelen bir üniversite mezunu -tabela üniversitesinden, ülkenin en iyi üniversitelerine, hatta yurt dışındaki eğitime kadar gider- bir türk kızı bu... peki bu kızda bizi rahatsız eden ne? iyi giyinmiyorsa kötü giyindiği, iyi giyiniyorsa parasını saçtığı için eleştirilen bir kız bu. bakımlı olsa kokoş, "fiziksel görüntüden ötesini umursamayan kadın", diye etiketlenecek, ama bakımsız olsa kolları kıllı, bıyıklı diye aşağılanacak filan, ama benim derdim bu değil. bunlar sonradan çıktı... tee en başında biz bu kıza niye gıcık oluyorduk hatırlayalım, "hobilerim arasında kitap okumak vardır, ben çok kitap okurum" dediği halde okuduğu şeyin dan brown, twilight, secret'tan öteye geçememesi... yani kitaba para ayırması ama doğru düzgün eserler okumaması, fakat sorulunca sanki edebiyat aşığıymış gibi rol kesmesi deli ediyordu bizi. müzik dinlemeyi hobileri arasında saymayan insan zaten az, ama yine bu kızın dinlediği müzikleri beğenmezdik, serdar ortaç, demet akalın dinlemek ölüm fermanı gibiydi, zevksizlik emaresiydi... sonra, bu kız parası olsa bile tiyatroya, baleye, operaya, galata'da mevlevihane'ye sema gösterisine, türk sanat müziği dinletisine, klasik müzik konserine, yani gişe filmi tabir edilen şeyler dışındaki alternatiflere para vermezdi, ona uyuz olurduk, anca recep ivedik, anca twilight, birkaç da romantik komediden öteye gitmezdi "sinemaya bayılırım, çok film izlerim" diyen kızın bilgisi, bu rol kesişine uyuz olurduk...
haa, demek ki kezban türk kızı, entelektüel gözükmeye çalışıp anca entel olabilenlerdendi... her şeyden biraz olmaya çalışırken hepsinde bir hiçti... bu halleri, eğer onun zihniyetine işaret eden şeyler olmasaydı belki o kadar uyuz olmazdık, ama biliyorduk ki, bu halleri, onun ilgi açlığı, prenses sendromundan muzdarip oluşu, gösteriş meraklılığı, her konuda varmış gibi gözükmek uğruna hiçbir konuya derinlemesine inmeyişinden geliyordu. işte buna uyuz oluyorduk... ama daha da öncesi vardı, herhangi bir türk kızını kezbanlıkla yaftalarken, bu müzik-sinema-kitap vs. özelliklerinden öncesi vardı. dönün hatırlayın, biz bu kızda en çok neye uyuz oluyorduk?
bağımlılığına... önce babasına, sonra sevgilisine, sonra kocasına bağımlı oluşuna, bunu severek-isteyerek yapışına... "babam bana baksın"dan direkt olarak "kocam bana baksın"a geçişine... eğitim hayatı öyle gerektirdiği için, iş bulamadığı için, evinde roman yazdığı için ya da dışarıda bir ofiste değil de evinde bir şeyler ürettiği için (ki bu ürettiği şey her şey olabilir, evinde nakış işliyor da olabilir, kek kurabiye yapıp satıyor da olabilir, emek verip bir şey üreten insana laf edene fena giydiririm! nakış çok zor hem adşahdjagajd, neyse ciddiyet...) kimse bu kadına kızmıyordu tabii ki... dahası, kadın ve erkek, aralarında anlaşmış da olabilirdi, ilişki içinde olan biten kimseyi bağlamıyordu. yine dahası, kadın çalışıp erkek evin içinde kalıyor da olabilirdi, yani kadın ve erkek, birlikte düşünüp karar verdiği sürece, kadın "çalışmama hakkı sadece bana ait olabilir, sen çalışmak zorundasın!" demediği sürece sorunumuz yoktu. ama eğer o kız, yani kezbanımız, otomatikman "tabii ki bakacaksın, anlaşmak da ne demek, ben istemiyorsam çalışmam ve sen bana bakmak zorundasın!" diyorsa o zaman ver ediyorduk şamarı! üstelik çalışan türk kızı olmak da bu şamardan korumuyordu, çünkü aktif olarak ne yaptığıyla değil, zihniyetle ilgileniyorduk. "şu an çalışıyorum ama canım istediği anda bırakırım, çünkü kocam var ve o bana nasılsa bakmak zorunda" diyorsa kızımız, gene kezban oluyordu gözümüzde çünkü mantalitesi aynıydı...
