piyonla evlenen vezir
1083 (ulu)
sekizinci nesil silik 4 takipçi 95.70 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    sırf şişman diye kaleci yapılan küçük çocuk

    1.
  1. saatlerce aynanın karşına dikilip hangi profilden daha yakışıklı görüneceğimi anlamaya çalıştığım yıllardı.
    henüz çok küçüktüm...

    26.03.1994

    yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
    nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? Hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
    ne olmuştu ideallerimize?
    sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
    ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
    umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
    saplanmıştım çamura.
    dört taraftan taş yağıyordu üstüme...

    21.02.1994

    okula her adımımızı attığımızda, çıkış zilini düşleyerek avutuyorduk minik yüreklerimizi. her akşam olduğu gibi çantamızı eve bırakıp hemen sokaklara koşacağımız anı bekliyorduk.

    kışın mahallemizi orta direk ailelerin mütevazı bakışlarından başka ısıtan hiçbir şey yoktu. bizse soğuğa aldırış etmeden sokaklarda büyümeye devam ediyorduk.
    şirin bi' mahallemiz vardı. kömür sobalarından çıkan dumanlar mahallemize mistik bir hava katıyordu.
    sokağımızın hemen çaprazında da mandalina bahçeli çocuk parkımız vardı. sanki yıllar önce birileri gelip;
    'çocuklar ilerde bunları futbol kalesi yapabilir' diyerek muntazam bir şekilde dikmişti o ağaçları. bakkaldan promosyon olarak aldığım futbol topumu kasap şeref abiye imzalatıp, arkadaşlarıma da "doviyardo edüza imzalı" diyordum. aslında o top ne bir futbolcuya imzalatılmıştı, ne de gerçekten doviyardo edüza diye bir futbolcu vardı. anlatış tarzım ve mimiklerimle doviyardo edüza'nın dünyanın en iyi futbolcusu olduğuna inandırıyordum herkesi. haliyle de her maçta söz sahibi oluyordum. yoksa topumu da alır giderdim.
    henüz çok huzurluydum...

    etine dolgun bi' çocuk sayılırdım. küçükken annem beni beş yaşına kadar emzirmiş, ballı sütle beslemi...
    tamam işte fazla kiloları olan bir çocuktum. aşırı kilolarım yüzünden okul takımına seçilememiştim. ben de kendimi mahalle maçlarıyla avutuyordum. mahalle takımına girebilme sebebim de doviyardo edüza idi.
    her ne kadar oynamamdan mutlu olmasalar da, bir yandan da doviyardo edüza imzalı topu kaybetmek istemiyorlardı. mahalle maçlarındaki mevkim sağ açıktı. evet oynamasına sağda oynuyordum ama;
    10 dakika sonra bufalo yutmuş piton gibi yerlerde nefes nefese dönüyordum. aslına bakarsanız tüm bu işkenceye katlanmamın tek bir sebebi vardı; mahallenin en güzel kızına aşıktım. diğer kız çocuklarının aksine inanılmaz bir futbol hayranıydı.
    evleri mandalina bahçeli çocuk parkımızın hemen karşısındaydı. futbol topunun sesini duyar duymaz guguk kuşu gibi cama çıkıveriyordu.
    sırf o'nu etkileyebilmek adına iyi bir futbolcu olmaya çalışıyordum.

    adı selin idi.

    ah selin.
    ah selin'im...
    hiç hücuma katılmayan sol bekim,
    komedi dizilerindeki ansızın yükselen kahkaha efektim,
    asla bitmeyecekmiş gibi izlediğim kırmızı noktalı filmim,
    ah benim tom ve jerry'deki şişman zenci bileğim;
    benim güzeller güzeli bücürüğüm, selinim.

    selin çok havalı bir kızdı. simsiyah saçlarıyla asi bir kısrağı anımsatıyordu uzaktan. yüzündeki çiller kainatın güzelliğini haykırıyordu, şirin boku gibi parlayan masmavi gözleri okyanusları kıskandırıyordu.
    tüm bu eşsiz güzelliği, avına sinsice yaklaşan sırtlanları, yakışıklı erkekleri de etrafından eksik etmiyordu.
    gerçekten de çok yakışıklıydılar. o'nlar ince uzun karizmatik bir yangın söndürme tüpü ise,
    ben ancak o'nların yanında bir piknik tüpüydüm.
    yine de selin o'nlarla hiçbir şekilde ilgilenmiyordu. aklını yediğim futbolla bozmuştu kafayı. tövbe estağfurullah kimi zaman ben bile o yakışıklı erkeklere karşı niyeti bozmaktan çekiniyorken, selin oralı bile olmuyordu.
    çünkü futbol oynayamıyorlardı...

    yine dizleri yaralı günlerim rutinliğini izlerken, mahallemizi titreten o heybetli kamyonun sesiyle irkilmiştim.
    hemen karşı sokağımızdaki boş evin karşısında durmuştu o kamyon.
    yağmurlu bir kış akşamıydı...
    kamyonun egzozundan süzülen siyah dumanlar dupduru mahallemizin üstüne bir lanet gibi çöküyordu. içinde tarif edemeyeceğim kötü bir his vardı. belanın kokusunu hissedebiliyordum. hemen o kamyonun arkasındaki gölgeyi farkettim. bu da neydi böyle...
    yağmura aldırış etmeden karanlıkta birisi top sektiriyordu. çok yetenekliydi, hayatımda görmediğim akrobatik hareketleri kusursuzca gerçekleştiriyordu. tombiş yanaklarım pencerenin camına yapışmış bir şekilde izliyordum bu çocuğu.

    o gece rüyama girmişti o çocuk. bir karabasan gibi üstüme çöküp her şeyimi elimden alıyordu top sektirerek. ter içinde çığlık atarak uyandım. o gece ne yaptıysam uyuyamadım. biliyordum artık;
    bir şeyler ters gidecekti.
    ertesi sabah o çocuk ve ailesinin, kamyonun yanaştığı o boş eve taşındıklarını öğrendim. çocuğun yüzünü karanlıkta seçememiştim.
    paranoyak bir halde etrafımda yetenekli her çocuğu o sanmaya başlıyordum. akşamüstü okuldan çıkar çıkmaz yine her zamanki gibi evde önlüğümü çıkarıp topumu kaptığım gibi mandalina bahçeli parkımıza doğru ilerledim. ama hala karanlığın içinde süzülen o yetenekli gölge aklımdan çıkmak bilmiyordu. bi' yandan yolda topumu sürerken, diğer yandan da akşam gördüğüm figürleri taklit etmeye çalışıyordum.

    parka yaklaştıkça top seslerini işitmeye başlamıştım. yine sahayı bizden önce bebeler kapmış olmalıydı. olsun, o'nları kovalamak pek de zor değildi. her adımım beni parka yaklaştırdıkça top sesleri yerini şaşkın çığlıklara bırakıyordu. artık parka tamamen ulaştığımda bi' mandalina ağacının arkasından, yuvası bozulmuş eşek arısı gibi olan biteni izlemeye koyuldum.

    gördüklerime inanamıyordum...
    duyduğum top sesleri meğersem bizim tayfadan geliyormuş. nasıl olur da bensiz oyuna başlarlardı?
    üstelik nasıl olur da doviyardo edüza imzalı topumdan vazgeçebilmişlerdi. o an sinirle gözlerimi kısıp mirkelam deparı atmaya başladım. üzerlerine doğru koşuyordum.
    henüz dördüncü adımımda bile yorulmaya başladığımı hissetmiştim. suya batmamak için direnen bir duba gibi sallana sallana koşuyordum üzerlerine. ve bağırdım;

    - şerefsizler! neden bensiz başladınız!?

    herkes sırtı bana dönük bir çocuğa çevirdi kafasını. çocuk ağır hareketlerle ayağa kalkıp bana döndü. elindeki topu yere bıraktıktan sonra da;

    + sen de kimsin dombilik?

    bu o çocuktu! dün karanlıkta yağmura meydan okuyan o yetenekli çocuk... allahım çok da yakışıklıydı üstelik. ayağındaki orjinal adidas'lar, kolundaki o yılların teknoloji harikası dijital saat, kendinden emin bakışlar... her şeyiyle kusursuzdu.
    ürkek gözlerle kafamı geriye çevirdiğimde selin'in de pencereye çıktığını görmüştüm. artık ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

    - beni almayacak mısınız artık? (yaşlı gözlerimi kaçırıyordum).
    * vezir yürü git artık sana ihtiyacımız yok. şiiişko şişşkoo!
    - ama benim doviyardo edüza topum var?

    kahkaha atarak kendi topunu üstüme fırlattı yakışıklı çocuk.

    + kes artık milleti kandırmayı. öyle bi' futbolcu olmadığını artık biliyorlar. bak benimkine. orjinal 1990 fifa dünya kupası topu.

    gerçekten de öyleydi. uzay boşluğunda kaybolmuş şempanzeler gibi karanlığa sürükleniyordum artık. topuklarımı sırtıma vurarak uzaklaşmaya başladım. bir yandan ağlıyor, bir yandan da kirli geçmişimden kaçıyordum. kafamı tekrar geriye çevirdiğimde selin'in gülümseyerek baktığını gördüm. artık o da bana gülüyordu. derken arkadan o sesi işittim;

    + tamam gel lan gel şişko. kaleci ol bari.

    evet...
    bu ahlaksız teklifi duymamazlıktan gelmeye çalıştım ilk önce. yılların sağ açığını nasıl kalede düşünebilirlerdi ki. ama ayaklarımda güç kalmamıştı artık. kaçamıyordum, bir yandan da selin'in bakışları bir yağmur gibi üzerime yağıyordu. hıçkıra hıçkıra geçtim kaleye. saatlerce benimle alay ettiler. ben ağladıkça abandılar, ben korktukça alay ettiler... sırf o'nlardan daha yavaşım, daha şişkoyum diye beni bir paçavra gibi kullanıp kaleye attılar.
    akşam eve vardığımda sabaha kadar ağladım. zaten tombul olan yüzüm ağlamaktan daha da şişmişti artık. aynaya baktığımda gözlerimi hemen hemen göremiyordum. her uykusuz gecede yaptığım gibi düşündüm... düşündükçe üzüldüm, üzüldükçe kinlendim.
    bunun hesabını ödetmeliydik. dünyadaki tek şişman çocuk ben olmadığımı biliyordum. kim bilir kaç tombul kardeş daha geceleri benim gibi uykusuz geçiriyor, kim bilir kaç şişman daha aşık olduğu kızın önünde sert şutlarla dövülüyordu. kim bilir kaç şişman çocuk daha ötekileştirilerek vicdansız yüreklerin karanlığına hapsediliyordu.

    intikam alınacaktı.

    günlerce sokaklarda şişman çocuklar aradım. her gördüğüm şişmanın eline kendi el yazımla hazırladığım bildirgelerimi dağıtıp ulaşamadığım diğer şişmanlara da ulaştırmalarını istedim. mahalle mahalle gezdim, kapı kapı dolaşıp evde herhangi bi' şişman çocuğun yaşayıp yaşamadığını sordum... "yapamazsın vezircan, bu yaptığın imkansız" dediler, tıkadım kulaklarımı. iki günde belki de uğramadık şişman bırakmamıştım şehirde. en sonunda korkarak karşı mahallenin kasabının oğlu muharrem'e uğradım. yine her zaman ki gibi yarım ekmeğini kemiyordu. buraların bilinen en şişman ve güçlü çocuğuydu muharrem. o'nun kas gücüne ihtiyacım olacaktı. ama şişman olduğu kadar da kalın kafalıydı. geçimsiz bir çocuktu, duygu beslemeyen bir yaratıktı muharrem. kimsenin fikrine saygı duymamıştı bugüne kadar.
    beni reddeteceğini bildiğim halde yine de gittim kapısına;

    - muharrem merhaba.
    + vezircan!? yolun düşer miydi senin buralara puşt?
    - sana bahsetmek istediğim bir şey var. aynı yolun yolcusuyuz ne de olsa.
    + siktir git lan işim var.

    dinlemedi bile. ben derdimi anlatmaya çalıştıkça beni susturup hakaretler savurdu. pek de hayal kırıklığına uğramadan kendi mahallemize geri döndüm. büyük planımın üstünden son bir kez daha geçtim. gözden hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıydım.
    en ufak bir hata telafisi olmayan sonuçlar doğurabilirdi.

    ve büyük gün gelmişti;

    26.03.1994

    soğuk bir akşamüstü... üşümüş güvercinlerin güneşi özleyen mahcup bakışları,
    ve intikamı özleyen bir çocuğun içine sığamayan yeminli ateşi.
    ne de güzel bir gün intikam için...

    nefesim titiriyordu, cesaretim kırılmak üzereyken son bir kez daha gökyüzünü izledim. güneş bile bulutların arkasına saklamıştı bakışlarını... elimdeki su şişesinden bir yudum daha aldım. korkuyordum... ama artık dönmek için çok geçti.
    derin bir nefes alıp saatimi kontrol ettim,
    artık vakit gelmişti. çocukluğumun toprak kokulu katili, o mandalina bahçeli parkımıza adımımı atmıştım. şerefsizler yine her zamanki yerimizde top oynuyorlardı. hortumu kesilmiş fil gibi gururumu parçalayıp bir kenara fırlatan o acımasız çocuklara seslendim;

    - hey siz!
    + (şaşırmış bir şekilde kafalarını bana çevirdiler).
    - işte burdayım! gelin bakalım bu şişko çocuk size ne verecek şimdi.

    onurlu bir intihar komandosu gibi yapayalnız dikiliyordum karşılarında. on kişi birden üstüme koşmaya başladılar.
    hemen arka cebimden çıkardığım, daha önceden arkasına kırmızı ip bağladığım taşı sapanımla gökyüzüne fırlattım. bir yandan bana doğru koşuyorlardı, diğer yandan da şaşkın bir şekilde fırlattığım kırmızı ipli taşa bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

    bu bizim işaretimizdi.
    işareti alan çatıdaki keskin nişancı şişkolar sapan atışına başladılar. üstüme doğru çektiğim on kişi artık mandalina ağaçlarının koruması altından çıkmış bir açık hedefti. saniyeler içinde keskin nişancı şişkolarım o'nları etkisiz hale getirmişti. planım kusursuz başlamıştı.
    geriye sadece yirmi şerefsiz kalmıştı. ikinci saldırı için elimle talimat vererek saatler önce ağaçların arasında kamufle olan ranger şişkolarıma saldırı emri vermiştim. bir anda ağaçtan atlayıp dövüşmeye başlayan rangerlerım yaklaşık bi' on kişiyi daha etkisiz hale getirmişti. gözlerim artık o yakışıklı piçi arıyordu.
    o'nunla hesabımı kendim kesecektim.
    zafer kazanmış bir ordunun komutanı edasıyla gözümü yine selin'lerin evine çevirdim. adeta gururla dolmuş gövdem bedenimden taşıyordu. tam bu sırada kulağımın yanından ıslık çalarak geçen taşı hissettim. herbir taraftan üstüme taş yağıyordu.
    yere yattım ve ne olup bittiğini anlamak için kafamı kaldırdığımda pusuya düşürüldüğümüzü anladım. ranger şişkolar benden önce şehit düşmüştü. artık anlamıştım bu bir tuzaktı, saldıracağımızı daha önceden biliyorlardı.

    şerefsizler en az doksan kişiydiler. arkama baktığımda kaçan birkaç ranger dışında herkes savaşıyordu. başımı yana çevirdiğimde ise bir kahraman gibi savaşan keskin nişancılarımla gururlandım. gözlerim dolmuştu.
    direniyorlardı... ama çok fazla zaiyat vermiştik. artık daha fazla dayanamazdık, sayıları yaklaşık bizim üç katımızdı.
    kısa bir süre sonra şişmanlar düşecekti.

    yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
    nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
    ne olmuştu ideallerimize?
    sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
    ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
    umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
    saplanmıştım çamura.
    dört taraftan taş yağıyordu üstüme...

    saatlerce direniş göstermiştik. artık tek tük sapan sesi geliyordu uzaklardan. şişmanlar düşmüştü, başaramamıştık...
    gökyüzü kan kırmızısıydı bu akşamüstü. yalnızca saçlarımı tarayan bir rüzgardı hala yaşadığımı hissettiren. ağır yaralıydım, cebimden selin'e yazdığım tamamlanmamış mektubumu çıkardım. kanla karışan göz yaşlarım ıslatıyordu her bir satırı. gözlerim kararıyordu artık, savaşacak takatim kalmamıştı. zorlanarak siperin arkasına yasladım sırtımı. kulaklarımın arkasında tıslayan taş seslerini önemsemiyordum artık...
    başaramamıştık...

    ve ayak sesleri duyulmaya başlıyordu yavaş yavaş, yaklaşıyorlardı bana. sapan sesleri tamamen susmuş, acı çığlıklar yükselmiyordu artık...
    son bi' güçle gözlerimi açtığımda siperin üstündeki gölgeyi gördüm. dizlerinin üstüne çöküp saçlarımdan tutarak boynumu doğrulttu. açamıyordum gözlerimi, sert bi' tokat atıp kendime getirdi beni. bu o yakışıklı piçti. haklı gururu gözlerinden okunuyordu.
    o yakışıklı piç sırıtışını atıyordu yine. kazanmış bir ordunun komutanıydı artık o. ayağa kalkıp adidas ayakkabasıyla gövdemi yana yatırdı. sadece dokunmak yetmişti devrilmem için. arka cebinden çıkardığı taşı hohlayıp sapanına yerleştirdi. lastiği sonuna kadar gerdi, kapamıştım artık gözlerimi... annem geliyordu gözlerimin önüne, selin'le hiç sahip olamayacağımız çocuğumuz gülümsüyordu uzaklardan. kısık bir sesle "yap artık şunu..." dedim.
    ve...

    tık!

    sanırım artık bitmişti. gözlerimi açtığımda beyaz bulutların üzerinde arp çalmayı bekliyordum.
    cennette...

    tam bu sırada omzumdaki o uhrevi eli hissettim. bu... bu muharrem'di...
    karşımda gülümseyerek dikiliyordu. eliyle yaralarımı kontrol edip iyi olup olmadığımı soruyordu. kafamı yana çevirdiğimde o yakışıklı piçin hareketsiz bir şekilde yerde yattığını gördüm.
    muharrem elleriyle siperin arkasına talimatlar veriyordu. etrafımızda yüzlerce acımasız şişko vardı. çevre illerden, otobüslerden, her yerden şişkolar akın ediyordu. park adeta bir mahşer alanına dönmüştü. bir kıvılcımla başlattığım isyan artık önlenemez bir yangına dönüşmüştü. savaşı şişkolar kazanmak üzereydi.
    ellerini uzatıp beni ayağa kaldırdı muharrem;

    - geciktiğimiz için üzgünüm vezir.

    gözyaşları içinde sarıldım muharrem'e. hemen yanındaki şişkolara talimat verip beni parkın en yüksek noktası olan kaydırakların balkonuna çıkardı. şişkolar her yerdeydi. bastırılmış nefretlerini bir cani gibi dışa vuruyorlardı artık. acımasızca ellerine geçen tüm şerefsizleri yok ediyorlardı. içleri kin dolu bu barbar şişkolar yakaladıkları esirlere bile son bir şans tanımıyordu.
    savaşın geride bıraktığı izleri kaydırağın balkonundan çok daha iyi görebiliyordum. yerde yatan yüzlerce yaralı, devrilmiş onlarca mandalina ağacı, acılar, çığlıklar...
    kendi başıma ayakta duramıyordum, iki şişman asker kollarıma girerek ayakta tutabiliyordu beni. yine de son gücümle seslendim balkonun önünde toplanmış şişman halka;
    "başardık kardeşlerim! başardık benim tombul yoldaşlarım!"
    hep bir ağızdan zafer naraları atıyordu koca kalabalık. başarmıştık...
    gözyaşlarım kalabalığın üstüne süzülüyordu. kanlı bir devrim gerçekleştirmiştik.

    artık şehirdeki tüm şişkofobikler başka illere sürülmüştü. bu zaferimizi ölümsüzleştirmek adına o parka, "tombul oğlanlar" adını vermiştik.

    selin mi?
    devrimden kısa bir süre sonra birbirimize kavuştuk. çocukluğumuzdan bu yana da hiç ayrılmadık. yıllar içinde yemek yedire yedire artık sevdiceğimi de tombul bir kız haline getirdim. önümüzdeki ay evliliğimizin birinci yılını kutlayacağız. dünyalar tatlısı şişko bir de bebeğimiz var.
    51 ...
  2. nick altın bomboş senden ayrılıyorum diyen sevgili

    1.
  3. sözlükte arkadaş çevresi olduğunu gördüğüm her yazarı kıskançlıktan eksilediğim yıllardı.
    henüz çok yeniydim...

    kimle tanışmaya çalışsam, yeni olduğum için beni hor görüp tersliyordu. kimisi cevap vermeye bile tenezzül etmiyordu.
    ben daha sözlükte arkadaş bile edinememişken, nesildaşlarım sevgili buluyor, msn'de birbirlerine cam açıyor, nicklerinin her biri birbirinden seksi kızlarla barlarda eğleniyordu.

    o kadar yalnızdım ki;
    kendi nick altımın başlığını bile kendim açmıştım. çaresizce akranlarımın sözlükte şöhret oluşunu yaşlı gözlerle izliyordum.
    ama gözüm yükseklerde de değildi aslında. 'sadece aşık olabileceğim bir sevgili bulsam iyi olurdu' diye hayıflanıyordum.
    derken bi' gün o mesaj geldi;