biz bu kızın gerçekten kendi özgürlüğü için hiçbir şey yapmamasından tiksiniyorduk. hiçbirimiz, belinde odun kırabilecek babaya "ben özgürüm tağam mııı karışamazsın banaaa" diyen bir kız beklemiyorduk, ki açıkça türk kızları epey şanssızlardı babaları açısından. ama, ailesinde asla dayak olmasa da, psikolojik baskı sürekli var olan bu "şehirli" kızlarımızın, babalarının tahakkümünü bu kadar içten, bu kadar isteyerek kabul etmelerine, sorgulamaya kalkmamalarına sinir oluyorduk. çünkü babalar hep "yontulmayı", "bu çağa uyarlanmayı" gerektiriyordu, evet bu sempatik ve insanın bayılacağı bir süreç olmuyordu ama gerekliydi. hiçbirimize babası-annesi "hadi git kızım sevgilinle tatil yap ilişkinize iyi gelir" falan demiyordu, ama uğraşıyorduk, bu çağın kadın-erkek ilişkilerindeki yürüyüşünü anlatıyorduk, neden böyle olmasının bizim için daha iyi olduğunu anlatıyorduk ebeveynlerimize ve ikna etmeye çalışıyorduk, saatlerce konuşuyorduk, çünkü insanlık demek konuşmak-anlaşmak demekti, iletişim demekti, trip atıp kapıları çarpmak değil... "hiçbir hak gümüş tepside sunulmaz"dı, istiyorsan kendin almalıydın, bunu biliyorduk. ama türk kızının kezban olanları, içten içe sizin çıktığınız tatillere imrenirken, size "hafif kız" muamelesi yapmaktan geri durmuyordu, bu yüzden uyuz oluyorduk. üstelik utanmadan, onun babasının onu daha çok sevdiğini, sizin babanızın sizi daha az umursadığını iddia edebiliyordu dolaylı olarak "ayyy, ben babama mehmet'le tatile çıkıcam desem ağzıma sıçaaar!" diyebiliyordu adeta gururdan şişinerek... tabii asla hiçbir şeyi direkt söylemez, anca böyle sinir bozucu, "sen ne demek istiyorsun?" deseniz "ay ne dedim ben yaa, ben kendi babamdan bahsettim, bundan sana hafif kız dediğim anlamını çıkarıyorsan bir yaran var ki gocunuyorsun herhalde :ss" diyebileceği cümlelerle size laf sokardı... "ben de senin gibi olmak isterim ama olamam kiiii" derdi, daha az evvel tatil planınızı ağzını ayıra ayıra dinleyen o değilmiş gibi... bu "namusluluk" kisvesine deli oluyorduk onun, "her şeyi yaparım ama bekaretimi sevgilime saklarım" deyişine uyuz oluyorduk, çünkü biliyorduk ki ataerkil sistemi ayakta tutan esas şey kadınların desteği idi. oysa "sırf bekaret yüzünden beni istemeyecek adam hiç istemesin, olmasın hayatımda" diyebilmeliydi, kendi cinselliğinin sınırlarını sadece kendisi çizmeliydi, birlikte olmak istediğiyle lafı dolandırmadan, "arada yüzük olsun" demeden olmalı, ama istemediği hiç kimseyle de "ay kezban der şimdi bana" diye birlikte olmamalı, kimse ona "neden sevgilinle yatmıyorsun?" diyememeliydi, fakat birlikte olmak istemiyorsa da dürüstçe söylemeli, kimsenin duygularıyla oynamamalı, attention whore olmamalı veya "ayyy ailem duyarsa ne der?" kalkanının arkasına sığınmamalı, "istemiyorum zorla mı?" diyebilmeliydi. (tabii burada yine bekaretini kaybetti diye öldürülmeyecek, dayak yemeyecek şehirli kadın kısmından bahsettiğimi unutmamanızı rica ediyorum, diğer kesimleri en başta ayırmıştık zaten)
türk kızına bu yüzden gıcık oluyorduk, bir şeyi istemeyi biliyor, ama sorumluluk altına girmekten korkuyor, yaptığı şeyin sorumluluğunu istemiyordu, arzuladığı şeyleri elini uzatıp alacak ama sonuçlarına da katlanacak cesaretten yoksundu. suçu babasına atmak "ama canım babam izin vermez biliyorsuuun" demek, babasını ikna etmekten-özgürlüğünü onun boyunduruğundan kurtarmaktan daha kolay geliyordu. çünkü konuşmak, tartışmak hoş şeyler değildi, "aman hır gür çıkmasın"dı... ve tabii bu esnada bunu başarmış bizler, "tü kaka"ydık, en basiti "hafif kız"dık, onun istediği şeyleri yapabilen, bu yüzden imrendiği, ama aynı yoldan gitmeye cesaret edemediği kızlardık. kendi içinde çelişirdi hep, hem ister, hem yapamazdı, bu yüzden hem ailesine uyuz olur bir şey diyemez, hem onun yapamadığını yapan kızları kıskanır, ama sonra aileci/arkadaşçı duyguları galip gelir, tamamen onlardan da kopamazdı.