    " haha nickin çok hoşmuş (: "

    yazarlığımın onaylandığından bu yana gelen ilk mesajımdı bu. sevinçten yatağımın üstünde adeta trambolindeymiş gibi zıplıyordum, yemi bitmiş muhabbet kuşu gibi çığlıklar saçıyordum, o mesajı atan arkadaşı yakalayıp yanaklarını saatlerce ısırmak geçiyordu içimden.
    aylar sonra ilk defa bi' arkadaş edinmeye bu kadar yaklaşmıştım.
    fakat görgüsüzlüğümü anlamaması için bilerek 2 saat sonra cevap verdim. hatta abartarak;

    " sağol. en az 25 kişi aynı şeyi söyledi zaten " diye yanıtladım mesajını. halbuki bana mesaj atan ilk yazar ta kendisiydi.

    velhasıl...
    mesajlaşmalırımız haftalarca sürdü. o'nunla her şey hakkında rahatlıkla konuşabiliyordum. çok anlayışlı ve zekiydi.
    günlük tutuyormuşuz gibi her gün yaşadıklarımızı birbirimize anlatıyorduk. büyüsü bozulmasın diye de asla adımızı sormadık.
    artık çok huzurluydum, sözlükte benim de iyi bi' arkadaşım vardı. arkadaşı olan diğer yazarları kıskanmıyordum artık .
    eskiden kıskandığım o yazarların entry'lerine eksi vermek yerine artık eh işte'ler veriyordum.
    henüz çok mutluydum...

    ama artık bu hayalet dostumu merak ediyordum. o'nu görmek istiyordum. o'nu bu kadar severken adını bile bilmemek beni üzmeye başlamıştı.
    bir gün yoğun ısrarlarıma artık dayanamayarak bana facebook'unun linkini vermeyi kabul etmişti. linki yolladı ve açtım;

    allah'ım...
    haftalarca konuştuğum o dost meğersem bi' kızmış. ben bunu nasıl anlayamamıştım...
    tarif edemeyeceğim duyguları bir arada yaşıyordum. sırıtık profil resmiyle bana masum masum bakıyordu.
    çok tatlı bi' kızdı. tövbe yarabbi böyle ağzının çemçüğüne vura vura sevesim gelmişti.
    sevinsem mi üzülsem mi bilemiyordum.

    birbirimizi gördükten kısa bir süre sonra artık çok daha iyi arkadaş olmaya başlamıştık. ama aslında içten içe o'na aşık olmaya başlıyordum.
    dostça beslediğim o zararsız duygularım artık yerini aşka bırakmaya başlamıştı.

    nicki hoc est simplicissimus idi.

    ah hoc est.
    ah hoc est'im...
    nick altına yazanlara ayar verdiğim,
    uğruna acımasızca gammaz edildiğim,
    seri artı oy veren melekten bile çok sevdiğim,
    ah karanlık dünyamı aydınlatan mavi jojoba taneciğim.
    benim güzel nickli sevgilim, hoc est'im...

    hoc est ile artık sevgiliydik. rüyalarım sonunda gerçek olmuştu. güzeller güzeli bi' sevgilim vardı. üstelik o'nu sözlükte bulmuştum. günlerimiz adeta masallardaki gibi geçiyordu...
    ben o'na, o da bana deliler gibi aşıktı. birbirimizin nick altına bakmaya dahi kıyamıyorduk. şukulaşırken bile ellerimiz titriyordu.
    o'nu her özlediğimde nickini benim nickimin üstüne sürükleyip ağlıyordum.
    henüz çok aşıktık...

    hoc est'in sözlükte çevresi çok genişti. beni kimse tanımadığı için bunun eksikliğini hissediyordum.
    o sözlüğün tanınmış sosyetik kızlarından biriyken, ben anadolunun bağrından kopup gelmiş hoyrat bir delikanlıydım sadece.
    evet... fakir çocuk yine zengin kıza aşık olmuştu.
    yine de tüm bu zorluklara karşın aşkımızın her şeyi yenebileceğini düşünüyordum. o'na ciddi düşündüğümü açıkladım ve ailesiyle tanışmak istediğimi söyledim. duyar duymaz bi' anda yüzünü astı.

    - n'oldu sevgilim?
    + babam...

    babası sözlüğün sayılı nick altı zenginlerinden saipsiz'di. hayatın acımasız yüzü bir kez daha kendisini göstermişti.
    karma babası, nick altı zengini saipsiz efendinin kızına aşık olmuştum.
    bu ne imkansız bir aşktı böyle...
    benim gibi tanınmamış, karmasız bir yazara kızını verir miydi ki? bunu öğrenmenin tek bi' yolu vardı. hoc est'i seviyordum ve o'nu kaybetmeye hiç de niyetim yoktu. gidip saipsiz'le konuşacaktım.
    kim bilir belki de hulusi kentmen gibi babacan bir adam çıkacaktı ve bu ilişkiyi onaylayacaktı.

    cesaretimi bu şekilde toplayıp kapısına dikildim. derin bi' nefes aldıktan sonra da yutkunarak kapısını çaldım.

    - gel!

    odasına girdiğimde karmasını sayıyordu. o kadar fazlaydı ki... hayatımda bu kadar karmayı bi' arada ilk defa görüyordum.
    gözlerimi karmasından kaçırmaya çalışsam da bi' şekilde bakışlarımı engelleyemiyordum. cesaretim biraz daha kırılmıştı.

    - söyle delikanlı?
    + efendim ben vezir...
    - hoc est anlatmıştı geleceğini.
    + ö.. öyle mi?
    - evet. buraya ne için geldiğini biliyorum.
    + kızınızı çok seviyorum. eğer siz de onaylarsanı...
    - huahahah! cebindeki karmaları çıkar bakayım masaya.

    cebimdeki tüm karmaları tek tek birleştirdim. fakat tüm karmamı birleştirsem de ancak şirin baba'yı tamamlayabilmiştim.
    yanaklarım kızarmış bi' şekilde karmamı masasına bıraktım.

    - bununla mı yaşatacaksın kızımı ha?
    + efendim biliyorum. alıştığı hayatı belki o'na sağlayamayabilirim. ama karmadan önemli şeyler de var hayatta. biz birbirimizi se...
    - söyle ne kadar istiyosun?
    + anlamadım?
    - sana 500 karma puanı verirsem kızımın peşini bırakır mısın?
    + siz beni yanlış anladınız.
    - amma da arsız çıktın delikanlı. 650 veriyorum ve seni bir daha kızımın etrafında görmek istemiyorum.

    az önce saydığı karmaları bi' çantanın içinde bana uzatmıştı. hiç düşünmeden çantanın içindeki tüm karmaları yüzüne çarptım ve;

    + bu suratı unutma saipsiz efendi! unutma...

    dedim ve göz yaşları içinde kapıyı çarpıp çıktım.
    babasıyla konuştuklarımızı eksik bir şekilde sevgilime de anlattım. her ne kadar üzülse de beni asla bırakmayacağını söyledi.
    "ben seni karma ve nick altı için sevmedim. ben seni seviyorum vezir..." dedi.
    o an sevgilime bir kez daha aşık olmuştum. bir mucizeyi gerçekleştirebilirdik, gerçekten de aşk kazanabilirdi bu sefer...

    ama saipsiz ve adamları bi' türlü peşimizi bırakmıyordu. sözlükte yüzlerce adamı vardı. beni her gördüklerinde günlerce seri eksiye tutup hoc est'i terk etmem için zorluyorlardı. cebimdeki 3 kuruş karmam da bu şekilde bitmişti.
    ama yine de direniyordum...
    saipsiz efendi kızına da benimle görüşmemesi için baskı kuruyordu. her yerde bağlantıları vardı saipsiz'in. en sonunda moderatörlere talimat verip sevdiceğimi çaylak yaptırmıştı. artık o'nunla görüşemiyorduk, bu kalpsiz adam sevenlerin arasına bi' duvar örmüştü.
    haftalarca görüşemedik.
    ama yine de sevgilime güvenim tamdı. ne kadar baskı görürse görsün benden vazgeçmeyecekti, dayanacaktı aşkımız için.
    ve o gün... hoc est'in en yakın arkadaşından mesaj geldi;

    " vezir, hoc est'in peşini bırak artık. kendisi dışarıya çıkamadığı için beni yolladı. artık babasının haklı olduğunu düşünüyor.
    nick altı olmayan bir adamla evlenmesi söz konusu olamazmış. ikinize de yazık. artık vazgeç bu sevdadan."

    dakikalarca monitöre bakakalmıştım. yanaklarımdan süzülen yaşlar klavyemi ıslatıyordu. hani aşk her şeyi yenerdi?..
    hani karmadan güçlü şeyler de vardı bu hayatta. bu muydu yani, bu muydu lan!? üç kuruşluk karma uğruna mı harcadın beni, gösterişli nick altları uğruna mı sattın el değmemiş hayallerimi? sen aslında o gün ilişkimizi değil; bu temiz kalpli, saf anadolu çocuğunu öldürmüştüm arkana bile bakmadan.

    o gün anlamıştım;
    duyguların, namusun hiçbir önemi yoktu bu insanlar için. gösterişli nick altlarının içinde sahte mutluluklar üzerine inşa etmişlerdi hayatlarını.

    ve ben, o karma fakiri temiz çocuk...
    artık ben de onların oyununu oynayacaktım. metelik etmez adi yaşantılarına kendi silahlarıyla cevap verecektim.
    gözlerini karma bürümüş bu insanlara unutamayacakları bir ders vermeliydim.

    alnımın teriyle sessizce, azimle, aylarca çalıştım. "yapamazsın vezir, vazgeç bu intikamdan" dediler. kulaklarımı tıkadım,
    yine çalıştım... namusuyla evine bal götüren şerefli bir arı gibi başımı kaldırmadan çalıştım.

    artık nickim bile akıllarında değildi. kendimi tamamen unutturmuş, büyük günü bekliyordum.
    beni en son gördüklerinde şirin baba'ydım. ve aradan geçen 6 ay sonra saipsiz'in kapısını çalma gereği bile duymadan içeri girdim.
    tanıyamadı ilk önce...
    son gördüğündeki o saf çocuk değildi artık karşısındaki.
    bin küsur karmayla karşına dikilmiştim;

    - buyrun, hoşgeldiniz?
    + (gözlerinin içine bakarak gülümsedim sadece).
    - sen...
    + ben ya... sırf karması az diye, nick altı yok diye aşağıladğınız o çocuk. hatırladın mı?
    - ama bu nasıl?..
    + bunun için miydi ulan!? bu yüzden mi çaldınız o masum hayallerimi, bunun yüzden mi yıktınız minik yüreğimi? söylesene ha bunun için mi!?

    yüzüne bin küsur karmamı ve beş sayfa nick altımı çarpıp sırtımı döndüm. tam odadan çıkıyordum ki...
    kafamı kaldırdığımda bi' anda karşımda hoc est'i gördüm. odada olduğumdan haberi yoktu ve yalnızca babasını görmeye gelmişti.
    yüz yüze geldiğimiz anda şaşkınlığını gizleyemedi, karşımda donakaldı. benim için de kolay olmamıştı. yüreğimde bi' anda cız eden o sancı tüm bedenimi kaplamıştı. kendimden emin bir şekilde, titrememeye çalışarak; önce babasının yüzüne çarptığım yerdeki karmalarıma baktım,
    daha sonra da hoc est'in gözlerine bakarak; "değer miydi..." dedim.
    "bir zamanlar sırf karması az, nick altı yok diye buruşturup bir kenara fırlattığınız o çocuk işte... ben!"

    hoc est ağlamaya başladı. biliyordu çünkü göz yaşlarına dayanamayacağımı. o kadar masum ağlıyordu ki...
    aylar önce kalbimi parçalayıp bir kenara atan o kız değildi sanki karşımdaki. o yaşlı gözlerle dudakları titreye titreye gözlerimin içine bakıyordu . o'na sarılmamak için gözlerimi o'ndan kaçırıyordum. ve son kez ikisinin de duyacağı bir şekilde bağırdım;
    " gördünüz işte... uğruna beni ezip geçtiğiniz şeyler ne kadar değersizmiş gördünüz. ne kadar kolay ulaşılabilirmiş aslında di mi? peki cevap verin şimdi; peki siz... siz nasıl kaybettiğiniz şerefinizi bu kadar kolaya geri kazanabileceksiniz!?
    ve sen...
    ilk aşkım, ilk göz yaşım, dokunamadığım en kutsal hayallerimin sahibi. sen... hangi piçin nick altlarında bulabileceksin peki o kirlettiğin masum sevgimi?"

    dedim, ve daha da artan ağlamasını görmezden gelerek kapıyı çarpıp çıktım. yerde dizlerinin üstünde ağlıyordu hoc est, saipsiz ise iki elini başının arasına almış uzun uzun dalıyordu...
    çarptım kapıyı çıktım,
    aylar önce aynı odaya titreyerek giren o gariban çocuğu da ardımda bırakarak çıktım. o çocuk da ağlıyordu yine de.
    "sus" dedim o çocuğa, "sus... akıtma o tertemiz yaşlarını vicdanı dikiş tutmamış kirli kapıların gölgesinde."
    42 ...
  4. hoşlanılan kızın yanında bozuk para düşürme stresi

    1.
  5. facebook'taki fake hesabıma ilişki daveti yollayıp kendi kendimi reddettiğim yıllardı.
    henüz çok yalnızdım...

    o kadar yalnızdım ki;
    her mutlu çifti delicesine kıskanıyordum. sokakta el ele yürüyen bi' çifti görünce hemen renault toros marka arabamla yanları-
    na yanaşıp son ses "sexbomb sexbomb you're a sexbomb" şarkısını açıp o'nları utandırıyordum.
    sinemaya romantik bi' film izlemeye gelen çiftlere, daha önceden rüşvet verip satın aldığım sinema görevlisi tarafından "biletleriniz yanlış kesilmiş efendim" dedirterek o'nları ayırıyordum ve tam da ortalarına oturuyordum.
    yağmur altında el ele ıslanarak dolaşan çiftlerin üzerine en azılı şemsiye satıcılarımı salıp zorla şemsiye sattırıyordum.
    henüz çok kıskançtım...

    aslında bu kıskançlığımın tek sebebi de hoşlandığım kızdı. henüz kendimde o'na açılacak cesareti bulamıyordum.
    gördüğüm her mutlu çift bana 'onu anımsatıyordu.

    adı cansu idi.

    ah cansu.
    ah cansum...
    cevabını sonradan hatırladığım boş bırakılmış ösym sorum,
    pes'te hep son dakikada gol yedirten bozuk tuşum,
    ah saçları carles puyol kıvırcığı guguk kuşum.
    gözleri pringles bakışlı benim güzel cansum...

    cansu'yla lise 3'den itibaren aynı sınıftaydık. sınıfımıza ilk adım attığı anda hayat bi' anda, tartışılan ofsayt pozisyonundaki ayaktan çıkan top hızına düşmüştü benim için.
    o ağır çekimde kapıdan içeriye doğru adımlarını atarken, ben de tilki görmüş road runner gibi üzerine koşmak istiyordum. allahım bu ne güzelliktir... o nasıl bir gülümsemedir.
    o'nu ilk gördüğüm anda hoşlanmıştım. öğretmenimiz boş bi' sıraya oturması gerektiğini söylediği anda sınıftaki tüm erkekler yanındaki arkadaşını sıradan aşağıya atmaya başlamıştı. cansu bu beklenmedik tepki karşısında sadece gülümsüyor ve boş bi' sıra arıyordu. şansıma o gün de en yakın arkadaşım derse gelmemişti. haliyle de sıradan atacak kimsem yoktu.
    diğer erkekler gibi beni sulu bulmamış olacak ki gülümseyerek benim sırama gelip oturdu.
    diğer abazanlar bu durumdan çok hoşnutsuzdu. akla gelmeyecek bahanelerle yanıma oturmasına itiraz ediyorlardı.
    neymiş efendim orası soğuk oluyormuş, yok efendime söyleyeyim kızla erkeğin yan yana oturması doğru değilmiş, iran'da olsa bizi asarlarmış.
    o'nlar konuşa dursun artık cansu benim aktif sınırlarım içindeydi.

    ucunda en yakın arkadaşımı satmak da olsa cansu'yu benim sıramdan asla yollamadım. çok utangaç ve tatlı bi' hali vardı. sürekli yere bakıp uzun uzun dalıyordu. aylar geçtikçe artık çok iyi arkadaş olmuştuk.
    ama o'na olan hislerimi hiçbir şekilde belli edemiyordum. ben de artık bu durumu kabullenip o'nun zamanla benden hoşlanmasını bekliyordum.

    cansu zengin bir kızdı. sabahları abisi o'nu son model mercedes'le okula bırakıyordu. ama giderken hiçbir şekilde ara gaz çekmiyordu. medeniyet işte. o araba bende olsa camları titrete titrete giderdim.
    her neyse;
    cansu öğlenleri ille de mc donalds'a giderdi. "durdu usta'dan kebap yiyelim" dediğimde bana insanlık suçu işlemişim gibi bakardı.
    tüm bunlar yetmezmiş gibi de fakirleri inanılmaz aşağılardı. sahilde yürürken bi' anda tartıcı kızların tartısına tekme atıp kahkahalar atıyordu. eve belediye otobüsüyle giden insanlara kırmızı ışıkta nanik işareti yapıp dil çıkarıyordu.
    bi' keresinde de öğretmenimizin çantasına çaktırmadan 50 tl koyup üzerine de "üstüne bir şeyler al artık" yazan bi' not bırakmıştı.
    tüm bu şerefsizliklerine karşın yine de hoşlanıyordum işte. elimde değildi...

    üstelik benim de fakir olduğumu henüz bilmiyordu. çok zengindi ama o kadar zeki değildi. zira ayağımdaki çakma adidas'ların çakma olduğunu hiç fark edememişti.
    fakirlerden nefret ettiği için ben de kendimi zengin bi' ailenin çocuğu olarak tanıtmıştım.
    sırf uzaklaşmayalım diye cebimdeki tüm paramla ben de o'nunla starbucks'a gidiyordum, ben de tartıcı kızlara tekme atıp yalandan kahkahalar atıyordum. ne acıdır ki ben de zenginliğin ruhsuz bedeninde sevgi dolu umutlarımı harcıyordum.
    sabahları okula erkenden gelip bisikletimi kimsenin göremeyeceği yerlere kilitliyordum.

    ve o gün...
    artık o'nun da benden hoşlandığını hissediyordum. gülücüklerinde, gözlerimin içine bakışında bi' beklenti vardı adeta.
    tüm bu zenginlik yalanları ne yazık ki işe yaramıştı. cansu da artık benden hoşlanıyordu.
    bi' gün tam sinemada sevdiceğimin o cennet bakışlı gözlerinin altından dudaklarına tam uzanıyordum ki ceplerimden dökülen soğuk metal sesiyle irkildim. şangır şungur cebimdeki tüm bozuk paralar dökülüyordu. oysa ki cebimdeki son paraydı onlar.
    bi' anda soğuk terler dökmeye başladım. o bozuk paraları eğilip alsam bu zengin kızın kim bilir nasıl gözünden düşecektim.
    ama cebimdeki son para da onlardı. eve dönecek yol param bile yoktu. zor bi' karar aşamasındaydım.
    zor da olsa ağzımdan şunlar dökülüverdi:

    - amaaan. çalışanlardan birisi nasıl olsa ortalığı toplarken bulur. harçlık olsun çocuğa.

    dedim ve tekrar dudaklarına yeltendim. ama bi' anda beni geri itti. gözlerinin içine baktığımda ağladığını fark ettim.
    o masum dudaklarının kenarı titriyordu. ürkek bi' sesle bana bağırdı;

    + lanet olsun hepinize!
    - n'oldu tsubasa bakışlım?
    + hepiniz böylesiniz!

    bu konuşma dakikalarca sürdü... özetleyecek olursak; sınıfa ilk geldiği andan itibaren benden hoşlanmaya başlamış.
    ne var ki ayağımdaki çakma adidas'ları gerçek sanıp zengin olduğumu düşünmüş. ve yanımda ezilmemek için kendisini bana zengin bi' ailenin kızı olarak tanıtmış. aslında benden bile fakirmiş...
    sabahları o'nu okula bırakan mercedes de aslında annesinin çalıştığı yerin patronuymuş. yolunun üstü olduğu için her sabah cansu'yu bırakıp geçiyormuş.

    ve son olarak bu bozuk para hadisesinden sonra daha fazla dayanamamış. fakir insanları hor gördüğümü düşünerek kalbi kırılmış. ne desem o'na fakir olduğumu inandıramadım. kendimi savunmama izin vermeden beni terk edip gitti. okuldan kaydını da sildirmiş.
    yıllar geçmesine rağmen bir kez olsun göremedim o'nu.
    evet arkadaşlar,
    yine her zamanki gibi kendi silahımla kendimi vurdum.
    57 ...
  6. benim için yeniden liseye yazıl diyen sevgili

    1.
  7. yağmurun çiselediği anlarda kafama hiçbir yağmur taneciğinin isabet etmeme olasılığını düşündüğüm yıllardı.
    henüz çok umutluydum...

    her genç gibi ben de üniversiteye ilk adım attığımda electro house musiclerler eşliğinde tavşan kostümlü kızlar tarafından karşılanmayı, bikinili kızlar tarafından hoşgeldin öpücüğü alıp yüzüme şampanya püskürtülmesini bekliyordum.
    fakat üniversitenin kapısından adımımı ilk attığım anda kendimi bir convers tarikatının içinde bulmuştum. gördüğüm tablo hiç de beklediğim gibi değildi.
    sanki farklı türlerin bir araya geldiği rengarenk bir karınca kolonisinin içine düşmüştüm.
    etrafta ne tavşan kostümlü seksi kızlar vardı, ne de electro house dinleyip birbirleriyle öpüşen çiftler...
    yaşadığım bu hayal kırıklığının etkisiyle dakikalarca kapıda donakalmıştım. tam olan bitene kendimi hazırlamaya çalışırken arkadan yükselen ibrahim erkal şarkısını işittim. duymamazlıktan gelmeye çalıştıkça bu ses gittikçe bana yaklaşıyordu.
    kafamı geriye çevirdiğim anda elinde radyosuyla karşımda dikilen bıyıklı güvenliği gördüm. oysa ki hayalimdeki güvenlik elinde kamçı tutan deri kıyafetli bir kadındı.

    - içeri geçmeyecek misin birader?

    gözyaşları içinde üniversiteye adımımı attım ve yürümeye devam ettim. her gördüğüm karede yıllarca kandırıldığımız amerikan filmlerinden daha da nefret ediyordum. allah'ım ben nereye düşmüştüm böyle...
    kantinde birbirinin kulağına geğiren kızlar, kunduralarla basket maçı yapan oğlanlar, okula bisikletle gelen profesörler, bahçede bağdaş kurup türkü söyleyen gençler... daha niceleri.

    tamam, etrafta gerçekten güzel kızlar da vardı. ama o'nlar da elit kesimle takılıyordu. hangi güzel kıza aşık olasım gelse hemen arkasına yanaşan bmw'ler masumane duygularımın üstüne park ediyordu adeta.

    günler birbirini izledi, aylar birbiriyle kavga etti derken artık kaderime razı olmuş bir şekilde üniversiteye uyum sağlamaya başlamıştım. artık ben de convers giyiyor, defter sayfalarından uçaklar yapıp pencereden atıyor, projeksiyon aletinin önüne orta parmak yaparak itici şakalarda bulunuyordum.
    artık ben de birbirlerinin kulağına geğiren kızlara kahkaha atar olmuştum. ben de kunduralarla maç yapan çocukları sorgulamıyordum artık. ne acıdır ki, artık ben de o güzel kızlardan ümidimi kesmiştim...

    ve o gün...
    yine her zamanki gibi içinde kaşardan başka bir şey olmayan karışık tostumu kemirerek merdivenlerden çıkarken arkamdan gelen o sesi işittim;

    - şşşt! pokemon beren çok tatlıymış.

    arkamı döndüğümde karşımda gözlerini kocaman açmış, gülümseyerek bana bakan bi' tweety vardı.
    allah'ım bu nasıl bir tatlılıktır, bu nasıl bir ses tonudur. okulun en güzel kızlarından birisi olduğuna hiç şüphe yoktu.
    üstelik merdivenlerde olduğumuz için de arkasında bir bmw yoktu.

    + teşekkürler. sever miydin pokemon'ları?
    - deliye bak. hala severim ki ben.

    dedi ve çantasından bir poşet dolusu taso çıkardı. hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım. tweety'nin kafasından tutup duvarlarda patlasım gelmişti sevinçten. hemen ardından beni taso oynamaya davet etti.
    koşarak bahçeye çıkıp düz bi' zeminin üstüne yumulduk. o'ndan 15 tane borç taso aldım ve düelloya başladık. güzel olduğu kadar da sıkı bir oyuncuydu. çetin geçen 1 saatlik kapışmamızın ardından elimdeki tüm tasoları ütmüştü.
    sanırım aşık oluyordum...

    bu arkadaşlığımız haftalarca devam etti. o'nunla yakınlık kurarken bir yandan da sosyal hayatını gözlemliyordum. diğer güzel kızların aksine, arkasına hiç bmw yanaşmamıştı. kimsenin kulağına da geğirmemişti. aradığım insanı sanırım bulmuştum.
    çocuksu ruhu beni kendine gün geçtikçe bağlıyordu.

    adı tuğçe idi.

    ah tuğçe.
    ah tuğçem...
    gözleri charmander bakışlı farem,
    halısahada gelişine gelen topu tellere vurduğum yarım volem,
    tutmayan espirimden sonra gelen pişmanlık dolu keşkem.
    ah oranı düşmüş tek maçtan yatan iddaa kuponu tuğçem.

    artık tuğçe'yle sevgili olmuştuk. üniversitenin en dikkat çeken çiftiydik. tuğçe'nin çocuksu ruhu ilişkimize renk katıyordu.
    kimi zaman okulu asıp counter'da dust2 kuruyorduk, kimi zaman zaman okulun çatısından aşağıdaki öğrencilerin kafasına tükürüyorduk.
    henüz çok mutluyduk...

    ta ki 4. ayımıza kadar.
    tuğçe artık beni yeterli bulmuyordu. o'nun için yeteri kadar deli dolu olduğumu düşünmüyordu.
    artık saçma sebeplerden dolayı kavga ediyorduk;

    - ya aptalsın vezir neden vurmadın o teröristi! tam kafasına sıkmalıktı.
    + hayatım bizim takımdan o?
    - ya işte daha güzel. hahaha çok komik olurdu xd xd.

    ---------------------------------------------

    - vezir sen çok geri kafalısın!
    + yine n'oldu?
    - sana derste nuri alço müziğini aç dedim ama açmadın.

    tuğçe'nin bu çocukluklarına artık anlam veremiyordum. başta çok hoşuma giden bu çocuksu tavırları artık canımı sıkmaya başlamıştı.
    resmen işin bokunu çıkarmıştı. o'nu tanıdıkça ruhundaki ergenden korkmaya başladım.
    en son uyurken yastığımın altına torpil bırakıp kaçmasının ardından bu ilişkiyi gözden geçirmeye karar verdim. o'nu yakalayıp bi' kenara çektim;

    - bu saçmalıklara ne zaman son vereceksin hayatım?
    + zaaa xD
    - tuğçe ben ciddiyim ve bu ilişki bitmek üzere artık.
    + uff tamam ya. ya sen çok iyisin ama ben liselilerden hoşlanıyorum.
    - ... yani?
    + hayranım o'nların espiri anlayışlarına, hayata bakışlarına. ayrılmak istemiyorsan benim için yeniden liseye yazıl?

    dedi ve o an ayrıldığım ergen ruhlu bu psikopattan.
    ama ben o'nu çok seviyordum ya... haftalarca alkol içip kendimi parçaladım. bu ayrılık beni hiç olmadığı kadar yıprattı.
    o'nsuz bi' hayat düşünemez oldum. ve en sonunda kendimden utansam da aşkım için geri adım attım.
    liseye yeniden yazılmam mümkün olmadığı için o'nun yanındayken artık liseli taklidi yapıyorum.
    artık counter oynarken ben de takım arkadaşlarıma ateş ediyorum, ben de belediye otobüslerini durdurup kaçıyordum, ben de derste nuri alço müziği açıp pis pis sırıtıyordum, ne yazık ki ben de sevgilime "sheni seviyorumm <3" mesajları atıyordum.
    evet arkadaşlar,
    sevgilim artık çok mutluydu. dün hala sakladığım lise üniformamı giymemi istedi ve o şekilde sinemaya gittik.
    saçlarımın önünü dikip jöle sürüyor ve bundan inanılmaz haz duyuyor. boş zamanlarında bana liseli esprileri öğretiyor.

    bazen tanıştığımız güne lanet etsem de silip atamıyorum işte. seviyorum bok varmış gibi...
    neyse arkadaşlar az önce mesaj attı;
    kuzenine birisi sataşmış beni kavgaya çağırıyor.
    35 ...
  8. yaşlı teyzelerin moral verme samimiyetsizliği

    1.
  9. konusu ne olursa olsun aynı üslup ve temennilerlerden vazgeçmeyerek moral vermeye çalışan pollyanna ruhlu teyzeleri samimi bulmama durumudur.

    işin kötü yanı toplum bu teyzelere sponsor olup koruyor üstelik. kime dert yansam, "yaşlılarla dalga geçiyor piç" diye bana cephe alıyor.

    tövbe estağfurullah ne dalga geçmesi arkadaş, öyle bi' niyetim asla olmadı. sırf haklılığımı kanıtlayabilmek adına geçen hafta gözüme kestirdiğim bi' teyzenin üstünde deney yaptım. kelimesine dokunmadan anlatayım;

    en pollyanna ruhlusunu bulabilmek için aklıma ilk gelen yer hastane olmuştu. zira bi' süre hastanede vakit geçirmiş teyzeler biraz daha optimist bir felsefeye bürünüyorlardı. yaklaşık 5 dakikalık arayışımın ardından acil kapısındaki al yazmalı teyzecik dikkatimi çekmişti.

    - selam teyzeciğim.
    + merhaba oğlum.
    - yakınınız mı hasta?
    + bizim torunun eli kesildi de. o'na dikiş atıyorlar.
    - anladım geçmiş ols...
    + senin de mi yakının?
    - ya sorma teyzecim, dedemi kaybettik de.
    + allah mekanını cennet etsin. olsun oğlum allahtandır.
    - amin teyzecim amin. işte moraller bozuk bizim de öyle.
    + olsun olsun oğlum. olsun...
    - kız arkadaşımla da ayrıldık.
    + bak gran giresiceye. olsun oğlum.
    - dün sırtımda uranyum patladı teyze?
    + olsun evladım. allahtandır olsun.
    30 ...
  10. her babanın süper kahraman sanıldığı yaşlar

    1.
  11. kibrit kutusundaki karıncaları smacdown'ı aratmaz bir şekilde kavga ettirdiğimiz yıllardı.
    henüz çok küçüktüm...

    garip yıllardı o yıllar. babasının mesleği ne olursa olsun, fiziksel özellikleri nasıl olursa olsun, eğitimi ne olursa olsun her çocuk gurur duyardı babasıyla. şimdilerdeki çocukların ailesinden utandığını düşündüğümüzde gerçekten de garip yıllardı...
    aslına bakarsan o yıllarda babalar da bi' garipti. şimdi kaç baba kaldı ki oğluyla salonun ortasına plastik topla maç yapsın, kaç baba kaldı ki oğlunun pipisine uzaktan bakıp sanat eseri yaratmış gibi gurur duysun...

    ben mahallenin en hayalperest çocuğuydum. inanılmaz da yalan atardım.
    mario'daki prensesle seviştiğimden tutun, at yarışlarına katılıp jokey oluşum, renault toros'umuzla saatte 250 km hız yapışım,
    okulun en güzel kızını dansa davet oyununda reddedişim, sapanla helikopter düşürüşüm, oltayla jaws'ı yakalayışım... bunlar en sıradan yalanlarımdı.
    her seferinde de inanırdı beynini siktiklerim. ah ah... çocuk olmak ne güzeldi. şimdi sevgilimize geceyi evde geçirdiğimizi bile inandıramıyoruz. her neyse;

    mahalledeki her çocuk babasını öve öve bitiremezdi. yok efendim neymiş babası bi' oturuşta bütün bir ekmeği yiyormuş,
    halı saha maçında 3 gol atmışmış, annesi salonda kilitli kalınca kapıyı kırmışmış.
    peh... duyduğum en aptalca gurur duyulası eylemlerdi bunlar. babalarımızı her ne kadar yarıştırmayı sevmesem de o gün karşıdan gamze'nin geldiğini fark etmiştim. elindeki ekmek poşetiyle bir ceylan yavrusu gibi seke seke koşuyordu. bir yandan da ekmeği kemiriyordu...

    ah gamze...
    ah gamzem. benim tetristeki en uzun çubuğum,
    korku filmlerinde en önce ölen meraklı aptal çocuğum,
    rüzgara karşı son gücümle plastik topuma vurduğum,
    uğruna pokemon'u bile izlemeyip kendimi camlara savurduğum...
    ah benim gözleri zatüre çocuk sümüğü yeşili gamzem...

    gamze ilk aşkımdı benim. o'nun dikkatini çekebilmek adına babamı bile kullanırdım. keza öyle de oldu.
    babalarından muhteşem birer adammış gibi bahseden o götü boklu akranlarıma döndüm, ve gamze'nin de beni duyabileceği bir şekilde seslendim;
    "o da bir şey mi lan! benim babam..." derken bir gözüm de gamze'deydi. dikkatini çekmiştim gamze'nin. seke seke koşmayı bırakıp yavaşça yürüyordu artık. kulağının bende olduğunu fark edince propagandama devam ettim;
    "benim babam süperman kadar güçlü, örümcek adam gibi çevik, batman kadar zengin, conan kadar haşin, indianajones gibi macera hayranı, ironman kadar ironik bir adamdır." dedim. halbuki tövbe estağfurullah benim babam ninja kaplumbağalar kadar çirkin bir adamdı.
    ama aklını siktiklerim her defasında olduğu gibi yine şaşkın gözlerle bana inanmışlardı. kendi aralarında tartışıp garip bi' uğultu çıkarıyorlardı. bu arada gamze'nin de artık uzaktan beni dinlediğini görebiliyordum. bu gazla gamze'nin yanına koştum;

    - merhaba fıstık. (hayalperestliğim beni erken olgunlaştırmıştı).
    + meyaba.
    - nasıldım ama? ehe.
    + hayikaydın. gerçekten baban öyl...

    arkadan gelen çığlık sesiyle irkilmiştim. etrafımda az önce kandırdığım akranlarım karınca yavrusu gibi koşuşturuyordu. bir şey o'nları çok korkutmuştu. tam arkama dönecekken birisi kolumdan tutarak beni yerde sürüklemeye başlamıştı ve bir yandan da hıçkırıyordu. kendimi yerdeki kaldırım taşlarına tutunarak kurtarmıştım bu acımasız ellerden. fakat bu da ne... bu herif benim babamdı. üstelik gözlerinde yaş vardı. tüm kalabalığın gözleri bizim üzerimizdeydi. babam bi' pot kırarsa o bebelerin üzerindeki tüm cazibemi ve otoritemi kaybedecektim. daha da kötüsü buna gamze de tanık oluyordu.

    - huaa babası ağlıyor!
    + saçma sapan konuşmayın lan, eve uçarak geldiği için gözleri yaşarmış sadece.

    dedim ve bir kez daha kalabalığın verdiği uğultu efektiyle lehime çevirdim tüm bu olumsuzluğu. ama babam o anda bana sarılarak hıçkırmaya başladı;

    - gel evlat gel hüğğ...
    + baba n'oldu?
    - polise gidiyoruz koş.
    + neden?
    - eve hırsız girdi.
    + an... annem nerde peki!?
    - hırsızla birlikte evde kaldı oğlum hüüğ... çabuk koş.

    evet...
    artık bu benim bitişimin karşı konulamaz bir finaliydi. yıllardır ağızlarını açık bırakarak şaşırttığım o piçler artık bana kahkaha atıyordu, gamze uzaktan "hıh" yaparak yeniden koşmaya başlıyordu. yalanla inşa ettiğim imparatorluğum artık düşmüştü.
    "o gün bu gündür yalan atmaya tövbeliyim arkaşlar. sakın yalan atmayın."
    diyeceğimi sandınız değil mi?
    ahaha hiç bile. aradan bir kaç gün geçtikten sonra gamze'yi yakalayıp konuştum. "annemin o hırsızın kafasını musluğun içine sokup götüne de kızgın maşa bastığını, aslında 'kedi kadın' kahramanının annemden esinlenildiğini" söyledim ve küçük yarimi geç de olsa etkiledim. hala daha birlikteyiz.
    önümüzdeki yaz da evlenmeyi planlıyoruz.
    28 ...
  12. verilen selamı iplemeyen şerefsiz bakkal

    1.
  13. internet cafede iki bilgisayar açtırıp, counter'da kendi kendimi vurduğum yıllardı.
    henüz çok yalnızdım...

    yaşıtlarıma göre de biraz çelimsiz bir çocuktum. halı saha maçlarında arkadaşlarımın orta sahadan çektiği şutlar kale arkasındaki tellere yapışırken, benim çektiğim şutlar kaleye ancak yuvarlanarak ulaşabiliyordu. okul çıkışı akranlarım okulun en güzel kızlarının önünde bisikletleriyle ön kaldırırken, ben üç tekerlekli bisikletimle hüzünlü bir şekilde karanlığa süzülüyordum.
    mahalledeki çocuklar birer osmanlı askeri gibi sapan atışı yapabilirken, benim atışlarım ancak 4 metre uzağa gidebiliyordu.
    tüm bu güçsüzlüğüm yetmezmiş gibi de inanılmaz çirkin bir çocuktum. kimse yüzüme bile görmek istemezdi...
    öğle arası kantine tost almaya gittiğimde benden önce sıraya girmiş olanlar beni görünce bi' anda dağılırdı, andımızı okuma sırası bana geldiğinde o gün okula sadece 20-30 kişi gelirdi.

    sonuç olarak kimse beni yanında istemiyordu. en yakın arkadaşımla bile hayatım boyunca iki kez görüşmüştük.
    aradan yıllar geçtikçe çirkinliğim önlemez bi' hal almıştı. yıllardır ateist olan annem sabahları beni gördükten sonra artık namaz kılar olmuştu, alışveriş yapacağım mağazanın görevlisi beni görür görmez "malesef kar maskemiz kalmadı efendim" diyordu, msn'e kendi resmimi koyduğum anda çevrimiçi sayısı bi' anda 20'den 3'e düşüyordu.
    henüz çok çirkindim...

    bu şekilde hayat devam edemezdi. toplumun huzurunu bozacak kadar dikkat çekiyordum artık. herkes beni görmemezlikten geliyordu.
    bi' hayalet olarak ölmek istemiyordum. unutmadan, bir de sevdiceğim vardı tabii...
    her çirkin erkeğin kaderi gibi ben de çok güzel bir kızı seviyordum. adı gamze idi. tanrıya o'nu bana vermesi için dua edecek yüzüm bile yoktu. o chivas regal viski ise, ben ağzı açık kalmış bir biraydım.
    gamze'yi bir gün sevgilisiyle el ele gül bahçesinde koşarken görmüştüm. cırcır olmuş kısrak gibi koşuşturuyorlardı. çok mutluydular... dolu gözlerle uzun süre bu muhteşem anı gıpta ederek izledim.

    ve sonrasında gözlerimdeki yaşı silip düşündüm;
    bu muydu yani? sadece çirkinim diye mi bu renkli hayattan bu kadar ötekileniyordum? sevdiğimin poposunu bu yüzden mi elin adamı tokatlıyordu, manav remzi efendi sırf bunun için mi en çürük domatesleri benim torbama koyuyordu, yoksa halı saha maçlarında sırf çirkinim diye mi hakem yapılıyordum?
    evet,
    sırf çirkinim diye...

    o gün karar almıştım;
    estetik ameliyat olacaktım. bu fikri babamla paylaştığımda. " saçmalama, buna ayıracak bi' bütçemiz yok bizim" demişti.
    buna rağmen sabah uyanır uyanmaz çekildiğim fotoğraflarımla o'na yaptığım üç günlük eziyet sonrasında kabul etmek zorunda kaldı.

    velhasılı estetik ameliyat sonrası artık çok yakışıklıydım.
    facebook'a yüklediğim fotoğraflar 0,24 saniye sonra beğeni yağmuruna tutuluyordu. msn'de avatarımı değiştirdim anda görüntülü arama davetleri alıyordum, halı saha maçlarına tek forvet çıkıyordum,
    artık manav remzi efendi torbamın içine fazladan yerli domates koyuyordu.
    ve sevdiğim...
    benim gözleri pokemon tasolu yarim.
    counter'da headshot yermişçesine vurulduğum,
    yıllarca sis atan oç gibi uzaktan sokulduğum,
    dust2'de bomba kurar gibi kalbime savurduğum sevgilim.
    fifa 2000'imdeki oyun hatam benim...

    artık gamze'yle de sevgiliydik. artık ben de sevgilimle güllerin içinden koşarak koşarak geliyordum. artık benim de sms tariflerim vardı, sonunda benim de bir sevgilim vardı...

    hayatımdaki her şey harika gidiyordu. ama yine de eski günlerin acısını hissediyordum içimde. insanlar neden bu kadar vicdansız olur ki? sırf çirkinim diye o yaşadıklarım hala bilinçaltımda tekrar tekrar gösterime giriyordu. ama sonuç olarak hayallerimdeki hayatı yaşıyordum. iş hayatımda saygın bi' konuma gelmiştim, harika bi' sevgiliye sahiptim, ve sosyal hayatımda yeni insanlar tanımaya bayılıyordum.
    geçmiş günlerin acısını çıkartırcasına her önüme gelenle iletişim kurup sohbet ediyordum.
    ve bir gün o markete girdim;

    - merhaba...
    +
    -?.. şunu alabilir miyim.
    + (gofreti uzatır).
    - ne kadar?
    + 50 kuruş.
    - iyi akşamlar.
    +

    bu da neydi böyle? herkesin dikkatini çeken, sosyal hayatında başarılı, yüksek statüde bir adam da olsanız selam almıyordu bu mario bıyıklı pezevenk. bu ne çeşit bir orospu çocuğuydu böyle?
    yaşadığım şokun ardından bu durumu internette araştırmıştım. bu olayın sadece benim başıma gelmediğini öğrenince bir şok daha yaşadım. ve daha da kötüsü ülkemizdeki her 10 marketçinin 4'ünün selam almadığını öğrenmiştim. daha binlercesi vardı...
    bu kesinlikle kişisel bir sorun değil, milli bir sorundu.
    ama yine de bu marketçi yıllar sonra beynimin karanlık kuyularına sakladığım travmamı gün yüzüne çıkarmıştı. içimde kontrol edemediğim bir öfke tüm ruhumda kol geziyordu artık. bu orospu çocuklarına bir şekilde "dur" denilmeliydi.
    birisi bi' yerden başlayıp bu isyanı tetiklemeliydi.