o kezban türk kızı ki, sevgilisinden ayrılsa yerine gelen yeni kıza hınç biler, kocası onu aldatsa "benim kocam yapmazdı da o şılllık onu kışkırtmıştır" diyen, sürekli ama sürekli ne kadar güzel olduğundan bahseden, iş yerinde ona asılan patronunu, konferansta ona "yazan" adamı konusu geçmediği halde anlatan, gerçekten güzel kızların bunları hiç anlatmadığını fark edemeyen, twitter-facebook statuslarında "ay bana şöyle şöyle tanışma mesajı göndermiş gene gerizekalının biri, inanabiliyo musaaaaan? valla ifşa edicem artık bu isimleri ayh!" diyen bir kızdı. düşünmezdi ki, türkiye'de her kadının "gideri var"dır, çünkü açlık had safhadadır. bu ülkede güzel olmaya hiç gerek yoktur ilgi için... istediği zaman ilgi çekebildiği için, saçma sapan konuştuğunda hiçbir erkek ona "ne saçmalıyorsun sen yahu?" demediği için (evet, taş attım sizlere beyler, kusura kalmayın... ha "kız niye söylemiyor da biz söylüyoruz?" derseniz, bir kezban kız söylerse dikkate almazdı, çünkü kız onu kesin "kıskanıyor"du) güzelliğinin yanında çok da akıllı ve kültürlü olduğunu zannederdi. ama daima ona asılanlardan bahseden türk kızı ne hikmetse, yaşı 20'leri geçince tırım tırım koca arardı, çünkü "erkekler eğlenilecek kızlarla eğlenmekle meşguldü o ise evlenilecek kız"dı. onun kıymetini bilemeyenler utansındı, onu çekemeyenler anten taksındı. bakireydi, eğitimliydi, babasının biricik prensesiydi, yani bakire olduğu için otomatikman "çok düzgün karakterli", üniversite mezunu olduğu için otomatikman "kültürlü ve akıllı", babasının prensesi olduğu için otomatikman "çok güzel"di. haliyle, onu istememek için salak olmak gerekirdi ve zaten o da bütün erkeklere "ayyhh salaklar yaaa" derdi. salak olmayan, onun değerini anlayacak ve bittabi kırmızı kadife kutu içerisinde bir tektaşla gelecekti. ona düşen beklemek, bu süre zarfında "iffet"ini korumaktı, işte hepsi bu... biyolojik olarak kadınsal özelliklerle doğduğu için o her şeyin en iyisine layıktı, daha fazlasını sormaya gerek yoktu, vajinası vardı işte! tektaşsa tektaş, ömür boyu evde dizi izlemekse izlemek, kendini geliştirmeye, otoriteye karşı çıkmaya, haklarını elde etmek için çabalamaya, kadın erkek eşitliğini kendi hayatında pratiğe dökmeye ne gerek vardı? o, lafa gelince eşit, sorumluluğa gelince daima ayrıcalıklı olmalıydı, olması gereken buydu onun zihninde...