    bir yaz akşamı kapanmasını saatlerce beklediğim o markete nihayet gizlice girmiştim. saat sabahın 4'ünü gösteriyordu.
    parmak uçlarıma basarak kameranın yanına gidip kabloları kestim. artık kar maskemi çıkararak daha rahat çalışabilirdim.
    bi' 5 dakika etrafa göz atıp işime yarayabilecek materyalleri aradım.

    ve artık işlem tamamdı;
    önce kibritin tutuşturulması için gereken sağ ve sol yüzeylerindeki şeritleri kapının altına japon yapıştırıcısıyla yapıştırdım.
    daha sonra tüm kibrit çöplerini bu şeritlere sürtebilecek bir açıda kapıya yapıştırdım. işe yarayıp yaramadığını kontrol ettikten sonra da marketteki tüm tüpleri açıp camdan yavaşça dışarıya çıktım.

    ve saatler sonra bumm!
    görgü tanıkları daha kapıyı aralamadan götü bir yere kafası bir yere fırladığını anlatıyor ibnenin. olay yeri inceleme ekipler hiçbir şekilde suikast olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmamış. zira kim kendi halindeki bi' marketçiyi havaya uçurmak istesin ki?

    sen... büyük patron, market sahibi, para babası... sen mi büyüksün? hayır ben büyüğüm. ben vezir usta! sen bizim yanımızda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç. gözümüzde pul kadar bile değerin yok. ama şunu iyi bil, ne arkadaşlarıma, ne de o masum ufak çocuklara selam vermemezlik yapabileceksin artık. hiç bir şey yapamayacaksın. yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, dumur edemeyeceksin bizleri. çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. bizler selam vermeyi seviyoruz. biz bir aileyiz. biz güzel bir aileyiz. bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?
    hayır yetemedi.

    yıllarca market kapılarında göt olmuş bir nesile hitaben...
    39 ...
  14. bir hakaret olarak otistik mal

    1.
  15. öncelikle;
    http://www.vidivodo.com/v...stik-degil-otizmli/390238

    bazen insanlık sadece atom bombasıyla, kurşunlarla ölmez. insanlığı çok küçük şeyler de bitirir;
    bi' terk ediş, bi' acımasızlık, düşünememek, anlayamamak da bitirir insanlığı. düşüne bildiğimiz kadar insanız ne de olsa.
    gerçekten düşünebiliyor muyuz peki... anlayabiliyor muyuz?
    bunları vicdanı olan bi' insan olarak yazı...
    vazgeçtim;

    bunları otizmli bi' kardeşe sahip abi olarak yazıyorum.

    anlamıyorum bazen. bizi bu hale getiren ne? hangi aşağılık kuyuya bırakıp attık vicdanlarımızı, hangi asa değiştirdi kalplerimizi, hangi parlak yaşantı kör etti gözlerimizi?
    "biz" diyorum. çünkü hala hepimizin birer insan olduğuna inanıyorum.

    7 ekim 1999 tarihinde doğdu kız kardeşim.
    o güne kadar mahallede arkadaşlarıyla taso oynayan, sapanla kuş vurmaya çalışan, bildiği en büyük küfür "ağzına sıçayım" olan yaramaz ama tatlı bi' çocuktum. tek çocuk olmanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyordum. ailem üstüme titriyordu, bir dediğimi 85 etmiyorlardı. ama içimde hep ufak bi' ukte vardı. çevremdeki tüm arkadaşlarımın kardeşi vardı. "abi abi... üğüüü" diye sümüklü burunlarıyla abilerinin peşinden zımbıl zımbıl koşuyorlardı. çok tatlıydı şerefsizler. arkadaşlarıma çok özeniyordum. annelerinin ellerine tutuşturduğu alışveriş listesiyle gidip kardeşleri için bebek bezi, mama, ıvır zıvır alıyorlardı marketten.
    artık ben de kardeş istiyordum. bana da "abi" diyebilecek, ileride elinden tutup okula götürebileceğim, o'na birisi sataştığında gidip dövebileceğim bir kardeş istiyordum ben de. 2 yıllık baskımdan sonra ailem bi' kardeşe ihtiyacım olduğunu anlamıştı nihayet.
    annem kardeşime hamileyken bile o'nunla karnından konuşmaya çalışıyordum. sonuçta yıllarca o'nu beklemiştim, çok özlemiştim. üstelik ben istediğim için geliyordu dünyaya... annemim karnı büyüdükçe, aylar geçtikçe daha da sabırsızlanıyordum.

    neticesinde 7 ekim 1999 sabahı kardeşim dünyaya geldi. dünyalar güzeli bi' kız çocuğuydu.
    babamın hemşireye soruduğu "sağlıklı mı?" sorusuna hemşire de, " allah nazar değdirmesin, harika harika..." cevabını vermişti.
    kardeşimi ilk kollarıma aldığında o'nun ben kokan kokusunu çekmiştim ciğerlerime. benim bi' parçamdı adeta o.
    gözleri, burnu... her şeyiyle bana verilmiş bi' hediyeydi o.

    aradan aylar geçti.
    huysuz bi' bebekti. uyku sorunu vardı genelde. kuzenim ve annem vardiyalı başında bekliyorlardı adeta.
    aradan yıllar geçtikçe bizimle pek iletişim kurmak istemediğini fark ettik. her çocuk gibi zamanında "anne... baba." diyememişti henüz. geç de olsa konuşacağını düşünüyorduk. bunun yanında başka hiçbir sorunu yoktu. her bebek gibi zamanında yürümeye başlamıştı.
    ama 3,5 yaşına geldiğinde artık bi' sorun olduğunu anlamıştık. tek bir kelime bile etmesi gerekirdi.
    gidilmedik doktor, profesör kalmamıştı. herkesin farklı bi' teorisi vardı. o yıllarda pek bilinen bi' hastalık değildi ne de olsa.
    ama nihayet istanbul'da ilk teşhis konulmuştu artık;
    otizm...

    velhasılı,
    ben o "abi..." seslenişini duymak için 8 yıl bekledim. kardeşimin kolundan tutup okula götüremedim, o'na birileri sataşıp da bana şikayet edemedi. hafta sonu o'na araba sürmeyi öğretecek hayallerim olamadı hiçbir zaman. evleneceği günü, çocuklarının olacağı günü göremeyeceğim. dayı olamayacağım mesela. hastalandığımda bana bi' kase çorba yapamayacak. sevgilim hakkında yorumlar yapıp beni kızdıramayacak...
    ama,
    bunlar benim için bi' eksiklik olmadı asla. o'nu ben böyle çok daha fazla seviyorum. o bir melek ve ben istediğim için dünyada şu an. o'na sırt çeviremem.

    peki sen kimsin? ben bunların eksikliğini yaşamıyorken, sen bunu bir eksiklik olduğunu düşünüp hakaret niteliğinde o iğrenç cümlenin arasında nasıl kullanabiliyorsun? cevap versene kimsin lan? bir özürü eksiklik olarak görebilecek kadar sana ne zarar verdi böyle?
    hayatında kelime haznesi 25'i geçemeyecek bir meleğe okuma yazmayı ben öğretirken, sen kimsin?

    - ulan o gol kaçar mı lan!?
    + harbiden ya.
    - otistik mal ya.
    +
    - ah... boşluğuma geldi vezir. çok özür dilerim kardeşim ya.

    özür dilemeyin. özürlü olduğu için eksik sayılan o milyonlarca insandan özür dilenin sadece.
    siz özürsüz, kusursuz insanlar;
    gülmeye, dalga geçmeye, ve aşağılamaya devam edin bu çocukları. çünkü siz bu toplumun içinde barınıyor olmasaydınız o çocukları daha çok sevecek, koruyacak, bilinçlenmek zorunda kalacak insanlara, ebeveynlere gerek kalmayacaktı. hepinize koca bi' teşekkür şimdi.
    eğer siz olmasaydınız kardeşimi asla bu kadar çok sevemezdim.

    ve şimdi devam edin hakaretinize;
    otistik bir malın abisiyim ben.
    44 ...
  16. eski sevgilinin gelecekteki sevgilisini dövmek

    1.
  17. rahmetli dedemin yaşam felsefesini benimsediğim yıllardı. henüz çok felsefesizdim...
    "geleceği görerek yaşamalısın ufaklık."

    dedemin bana verdiği son nasihat bu olmuştu. kısa bir zaman sonra öldüğü için de artık dedemi kahramanlaştırmıştım.
    yıllarca söylediği o son sözü düşünüp durdum. acaba ne demek istemişti... bir gün hepimizin öleceği gerçeğini mi düşünmemi istemişti, geleceğe yatırım yapmamı mı, yoksa gider ayak sadece felsefe mi yapmıştı piç.
    yıllarca bu sorular kafamın içini kemirirken artık dedemi anlamaya başladığımı hissediyordum.
    velhasılı,
    artık sorunlu bir adam haline gelmiştim. dedemin o son sözünü birkaç adım daha ileriye taşımıştım.
    her adımımı geleceği düşünerek atıyordum. bu adımlar sosyal hayatıma da yansımıştı.

    henüz vuku bulmayan olayları önceden ön görmeye başlamıştım. ama ne yazık ki bunu hastalık boyutunda yaşıyordum.

    nasıl olsa bir gün ölüp gidecek diye muhabbet kuşumu "neden öldün şerefsiz kuş!? ben seni çok sevmiştim." diye şimdiden azarlıyordum, halı saha maçlarında daha maç başlamadan arkadaşlarımı pas vermediği için eleştiriyordum, nasıl olsa bir gün final yapacak diye hiçbir diziye başlamıyordum, otobüs yolculuklarımda daha otobüs hareket etmeden önce şöförü hatalı sollama yaptığı için şikayet ediyordum.
    bu davranışlarım ikili ilişkilerimde de kendisini gösteriyordu. "günün birinde sevgilime asılacak" diye herkesin ortasında en yakın arkadaşımın yüzüne tükürüp tokat atmıştım.

    bir de dünyalar güzeli sevgilim vardı tabii...
    günün birinde karşılaşırsanız diye adından ve fiziksel özelliklerinden bahsetmiyorum.
    henüz lisedeyken tanışmıştık. o okulun en güzel ve en zor kızıydı. o'na yaklaşabilmek çok zordu.
    tanışmamız da yaşam felsefeme uygun bir şekilde oldu tabii. o'na açıldığımda henüz o'na karşı bir şeyler hissetmiyordum bile.

    - selam, vaktin var mı biraz?
    + evet?
    - merhaba ben vezir, ilerde senden hoşlancam.
    + haha o ne demek ya?
    - yani şimdi bir şeyler hissetmiyorum ama ilerde hoşlanırım diye şimdiden açılıyorum sana.

    dakikalarca karşımda gülmüştü. hayatında ilk defa böyle bir şey duyduğunu anlamak hiç de zor değildi. ciddi olduğumu anladığında beni çok sempatik bulmuştu. ve sonuç olarak tanışmıştık artık... çok geçmeden de sevgili olduk.
    aradan yıllar geçtikçe o'na aşık olduğumu anlıyordum. kimselerin tahammül edemediği bu hastalığım o'nun için çok şirin görünüyordu. beni bu çeşit bi' manyaklıkla sevebilecek başka kimseyi bulamazdım. artık o da bana ayak uydurmaya başlamıştı.
    sinemada çok duygusal olduğunu öğrenip gittiğimiz film henüz başlamadan önce bile ağlamaya başlardık, nasıl olsa gece olacak diye öğlen vakti birbirimize "iyi geceler aşkım" mesajı atardık, daha yolda bakmadığım kızlar için trip yerdim... kısacası kendi ellerimle yavaş yavaş bir canavar yetiştiriyordum.
    henüz çok mutluyduk...

    ta ki üniversiteye kadar.
    mutlu giden birlikteliğimiz artık su alıyordu. artık bu sıradan bi' ilişki değil, aynı felsefeye sahip iki manyağın ilişkisiydi.
    ikimiz de farklı üniversiteleri kazanmıştık. o'ndan ilk defa bu kadar ayrı kalmıştım. bu uzak mesafe ilişkisi hiç planımızda yoktu.
    ilişkimiz biraz sarsıntılı da geçse ben o'na çok aşıktım ve asla o'ndan ayrılmayı düşünmüyordum. hatta " nasıl olsa evleneceğiz" diye şimdiden yaşayacağımız evi kiralamayı bile düşünüyordum. derken o ölümcül mesaj geldi;
    " senin allah belanı versin vezir. bunca yılı o kaşar için mi heba ettin! lanet olsun seni tanıdığım güne. bitti!!"

    evet,
    nasıl olsa bir gün aldatacağım diye şimdiden terk etmişti beni. ben ne yapmıştım böyle... hayatımın aşkına ne çeşit bir manyaklık empoze etmiştim. nasıl oldu da o'nu zehirlemiştim bu aptal felsefeyle. sonuç olarak artık kendi silahımla öldürülmüştüm. ne yaptıysam o'nu bu kararından döndüremedim. velhasılı bu ayrılık süreci benim için çok sancılı geçiyordu. tecavüze uğramış fındık faresi gibi evin içinde dolanıyordum. bu 2-3 haftalık süreç sonrasında o'nun üniversitesine gidip takip etmeye karar verdim.
    yeni bir sevgilisi olup olmadığını öğrenmeliydim. 8 saatlik yorucu yolculuktan sonra artık o'nun yaşadığı şehirdeydim.

    avını uzaktan izleyen bi' aslan titizliğinde okulun bahçesine pusmuştum. 2-3 gün o'nu uzaktan gözlemledim. fakat yanında hiçbir erkek göremedim. sonraki aşamada mit ajanı gibi öğrencilerin arasına karışıp istihbarat edindim. ama kime sorsam "sevgilisi yok o'nun" diyorlardı. işte o an hedefimi değiştirmiştim.
    okuldaki tüm erkekler potansiyel bir sevgiliydi artık benim için. gördüğüm her erkeği incelemeye koyuldum.

    - ştt kıvırcık!?
    + efendim abi?
    - senin adın ne bakalım? ( yumruğum havada).
    + be berk...
    - tamam kaybol şimdi. ( o bu tür isimleri sevmezdi).

    -------------------------------------------------

    - len dombilik!
    + buyur?
    - kaç kilosun sen?
    + 92? hayırdır?
    - tamam bas git lan! (kilo kriterleri 75-90 arasıydı).

    ve o çocuk... pokemon'lu beresiyle sakız çiğneyerek süzülüyordu merdivenlerden. elleri cebinde cool bi' havası vardı. montunun arkasında " ı don't need sex " yazıyordu. aradığım adam kesinlikle buydu.

    - birader?
    + hıı?
    - adın ne senin?
    + selim. ( en sevdiği 2 isimden birisidir).
    - senin ananı sikerim o kızdan ayrılacaksın.
    + ne kızı? benim bi kız arkadaşım yok.
    - ilerde olacak ama.

    dedim ve patlattım suratına. eski sevgilimden ayrılmayı kabul ettirene kadar saatlerce dövdüm. en sonunda kafasını duvarlara vura vura ayrılık mesajı atmasını söyledim.

    - abi vurma tamam ayrılırım.
    + mesaj at.
    - hı?
    + mesaj at mesaj.
    - numarası yok abi bende, tanımıyorum bile. yeter vurma artık.

    hemen numarasını verdim ve "bitti" mesajını yollattım. evet,
    eski sevgilimin gelecekteki henüz tanışmadığı sevgilisini dövmüştüm. bu anlatılamaz bir histi. ama şimdi bunları yıllar sonra neden yazdığıma gelecek olursak;
    böyle aptallıklar sakın yapmayın. bugün aldığım bi' haberle yıkıldım çünkü. o "bitti" mesajından sonra muhabbetleri devam etmiş ve tanışmışlar. 3 yıldır sevgiliymişler. ve önümüzdeki yaz da evlenmeyi planlıyorlarmış.

    yine kendi silahımla kendimi vurmuştum... asla tanışamayacak iki insanın yolları benim yüzümden kesişmişti.
    ama yine de polyanna gözlükleriyle bakacak olursak;
    sonuç olarak gerçekten de eski sevgilimin gelecekteki sevgilisini dövmüştüm.
    64 ...
  18. yanlışlıkla çok güzel bir sevgili edinmek

    1.
  19. sinema salonlarında filmin ikinci yarısında kovulduğum yıllardı. çünkü cebimdeki para ancak filmin ilk yarısını izlemeye yetiyordu.
    henüz çok parasızdım...

    tüm bu fakirliğim yetmezmiş gibi de inanılmaz sosyal bi' çocuktum. tamam, param yoktu... üstüme yeni ciciler de alamıyordum ama bunların hiçbiri yeni insanlar tanımama engel değildi. çok romantik ve hayalperest bir üniversite öğrencisiydim. parasızlığımı bu şekilde kamufle edebiliyordum. arkadaş ortamıyla bi' cafede otururken param bazen bira içmeye yetmezdi. herkes neden meyve suyu içtiğimi sorduğunda;
    " şu portakalın kokusundaki, ege insanının o emektar elleriyle harmanlaşmış yağmur kokusunu sizler de hissedebiliyor musunuz? bu tıpkı anadolu'nun güçlü ve bir o kadar da ürkek ellerinin arasından orgazmın tat bulmuş halini içine çekmek gibi." diyerek alkış kıyamet kalabalığı arkama alıyordum. her ne kadar burnumda bira tütse de...

    tamam lan edebiyata gerek yok. yüzsüzdüm işte.
    paran yok git evde derslerine çalışsana. geleceğini kurmak için çabala bir şeyler yap işte. ne işin var zengin çocuklarının yanında pezevenk?

    ama hayır...
    benim de bi' kalbim vardı. o zengin piçlerinin güldüğü her espriye ben de gülmeliydim, sinemadaki filmlerin final kısmına ben de şahit olmalıydım. ama her şeyden öte;
    benim de o'nlar gibi çok güzel bi' sevgilim olmalıydı. niye lan ben sevemez miyim?

    yağmurlu bir antalya akşamında yine zengin kadroyla bi' cafede oturuyordum. ama bu sefer 1 hafta önceden bira paramı biriktirip gelmiştim. buna karşılık masada daha önce görmediğim 4-5 kişi daha vardı. neyse, bi' 5 saat kadar bu cafede muhabbetler devam etti. tabii ben hala ilk söylediğim bira bitmesin diye ancak yarısını bitirmiştim 5 saatte. derken karşımda oturan o güzel kız dikkatimi çekmişti. tamam masadaki tüm kızlar güzeldi ama bu hiç konuşmuyordu. o an düşündüm, " acaba bu da benim gibi fakir de araya mı kıvrıldı" diye.
    bunu öğrenmenin tek bi' yolu vardı; cebimden evin küflü anahtarlarını çaktırmadan yere atıp düşürmüşüm süsü verdim. masanın altına eğildiğimde hemen o kızın ayakkabısını incelemeye koyuldum.
    yanılmıştım... ayağında bi' çizme vardı ve tahminimce benim 5 yıllık pirinç masrafımı karşılardı.

    o an cesaretim çok kırılmıştı.
    yine de yanımdaki en samimi olduğum zengin piçin çaktırmadan kulağına fısıldadım;
    "şu karşımızdaki kız neci? daha önce hiç görmemiştim." dedim.

    - haa o mu!? (herkesin duyabileceği kadar yüksek bi' sesle).
    + hih. (artık fiilen muhabbetin içindeydim).
    - ya o bizim realmadrid'imiz yeaa.
    + o neden?
    - çok realisttir kendileri.

    tüm masada kahkaha tufanı kopmuştu. yere yatanlar, birbirlerini yumruklayanlar, dökülen biralar...
    o an kafamın üzerinde devasa bi' düşünce balonu oluştu;
    "espri anlayışınızı sikeyim, gider para bunlarda olur işte" diye biraz daha üzülmüştüm.

    derken karşımda gülümseyen o "$" bakışlı meleği gördüm. " ya bırak şu malları allasen " der gibi gülümsüyordu.

    cafeden kalktığımızda artık herkes son model arabalarına atlayıp beni karbondioksit yalnızlıklara bırakmışlardı.
    ama o kız... o tek başına yürüyordu. şaşırmıştım. gecenin karanlığında ay ışığı bazı bazı gösteriyordu kendisini.
    tanışmak istiyordum o'nunla. seslendim;

    - ştt! ronaldo?
    + (manidar bir bakışa kafasını bana çevirdi).
    - ben vezir, şu ayın güzelliğine bir bak. sence de bi' orkestranın solo keman sesini anımsatmıyor mu? arkasındaki şarkı söyleyen bulutlarla birlikte muhteşem bir ritüel bence.
    + yoo, bildiğin güneş sistemindeki beşinci uydu işte.

    gerçekten de çok realistti. bu dişi tazmanya canavarı halleri beni daha da tahrik etmişti.
    sanırım aşık oluyordum...

    artık günler geçtikçe o'nun etrafında drift yaparak dönen bir doğan slx haline gelmiştim.
    zor olsa da artık kaynaşıyorduk;

    - selam ramos, bu akşam sinemaya gidelim mi?
    + neden?
    - çok romantik bi' aşk filmi gelmiş.
    + romantik mi? güldürme beni, birbiriyle çiftleşmek isteyen 2 gencin, birbirleriyle çiftleşememe süreçlerinde hormonlarını kandırmak amacıyla dramatize ettikleri zaman bütününe romantizm denir. biz hormon muyuz da kandırılmaya gidelim vezir? bu arada burnunda sümük var.
    -

    tamam, harika gitmiyordu ama bi' şekilde iletişim kurabiliyorduk işte. ama artık sabrım taşmaya başlamıştı. aşık olduğum kız elektrikli tellerle kaplı bir malikane gibiydi. artık açık açık o'nunla konuşma vaktim gelmişti. sonucu ne olursa olsun bunu yapacaktım.

    - biraz vaktin var mı pepe?
    + aslına bakarsan...
    - tamam tamam..! sus dinle sadece.
    + iyi peki.
    - ben sana aşık oldum galiba.
    + aşk mı? haha, aşk; kapitalizmdir vezir'im. sana aşkı süslü şarkı sözleriyle, saçma sapan filmlerle, kıyafetlerle... kısacası her şeyle satarlar.
    - senin amına koyarım ama artık ha! ne desem bi' bok buluyorsun lan! ne sanıyorsun kendini kaşar!?
    + uwww.
    - yeter lan buraya kadar! bizde de sabır var amk.
    + ouuv bu çok gerçekti gerçekten.

    velhasılı tuttu kolumdan, sonra da sarıldı boynuma mutluluktan ağlamaya başladı. o gün anladım işte;
    dünyadaki en güzel şey gerçek olmaktı. hayatım boyunca arkadaşım bile olamayacağım o kızla evlilik arifesindeyim şu an.
    artık bi' mekana gittiğimde meyve suyunu gerçekten sevdiğim için içiyorum, sinemaya gitmek yerine arkadaşlarımın dvd koleksiyonlarını araklıyorum. sonuç olarak,
    bazen işin boku çıksa da ilişkimizi yine de çok seviyorum;

    - vezir evlenmesek mi?
    + neden josé mourinho'm?
    - ya şimdi evlencez çocuk falan olcak. sonra o çocuk okula giderken sarhoşun birisi gelip ezecek. evlat acısıydı falandı... hı?
    66 ...
  20. ölümü yenebilmek

    1.
  21. tebessüm ediyordu yine de... her yorgun adımın o'nu daha çok ölüme yaklaştırdığını bile bile...
    ölüm yüzündeki tebessüme inat tüm bencilliği ile düşmüştü peşine. neden dinlememişti o'nları. "gitme" demişlerdi oysaki. "gitme..."

    karanlığın içinden sesler geliyordu. yalpalayarak kafasını geriye çevirdi o an,
    arkasında bıraktıklarına son kez bakarmışçasına döndü geriye. göremedi önce hiçbir şey... gözleri kararıp yığıldı yere. çok kan kaybetmişti. ölüm döşeğindeki annesi canlandı o anda aklında. "kalk" dedi kendisine, "kalk!"

    yola çıkmadan önce dinlemeliydi fadeuka'yı. "gitme" demişti fadeuka.
    ama o kararlıydı. hayatta tek kalan varlığını da öylece elinden kaymasına izin vermeyecekti bu sefer. çiftçiydi andrey,
    o'na bu ismi doğu cephesinde kaybettiği babası vermişti. 'güçlü, kuvvetli' demekti. nitekim de öyle oldu.
    babası nazi'lerin ölüm kusan kurşunlarıyla çarpışırken o canından çok sevdiği annesiyle hayata tutunmaya çalışıyordu, çocukluğunu unutmuşçasına. bir daha dönmedi babası... beklemiyorlardı da zaten. andrey bu yüzden güçlü olmalıydı işte. hayatta tek kalan varlığını, annesini de kaybedemezdi.

    biliyordu andrey; tanrının kendi kendisine oynadığı bir satrançtı hayat. durduramıyordu acelesi olan yılları, kaçamıyordu ölümden...
    artık yaşlanmıştı annesi. o bembeyaz yanaklarındaki kırışıklar geçip giden her yılın birer çentiğiydi adeta.

    annesi, artık azrailin çaldığı karşı konulmaz piyano sesine bırakıyordu kendisini. ölüme direnmiyordu bile. zaten direnecek gücü kalmamıştı. artık yolun sonuna gelmişti. 67 yıllık o yaşlı ağacın son dans edişiydi rüzgarla.
    andrey bir şeyler yapmalıydı. ölümü yenecek bir şey olmalıydı. düşündü... saatlerce düşündü andrey...
    ve o yeşil gözlerinden süzülen damlalarla başını kaldırdı. küçükken babasına sorduğu soru geldi aklına;

    - baba bir gün hepimiz ölecek miyiz?
    + eğer tanrı isterse evlat.
    - baba... annemle sen hiç ölme olur mu?
    + bunu da nerden çıkardın? gel bakalım buraya. (dizlerinin önüne çökerek andrey'i karşısına aldı)
    + bir gün tanrı hepimizi yanına alacak evlat, bizim buna gücümüz yetmez ki.
    - ama benim yetsin istiyorum.
    + pekala... bak şurdaki mius nehri'nin arkasındaki koca dağı gördün mü?
    - şurdaki mi? evet evet gördüm!
    + tanrı ölümsüzlüğü oraya saklamış evlat.
    - ama orası çok yüksek baba, kimse çıkamaz ki?
    + gördün mü bak? ona ulaşamayız...
    - anladııım...
    + hadi şimdi babaya sarıl ve şu odunları kırmamda yardımcı ol.

    gözlerindeki yaşı silerek ayağa kalktı andrey. yavaşça annesinin uyuduğu odanın kapısını araladı. bi' süre uzaktan izledi o'nu. annesini çaresizce izlerken gözlerinden tekrar yaşlar süzüldü. parmak uçlarına basarak yaklaştı annesine. ağır hareketlerle üstündeki yorganı düzeltti. ve tanrıya karşı gelirmişçesine alnına o öpücüğü kondurdu. halsiz bi' şekilde gözlerini açtı annesi;

    - andrey..?
    + bekle beni anne... sana ölümsüzlüğü getiriyorum!

    annesinin tek bir cevap daha verecek gücü yoktu. andrey son bir kez daha ama bu sefer çok daha güçlü bir öpücük kondurdu annesinin alnına. koşar adımlarla odadan çıkıp üstüne kalın bir şeyler aldı. aynı şekilde evden de koşar adımlarla çıktı. epey bi' uzaklaştıktan sonra uzaktan kibrit çöpü gibi gözüken evine son bir kez daha baktı. bu o'nun evden ilk ayrılışıydı...
    vakit kaybetmeden koşmaya devam etti. yolda fadeuka'yla karşılaştı.

    - çekil fadeuka...
    + andrey!?
    - annem ölüyor çekiil!
    + peki sen nereye?
    - şurdaki dağa! anneme ölümsüzlüğü getirmeye!
    + andrey saçmalama! geri dön!..

    karanlığın içinden sesler geliyordu. yalpalayarak kafasını geriye çevirdi o an,
    arkasında bıraktıklarına son kez bakarmışçasına döndü geriye. göremedi önce hiçbir şey... gözleri kararıp yığıldı yere. çok kan kaybetmişti.
    ölüm döşeğindeki annesi canlandı o anda aklında. "kalk" dedi kendisine, "kalk!"

    dizlerinin üstüne kalkmayı denedi önce. o an sağ ayak bileğinin kırık olduğunu anladı. o karanlığın içinde duyduğu sese ulaşmalıydı. gözleri kararıyordu. ay ışığı yeterince aydınlatmıyordu üstelik dağı. sürünerek sesin geldiği çalılara doğru ilerlerdi. artık gücü kalmamıştı. ama duramazdı, annesine odaklanmaya çalışıyordu. yıllar önce babasının bahsettiği o dağda ölümsüzlüğü arıyordu andrey.
    çok yaklaşmıştı, bu ses ölümsüzlüğün sesi olmalıydı. o'nu yakalayıp annesine götürecekti. artık daha fazla sürünecek gücü kalmadı andrey'in. gözlerini açık tutmaya çalıştıkça gözleri kararıyordu. ve o ses artık kendisi yaklaşmaya başlamıştı. andrey artık gözlerini açık tutamıyordu. her adımda o sesin kendisine yaklaştığını hissedebiliyordu. artık o şeyin ne olduğunu görebilirdi. ona dokunabilecek kadar yakındı. ama göremiyordu andrey, açamıyordu gözlerini. sadece dinlemeye çalışıyordu.

    ses artık çok yakınındaydı... ama bu ses? bu nasıl...

    + andrey...
    - anne?..
    + bitti artık benim küçük meleğim...
    - anne sana ölümsüzlüğü getire...
    + bitti artık bitanem, bitti...
    8 ...
  22. çok yakışıklı bir erkeğin çirkin arkadaşı olmak

    1.
  23. yaşımız kaç olursa olsun hayata küstüren durumdur.

    öncelikle de bu benim.
    porno film setinde çaycı olmaktan hiçbir farkı yok bu durumun. ulan yanı başınızda bi' ton alangirli işler dönüyor, ama siz sakat doğmuş tay gibi ancak kendi etrafınızda dönebiliyorsunuz. velhasılı;

    o çok yakışıklı arkadaşımın adı selim'di. çocuklukta ikimiz de tombul suratlı, çilli yanaklı sevimli çocuklardık. birbirimizden hiç ayrılmadan büyüdük. hep aynı sınıflarda okuduk, aynı takımı tuttuk, ruh hastası gibi hep aynı pokemon'lu donları giydik. ailelerimiz bile arkadaşlığımızdan dolayı tanışmak zorunda kaldı. şerefsizle yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. her şeyimizi paylaşırdık, hep önce birbirimizi korurduk. hiç unutmam, bi' keresinde odun sobasında bizi hep ezen 3. sınıflardaki piç mustafa'yı yakıp kurtulacaktık. ama bu planımızı öğrenen zehra kaşarı gidip bizi müdür yardımcısına ispiyonladı. müdür yardımcısından dayak yerken bile selim şunları söylüyordu: "hocam o sikelim dedi, yakma fikri benden çıktı o'na vurmayın lütfen."
    böyle sıkı arkadaşlardık işte.

    ama gelgelelim bu pezevenk ergenlik çağında bi' olgunlaştı, saçıldı, bir şeyler oldu.
    daha düne kadar sümüklerimizden baloncuk yapıp rüzgarda yarıştırırken o artık tüm kızların dikkatini çekmeye başlamıştı.
    o beni yine de seviyordu, ama...

    ...ben artık selim'i kıskanıyordum.
    ben hala tombul suratlı, çilli yanaklı, minik götlü kalmıştım. selim şerefsizi ise bildiğin evrim geçirmişti. o artık okulumuzun en güzel kızlarına cuma günleri istiklal marşı sonrasında bile teklif edebilecek kadar özgüvene sahip olmuştu. çıkma teklifleri kabul edildikçe gelir sevincini benimle paylaşırdı. dedim ya o beni hala seviyordu...
    ama ben içten içe gıcık olmaya başlamıştım. bi' süre sonra çıktığı kıza isimsiz mektuplar yollayıp selim'in pokemon'lu don giydiğini bile ispikledim. ama çok geçmeden verdiğim adrese gelen cevap mektubuyla bir kez daha yıkıldım. mektupta aynen şu yazıyordu:
    " hiçte bile!!!!!! ben bugüne kadar tüm donlarını gördüm selimin tamammı <3"

    şerefsiz piç, artık aramızda anısı olan pokemon'lu donları bile giymiyordu.
    o gün artık selim'i bir düşman gibi görmeye başlamıştım. arkadaşlık namına hiçbir duygu beslemiyordum.
    aslına bakarsanız piç dünyalar iyisiydi. benim kendim kadar çirkin bi' arkadaşım olsa selam bile vermezdim. ama o bunu hiçbir zaman yüzüme vurmadı. bir de bunun için gıcık oluyordum. artık hem yakışıklı olmuştu, hem de çok iyiydi.
    velhasılı; çocukluk, ergenlik, liseydi derken eşek kadar adamlar olmuştuk artık.

    üniversite yıllarında da durum pek değişmedi. yıllar o'nu gün geçtikçe güzelleştirirken, benimle taşak geçermişçesine beni daha da kötüye götürdü. artık o "sevimli çocuk" durumlarından da uzaklaştığım için, işim çok daha zordu. hem 21 yaşında olup hem de çirkin olmayı sizlere tarif edemem. daha geçen sabah yüzümü yıkarken yanlışlıkla aynaya baktım. tövbe bismillah bu ne garip bi surattır arkadaş?
    kansere çare arayan bilim adamlarına fotoğraflarımı yollasam hastalarını ayağa kaldırırlardı bu suratla. "ulan ölümden daha kötü şeyler de varmış" diyerek herifler mutluluktan iyileşirlerdi.
    ama tek tesellim selim piçinin şehir dışında okuyor olmasıydı. en azından o'nu görmedikçe biraz daha az çirkin hissediyordum kendimi.
    derken bir gün kapı çaldı;

    vezir: kim o?
    + pika pika..?
    vezir: ...yokum ben. (bu selim piçiydi)
    selim: aç ulan kapıyı.
    gcrrrk
    selim: ne özlemişim seni ya! sarıl sarıl
    vezir: lan..? nerden çıktın şimdi?
    selim: dur lan bi soluklanalım... ya hani küçükken mahallede bizim gamze vardı işte hatırladın mı?
    vezir: unutur muyum lan, benim ilk aşk.. o..
    gamze: da daaam!
    vezir: gamz..
    selim: tanıştırayım, artık nişanlım gamze. tebrik etsene lan piç
    vezir: sizi orosp.. evla..

    ah gamze... ah benim gamzelim. çocukluğumun en tatlı kızı, doğmamış yarınlarımın hayırsız kıçı...
    o saçlarının arasındaki kurdelayı, pipetle içmeye çalıştığın kremalı dondurmayı, "senin pokemon'un var mı? " sorusuna "uff sana ne be salak." diye cevap verişlerini nasıl unutabilirim ki? sen benim ilk aşkım, sen benim mariom'daki hiç ulaşılamayan prensesim... böyle mi çıkacaktın yıllar sonra karşıma? böyle mi...

    artık daha fazlasını kaldıramazdım.
    hiçbir şey belli etmeden salonda beni beklemelerini söyledim. kapının arkasına geçip hayatımın aşkı ile hayatımı yok eden adamı nasıl öldüreceğimi planlıyordum. evet, o'nları öldürecektim. taşaklarında torpil patlatılmış kedi gibi çılgına dönmüştüm.
    mutfakta işimi görebilecek kesici aletleri aramaya koyuldum. bu sırada arkamda beni dürten eli hissettim.

    gamze: yardıma gerek var mı canım?

    patlattım suratına satırı. benim suratıma benziyene kadar vurmaya devam ettim. sesini bile çıkaramadan gözlerimin önünde o'nu parçalıyordum. selim piçi salonda son ses akasya durağı izliyordu. mutfakta olan bitenden haberi bile yoktu. gamze artık kollarımda son çırpınışlarını gerçekleştiriyordu. artık işi bitmişti...
    gamze'nin suratını tanınamayacak hale getirene kadar parçaladıktan sonra üstüm başım kan içinde, elimdeki satırımla salonun kapısını araladım ve selim'in karşısına dikildim...

    23.11.2008

    hakim: yaz kızım, planlayarak canice his saikiyle kasten adam öldürmek suçundan, tutuklunun müebbet hapsine...
    kişinin adli dengesinin yerinde olup, hiçbir hafifletici sebebin...

    avukat: bir dakika hakim bey. eklemek istediğimiz son bir şey olacaktı.

    hakim: kısa kesin kararı açıklıyorum artık.

    avukat: sadece müvekkilimin yüzüne bi' 15 saniye bakmanızı istirham ediyorum.

    15 saniye sonra...

    hakim: aıyy, allah belanızı vermesin sizin. yaz kızım, tutuklunun hafifletici nedenleri göz önünde bulundurarak beraat etmesine karar verilmiştir. dava kapanmıştır arkadaşlar. hadi çıkın hızlı hızlı çıkın.
    140 ...
  24. cansever e bakıp mastürbasyon yapan kanka

    1.
  25. ne yazık ki bu kanka benim kankamdır. ama artık hala kankam mıdır? bu tartışılır.

    elim ayağım birbirine girmesine karşın yine de bu entry'i tamamlayıp öncelikle kafa iznine ayrılıyorum, sonra da "aranızda yeni bi' ev arkadaşı arayan var mı? varsa mesajını bekliyorum" diye de araya sıkıştırıyorum.

    velhasılı;
    gece geç yatmış olmam sebebiyle bugün öğlen 15.00 civarlarında ancak uyanabilmiştim. ev arkadaşımın beni neden kahvaltı için kaldırmadığını merak edip tam kavga çıkaracaktım ki o'nun hala daha uyuduğunu gördüm. halının üstünde garip lekeler vardı. muhtemelen gece içip içip kusmuştu yine.
    bu sırada kapının altındaki elektrik faturasını görüp bir de buna sinirlendim. geçen hafta yatırması gerekirken oracıkta hala duruyordu. "neyse" deyip faturayı aldığım gibi koyuldum yola.
    1 saat içinde hem faturayı yatırmış hem de eve yiyecek bir şeyler almıştım. apartmanın merdivenlerinden 3'er 3'er çıkarken kulağımda yankılanan müzik sesi dikkatimi çekti. basamakları hızla çıktıkça müziğin bizim evden geldiğini anlamıştım artık.
    son ses çalan bu müziğin yabancı bi' şarkı olduğunu duyunca daha da şaşırdım. bizim kro hayatında yabancı müzik dinlemezdi ki?
    "hayırdır inşallah deyip" odasına girdiğimde gördüğüm tablodan sonra düşünen adam heykeli duruşuyla adeta felç geçirerek hareketsiz kaldım.
    kardeşim gibi sevdiğim ev arkadaşım youtube'dan bi' cansever klibi açmış ve mastürbasyon yapıyordu. üstelik benim bilgisayarımda ve en sevdiğim havlumun üzerinde. kafasına attığım yumruktan sonra kısa süreli bir arbede yaşansa da, sonrasında oturup adam gibi konuşmayı denedik;

    - neden...
    + beni yargılama piç.
    - bu yaptığ...
    + garip mi? ulan sevgilin var senin be! ne bilirsin açın halini pezevenk!?
    - şerefsiz herif bi' porno sitesi de mi bulamadın?
    + al işte... sansürden bile haberin yok işte. aramadığımı mı sanıyorsun he?
    - cansever?
    + videoyu açmadan önce resimde taş bir hatun vardı. video açtıktan sonra da artık çok geçti kanka.

    kısacası durum bu. az evvel en yakın arkadaşımı, en sevdiğim havlumu, daha da kötüsü hayata karşı duruşumu kaybettim.
    bu arada da bahsi geçen klip sanırım buydu;
    http://youtu.be/mbab7i3f8wu
    7 ...
  26. odada örümcek beslemek

    1.
  27. öncelikle şunu tenzih edeyim;
    aslında odada örümcek beslemek değil, örümcekle aynı odayı paylaşma durumudur.

    yine her ayın 17'sinde aylık oda temizleme prensibime uyarak odamı temizlemeye koyulmuştum.
    evet, odamı ayda bir kez temizliyordum. o kadar tembeldim ki,
    odamda elektrikli süpürge ile gezerken yerde gördüğüm bozuk paraları bile eğilip bi' kenara koyacak halim olmuyordu. paralar da dahil önüme çıkan her şeyi süpürgeye çekip yoluma devam ediyordum. aynı zamanda bu tembelliğim odamı paylaştığım diğer canlılara karşı beni acımasız bir tutum sergilemeye itiyordu. ortalıkta ne karınca yuvası bırakıyordum ne de havada uçan bir sinek...
    yine bu rutin acımasızlığıma devam ederken bu sefer farklı bir şeyler olmuştu.

    süpürgemi tam yatağımın köşesine uzatmıştım ki o an ilk kez bir örümcekle göz göze geldiğimi fark ettim.. yatağımın hemen 45 derece doğusuna ağ örmüş bir örümcekti bu. hiç düşünmeden süpürgemi örümceğe ve yuvasına doğru uzattım. örümcek ve ağları tam süpürgeme yem oluyordu ki süpürgemin bir anda durmasıyla irkildim. ne olduğunu anlamaya çalışmam kısa sürmüştü. zira arkamı döndüğümde kablonun yetişemeyerek prizden çıktığını görmüştüm. gidip kabloyu daha yakındaki bi' prize takıp yarım kalan işimi bitirmeye koyuldum.
    örümceğin az önceki sarsıntıdan bi' hayli korktuğunu gözlemleyebiliyordum. bu sefer süpürgemi daha emin bir şekilde örümceğe uzatmışken odamın içinde çınlayan ezan sesiyle elim ayağım birbirine girdi. kendimi o kadar kaptırmışım ki neye uğradığımı şaşırdım. din bilgisi derslerimden hatırladığım kadarıyla bu ikindi ezanı idi. her neyse;
    artık süpürgeyi tam örümceğe yeniden uzatmıştım ki bir an için ezanın da etkisiyle ne yaptığımı sorgularken buldum kendimi.
    subhanallah ne yapıyordum ben böyle? bir canlıyı bu kadar kolay yok edebilecek kadar ruhumu ne körertmişti böyle?
    o an örümceğe sevgi doldu gözlerle bakınca anlayabilmiştim ancak;
    aslında o da ekmek davasına yaşıyordu.

    kendimden utanarak, perişan ettiğim yuvasını onarmak için o'na yardım etmeyi denedim. ama yardım edeyim derken yuvasını daha da bozuyordum. o'na daha da zarar vermeden pişmanlıkla odamdan ayrıldım. perişan ettiğim bir hayatın öylece önümde durmasına içim el vermiyordu daha fazla. artık bir yuvası yoktu. ben yeniden odama döndüğümde ne de olsa çoktan gitmiş olacaktı oradan...
    aradan 1 saat geçmeden odama geri dönüp o'ndan geriye kalanları toplamak istemiştim.
    ama hayır! gözlerime inanamıyordum. yuvası tekrar onarılmış bir şekilde oracıkta karşımda dikiliyordu. o an mutluluktan o'nun antenlerinden tutup öpesim gelmişti.

    velhasılı artık aradan 4 ay geçti. karakıskaç'ımla kavgasız gürültüsüz aynı odayı paylaşıyoruz. o'na bazen yakaladığım sinekleri hediye ediyorum. karşısında dikilirken dokunmuyor bile sineklere. fakat ışığı kapatıp çaktırmadan saklandığımda başlıyor hemen mumyalamaya. bazen yuvasının etrafının tozlarını alırken yuvasına zarar veriyorum istemeden. ama benim istiktarlı ve çalışkan dostum sıkılmadan yeniden onarıyor. işte o örümcek; anadolu insanının o gururlu ve çalışkan yaşam tarzını sembolize etmişti benim için.
    zor koşullarda pes etmemeyi, sevmeyi öğretmişti yeniden.
    her neyse... uzun lafın kısası;
    sizlerden de bu duyarlılığı göstermenizi bekliyorum be sözlük. sağlıcakla kalın.
    5 ...
  28. saklambaç oynarken sevgilinin ebediyen kaybolması

    1.
  29. http://fizy.com/#s/12gxto

    liseler arası futbol turnuvasında okulumuzu temsilen final maçında attığım altın golden sonra bile okulumuzdaki kızlar tarafından alkışlanmayacak kadar çirkin olduğum yıllardı.
    henüz çok çirkindim...