velhasılı, biz şehirli, eğitimli ama zihnen değil sadece görünüşü kurtaracak kadar "modern" türk kızına uyuz olurduk. içeriği sıfır, paketi janjanlı bir şeydi o... köyünde, kasabasında yaşayıp gitmekte olanla sorunumuz yoktu, çoğumuz onu düşünmezdi bile, çünkü o bizim çevremizde değildi. ama çevremizde, bizimle aynı anfileri dolduran, sorsan eğitimini-kariyerini çok önemsediğini söyleyen, ama daima babasının ve kocasının ona bakmakla yükümlü olduğunun altını çizebilecek, erkeklerle flört etmeyi çok "normal" bulurken onlarla "yatmayı" hafiflik hatta "namussuzluk" olarak görebilecek, kendini kültürlü ve modern göstermek adına "moda"ya uygun giyinen ama mini eteği, dekolteyi aşağılamaktan da geri kalmayan, çantasında sürekli kitap taşıyan ama düzgün bir eseri nadiren okuyan, içki içen ama azıcık dağıtsanız size gözünü diken, kıskançlığı, tahakküm altına alınmayı sevgiyle, aşkla karıştıran, kısaca mental yönden her açıdan düşüncesi tutarsızlıklarla, deliklerle dolu, cesaretsiz, istediğini alamadığı için agresif, bu agresifliğin sonucunda hemcinslerine saldıran, okulda hakkında dedikodu çıkaran, işte mobbing uygulayan, mahallede dolaylı olarak baskı yapan, kısaca kendisine uygulanan psikolojik şiddeti misliyle yine hemcinsine uygulayan bir türk kızı vardı... ve biz ona çok ama çok uyuz olurduk, dev uyuz olurduk...
sonra bir şey oldu. bir anda bütün türk kızları "kezban" oluverdi. babet giyen, leoparlı tayt giyen, senin dinlediğin müzikten farklı bir şey dinleyen herkes ("kezbana bak yeaaa manowar dinliyo, halbuki atmosferik yarrak metalden başkasını dinlememesi lazım!"), dandik bir best-sellar falan olmayan (yanlış anlaşılmasın, "her best-seller dandiktir" demiyorum) ama senin sevmediğin bir kitabı okuyan herkes ("kürk mantolu madonna çok overrated, onu okuyan herkes kezban, hepsi kendini maria puder sanıyo yeaaa!"), senin sevmediğin bir restoranda yemek yiyen herkes ("amk house cafe'ye sırf popüler diye, sırf yemek yerken görülmek için nebçim para sayıyo salak kezban") kısaca senden farklı olan her kadın "kezban türk kızı" oldu. türk kızı başlığının altına girilen şeylerin çoğu "kezban aşağı kezban yukarı" moduna geçti, hani neredeyse "kezban=türk kızı/türk kızı=kezban demek olsun" diye referandum yapacağız!
iyi de bi' dak'ka lan! "kezban" kelimesi belli bir zihniyeti ifşa etmek için kullanılmıyor muydu ağalar paşalar? ne kadar güzel giyinirse giyinsin, kolları ne kadar kılsız olursa olsun "kocam bana bakmak zorunda!" deyince kezban oluyor da, kötü giyinse, bakımsız olsa da "x beni taşımalı" deyip kendini taşıtmaya kalkmayan, kendi ayakları üstünde duran, kimseye bel bağlamayan kadın bunun dışında kalmıyor muydu? biz insanları görüntüsüyle yargılayan, lookism yapan her lafa karşı değil miydik? bizim esas sinir olduğumuz da zaten bu tarz insanlar değil miydi? "ııyyy ayşe'ye bak nebçim giyinmiiiş, halbuki kocası da zengin, ama işte insanda zevk olucak anacım" kadınlarından tiksinmiyor muyduk biz? birine "kötü giyiniyor" diyebilirsiniz, son derece normal bir eleştiridir bu, ama "kötü giyiniyor o zaman kezbandır kesin!" denklemine ne ara geldik? ne oldu, ne ara oldu bu dönüşüm? nasıl oldu da, "hemcinsine okulda, işte, mahallede psikolojik baskı yapan kezban türk kızı"ndan mizojinliğe geçiş yaptık? bir şey, belli bir zihniyeti yererken nasıl oldu da o zihniyetin temsil ettiği bir şeye dönüşüverdi?