    çirkin olmam yetmezmiş gibi hiç de sosyal değildim. o yıla kadar (17 yaşıma kadar) ne bi' sevgilim olabilmiş, ne de yalnız başıma bir sinemaya bile gidebilmiştim. bir keresinde annemler şehir dışına çıkıp beni evde yalnız bırakacaklardı. bi' akrabağamızın düğünü mü ne varmış. her neyse;
    salya sümük ağlayarak o'nları gitmemeleri konusunda ikna etmeye çalışsam da başaramamıştım. annem, okul çıkışı evin anahtarını paspasın altında bulabileceğimi söylemişti. ama ben, ev ne de olsa boş diye okulu asıp öğle vaktinde eve koşmuştum. kapının önündeki paspası kaldırdığımda gerçekten de anahtar oradaydı. ama kapıyı bir türlü açamıyordum. sanırım annem anahtarları karıştırmıştı. ve ben dışarıda kalmıştım...
    öz amcası tarafından tecavüz edilmiş panda yavrusu gibi çaresizce kapının önünde oturuyordum. annemlerin de 2 günden önce geri dönmesi söz konusu değildi. hemen karşı sokağımızda çilingir olduğunu hatırlamıştım. extacy atmış road runner gibi çilingirin dükkanına kadar nefessiz koştum. tam dükkanın önüne gelip kapıyı açacaktım ki;
    bir an için adamı rahatsız edip yoracağımı düşündüm. "ulan gerizekalı mısın adamın işi bu zaten" diyenleri duyar gibiyim. ne bileyim işte, bir insanla iletişim kurabilmek benim için o kadar kolay değildi. velhasılı 2 gün boyunca evin kapısının önünde ailemin geri dönmesini bekledim arkadaşlar. işte bu kadar asosyaldim.

    okul hayatım da pek parlak sayılmazdı. devamsızlık sınırını doldurana kadar sabahları asla okula gitmezdim. zaten yeterince çirkinim,
    bir de sabah üstüne daha da katarak geliyordum bu çirkinliğin. her neyse konumuza dönecek olursak;
    devamsızlık sınırına dayandıktan sonra artık mecburen okula tam gün geliyordum. tüm akranlarım çok mutlu görünüyorlardı.
    kimisi fakirdi, kimisi tembeldi, kimisi yakışıklıydı, akıllıydı, yalakaydı. ama tek bi' ortak noktaları vardı;
    çok mutluydular... sosyal hayatlarında ne olurlarsa olsunlar okulda bunu bi' kenara bırakabiliyorlardı. ama ne yazık ki benim suratımı bir kenara bırakma şansım yoktu. mutsuz ve yalnızdım.

    ta ki o güne kadar...
    yine her öğle arasında olduğu gibi mc donalds'ın karşısındaki bahtiyar cafe'de peynirli böreğimi yerken az çalkalanabilmiş jelatini delik ayranımı içiyordum.
    tam bu sırada önümden geçen bmw marka arabayı gördüm. araba çok hoşuma gitmişti. böreğim ve delik ayranıma sarılarak peşinden koşmaya başladım. arabaya yetişemedikce zevk alıyordum adeta. o hızlandıkca arkasından garipler sesler eşliğinde "vınn hıınn" diye bağırıyordum. arabaya yetişsem ne yapacağımı da bilmiyordum. bu arada da adamın beni dikizden izlediğini görebiliyordum.
    bu 5 dakikalık takibin sonunda arabaya neredeyse yetişmiştim. hatta araba durmuştu!
    nefes nefese ne halt yiyeceğimi düşünürken bir an için kafamı kaldırmıştım. ve yıkıldığım an;
    lisemin önündeydik...
    o koşuşturmaya kendimi o kadar kaptırmıştım ki farkına bile varamamışım. artık arabayı kovaladığımı gören tüm öğrenciler bana gülüyor, görenler görmeyenlere abartarak anlatıyordu. herkes pencerele çıkmış bana eline gelen her şeyi fırlatarak ruhumu yaralayan küfürler ediyordu. artık tam yere yıkılıp "vurmayın ulan" diye bağıracakken bir de okulun zil sesi olan "aldırma gönül" şarkısı çalmasın mı. artık tamamen dibe vurmuştum. " başıııın önee eğilmesiiin, aldıırma göönül aldırmaa... " sözleri eşliğiyle yere kapaklanmıştım.
    bu sırada arabadan inenleri de gözlemlemeye çalışıyordum. arabadan takım elbiseli 2 adam ve yanında bizim okulun inüformasını giymiş bir kız inmişti. artık kendimi daha da kötü hissediyorum derken;
    işte o bakış...

    fırtına sonrası beliren gökkuşağı mavisi gözler...
    tanrım, daha önce neden böyle bi' güzellikten yoksun yaşattın beni? ilk başta arkası dönük olduğu için bizim okuldan birisi sanmıştım o'nu. ama okula yeni kayıt yaptırıyormuş meğer. üstelik tam da poposuna bakarken yakalamıştı beni. bir anda arkasını dönmüş ve gülümsemişti. tam her şey bitti derken o gülümseyiş beni ayağa kaldırmıştı. ama ben asosyal hayvan, o gülümsemeye aynı tonda karşılık veremedim tabii ki. o bana " : ) " edasıyla bakarken, ben o'na " xd :d " sırıtışı atabilmiştim. benim de güldüğümü görünce utanarak merdivenlerden ceylan yavrusu gibi kaçtı.
    yağı bitmiş terminatör gibi ayağa kalktığımda biliyordum ki, artık bundan sonra her şey çok daha farklı olacaktı.

    artık saçlarıma jöle sürdükten sonra okula sabahın köründe gidip o'nu görebilmeyi temenni ediyordum.
    aylarca bu böyle gitti. o bana bakıp uzaktan gülümsedi, ben o'na bakıp uzaktan sırıttım. aldığım istikbarata göre o da çok yalnızmış. çok güzel olduğu için diğer kızlar tarafından dışlanıyormuş, zengin olduğu için de erkekler yanına yaklaşmıyormuş.
    sanırım beni dikkate almasının sebebi de bu. çevresinde kimsesi olmadığı için benimle arkadaş olmak istiyordu.
    bi' 3 aylık girişimlerimden sonra nihayet arkadaş olacak cesareti kendimde bulmuştum. öğle arasında o'nu bizim sınıfa davet eden bir not bırakmıştım sırasına. kapının arkasına saklanıp o'nu korkutarak giriş yapacaktım. kapının arkasındaki yerimi alıp beklemeye başladım.
    ayak sesleri duyulur duyulmaz önüne atladım ve "hyööooaaa!" diye bağırdım. hiç korkmamıştı, hatta yine gülümsüyordu. hayatımda gördüğüm en farklı kızdı. dayanamayıp kafasına askılıkla vurdum.
    yine hiçbir şey olmamış gibi elini uzattı ve;

    - merhaba ben... boş ver adımı nasılsın?
    + ben de vezir.
    - ama sormamıştım kie.
    + ah... ya ben bu konuşmanın provasını defalarca yapmıştım da. provamda böyle gitmiyordu konuşma. :(
    - hi hi çok tatlı. sevgili olalım mı?

    evet, artık adını bilmediğim bir sevgilim vardı. o kadar asosyaldim ki haftalar geçmesine karşın da hiç merak edip sormamıştım.
    hakkında hiçbir şey bilmiyordum. o takım elbiseliler kimdi, ailesi ne iş yapardı, nereliydi, kimdi...
    yaklaşık 3 hafta bu şekilde sevgililiğimiz devam etti. sevgilim de asosyalliğimin farkında olduğu için bana ayak uyduruyordu.
    akranlarımız sevgilileriyle sinemaya gidiyordu, pastanede birbirlerine kek ısmarlıyordu, barlarda öpüşüyordu. bunun yerine biz evlerimizde online counter maçı yapıyor, öğle aralarında okulun arkasında mandalin yiyorduk.
    hayatımın en güzel günleri işte böyle gidiyordu. birbirimizde msn adresimiz dışında hiçbir iletişim aracı yoktu. yaklaşık 1 aylık sevgili olmamıza karşın telefon numaralarımız bile yoktu.
    her neyse;
    bu güzelim günler ebediyen sürmedi tabii ki. artık benden sıkıldığını hissedebiliyordum. artık counter oynarken bile benimle aynı takımda olmuyordu, öğle aralarında mandalin yemek yerine burger king'e gidiyordu. bir şeyler ters gidiyordu.
    hayatımdaki ilk ve son sevgilimi kapitalizmin acımasız oğlu popüler kültüre kaptırmak üzereydim.
    artık ilişkimiz son demlerini yaşarken bir gün sınıfıma gelip, o alışıla gelmiş gülümsemesini kullanmadan beni her zamanki mandalin yediğimiz ağacın altına çağırdı. ağacın altında buluştuğumuzda şunları söyledi:

    - biliyorum son günlerde sana karşı ilgisizim.
    + oley be! (o an beni öpecek sanmıştım).
    - ?? her neyse. gel eski günlerdeki gibi bi' fikrim var. saklambaç oynııcaz tamam?
    + harika! aşkım benim ya! nasıl da biliyor en sevdiğim oyunu. sonra da boncuklu tabanca alıyoruz tamam mı?
    - tamam tamam... ağaca yumul bakalım hadi. 100'den geriye say.

    henüz 86'da arkama dönmüştüm. benim pıtırık maymunum kesinlikle dereye saklanmıştı. deredeki çamura aldırış etmeden atladım baktım. ama yoktu. o zaman kesinlikle okulun kazan dairesindeki kazanın içine girmişti (benim aşkım bunu hep yapar).
    ama yine yoktu. artık bakmadığım yer kalmamıştı. o'nu hiçbir yerde bulamadım. saatler geçti, okulun önünde oturup derse girmesini bekledim. ama yoktu...
    günler geçti hala yok. msn'de uykusuz geceler geçirip sabaha kadar online olmasına bekledim, sonuç yine hüsran...
    counter'da en sevdiği serverlarda aradım. ne yaptıysam o'nu bulamıyordum.
    artık adını bilmediğim o güzel sevgilim bi' hayalet olmuştu...
    yarın seni kaybedeli tam 7 sene olacak bi'tanem. bilmiyorum neden ortaya çıkmadın ama çok ayıp ettin.
    kim bilir, belki de bir gün seni saklandığın yerde bulup sobelememi bekliyorsundur hala.
    sobe aşkım, sobe... çık gel artık ne olur.
    12 ...
  30. aveanın vodafone abonelerine mesaj atması

    1.
  31. sevgilisi olan kıza çıkma teklifi eden erkekten farkı olmayan girişimdir.
    2 ...
  32. sevgilinin gay abisiyle tanışmak

    1.
  33. az kalsın artık benim de sıradan bir sevgilim olduğu müjdesini sizlere vermek üzereydim arkadaşlar.
    evet, ilk kez normal bir kız arkadaşım olduğunu düşünüyordum. biliyorsunuz tüm başarısız ilişkilerimi sizlerle paylaşmaktan artık yüzüm kalmamıştı. bu defa sizleri de şaşırtıp tatlı bi sürpriz yapmayı planlıyordum... ama;
    yaklaşık 2 saat önce umutlarımı yeniden yıkan o haberi aldım.
    bu haberden bahsetmeden önce isterseniz sizi yaşananların en başına götüreyim:

    02 ekim 2011
    20.39

    yaklaşık 1,5 hafta önce tanıştığım sevgilimle buraların en kapitalist ve elit mekanı olan durdu usta kebapçısı'nda buluşmak üzere sözleşmiştik. "ulan yeme şimdi bizi, sen pısırığın tekiydin. gidip nasıl bi kızla tanıştın ?" diyenleri duyar gibiyim.
    haklısınız... aslına bakarsanız o benimle tanıştı. biliyorsunuz daha önceleri kızları etkilemek adına yemediğim halt kalmadı. entelektüel olmayı denedim, kızına göre ya dindar oldum ya da ateist oldum, yetmedi cin çağırıp kızları etkileme büyüsü yapmayı düşündüm. o da elimde patladı bir de cinler tarafından taciz edildiğimle kaldım. sıradanlık çölünde marjinal bir deve olmaya çalıştım hayatım boyunca. ne de olsa kızlar farklı ve dikkat çeken erkeklere ilgi gösterirdi. bir kızı etkilemek için babamı bile satardım. bu adeta benim hayat felsefem haline gelmişti. ama hiçbir zaman başarılı olamamıştım. sırf farklı görünmek için yolda yürürken bile kendimi kasıyordum, kaşlarımı çatıyordum, ağzımda sakız olmasa bile sakız çiğniyormuş gibi yapıyordum, 4,5 aylık maaşımı biriktirip aldığım tommy hilfiger marka yeleğimi giyiyordum. ama sonuç yine hüsran... bir kız da gelip gülümsesin arkadaş. ne yapsam dikkatlerini çekemiyordum. artık kendimi bırakmıştım. umutlarımı tam anlamıyla tüketmiştim. artık hayatım boyunca ne kızların dikkatini çekmeye çalışacaktım, ne de hayatımı o'nlara göre yönlendirecektim. dedim ya artık kendimi bırakmıştım...
    artık cicilerimi giymiyor, yolda sıradan insanlar gibi omuzlarımı dikmeden ve terminatör gibi yürümeden ilerliyordum. artık çakma nike'larım yerine pazardan aldığım 4 tl'lik terliklerimi giyiyordum. tommy yeleğim yerine bildiğiniz pokemon t-shirtlerimle sokağa çıkıyordum.
    bu değişimimin ardından 3 dakika bile geçmeden o sesi işittim;
    " ipek şuna bak kız!... sence de çok sıradan değil mi? ay yerim ben bunu ya."
    arkamı döndüğümde güzel sayılabilecek 2 kız gözlerimin içine bakarak sünger bob gibi gülümsüyorlardı.
    " merhabaaaa biz kızlarııız." dediler hepbir ağızdan. o kadar şaşırmıştım ki;
    gergedanlar tarafından hunharca tecavüze uğraşmış bir zebra yavrusu gibi bakakalmıştım.
    benimle tanışmaya can attıkları her hallerinden belliydi. o an anlamıştım ki;

    en iyi dikkat çekmenin yolu, aslında dikkat çekmemeye çalışmakmış.
    hayatım boyunca elimin altındaki bu ölümcül silahı farkedememişim. neyse, ben sağ taraftaki şirin baba bakışlı kızdan hoşlanmıştım. çok uzatmak istemiyorum;
    işte o hoşlandığım kızla 17 dakika sonra sevgili olmuştuk. yaklaşık 2 saat sonra da ciddi düşünmeye başlamıştık. kız resmen aşık olmuştu bana. "sıradanım benimmm" diyerek sürekli yanaklarımı sıkıp enseme şaplaklar atıyordu. ciddi düşünüyordum çünkü bu kızı elimden kaçıramazdım. bugüne kadar karşıma çıkan en sıradan kızdı. bildiğin kızdı lan işte. espri yapınca gülüyor, hakaret edince ağlıyordu. kurmalı oyuncak bebekler gibi nasıl çalıştığını anlamak için saatlerce hem güldürüp hem ağlatmıştım.
    " benimle ciddi düşünüyorsan önce abimi ikna etmelisin " dedi. işte o an çok heyecanlanmıştım. hayatımda ilk defa bi kız arkadaşımın ailesinden biriyle tanışacaktım. hem de abisiyle... ulan aslında ilginç olan bi kız arkadaşım olmasıydı. hahaha şaka maka harbiden bi kız arkadaşım vardı len. her neyse;
    abisinin nasıl bir kişiliği olduğuna dair tiyo almak istemiştim. " hayatım bana abinden bahsetsene. ona göre hazırlıklı olayım." dedim. "işin gerçekten de çok zor. çok sert ve anlayışsızdır, gerçekten ilişkimiz için kararlıysan bu riski al" dedi. depar atarak 4 saniyede oradan kaçmak istemiştim. sonra iç sesimle "kendine gel gerzek! bi kızdan kaçma lüksün yok senin." dedim.
    hemen ardından da abisiyle görüşeceğime dair söz verdim.

    03 ekim 2011
    14.26
    mekan: durdu usta

    sıradan sevgilimle 1 saat erken buluşup durdu usta'da abisini bekliyorduk. bu arada da sevgilim bana tiyolar veriyordu. "çok tutucudur dikkatli ol, kızarsa üstüne gitme, küfür ederse teşekkür et" gibi.
    buluşma saati yaklaştıkca heyecanım giderek artıyordu. hayatımda ilk defa böyle bir şansı yakalamıştım ve ikna etmem gereken sert bir abi vardı. her şey çok güzel de gidebilirdi, o masada dayakta yiyebilirdim. derken kebepçının önünde beyaz bi şahin marka otomobil durdu. sürücü camı açıp içerdeki garsonu eliyle işaret ederek yanına çağırdı. ve sanıyorum ki bir şeyler sordu. bunun üzerine garson da eliyle içeriyi işaret ederek yol gösterdi. arabadan inen herifin hulk hogan olduğuna yemin edebilirim. ulan o da neydi öyle? en az 1,95 boy, 160 kilo. ve sevgilimden o korkutucu ses yükseldi;
    " bu abişkoooo."
    evet, artık ayaklarımın titrediğinden emindim. hulk hogan görünümlü bu dev masamıza oturdu ve elini uzattı. titreyen ellerimi ben de o'na uzattım. o kadar sert sıktı ki elimi bu ilişkinin başlamadan biteceğine emindim. adeta bana göz dağı veriyordu. 40 saniye civarı elimi sertçe sıkıp gözlerimin içine baktı. korkudan gözlerimi kaçırıyordum artık.
    ve ardından kalın bir sesle kendisini tanıttı;

    - ben bahadır.
    + memnun oldum ben d...
    - dur! biliyorum kim olduğunu.
    + (yutkunarak) öyle mi?
    - sen kız kardeşimi düdükleyen şu eleman değil misin haha.
    ( ne diyordu lan bu böyle? o an sevgilimin verdiği tiyoları düşündüm. tutucu olduğunu söylemişti. bu da bir test olmalıydı. bi pot kırarsam suratıma yumruk yiyebilirdim).
    + tövbe estağfurullah efendim. öyle şey olur mu ya? sizin kardeşiniz benim kardeşim. hatta biz kankayız kanka.
    - hahhaha. ben çok sevdim ayol bunu. hadi ben kalkıyorum. siz bir şeyler yapmak istersiniz belki.
    rahatsız etmeyeyim anlarsınız ya... ;)

    abi kalkıp gittikten sonra sevgilime haykırdım. " ulan hani sert bi abiydi? dünden beri uyku uyuyamadım lan dayak yiyecem diye. herif utanmasa bize otel tutacaktı. "
    pembe panterimsi sevgilim başladı ağlamaya. " sana gerçeği akşam söylicem hadi git şimdi." dedi. ben de gittim işte.
    ne güzel düzgün bi ilişkim var artık diye tam sizlerle paylaşacaktım ki o mesaj geldi;
    " üzügünüm sana yalan söylediğim için, abim çok rahat ve geniş birisidir aslında. çünkü o bi gay. ayrıca senden de çok hoşlanmış." şimdi kendinizi benim yerime koyun ey arkadaşlar. gay abisi beni çok sevmişmiş. ben buna şimdi üzüleyim mi, sevineyim mi hı? neden akranlarım gibi ben de sevgilimin abisi tarafından tehdit edilmiyorum, neden benim sevgilim eve geç geldiğinde abisi tarafından dayak yiyeceğine, " nasıl bu gece tık var mıydı? " sorusunu maruz kalıyor?
    söyleyin ha neden... tüm bu ibneliklerin nedeni yoksa ben miyim? daha da kötüsü aslında tüm ibnelik bende mi de bunlar hep benim başıma geliyor.
    11 ...
  34. tanrıya yaklaşabilmek

    1.
  35. öncelikle;
    http://fizy.com/#s/129f1s

    kar diz boyunu aşmıştı benim için. yürümekte zorlanıyordum. soğuk sayesinde tüm acılarım dinmişti. ne başımın ağrısı, ne de kırılan burnumun sızısı kalmıştı geriye. kara damlayan kan olmasa kanamayı bile unutabilirdim belki de...

    tren yolculuğu korkunç geçmişti. insanların tuhaf bakışlarından kaçınmak için verdiğim mücadelede artık fazlasıyla yorulmuştum. insan ismindekiler onlardı. peki görünüşümden dolayı yanıma oturmayanlar? onlar da mı insandı? beni görünce çocuğunu kapıp kaçanlar? onlar kimdi?

    önceleri o insanların bakışlarını normal karşılıyordum. sonra ise görmezlikten gelmeye başladım. şimdi bir iğne gibi batıyor her bakış. sanki bir hayvanmışım gibi davranmaları acıtıyor artık. kaslarım eski gücünü yitirdi. eskisi gibi değilim. göründüğüm gibi hiç değilim. hoş ya, artık nasıl görünüyorum kim bilir, onu bile bilmiyorum. aynalara küseli çok fazla zaman oldu. ellerimin inceldiğini görebiliyorum ama. ellerim "fazla zayıfladın" diyorlar bana.

    karlara yığıldım o an. sağ omzumun üstüne vermeye çalıştım ağırlığımı. sol kolum pek iyi durumda sayılmazdı. nasıl olmuştu hatırlamıyordum bile. sadece uzun süredir kullanamıyordum. o an sırt üstü dönebildim. dipsiz bir çölde gibiydim. aç, susuz, kurak topraklardaydım o an. güneşin kavuruculuğundan yakınabilirdim hatta. bu yüzden, yüzüme düşen kristallerin farkına varmam biraz zaman aldı. ayağa kalkmam gerektiğini hatırladım. üstümden siyah bir kuşun geçişini gördüm. o an yalnızlığım birkaç saniyeliğine dahi olsa dindi. üstümdeki ağır kan kokusu geldi yeniden burnuma. kalkmak için bir bahaneydi işte bana. kendi kokumdan kaçış...

    aslında ben dahi kendimden kaçarken insanların davranışlarını yadırgamamalıydım sanırım. kendimden sonsuz bir kurtuluş için olan son adımlardı bunlar belki de... kendi görüntümden tiksinmek zorunda kalmayacaktım bir daha. şimdi adımlar biraz daha yavaştı. koşabilmek isterdim halbuki. çocukken annelerinin onlarla oynamama izin vermediği o neşeli çocuklar gibi koşabilmek isterdim ben de hep.

    ufukta hayalini kurduğum o boşluğu görebilmiştim şimdi. karanlık bir uçurum vardı. rüyalarım gerçek olacaktı. kimbilir, belki tanrıya yeniden inanabilirim diye düşündüm. ben insan olarak görülmüyordum bile, kendine insan diyenler "tanrıya dua et." diyordu bana. onların tanrısına inanamazdım. ben yok oluyordum, imalat hatası gibi görülüyordum. hangi tanrı bu? boşluğa git gide yaklaştım... soyunmaya başladım. kıyafetleri çıkardığım yere bırakıyordum. şimdi düşüş zamanıydı. off... ben yüksekten korkarım halbuki. kalbimin sesini duyabiliyordum. amadeus duysa bu sesin yanına üflemelileri de ekleyip bir senfoni çıkarır mıydı acaba benim için?

    bakabilecek gibi değildim. boşluk da kendi yüzüm gibiydi benim için. korkunç... sırtımı döndüm boşluğa... sonra kendi kollarıma atladım. uçmak... tanrıya en fazla yaklaştığım andı.
    6 ...
  36. zihinsel engelli bir kızla dalga geçen çocuklar

    1.
  37. öncelikle;
    http://fizy.com/#s/12xqie

    belediye otobüslerinde sigara içmenin henüz serbest olduğu yıllardı.
    çok küçüktüm..

    biraz yaramaz, biraz sorumsuz, biraz da özgür çocuklardık.. ama yine de iyi çocuklardık. en azından kendimize yakıştırabildiğimiz yalnızca buydu.
    her ufak çocuk gibi o yıllarda bizim de yaşama tutkularımız vardı. mesela;
    mahalle maçları, çürük mandalin savaşları, çam kozalaklarıyla misket oynamalar, su şişelerinden gemiler yapıp derede yarıştırmalar..
    ama hiçbiri arkadaşlığımızdan öte mutlu edemiyordu bizi. mahallenin en sıkı çocuklarıydık..
    o yıllarda delikanlılık melikanlılık filan da olmadığı için;
    birimize yanlış mı yapıldı?.. hiç düşünmeden 5 kişi birden girişirdik.
    arkadaş grubumuza kimseyi dahil etmezdik, zaten pek katılmaya da can atmazlardı. bu ufak sorumsuzluklar ve özgürlük gün geçtikce bizi aykırı davranışlara sevk etmeye başlamıştı. artık elimizdekilerle yetinip eğlenemiyorduk. yoldan geçen araçlara kağıttan uçaklar fırlatıp kaçarken, şimdilerde ise arabalara sapanlarla taş atar olmuştuk. tanımadığımız insanların evlerinden içeriye torpil fırlatıp kaçıyorduk. aslında bu başıboşluğumuzun sebebi de belliydi;
    annem şu anki kız kardeşime hamileydi ve ben o hamilelik döneminde yeterince ilgisiz kalmıştım. arkadaşlarımın bahaneleri de pek farksız sayılmazdı. kimisinin 7-8 kardeşi vardı, kimisinin babası ayyaşın tekiydi.. velhasılı kelam başıboş çocuklar olduğumuz bir gerçekti.

    o gün hangi ayda olduğumuzu hatırlamasam da ramazan ayında olduğumuzu biliyorum. o yıllarda ramazan bizim için yalnızca sıcak pideyi temsil ediyordu. güneşin ağır adımlarla batmaya başldığı sırada, biz parkta iftarı miftarı dinlemeden oynamaya devam ediyorduk.
    iftar vakti gelmişti ve evde olmamız gerekiyordu. ama bunu hiçbirimiz takmıyorduk bile.
    partka 5 arkadaş yalnız başımıza oynarken karanlıktan 2 kişinin yaklaştığını gördük. iyice yaklaştıklarında artık bi anne ve çocuğu olduğunu anlayabilmiştik. dikkate almadan oyunumuza devam ettik. kimimiz salıncakta diğerini düşürüyor, kimimiz de kaydıraklardan diğerini itiyordu. buna karşın sıkıldığımız her halimizden belliydi. bu sırada o çocuğun biraz farklı olduğunu anlamıştık. kimi zaman durduk yere gülüyor, kimi zaman da çığlıklar atıyordu. annesinin ise bi gözü bizde, ne tepki vereceğimizi beklermiş gibi süzüyordu. ben yorulduğum için banklara oturmuştum. hemen önümde de arkadaşlarım yerde bağdaş kurmuş fısıldayıp gülüyorlardı. o kız çocuğundan bahsediyorlardı. hareketleri ilgimizi çekmişti. ben annesi rahatsız olmasın diye kaçamak gözlerle izlemeye çalışıyordum. ama bizimkilerin de bunu pek taktığı söylenemez. kendi aralarında seslice kıkırdayıp gülüyorlardı. derken ayağa kalktılar ve kızın kaydığı kaydırağa doğru yöneldiler. böylelikle o'nun yakınlarında olup daha çok gülebileceklerdi.
    o hiçbir şeyden habersiz melek, biraz da kilolu olduğu için rahatlıkla kayamıyordu kaydıraklardan. bizim çocuklar bunu görüp kahkahayı bastılar. ben de gülümsüyordum ama neye gülümsediğimi bilmiyorum. emin olduğum tek şey o kıza gülümsemediğimdi.
    o an annesi ağlayarak bağırdı;
    ''allah belanızı versin, defolun burdan. allah sizin de başınıza versin bir gün.''
    bizimkiler bunları duydukça kahkahanın desibelini daha da arttırarak oradan uzaklaştılar. o'nlar kaçarken gülmeye devam ediyordu ama, benim yüzümde derin bi düşünce vardı;
    ne yapmışlardı böyle? bizler hala iyi çocuklar mıydık artık? en kötüsü de; buna seyirci kaldığım için, 'biz' ne yapmıştık böyle.

    daha da uzatmadan sonuca gelmek istiyorum artık;
    evet, aradan onlarca yıl geçti. fakat o annenin söylediklerini hala dün duymuşum gibi kulaklarımda yankılanırken hissediyorum. ve en önemlisi;
    dünyalar tatlısı bir kız kardeşim oldu. ama 2,5 yaşına kadar konuşmadığı için gitmediğimiz hastane, gitmediğimiz profesör kalmadı.
    3 yaşında teşhis konulmuştu;
    otizm..
    tanrı böyle bir kardeş verdiği için bana asla isyan etmedim. aksine o'nu çok daha fazla sevdim. belki de normal bir çocuk olsaydı bu kadar sevemezdim. ama konumuz bu değil.
    o annenin söylediklerinin kulağımda hala yankılanmasının sebebi bu belki de. tıpkı o'nun canından çok sevdiği kızı gibi benim kardeşim de zihinsel engelli doğmuştu. kardeşimi parka götürdüğümde o anneyi çok daha iyi anlayabiliyordum artık.
    etrafta meraklı bakışlar, fısıldaşmalar, küçük çocukların yüzlerinde tıpkı o 5 çocuğun yaptığı gibi gülücükler..
    ama ben, o annenin yaptığını gibi yapmadım. evet çok üzülüyordum, kimi zaman evde hıçkırarak ağlıyordum.
    ama o çocukları biraz olsun eğitebilirsem ne mutluydu bana. bazen başardığımda o kadar mutlu oluyordum ki.
    o küçük çocukları korkutmadan yanlarına gidip, o'nlarla tıpkı birer yetişkinmişler gibi konuşuyordum.
    o'nun hasta olduğunu ve hiçbir şeyden haberi olmadığını izah ediyordum. dakikalar önce dalga geçip gülen çocuklar, şimdi o'nunla oyunlar oynuyorlardı. o'nunla iletişim kurmaya çalışıp sosyalleşmesine yardımcı oluyorlardı. zihinsel engelli çocuklarda tedavilerin sonuç vermemesinin en büyük sebebi de zaten toplumdan dışlanıp evde yalnlızlığa mahkum olmalarıdır. sonuç olarak evet, neticesinde hepsi birer çocuktu.. hepsi birbirinden masum.
    iyi çocuklar ya da kötü çocuklar diye bir şey yoktu,
    eğitilmiş ya da eğitilmemiş çocuklar vardı.
    ve ben her gün tanrıya dua ediyorum;
    kardeşimi lütfen bensiz bırakma.
    111 ...
  38. anne sırf hapşırdı diye ağlamak

    1.
  39. plastik topuma tüm gücümle vurduktan sonra ardından falso alışını sevinçle izlediğim yaşlardaydım.
    henüz çok küçüktüm...

    evet.. her çocuk annesine bağlıdır, her çocuk annesini çok sever.
    belli bir yaşa erişene kadar annesinin yanından ayrılması bile başlı başına bunalım sebebidir. ama sanırım benim hikeyem burada sizinkilerden ayrılıyor;
    çünkü ben o yaşa hiçbir zaman erişememiştim. bunun nedeni de aslında aşikardı;
    henüz annem bana hamileyken bile babam tarafından defalarca aldatıldığı şüphesini taşımıştı. bu şüphenin peşini de asla bırakmamıştı.
    ben doğtuktan sonra da gerçekle yüzleşmiş. evet, babam annemi defalarca aldatmış. hatta babamın foyası ortaya çıktıktan sonra hiçbir şey yokmuş gibi, abartılacak bir şey yokmuş gibi annemin tepkisini bastırmaya çalışmış. annem tipik bir ev kadınıydı. elinde ne maddi gücü, ne de arkasına alabileceği sosyal bir gücü vardı.
    sanki kendisinin bir suçu varmış gibi bunu kimseye anlatamayıp yıllarca içine atmıştı. ne annesine, ne arkadaşlarına.. hiç kimseye bahsedip içindeki zehiri akıtıp rahatlayamamış. işte hikayemiz de burda başlıyor;

    ben henüz 5-6 yaşlarındayken annem benimle dertleşmeye çalışıyordu. babam, annemi değersiz bir paçavra gibi hiçe sayıp, çalışanlarından birisiyle ilişki yaşıyordu. annemin bu rezaleti öğrenmesine karşın da ilişkisine son vermemişti. annem bunu biliyordu ama hiçbir şey yapamıyordu. belki küçücük bir çocuğu olduğu için, belki de kendisine güveni olmadığı için gidemiyordu. işte, ben annemin çocuğundan çok aslında sırdaşıydım. o küçücük masum ve anlamsız bakışlarımla her gün o'nun anlattıklarını dinliyordum. söylediği hiçbir şeyi anlamıyordum ama,
    o bana bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. bazen de onayımı alırmışçasına sorular soruyordu. o da biliyordu verdiğim cevabın ne kadar anlamsız olduğunu ama, soruyordu işte. konuşabileceği kimsesi yoktu çünkü. utanıyordu..
    o ağlıyor diye durduk yere ben de ağlıyordum. içinde köz olmuş bu acıyı sırf rahatlatabilmek için 6 yaşındaki çocuğa döküyordu içini. işte bu aramızdaki ilişki ana-oğul ilişkisinden öteydi artık. anneme çok düşkün bir çocuk haline gelmiştim. o olmadan hiçbir şey yapamıyor, kalabalıkta o'nu kaybedince yere kapaklanıp ağlıyordum. tabiri caizse süt çocuğuydum evet.
    ilkokul birinci sınıfa başladığım günü bile unutamam. hayatımdaki ilk dersin ortasında sınıftan kaçıp bahçede bekleyen annemin yanına koşmuştum ağlayarak. kesinlikle o'ndan ayrı kalamazdım. o benim her şeyimdi. derse yalnız giremediğim için annem müdürden izin alıp 2 hafta benimle birlikte derslere girmişti. tüm sınıf bize bakıyordu, olsun annem yanımdaydı. 2 hafta içinde arkadaşlarımla kaynaştıkdan sonra da alışmıştım artık sınıfa.
    yaşım ilerlese de bazı şeyler hiç değişmiyordu. annem konusunda aşırı duygusaldım. yaz vakti bile gidip tüm penceleri o uyurken kapatıyordum. neden?
    çünkü gece üşüyüp hasta olur, ömrü 10-15 gün daha azalır diye. düşünün işte neleri düşündüğümü.
    anneme olan sevgim artıkça da babamdan nefret etmeye başlıyordum. hayatımda asla tamamlanmış bir kişiliğimin olmayacağının farkındaydım. çünkü ne baba sevgisine sahip olmuştum, ne de gerçek bi anne-oğul ilişkisine. anne ve babamın yanında ailesiz büyüyordum.

    saçma duygusallıklarım gün geçtikce artıyordu. annemi kaybetme korkusu beni paranoyaklaştırmıştı. yolda yürürken bile saatte en fazla 40 km hızla giden bir aracın annemi ezip geçtiği gözümün önünde canlanıyordu. ya da ben okuldayken deprem olup annemin evde göçük altında kalıp hayatını yitireceğini düşünüyordum.
    yıllar geçtikce annem değişmeye başlamıştı. artık koca bi adam olduğumda annem yılların verdiği acıyla bir sinir hastasına dönüşmüştü. hiçbir şeye tahamülü yoktu. canından çok sevdiği bana bile kötü davranıyordu. sırf yürürken halıyı topladım diye inanılmaz kavgalar çıkarıyordu. eski güçsüz ve içine kapanık kadın artık patlamaya başlamıştı. babam bile artık o'nun otoritesini kabullenmişti ama, annem artık her şeye karşı sevgisini yitirmişti. bana 'oğlum' diye seslenmeyeli bile belki yıllar olmuştu. ben de artık sevgimi içimde yaşamaya başlamıştım. tüm bu dağınık ailenin içinde haliyle ben de sinir hastasına dönmüştüm. annemle kavga ederken ikimiz de kırıcı oluyorduk. artık her gün kavga edip birbirimizi yıpratıyorduk.
    yıllarca içine attığı stresle annem artık şeker hastası olmuştu. kadınlar çok iyi bilir;
    bi kadın için değersiz hissetmek ve aptal yerine konulmak kadar ağır bir şey yoktur. annem bunu onlarca yıl içinde yaşamıştı.
    ama ne ben o'na, ne o bana artık sevgisini gösterebiliyordu.
    ben o'nu çok seviyordum ama söylemiyordum artık. geceleri uyumadan önce öleceği günü düşünüp, o'ndan önce ölmek için dualar ediyordum. bu acıyı kaldıramazdım. geçenlerde salonda otururken durduk yere hapşırdı. ve ben küçüklüğüme döndüm bir anda.. annesi hasta olup ölmesin diye camları kapatan o küçük çocuk geldi aklıma. en kötüsü de annemin bir gün öleceği gerçeğini hatırladım. hiçbir şey söylemeden çekildim odama. ağladım, saatlerce ağladım..
    ve özür dilerim anne,
    şu an seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyip boynuna sarılmak varken bu saçma satırları girmek zorunda kaldığım için.
    23 ...
  40. tanımı okumadan başlığa göre entry giren tip

    1.
  41. yazara göre entry gireninin yanında hiçbir şeydir.
    3 ...
  42. seninle çıkarım ama aldatırım da diyen kız

    1.
  43. şimdi diyeceksiniz;
    '' ulan dünyadaki tüm ilginç hatunlar da seni mi buluyor be birader? ''
    inanın cevap veremem.
    ben de istemez miydim sevgilimle güvercinlere yem atmayı, ben de istemez miyim çocuk sesleriyle süslenen parklarda sevgilime simit ısmarlamayı.. söyleyin ha ben de istemez miyim?
    ama olmuyor işte dostlar. nerde bana Muvafık olmayan insan, nerde adem -i teveccüh, nerde kalbinde adâvet besleyen insan;
    en sonunda gelip beni buluyordu.

    neyse daha fazla Debdebe yapmadan bir başarısız ilişkimi daha sizlerle paylaşıyorum;
    yine her sabah üzerinden entellektüelizm akan penpe renkli gönül dostu bisikletimle sabah sporumu gerçekleştirmek adına yorucu yollara atmıştım kendimi. o kadar marjinaldim ki sporumu elektrikli bisikletle yapıyordum. düşünün, tek bir pedal bile çevirmeden spor yapmak..
    bisikletimin arkasına sonradan taktırdığım hoparlörler ile sabahın sessizliğini yırtarcasına yollarda gövde gösterisi yapıyordum.
    biliyordum, tüm entelektüel görüntümün altında aslında kış uykusuna çekilmiş bir anadolu insanı vardı. kimi zaman yolun boş olduğunu gördüğümde şeytana yenilip son ses müslüm gürses açtığımı bile hatırlarım. fakat yoldan geçen birisini farkettiğim anda hemen chopin, beethoven, mozart üçlemesine çaktırmadan geri dönüyordum.
    velhasılı ne kadar birikimli olursam olayım, ne kadar sosyal olursam olayım yine de bugüne kadar hiçbir sevgilim olmamıştı.
    kızları etkilemek adına katılmadığım seminer, okumadığım kitap belki de kalmamıştır.
    sırf kızlara şirin görünmek için, bisikletimi sürerken bile sol elimdeki kitabımı okuyor, sağ elimle de pipomu içiyordum.
    kalın çerçeveli gözlüklerimden bahsetmiyorum bile.
    fakat ne yaparsam yapayım sonuç hep adem -i muvaffakiyetti.
    ta ki o güne kadar..

    okuduğum bir kitapda şöyle yazıyordu;
    '' hayatta insanın üç ruh eşi vardır. kimisi bunun üçüyle de tanışır, kimisi yanından geçerken bile farkedemez.''
    o an düşündüm ki benim ruh eşlerim bir gün tesadüfen aynı uçağa binip yıllar önce uçak kazasında ölmüşlerdi. bunun başka bir izahı olamazdı.
    tüm entelektüelliğimden ve kibar duruşmdan uzaklaşmaya başlamıştım artık. sağıma bakıyorum adam sevgilisinin sırtına güneş yağı sürüyor, soluma bakıyorum adam beyaz şahinin içinde sevgilisinin kafasını cama sıkıştırmaya çalışıyor. o an hayatımdaki ilk küfürü etmek üzereydim.
    '' böyle de kaderin ta amın..''
    bu pipo kokusu da neydi böyle? tam entelektüelliğime idam verip kafasına küfür sıkmak üzeyken bir anda kendime getirmişti beni.
    kafamı arkaya çevirdiğimde yüzümü sıyırıp geçen o kitabın rüzgarıyla irkildim. birisi bana ağaçların arkasından kitaplar fırlatıyordu. DANTE, MONTAIGNE, DOSTOYEVSKi, TURGENYEV.. daha niceleri. peşi sıra üstüme fırlatılan kitaplardan sonra adeta şaşkına dönmüştüm.
    tam o sırada beethoven'ın 9. symphony'si duyulmaya başlamıştı. evet, birisi 9. symphony'yi mırıldanarak ağaçların arkasından bana doğru yaklaşıyordu. yüreğimi ısıtırcasına tüten o pipo dumanından da etkilenmemek çok güçtü.
    ve o ses;