yok paşalar, yok... sizin derdiniz, kadınların birbirine uyguladığı psikolojik şiddet değil. mahalledeki teyzeden okuldaki arkadaşımıza kadar, kendini sürekli övmeye yer arayan, başkalarının kusurlarını bulup dedikodusunu yapmaya yer arayan, asalak, kendini geliştirmeyen, görüntüyü kurtardığı anda içerikle ilgilenmeyen bu kadınlar değil sizin derdiniz... meğer sizin derdiniz, tutturduğunuz yerden bütün kadınlara sürekli saydırmak, sizin istediğin/sevdiğiniz/beğendiğiniz şablonun dışına bir milim çıksa herkesi kötülemek... e eskiden de aynı ataerki vardı, "kadın şöyle olacak, böyle olacak" diyen, şablonun dışına çıkana yaşama şansı vermeyen, şimdi de aynısı var, üstelik utanmadan siz kendinize "yeaaa ben aslında kadın-erkek eşitliğine inanıyorum, hatta feministim, böyle kadınlar kadın algısına zarar veriyor ondan onları eleştiriyorum" filan diyorsunuz ki, eskiden hiç olmazsa daha dürüsttü erkekler "kadınla erkek eşit olamaz" filan diyorlardı açık açık... senin derdin, kadın algısına zarar veren o kadınlar filan değil, yeme şimdi bizi... sen yine "türk kızı şöyle, türk kızı böyle" diye atıp tutarak bizi kendi istediğin gibi bir "türk kızı" yapmak istiyorsun, ama bilinçli, ama bilinçsiz, yaptığın şey budur. şablondan saptığımız anda, zihni durumumuza hiç bakılmadan "kezban" diye yaftalanıveriyoruz. "dört dil biliyor, kültürlü ama bıyıklı :(" eee hani esas zihniyet önemliydi?
burada kadınların da yanlışı oldu belki... yıllardır illallah ettiğimiz bir kadın tipini, jargon yeni bir kelimeyle karşılayınca kullandık o kelimeyi, çünkü iletişimi kolaylaştırıyordu "kız tam bir kezban" dediğinde arkadaşım bana "asalak, ataerkiyi içselleştirmiş kadın" geliyordu aklıma, bilmem ne giyen-yiyen-dinleyen değil... kısaca derdimizi anlatıyorduk işte, ki dilin amacı da bu değil miydi? ama sonra öyle bir dönüştü ki o kelime -biz göremeden- yine toptan bütün kadınlığa karşı döndü. artık karakter olarak ne kadar "düzgün" de olsak fark etmiyordu, saçını sarıya mı boyamış, kezban, tırnağında chanel rengi oje mi var, kezban, babet mi giymiş, kezban, şişman mı, kezban, kolları kıllı mı, kezban, eğitimi, kültürü, kariyeri, karakteri, insanlığı kimin umrunda! istediğimiz şablonun dışında, o halde kezban, kezban, kezban!
anladım ki artık o kelime baştaki anlamı ihtiva etmiyor. üniversitede, annesini aldatıp aileyi borca sokan babalarının karşısında annelerini savunan " 'erkektir yapmış' deme anne, biz sana bakarız, boşa bu adamı!" diyen veya hem okuyup hem çalışan veya evlerine dolap yaptırmak için yıllar önce kazandığı altın madalyaları satan veya eğitimi tamamlamış, bugün kariyeri için didinen tüm arkadaşlarım kezban, çünkü kimisi eller havaya yapmayı seviyor, kimisi kollarını almıyor, kimisi leopar desenli bir şeyler giyiyor... e ben de bunca "kezban"la arkadaş olduğuma göre eller havaya sevmesem, kolumu alsam, hayatımda hiç leopar giymemiş olsam da kezbanım, çünkü kezbanlarla arkadaşım, onların müzik olarak ne dinlediğini, ne giydiğini filan değil de hayatta ne yaptıklarını önemsediğim için kezbanım...
aferin size be... iyi iş çıkardınız! evet, etnik anlamda "türk" olmamız bile gerekmiyor emin olun, türkiye'de yaşayan tüm kızlar olarak hepimiz en az bir yerimizden kezbanız, ama az, ama çok...]