    '' haydi ama.. gerçekten de demin küfür mü etmek üzereydin? ''
    bu bir kadının sesiydi. ah o kodar güzeldi ki..
    '' siz de kimsiniz?'' diyerek yanıtladım. sualimin ardından ağaçların arkasından çıkarak kendisini gösterdi.
    tanrım, bu gerçekten de bi kadındı. bir peri kızı kadar güzeldi, tıpkı sayfaları hiç açılmamış bir kitap gibi temiz ve kutsal duruyordu.
    üstelik hem pipo içiyor hem de beethoven dinliyordu. kim bilir belki o'nun da bir penpe bisikleti vardı.
    sanırım yanılmıştım.. bu kadın o düşen uçaktan kurtulmuş olmalıydı.
    matador görmüş bir kızgın boğa gibi üzerine atlamak istiyordum adeta. ama hayır, sakin olmalıydım. hayatımda ilk defa karşıma çıkan bu şansı elimin tersiyle itemezdim.
    tutulup kalmıştım. o kendisinden uzun uzun bahsetmeye başlamıştı. gerçekten de çok birikimliydi. kurduğu cümleler, hayata bakış açısı, mimiklerine hakimliği bile beni kendisine gittikce çekiyordu. buna karşın ben çuvallamıştım. kelime haznemi bir kenara bırakın cümle dahi kuramıyordum. kendimi ifade bile edemezken bu güzelim kızla nasıl sevgili olabilirdim ki?
    işte tam bu sırada o talihsiz istek ağzımdan süzülüverdi;
    '' şey ben düşündüm de.. sevgili olsak çok iyi olurdu aslında''
    ne demiştim ben böyle! sürekli övündüğüm entelektüelliğim nereye kaybolmuştu? cevabı bile beklemeyezdim. bu yaptığım gafın ardından arkama bile bakmadan oradan uzaklaşıyordum ki;

    - pekala kabul, ama bi şartım var.
    + ta tabii.. ne istersen.
    - sevgili oluruz ama aldatırım da tamam mı?

    işte..
    yine olmamıştı. ben böyle kaderin çok afedersiniz ama, ta amına koyayım.
    bak kader kardeş, bugüne kadar maymuna çevirdin beni tek bir söz etmedim, ne istediysem tam tersini çıkardın karşıma yine büyüklük bizde kalsın dedim. ama böyle şerefsizlik mi olur lan? senin benden alıp veremediğin ne piç? ben zaten ne güzel alışmıştım hayatıma doğru düzgün bir insan sokmamana. tamam,
    eski kocasını doğramış kadın çıkardın karşıma, 195 kiloluk kadın da çıkardın, nietzsche bıyıklı kızlar bile çıkardın.. ama bu son yaptığın ne ha söyle bana? bu yaptığının mizahi yönden hiçbir değeri yok kader. bu sefer gerçekten de ileri gittin.

    mutlu ol şimdi.. eski bir entelektüel ağlıyor, gözleri yaşlı.
    35 ...
  44. uludağ sözlük sünnet oluyor zirvesi

    1.
  45. 5.yaşını kutladığımız uludağ sözlük elbet bir gün sünnet olma çağına da erişecektir.
    bu mutlu günümüz için 8.yaşını bekliyoruz.
    elimizde büyüyen oğlumuza, erkekliğe ilk adımını atacağı bu günde hepimizin yanında olması gerekliliğini hatırlatmak isterim.
    yarın bir gün ergenliğe girecek, askere de gidecek, kız da kaçıracak bu sözlük.
    bu sıpa hepimizin elinde büyüdü ablaları, abileri. 1.nesiller doğduğu günü bile bilirler.
    uzun lafın kısası; şimdiden hepimiz davetliyiz.
    6 ...
  46. çok romantiksin senden sıkıldım diyen sevgili

    1.
  47. hatıralarımdan borç alarak kapısına dayandığım ürkek yürekli satırlarımın sonbaharındaki sessiz çaresizliğime ithafen,
    umutlarımı ay ışığının unutulmuş bakışları arasından söküp alan cennet bakışlı prensesimin romantikliği bahane ederek sıkılması durumudur.

    ah ecrin hanımlar..
    sizler ki pas tutmuş yarınlarımızın yaşama hücceti, Nâçâr kalbimizin mutlak sahiplerisiniz.
    mis kokulu Şukûfeler misali hayatımıza renk katanlarsınız.
    lakin;
    kimi vakit de gözü yaşlı nigahlarımıza aldırış etmeden bizleri bırakıp gidenlersiniz.
    ilişkilerimiz ne kadar uzun sürerse sürsün, ne kadar sağlam temellere dayanırsa dayansın sonu hep adem-i muvaffakiyet ile sonlanmaktadır.
    işte bu nahif şahsımın nacizane küsârı da budur azizim.

    siz değerli kardeşlerimin fazla zamanını almadan yüreğimde hufre açan bu hadiseyi hemen anlatmaya başlıyorum;
    o yıllarda henüz liseye gidiyordum. kendi halinde çalışkan ve öğretmenleri tarafından çok sevilen bir öğrenciydim.
    ikili ilişkilerimde ise derslerimde olduğu kadar başarı gösteremiyordum.
    arkadaş bulmakta zorlanıyordum, bulsam da pek anlaştığımızı söyleyemezdim.
    velhasılı kelam;
    yine her pazartesi olduğu gibi elllerim cebimde, tevfik fikret'in ve cenab şahabeddin'in şiirlerini mırıldanarak okula doğru reftar ediyordum. derken okulun merdivenlerine oturmuş hüzünle ağlayan bir melek görmüştüm. ikili ilişkilerimde ne kadar zayıf olursam olayım bir bayanın ab-ı dîde akıtmasına hiçbir zaman dayanamazdım.
    '' merhaba efendim, sizi ağlarken addettim. umarım mühim bir sebebi yoktur. size karşı Ünsiyetimi sunduğumu bilmenizi isterdim'' dedim.
    okulun tüm sessizliğini parçalarmışçasına bastı kahkahayı. az önceki ağlayan melekten hiçbir eser yoktu.
    '' haha nasıl konuşuyorsun sen ya, çok garipsin gerçekten'' dedi. '' efendim bağışlayın, Giryan eden hanımlara karşı duyarsız kalamıyorum. biliyorum haddimi aşarak zamanınızı çaldım, özür dilerim'' dedim.
    ayağa kalkıp elini uzattı ve,
    '' ya güldürdün beni. bu arada ben ayça'' dedi.

    - efendim Nâgehan vuku bulan bu tanışıklık için özür dilerim gerçekt..
    + haha ya bırak şimdi bu sözleri de; adın ne adın?
    - ben de kendimi Midhat etmekten onur duyarım; adım vezir. tanıştığımız için çok mesarr duydum.
    + ben de ben de. yürüyelim mi biraz?
    - tabii ki.

    yolda neden ağladığından tutun da ailevi problemlerine kadar her şeyi anlatıyordu bana. beni anlıkta olsa kendisine yakın hissettiği her halinden belliydi. sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenmiş, yetmemiş sevgilisi tarafından ağıza alınmayacak adi sözler duymuş. pek tabii bu kadar vuku bulan olayın ardından yere kapaklanıp ağlamaya başlamış.
    artık derse girmemiz gerektiği için vedalaşıp ayrılmıştık. tabii bundan önce telefon numaramı da almıştı.

    - kendimi kötü hissettikce seni arayabilir miyim?
    + efendim şimd..
    - tamam tamam, arayabilirmişim. : )

    bir süre sonra bırakın kendisini kötü hissettikce aramayı; her akşam arar olmuştu artık. daha ilk cümlemin ardından bile kahkaha tufanları koparıyordu. benimleyken çok eğlendiğini anlayabiliyordum. kimi zaman telefonunun hoparlörünü açıp arkadaşlarına konuşmamı dinletiyor, kimi zaman da ağzımı yoklarmışçasına sorular soruyordu. yok efendim arkadaştan öte bi konuma gelsek bence ne olurmuş, yok efendim kaç kişiyle sevgili olmuşum..
    tüm bunlar bir yana birbirimizden etkilenmeye başladığımız bir gerçekti. ben de o'nunlayken çok mutlu oluyor, cennet bahçelerinde keman çalıyordum adeta.

    pek sürpriz olmayacağı üzere artık sevgili olmuştuk.
    günlerimiz adeta masallardaki gibi geçiyordu. okulumuz sahile 100 metre uzaklıkta olduğundan dolayı her öğle arası deniz kenarında el ele koşuyorduk. o'na şiirler okuyordum, her gün farklı sürprizlerle gelip mutlu ediyordum.
    ben o'na, o da bana aşıktı. elini tutarken bile izin istememden etkilenip enseme masum öpücükler konduruyordu sürekli.
    bu rüya birlikteliliğimiz henüz 2. ayını doldurmadan üzerimizde kara bulutlar gezmeye başlamıştı.
    ayça artık eskisi gibi hediyelerime sevinmiyor, elini tutarken izin istememe ''pfff '' tepkilerini veriyordu.
    artık her akşam benimle konuşmak için aramıyordu bile.
    bu kötü gidişatın nedenini öğrenmeliydim. prensesimi okul çıkışı yakalayıp sordum;
    '' selam acüzem, bu kötü giden gidişatımız adına bana bir rûşen borçlu değil misin sence de?''
    bana ters ters bakıp;
    '' çok işim var çekilir misin'' dedi ve kız arkadaşlarının koluna girerek uzaklaştı.
    kendimi çok kötü hissetmiştim. o hayatımda çıktığım ilk kız, aynı zamanda da bu duyguları bana yaşatabilen ilk aşkımdı. olası bir ayrılık tüm dnamı değiştirebilirdi. sürekli elimde tutup çalmasını beklediğim telefonum o akşam çalmıştı. 0,29 saniye geçmeden hemen açtım;

    '' bak vezir, sen çok iyisin gerçekten. bunları söylememek için çok düşündüm. sana bunu yapamam, buna layık değilsin çünkü. artık söylemem gerek; sen sadece benim için yara bandıydın. acı çektiğim ve boşluğa düştüğüm o günlerimde yanımda olduğun için seni sevdiğimi sandım. aslında hiç sevememiştim. sen çok komiktin, kurduğun cümleler falan farklı ve komik geliyordu ne bileyim. sana gülerken acımı unutup mutlu oldum işte. lütfen beni anla.. ama çok romantiksin senden sıkıldım artık. bir şey demeyecek misin?'' dedi. ne diyeceğimi bilemiyordum. kalbim daha öncesinde hiç bu şekilde ağrımamıştı. hayatımın taşıyıcı kolonlarına dinamit yerleştirip yıktıktan sonra da enkaz altındaki bana '' sesimi duyan var mı? '' diye soruyordu sanki. bir an için konuşmaya çalıştığımda ağzımdan şunlar dökülmüştü;
    '' sen neler diyorsun böyle?.. neden? bunu bana.. senin amına koyarım! ağzını yüzünü siktiğimin kızı! ''
    ben neler diyordum böyle.. bu travma gerçekten de benliğimi yok etmişti. çok geçmeden de telefonu kapattı zaten. ağlıyordum, hiçte sesimi saklamadan ağlıyordum.
    siz muhterem kardeşlerim de benden sıkılmadan önce satırlarıma kinayeli bir nokta koyuyorum artık,
    hoşçakalın.
    28 ...
  48. güntekin onay ın hiçbir şeyden emin olmaması

    1.
  49. güntekin kardeşimizin yaşadığı su götürmez özgüven problemidir. ortaya ne fikir atarsa atsın, hangi yorumu yaparsa yapsın.. 'mı acaba?' sorusunu hemen ardından eklemektedir.
    örneklemek gerekirse;
    messi çatır çatır top oynamıştır. 2 gol atıp 1 de asisst yapmıştır. maçı izleyen tüm insanoğlu messi'nin o maçta çok güzel bir oyun çıakrdığını görmesine karşın güntekin bundan emin değildir;

    - hocam messi bu maçta çok iyidi değil mi?
    + tartışmasız. bak güntekin adam akıllı, sağdan giriyor, kaçıyor, top alıyor, hoop içeri kaçıyor gol. bu iş bu kadar güntekin.

    hakemin verdiği ofsayt kararı yanlıştır ve x takımının golü sayılmamıştır. oyuncu ekranda görülen ofsayt çizgisinin en az 1,5 metre gerisindedir. bariz şekilde herkesin gördüğü bu pozisyondan güntekin yine tam olarak emin değildir;

    + güntekin hakemlerde bi rahatlık var. bu iyi değil, biraz ciddiye almaları gerek.
    - hocam ofsayt kararı da doğru değil gibi sanki, ne diyorsunuz?
    + evet, gerçekten hakem bu maç kötüydü. ben bile tribünden gördüm o pozisyonu. ama hakem görmedi. ilginç.

    güntekin'in sosyal hayatı ve ev yaşantısı da bundan pek farklı değildir.

    - güntekin gelirken ekmek al demiştim ya hayatım?
    + demiştin di mi?
    - evet tatlım demiştim.

    - hayatım saate bakar mısın fırında kek var, yanmasınlar.
    + (saate bakar) 22.50 galiba.
    - ne demek galiba?
    + gel bi sen de bak, sence de 22.50 değil mi?
    - off güntekin ya. kaç kere diyorum eve iş getirme diye.
    + sanırım haklısın.
    4 ...
  50. pelin sönmez in m ali erbil e verdiği ayar

    16777208.
  51. mehmet ali erbil'i fabrika ayarlarına geri yüklemiştir.
    6 ...
  52. zall ın entry lerinde eksi butonunun olmaması

    4.
  53. bugün eski sevgilimle planlarım var diyen sevgili

    1.
  54. http://fizy.com/#s/12iuuq

    ulan böyle de hayat mı olur arkadaş?
    gün geçmiyor ki bir sevgilim tarafından da darbe almayayım. hani kızayım desem o da olmaz, hiç haksız değiller.
    yüce tanrım özene bözene beni itici yaratmış.
    bakın bazı insanlar vardır bilirsiniz;
    hiçbir şey yapmasa bile sizi kendisine çeker. bir gülüşü olsun, yürüyüşü olsun, üslubu olsun sizi büyüler.
    işte ben bu insanın tam tersi yaratılmışım. hiçbir şey yapmadan bile insanları kendimden itebiliyorum.
    geçenlerde yine dikkat çekmeden belediye otobüsüne bindim. otobüs tıklım tıklım doluydu, haliyle de oturabileceğim hiçbir koltuk yoktu. koridorda dikilirken çaprazımdaki kızların götüm götüm arkaya doğru benden uzaklaştıklarını gördüm. alınmadım tabii ki. zamanında otobüsten bile inenleri gördükten sonra bunlar benim için iltifattı adeta. ama bu sefer çok farklı bir şey olmuştu;
    en az 85 yaşında yaşlı bir teyze beni bastonuyla dürtüp ' ayakta kalma gel yerime otur' dedi. hunharca bastım kahkahayı. bu kadar şakacı piç bi teyze hayatımda görmemiştim. o nasıl bi ironiydi, o nasıl bir mizah anlayışıydı..
    yüksek desibelli kahkahalarıma karşın teyzede bi tebessüm belirtisi bile yoktu. gerçekten de ciddiydi. bu sefer bastonuyla sırtıma vurup ısrar etmeye başlamıştı. 'teyze neden ama? ' dediğimde ise o yıkıcı cevabı aldım;
    ' etrafına bak bi gran giresice! insanları rahatsız ediyon'
    daha fazlasını duymamak için kulaklarımı işaret parmaklarımla tıkayarak otobüsten koşar adım indim. otobüsten dışarıya adım attığım anda kopan alkış tufanıyla irkildim. herkes kendinden geçermişçesine sevinç çığlıkları atıp elleriyle alkış tutuyordu. o yaşlı nineyi bi kahramanmış gibi omuzlarda gezdiriyorlardı. kaptan bile gidişime o kadar sevinmişti ki; tuttuğu takım şampiyon olmuşçasına trafiğin ortasında peşi sıra kornaya basıyordu.
    bu benim kaderimdi, kaçamazdım...

    siz de hak vereceksiniz ki bu cehennem azabı yaşantımdan uzaklaşıp sık sık tatile gitmeliydim.
    öyle de yapıyorum zaten. fakat hayatımda ilk defa yazın tatilie gitmeye karar vermiştim. 'senin aklına sıçayım, tatile yazın gidilir zaten' diyenleri duyar gibiyim. siz nerden bileceksiniz ulan! hayatınızda benim kadar itici oldunuz mu hiç? dikkat çekmemek için kışları gidiyordum işte. zaten kışları otelde turist sayısı az oluyordu, bir de karların içinde bembeyaz montumla kamufle olunca adeta kalbi kırık görünmez bir hayalete dönüyordum.
    velhasılı bu yaz şeytanın bacağını kırıp yazın tatil yapmaya kararlıydım.
    ne çok sıradan bir yere gidecektim, ne de çok popüler bir tatil beldesine.
    kararımı marmaris'ten yana kullanmıştım.

    marmaris'te otelime yerleştikten sonra ilk 2 gün odamdan çıkmaya cesaret edemedim. ama artık kendimi kanıtlamam gerekiyordu. 3.günün sabahı cesaretimi toplayıp sahile inmeye karar vermiştim. gardolaptan 2 adet havluyu boynuma asıp deniz shortumu giydikten sonra korkarak aynaya baktım. ulan ilk defa fena görünmüyordum he. bi anlık gazla gerçekten de sahile inecektim. heyecan içinde otelin merdivenlerinden aşağıya inip sahile hızlı adımlarla yürüdüm. kimse beni farketmiyordu, bu iyiye işaretti.

    sahile vardığımda gözüme en tenha yeri kestirdim ve çaktırmadan oraya yerleştim. kimse görmeden üstümdekini çıkarıp kendimi denize attım. mutluluktan uçuyordum.. kime beni görmemişti, görse bile bir tepki vermemişti. sonunda sıradan olabilmiştim sanırım.
    aradan 1-2 saat geçtikten sonra bi anlık saçma bi cesaretle kalabalığa doğru yılan balığı gibi süzülmeye başladım. yaklaşıyordum ve kimse benden uzaklaşmıyordu. ta ki o kıza kadar..
    aramızda 5 metre ya vardı ya yoktu, göz göze gelmiştik. saniyelerce bakışmıştık..
    derken o yürekleri dağlayan çığlığı bastı! tanrım o nasıl çığlıktı,
    bi anda herkesin dikkati bana çevrilmişti. beni gören tüm kızlar artık birer birer çığlık atmaya başlamıştı, erkekler yanlarındaki sevgililerini bile denizde bırakıp karaya doğru korkuyla kulaç atmaya başlamıştı.
    kıyıya resmen köpek balığı jaws yaklaşmış gibi insanlar dehşete düşmüş birbirlerini ezerek karaya çıkmaya çalışıyordu.
    o an anladım işte;
    senin tatil neyine be! heheyt..

    kendimi bu kargaşadan taşlanmadan kurdardıktan sonra soluğu otel odamda aldım. tabii odama koşarken de yüzümü havluyla gizlemiştim. derken sevgilim aklıma gedi. ''ulan o kadar iticisin ama yine de sevgilin var, biz o'nu bile bulamıyoruz allah'sız'' diyenleri duyar gibiyim. arkadaşlar bildiğiniz gibi değil...
    en az 195 kilo, kültür desen yok, kızın resmen bıyığı var, hani gidip bi kıza teklif etse kabul edilir o derece yani. başka nasıl bi insanoğlunun bana bakmasını bekleyebilirdiniz ki? ulan o dünyalar çirkini kızı bile tavlayabilmem 4,5 sene sürmüştü.
    her neyse işte,
    moral bozukluğumu bir nebze giderebilmek adına aradım bunu;

    - alo
    + naber pala bıyıklım?
    - eyi sen?
    + tatildeyim işte. barlar, eğlenceler, kızlar falan..
    - eyi eyi..
    + kıskanmadın mı?
    - geçekci olu musun bıraz? ne gızları len? gim bakar sana benden başga?
    + harbiden he..
    - he ne dicen? çabuk söyle eski sevgiiimle blanlarım var böön.
    + :(

    evet,
    bu lanetle yaşamaya alışmalıydım artık. sonsuza kadar bu böyle sürecekti. ya da insan içine sadece scream maskesiyle çıkacaktım.
    195 kiloluk bir panda bile beni aldatabiliyordu. ben kime ne yapmıştım böyle de tanrı beni bununla cezalandırıyordu..
    önceki yaşantımda adolf hitler miydim yoksa..
    bu lanet sadece sosyal hayatım için de geçerli değil. online counter oynarken bile pustuğum yere kimse gelmiyor, en çok iş yapan başlıklara entry girsem dahi herkes benim entry'imden sonra yazdıklarını silip kaçıyor.
    siz çekici kardeşlerim,
    yaşadığınız hayatın kıymetini bilin olur mu. sevgiliniz varsa yarın ilk iş gidip sarılın o'na. hoş.. ben sevgilime sarılmaya çalışsam da ellerim kavuşmuyordu arkasında. her neyse;
    yaşadığınız hayatı bana inat daha da güzel yaşayın.
    13 ...
  55. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük