bu sözlükte yaklaşık 1 yıldır yazmaktayım. ve bu süre zarfında ilk defa nick altıma kendimle ilgili bir entry giriyorum.
kısa tutacağım. konuya gelelim;
bu süre zarfında sözlüğe belki bir şeyler katabildim, belki de sözlük bana bir şeyler kattı. ama ne katarsa katsın benim için sanal bi' platform olmaktan öteye geçmedi sözlük. 1 sene boyunca yaptıklarımdan bahsetmeyeceğim zaten bilen biliyor.
her ne kadar sözlükte eğlenceli vakit geçirsem de, kimi zaman naçizane tarzımla minimal mesajlar vermeye çalışsam da, kimi zaman ufak tartışmalar da geçirmedim değil. kimi zaman yapıcı eleştirilerle karşılaştım, kimi zaman ağır uyarılar aldım. her ne kadar bunların sayısı çok az olsa da. -ki nick altı tartışmalardan çok eleştiri ya da övgü kapsamlı olmasına dikkat eden yazarlardan biriydim.
dediğim gibi ufak çapta da olsa tartışmalar yaşanıyordu. fakat bu tartışmalar sanal bi' platformdan çıkıp şahsımıza, şerefimize uzanacak kadar seviyesizleşmedi.
aralarında bir zamanlar çok yakın olduğum, sohbetini sevdiğim yazarlar da dahil son günlerde ağır tartışmalar yaşadık.
fakat bunu yaparken bile hakaret etmemeye çalışarak yaptık. neticesinde burası sanal bi' dünya, internetin fişini çektiğimiz andan itibaren hiçbir şeyiz. işte kavgalarımız da bunun bilincinde ilerledi. tartışmayı biz değil, nicklerimiz yaptı. olması gereken de zaten buydu.
bakın arkadaşlar, bugüne kadarki entry'lerinde çok nadiren argo kullanan, türkçeyi doğru kullanmaya çalışan bir yazar olarak şunu söylemek istiyorum;
son 2 gündür 'orospu çocuğuyca' yazılmış entry'lerle karşılaştım. buranın sanal bi' platform olduğunu, aslında bir hiç olduğunu geçtim...
yazarlığımı, şahsımı bile geçtim... fakat bu aşağılık zihniyet en sonunda zihinsel engelli kardeşime kadar sıçradı.
"otistik kardeşini millete meze ediyor, oy topluyor."
bu denli insanlıktan nasibini almayan insanların arasında bırakın yazmayı, aynı çatı altında bulunmam mümkün görünmüyor.
cümle bile kurmayı beceremeyen, yazabildikleri için insanların yazar yapıldığı bu platformun bir gün düzeleceği umuduyla, o güne kadar yazmama kararı almıştım. fakat,
zihinsel engelli kardeşimi kullanarak oy topladığımı düşünen bu zihniyet en sonunda da bunları kusmuştu;
"ölen arkadaşını kullanıp acıtasyon yapmış, karma yapmış. aha bakın linki de şu."
bu aşağılık zihniyete yorum getirebilmem için önce aldığım eğitimi bi' kenara bırakmam gerek. yine de yapmayacağım.
aileme kadar özel mesaj yoluyla edilen küfürlere, tehditlere de cevap vermeyeceğim.
tek söylemek istediğim; umarım allah kimseyi böyle bir acıyla ıslah edip üstünden acıtasyon yapılabilmesinin mümkün olup olmadığını göstermez.
kısacası;
ardımda bırakmak istediğim tek şey 'kalite'dir. görüyorum ki benim bu sözlüğe katabileceğim hiçbir şey yokmuş aslında.
5 dakika önce sözlükteki ilişkimi kesip beni silik yapması için zall'a ricada bulundum. tahmini 1-2 gün içinde de silecektir.
yazarlığım boyunca emeği geçen, nazımı çeken, sohbetimi paylaştığım herkes hakkını helal etsin.
umarım bu pislik yuvasında gururunuzu incitecek şeyler yaşamazsınız siz de.
son olarak da moderasyondan bi' ricada bulunuyorum,
kimseyi direkt hedef göstermediğimden entry'i silmezseniz sevinirim.
tamam araştırmışsın, takiplemişsin de;
tüm ihaleyi 2-3 kişiye yıkmak da doğru değil. daha 1 ay öncesinde sözlüğün farklı bir açığı konuşuluyordu.
geç de olsa hz zall duruma müdahale etti. şimdi de bu skandal çıktı. yazardan çok bu duruma sebebiyet veren açık tartışılmalıdır.
ki bence böyle bir şeyin doğruluğu da henüz kanıtlanmamıştır. umarım yanılıyorsundur.
he bu arada şifreni değiştirmişsin hayırdır bebeğim?
karakteriyle, yaşıyla ve yazarlığıyla "abim" diyebildiğim tek insan.
yüzüne gülüp arkadan sövmez; yüzüne söver arkadan güler. ne yazık ki muadilini pek göremedim şu sanal zımbırtı dünyasında.
zaten küçüklüğümüzden de azımsanamayacak kadar ortak yönlerimiz var. ki sen o yaşlardayken ben babamın taşaklarında hamakla sallanıyordum henüz. ama yine de sana ilk ısındığım andır o ortak yönlerimiz.
neyse,
sözlüğün bana kattığı yalnızca 3-4 nimetten birisin, seviliyorsun sakalına rende sürttüğüm.
en önemlisi de güveniliyorsun.
günahlarımın karıştığı en sert kokteylimdi kısık nefesin.
yine bedenime kıldığın rekatlar birikiyor geçmişimin en dökük kubbesinde.
hangi zinaların bilinç altlarında rüyasın şimdi?
hangi bilinci yavşak türevlerin altındasın peki?
"seni kimler aldı?" diye soruyor ya sezen abla,
ama dur...
önce sen bana cevap ver kadın;
saatlerce aynanın karşına dikilip hangi profilden daha yakışıklı görüneceğimi anlamaya çalıştığım yıllardı.
henüz çok küçüktüm...
26.03.1994
yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? Hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
ne olmuştu ideallerimize?
sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
saplanmıştım çamura.
dört taraftan taş yağıyordu üstüme...
21.02.1994
okula her adımımızı attığımızda, çıkış zilini düşleyerek avutuyorduk minik yüreklerimizi. her akşam olduğu gibi çantamızı eve bırakıp hemen sokaklara koşacağımız anı bekliyorduk.
kışın mahallemizi orta direk ailelerin mütevazı bakışlarından başka ısıtan hiçbir şey yoktu. bizse soğuğa aldırış etmeden sokaklarda büyümeye devam ediyorduk.
şirin bi' mahallemiz vardı. kömür sobalarından çıkan dumanlar mahallemize mistik bir hava katıyordu.
sokağımızın hemen çaprazında da mandalina bahçeli çocuk parkımız vardı. sanki yıllar önce birileri gelip;
'çocuklar ilerde bunları futbol kalesi yapabilir' diyerek muntazam bir şekilde dikmişti o ağaçları. bakkaldan promosyon olarak aldığım futbol topumu kasap şeref abiye imzalatıp, arkadaşlarıma da "doviyardo edüza imzalı" diyordum. aslında o top ne bir futbolcuya imzalatılmıştı, ne de gerçekten doviyardo edüza diye bir futbolcu vardı. anlatış tarzım ve mimiklerimle doviyardo edüza'nın dünyanın en iyi futbolcusu olduğuna inandırıyordum herkesi. haliyle de her maçta söz sahibi oluyordum. yoksa topumu da alır giderdim.
henüz çok huzurluydum...
etine dolgun bi' çocuk sayılırdım. küçükken annem beni beş yaşına kadar emzirmiş, ballı sütle beslemi...
tamam işte fazla kiloları olan bir çocuktum. aşırı kilolarım yüzünden okul takımına seçilememiştim. ben de kendimi mahalle maçlarıyla avutuyordum. mahalle takımına girebilme sebebim de doviyardo edüza idi.
her ne kadar oynamamdan mutlu olmasalar da, bir yandan da doviyardo edüza imzalı topu kaybetmek istemiyorlardı. mahalle maçlarındaki mevkim sağ açıktı. evet oynamasına sağda oynuyordum ama;
10 dakika sonra bufalo yutmuş piton gibi yerlerde nefes nefese dönüyordum. aslına bakarsanız tüm bu işkenceye katlanmamın tek bir sebebi vardı; mahallenin en güzel kızına aşıktım. diğer kız çocuklarının aksine inanılmaz bir futbol hayranıydı.
evleri mandalina bahçeli çocuk parkımızın hemen karşısındaydı. futbol topunun sesini duyar duymaz guguk kuşu gibi cama çıkıveriyordu.
sırf o'nu etkileyebilmek adına iyi bir futbolcu olmaya çalışıyordum.
adı selin idi.
ah selin.
ah selin'im...
hiç hücuma katılmayan sol bekim,
komedi dizilerindeki ansızın yükselen kahkaha efektim,
asla bitmeyecekmiş gibi izlediğim kırmızı noktalı filmim,
ah benim tom ve jerry'deki şişman zenci bileğim;
benim güzeller güzeli bücürüğüm, selinim.
selin çok havalı bir kızdı. simsiyah saçlarıyla asi bir kısrağı anımsatıyordu uzaktan. yüzündeki çiller kainatın güzelliğini haykırıyordu, şirin boku gibi parlayan masmavi gözleri okyanusları kıskandırıyordu.
tüm bu eşsiz güzelliği, avına sinsice yaklaşan sırtlanları, yakışıklı erkekleri de etrafından eksik etmiyordu.
gerçekten de çok yakışıklıydılar. o'nlar ince uzun karizmatik bir yangın söndürme tüpü ise,
ben ancak o'nların yanında bir piknik tüpüydüm.
yine de selin o'nlarla hiçbir şekilde ilgilenmiyordu. aklını yediğim futbolla bozmuştu kafayı. tövbe estağfurullah kimi zaman ben bile o yakışıklı erkeklere karşı niyeti bozmaktan çekiniyorken, selin oralı bile olmuyordu.
çünkü futbol oynayamıyorlardı...
yine dizleri yaralı günlerim rutinliğini izlerken, mahallemizi titreten o heybetli kamyonun sesiyle irkilmiştim.
hemen karşı sokağımızdaki boş evin karşısında durmuştu o kamyon.
yağmurlu bir kış akşamıydı...
kamyonun egzozundan süzülen siyah dumanlar dupduru mahallemizin üstüne bir lanet gibi çöküyordu. içinde tarif edemeyeceğim kötü bir his vardı. belanın kokusunu hissedebiliyordum. hemen o kamyonun arkasındaki gölgeyi farkettim. bu da neydi böyle...
yağmura aldırış etmeden karanlıkta birisi top sektiriyordu. çok yetenekliydi, hayatımda görmediğim akrobatik hareketleri kusursuzca gerçekleştiriyordu. tombiş yanaklarım pencerenin camına yapışmış bir şekilde izliyordum bu çocuğu.
o gece rüyama girmişti o çocuk. bir karabasan gibi üstüme çöküp her şeyimi elimden alıyordu top sektirerek. ter içinde çığlık atarak uyandım. o gece ne yaptıysam uyuyamadım. biliyordum artık;
bir şeyler ters gidecekti.
ertesi sabah o çocuk ve ailesinin, kamyonun yanaştığı o boş eve taşındıklarını öğrendim. çocuğun yüzünü karanlıkta seçememiştim.
paranoyak bir halde etrafımda yetenekli her çocuğu o sanmaya başlıyordum. akşamüstü okuldan çıkar çıkmaz yine her zamanki gibi evde önlüğümü çıkarıp topumu kaptığım gibi mandalina bahçeli parkımıza doğru ilerledim. ama hala karanlığın içinde süzülen o yetenekli gölge aklımdan çıkmak bilmiyordu. bi' yandan yolda topumu sürerken, diğer yandan da akşam gördüğüm figürleri taklit etmeye çalışıyordum.
parka yaklaştıkça top seslerini işitmeye başlamıştım. yine sahayı bizden önce bebeler kapmış olmalıydı. olsun, o'nları kovalamak pek de zor değildi. her adımım beni parka yaklaştırdıkça top sesleri yerini şaşkın çığlıklara bırakıyordu. artık parka tamamen ulaştığımda bi' mandalina ağacının arkasından, yuvası bozulmuş eşek arısı gibi olan biteni izlemeye koyuldum.
gördüklerime inanamıyordum...
duyduğum top sesleri meğersem bizim tayfadan geliyormuş. nasıl olur da bensiz oyuna başlarlardı?
üstelik nasıl olur da doviyardo edüza imzalı topumdan vazgeçebilmişlerdi. o an sinirle gözlerimi kısıp mirkelam deparı atmaya başladım. üzerlerine doğru koşuyordum.
henüz dördüncü adımımda bile yorulmaya başladığımı hissetmiştim. suya batmamak için direnen bir duba gibi sallana sallana koşuyordum üzerlerine. ve bağırdım;
- şerefsizler! neden bensiz başladınız!?
herkes sırtı bana dönük bir çocuğa çevirdi kafasını. çocuk ağır hareketlerle ayağa kalkıp bana döndü. elindeki topu yere bıraktıktan sonra da;
+ sen de kimsin dombilik?
bu o çocuktu! dün karanlıkta yağmura meydan okuyan o yetenekli çocuk... allahım çok da yakışıklıydı üstelik. ayağındaki orjinal adidas'lar, kolundaki o yılların teknoloji harikası dijital saat, kendinden emin bakışlar... her şeyiyle kusursuzdu.
ürkek gözlerle kafamı geriye çevirdiğimde selin'in de pencereye çıktığını görmüştüm. artık ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
- beni almayacak mısınız artık? (yaşlı gözlerimi kaçırıyordum).
* vezir yürü git artık sana ihtiyacımız yok. şiiişko şişşkoo!
- ama benim doviyardo edüza topum var?
kahkaha atarak kendi topunu üstüme fırlattı yakışıklı çocuk.
+ kes artık milleti kandırmayı. öyle bi' futbolcu olmadığını artık biliyorlar. bak benimkine. orjinal 1990 fifa dünya kupası topu.
gerçekten de öyleydi. uzay boşluğunda kaybolmuş şempanzeler gibi karanlığa sürükleniyordum artık. topuklarımı sırtıma vurarak uzaklaşmaya başladım. bir yandan ağlıyor, bir yandan da kirli geçmişimden kaçıyordum. kafamı tekrar geriye çevirdiğimde selin'in gülümseyerek baktığını gördüm. artık o da bana gülüyordu. derken arkadan o sesi işittim;
+ tamam gel lan gel şişko. kaleci ol bari.
evet...
bu ahlaksız teklifi duymamazlıktan gelmeye çalıştım ilk önce. yılların sağ açığını nasıl kalede düşünebilirlerdi ki. ama ayaklarımda güç kalmamıştı artık. kaçamıyordum, bir yandan da selin'in bakışları bir yağmur gibi üzerime yağıyordu. hıçkıra hıçkıra geçtim kaleye. saatlerce benimle alay ettiler. ben ağladıkça abandılar, ben korktukça alay ettiler... sırf o'nlardan daha yavaşım, daha şişkoyum diye beni bir paçavra gibi kullanıp kaleye attılar.
akşam eve vardığımda sabaha kadar ağladım. zaten tombul olan yüzüm ağlamaktan daha da şişmişti artık. aynaya baktığımda gözlerimi hemen hemen göremiyordum. her uykusuz gecede yaptığım gibi düşündüm... düşündükçe üzüldüm, üzüldükçe kinlendim.
bunun hesabını ödetmeliydik. dünyadaki tek şişman çocuk ben olmadığımı biliyordum. kim bilir kaç tombul kardeş daha geceleri benim gibi uykusuz geçiriyor, kim bilir kaç şişman daha aşık olduğu kızın önünde sert şutlarla dövülüyordu. kim bilir kaç şişman çocuk daha ötekileştirilerek vicdansız yüreklerin karanlığına hapsediliyordu.
intikam alınacaktı.
günlerce sokaklarda şişman çocuklar aradım. her gördüğüm şişmanın eline kendi el yazımla hazırladığım bildirgelerimi dağıtıp ulaşamadığım diğer şişmanlara da ulaştırmalarını istedim. mahalle mahalle gezdim, kapı kapı dolaşıp evde herhangi bi' şişman çocuğun yaşayıp yaşamadığını sordum... "yapamazsın vezircan, bu yaptığın imkansız" dediler, tıkadım kulaklarımı. iki günde belki de uğramadık şişman bırakmamıştım şehirde. en sonunda korkarak karşı mahallenin kasabının oğlu muharrem'e uğradım. yine her zaman ki gibi yarım ekmeğini kemiyordu. buraların bilinen en şişman ve güçlü çocuğuydu muharrem. o'nun kas gücüne ihtiyacım olacaktı. ama şişman olduğu kadar da kalın kafalıydı. geçimsiz bir çocuktu, duygu beslemeyen bir yaratıktı muharrem. kimsenin fikrine saygı duymamıştı bugüne kadar.
beni reddeteceğini bildiğim halde yine de gittim kapısına;
- muharrem merhaba.
+ vezircan!? yolun düşer miydi senin buralara puşt?
- sana bahsetmek istediğim bir şey var. aynı yolun yolcusuyuz ne de olsa.
+ siktir git lan işim var.
dinlemedi bile. ben derdimi anlatmaya çalıştıkça beni susturup hakaretler savurdu. pek de hayal kırıklığına uğramadan kendi mahallemize geri döndüm. büyük planımın üstünden son bir kez daha geçtim. gözden hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıydım.
en ufak bir hata telafisi olmayan sonuçlar doğurabilirdi.
ve büyük gün gelmişti;
26.03.1994
soğuk bir akşamüstü... üşümüş güvercinlerin güneşi özleyen mahcup bakışları,
ve intikamı özleyen bir çocuğun içine sığamayan yeminli ateşi.
ne de güzel bir gün intikam için...
nefesim titiriyordu, cesaretim kırılmak üzereyken son bir kez daha gökyüzünü izledim. güneş bile bulutların arkasına saklamıştı bakışlarını... elimdeki su şişesinden bir yudum daha aldım. korkuyordum... ama artık dönmek için çok geçti.
derin bir nefes alıp saatimi kontrol ettim,
artık vakit gelmişti. çocukluğumun toprak kokulu katili, o mandalina bahçeli parkımıza adımımı atmıştım. şerefsizler yine her zamanki yerimizde top oynuyorlardı. hortumu kesilmiş fil gibi gururumu parçalayıp bir kenara fırlatan o acımasız çocuklara seslendim;
- hey siz!
+ (şaşırmış bir şekilde kafalarını bana çevirdiler).
- işte burdayım! gelin bakalım bu şişko çocuk size ne verecek şimdi.
onurlu bir intihar komandosu gibi yapayalnız dikiliyordum karşılarında. on kişi birden üstüme koşmaya başladılar.
hemen arka cebimden çıkardığım, daha önceden arkasına kırmızı ip bağladığım taşı sapanımla gökyüzüne fırlattım. bir yandan bana doğru koşuyorlardı, diğer yandan da şaşkın bir şekilde fırlattığım kırmızı ipli taşa bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
bu bizim işaretimizdi.
işareti alan çatıdaki keskin nişancı şişkolar sapan atışına başladılar. üstüme doğru çektiğim on kişi artık mandalina ağaçlarının koruması altından çıkmış bir açık hedefti. saniyeler içinde keskin nişancı şişkolarım o'nları etkisiz hale getirmişti. planım kusursuz başlamıştı.
geriye sadece yirmi şerefsiz kalmıştı. ikinci saldırı için elimle talimat vererek saatler önce ağaçların arasında kamufle olan ranger şişkolarıma saldırı emri vermiştim. bir anda ağaçtan atlayıp dövüşmeye başlayan rangerlerım yaklaşık bi' on kişiyi daha etkisiz hale getirmişti. gözlerim artık o yakışıklı piçi arıyordu.
o'nunla hesabımı kendim kesecektim.
zafer kazanmış bir ordunun komutanı edasıyla gözümü yine selin'lerin evine çevirdim. adeta gururla dolmuş gövdem bedenimden taşıyordu. tam bu sırada kulağımın yanından ıslık çalarak geçen taşı hissettim. herbir taraftan üstüme taş yağıyordu.
yere yattım ve ne olup bittiğini anlamak için kafamı kaldırdığımda pusuya düşürüldüğümüzü anladım. ranger şişkolar benden önce şehit düşmüştü. artık anlamıştım bu bir tuzaktı, saldıracağımızı daha önceden biliyorlardı.
şerefsizler en az doksan kişiydiler. arkama baktığımda kaçan birkaç ranger dışında herkes savaşıyordu. başımı yana çevirdiğimde ise bir kahraman gibi savaşan keskin nişancılarımla gururlandım. gözlerim dolmuştu.
direniyorlardı... ama çok fazla zaiyat vermiştik. artık daha fazla dayanamazdık, sayıları yaklaşık bizim üç katımızdı.
kısa bir süre sonra şişmanlar düşecekti.
yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
ne olmuştu ideallerimize?
sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
saplanmıştım çamura.
dört taraftan taş yağıyordu üstüme...
saatlerce direniş göstermiştik. artık tek tük sapan sesi geliyordu uzaklardan. şişmanlar düşmüştü, başaramamıştık...
gökyüzü kan kırmızısıydı bu akşamüstü. yalnızca saçlarımı tarayan bir rüzgardı hala yaşadığımı hissettiren. ağır yaralıydım, cebimden selin'e yazdığım tamamlanmamış mektubumu çıkardım. kanla karışan göz yaşlarım ıslatıyordu her bir satırı. gözlerim kararıyordu artık, savaşacak takatim kalmamıştı. zorlanarak siperin arkasına yasladım sırtımı. kulaklarımın arkasında tıslayan taş seslerini önemsemiyordum artık...
başaramamıştık...
ve ayak sesleri duyulmaya başlıyordu yavaş yavaş, yaklaşıyorlardı bana. sapan sesleri tamamen susmuş, acı çığlıklar yükselmiyordu artık...
son bi' güçle gözlerimi açtığımda siperin üstündeki gölgeyi gördüm. dizlerinin üstüne çöküp saçlarımdan tutarak boynumu doğrulttu. açamıyordum gözlerimi, sert bi' tokat atıp kendime getirdi beni. bu o yakışıklı piçti. haklı gururu gözlerinden okunuyordu.
o yakışıklı piç sırıtışını atıyordu yine. kazanmış bir ordunun komutanıydı artık o. ayağa kalkıp adidas ayakkabasıyla gövdemi yana yatırdı. sadece dokunmak yetmişti devrilmem için. arka cebinden çıkardığı taşı hohlayıp sapanına yerleştirdi. lastiği sonuna kadar gerdi, kapamıştım artık gözlerimi... annem geliyordu gözlerimin önüne, selin'le hiç sahip olamayacağımız çocuğumuz gülümsüyordu uzaklardan. kısık bir sesle "yap artık şunu..." dedim.
ve...
tık!
sanırım artık bitmişti. gözlerimi açtığımda beyaz bulutların üzerinde arp çalmayı bekliyordum.
cennette...
tam bu sırada omzumdaki o uhrevi eli hissettim. bu... bu muharrem'di...
karşımda gülümseyerek dikiliyordu. eliyle yaralarımı kontrol edip iyi olup olmadığımı soruyordu. kafamı yana çevirdiğimde o yakışıklı piçin hareketsiz bir şekilde yerde yattığını gördüm.
muharrem elleriyle siperin arkasına talimatlar veriyordu. etrafımızda yüzlerce acımasız şişko vardı. çevre illerden, otobüslerden, her yerden şişkolar akın ediyordu. park adeta bir mahşer alanına dönmüştü. bir kıvılcımla başlattığım isyan artık önlenemez bir yangına dönüşmüştü. savaşı şişkolar kazanmak üzereydi.
ellerini uzatıp beni ayağa kaldırdı muharrem;
- geciktiğimiz için üzgünüm vezir.
gözyaşları içinde sarıldım muharrem'e. hemen yanındaki şişkolara talimat verip beni parkın en yüksek noktası olan kaydırakların balkonuna çıkardı. şişkolar her yerdeydi. bastırılmış nefretlerini bir cani gibi dışa vuruyorlardı artık. acımasızca ellerine geçen tüm şerefsizleri yok ediyorlardı. içleri kin dolu bu barbar şişkolar yakaladıkları esirlere bile son bir şans tanımıyordu.
savaşın geride bıraktığı izleri kaydırağın balkonundan çok daha iyi görebiliyordum. yerde yatan yüzlerce yaralı, devrilmiş onlarca mandalina ağacı, acılar, çığlıklar...
kendi başıma ayakta duramıyordum, iki şişman asker kollarıma girerek ayakta tutabiliyordu beni. yine de son gücümle seslendim balkonun önünde toplanmış şişman halka;
"başardık kardeşlerim! başardık benim tombul yoldaşlarım!"
hep bir ağızdan zafer naraları atıyordu koca kalabalık. başarmıştık...
gözyaşlarım kalabalığın üstüne süzülüyordu. kanlı bir devrim gerçekleştirmiştik.
artık şehirdeki tüm şişkofobikler başka illere sürülmüştü. bu zaferimizi ölümsüzleştirmek adına o parka, "tombul oğlanlar" adını vermiştik.
selin mi?
devrimden kısa bir süre sonra birbirimize kavuştuk. çocukluğumuzdan bu yana da hiç ayrılmadık. yıllar içinde yemek yedire yedire artık sevdiceğimi de tombul bir kız haline getirdim. önümüzdeki ay evliliğimizin birinci yılını kutlayacağız. dünyalar tatlısı şişko bir de bebeğimiz var.
boynunda bir takım kistler tespit edilmiş, lenf bezlerine önceki hafta biopsi yapılmış yazar.
bugün itibariyle de çıkan sonuçlara göre hiçbir kanser hücresine rastlanmamış, ve gece gece güzel bi' haber almamıza vesile olmuş yazar.
çok sevindim. yemin ediyorum sevinçten burnumu elektrikli sobanın tellerine dokundurasım var. . en başından beri bir şey çıkmayacağını söylüyorduk zaten. siliksin miliksin ama yine de buraya yazma ihtiyacı duydum. eğer varsa merak edenlerin, sevenlerin;
vesileyle de akıbetini öğrenmiş olur.
bir gün bu cümlenin bu kadar anlam kazanacağını tahmin edemezdim:
sözlükte arkadaş çevresi olduğunu gördüğüm her yazarı kıskançlıktan eksilediğim yıllardı.
henüz çok yeniydim...
kimle tanışmaya çalışsam, yeni olduğum için beni hor görüp tersliyordu. kimisi cevap vermeye bile tenezzül etmiyordu.
ben daha sözlükte arkadaş bile edinememişken, nesildaşlarım sevgili buluyor, msn'de birbirlerine cam açıyor, nicklerinin her biri birbirinden seksi kızlarla barlarda eğleniyordu.
o kadar yalnızdım ki;
kendi nick altımın başlığını bile kendim açmıştım. çaresizce akranlarımın sözlükte şöhret oluşunu yaşlı gözlerle izliyordum.
ama gözüm yükseklerde de değildi aslında. 'sadece aşık olabileceğim bir sevgili bulsam iyi olurdu' diye hayıflanıyordum.
derken bi' gün o mesaj geldi;
" haha nickin çok hoşmuş (: "
yazarlığımın onaylandığından bu yana gelen ilk mesajımdı bu. sevinçten yatağımın üstünde adeta trambolindeymiş gibi zıplıyordum, yemi bitmiş muhabbet kuşu gibi çığlıklar saçıyordum, o mesajı atan arkadaşı yakalayıp yanaklarını saatlerce ısırmak geçiyordu içimden.
aylar sonra ilk defa bi' arkadaş edinmeye bu kadar yaklaşmıştım.
fakat görgüsüzlüğümü anlamaması için bilerek 2 saat sonra cevap verdim. hatta abartarak;
" sağol. en az 25 kişi aynı şeyi söyledi zaten " diye yanıtladım mesajını. halbuki bana mesaj atan ilk yazar ta kendisiydi.
velhasıl...
mesajlaşmalırımız haftalarca sürdü. o'nunla her şey hakkında rahatlıkla konuşabiliyordum. çok anlayışlı ve zekiydi.
günlük tutuyormuşuz gibi her gün yaşadıklarımızı birbirimize anlatıyorduk. büyüsü bozulmasın diye de asla adımızı sormadık.
artık çok huzurluydum, sözlükte benim de iyi bi' arkadaşım vardı. arkadaşı olan diğer yazarları kıskanmıyordum artık .
eskiden kıskandığım o yazarların entry'lerine eksi vermek yerine artık eh işte'ler veriyordum.
henüz çok mutluydum...
ama artık bu hayalet dostumu merak ediyordum. o'nu görmek istiyordum. o'nu bu kadar severken adını bile bilmemek beni üzmeye başlamıştı.
bir gün yoğun ısrarlarıma artık dayanamayarak bana facebook'unun linkini vermeyi kabul etmişti. linki yolladı ve açtım;
allah'ım...
haftalarca konuştuğum o dost meğersem bi' kızmış. ben bunu nasıl anlayamamıştım...
tarif edemeyeceğim duyguları bir arada yaşıyordum. sırıtık profil resmiyle bana masum masum bakıyordu.
çok tatlı bi' kızdı. tövbe yarabbi böyle ağzının çemçüğüne vura vura sevesim gelmişti.
sevinsem mi üzülsem mi bilemiyordum.
birbirimizi gördükten kısa bir süre sonra artık çok daha iyi arkadaş olmaya başlamıştık. ama aslında içten içe o'na aşık olmaya başlıyordum.
dostça beslediğim o zararsız duygularım artık yerini aşka bırakmaya başlamıştı.
ah hoc est.
ah hoc est'im...
nick altına yazanlara ayar verdiğim,
uğruna acımasızca gammaz edildiğim,
seri artı oy veren melekten bile çok sevdiğim,
ah karanlık dünyamı aydınlatan mavi jojoba taneciğim.
benim güzel nickli sevgilim, hoc est'im...
hoc est ile artık sevgiliydik. rüyalarım sonunda gerçek olmuştu. güzeller güzeli bi' sevgilim vardı. üstelik o'nu sözlükte bulmuştum. günlerimiz adeta masallardaki gibi geçiyordu...
ben o'na, o da bana deliler gibi aşıktı. birbirimizin nick altına bakmaya dahi kıyamıyorduk. şukulaşırken bile ellerimiz titriyordu.
o'nu her özlediğimde nickini benim nickimin üstüne sürükleyip ağlıyordum.
henüz çok aşıktık...
hoc est'in sözlükte çevresi çok genişti. beni kimse tanımadığı için bunun eksikliğini hissediyordum.
o sözlüğün tanınmış sosyetik kızlarından biriyken, ben anadolunun bağrından kopup gelmiş hoyrat bir delikanlıydım sadece.
evet... fakir çocuk yine zengin kıza aşık olmuştu.
yine de tüm bu zorluklara karşın aşkımızın her şeyi yenebileceğini düşünüyordum. o'na ciddi düşündüğümü açıkladım ve ailesiyle tanışmak istediğimi söyledim. duyar duymaz bi' anda yüzünü astı.
- n'oldu sevgilim?
+ babam...
babası sözlüğün sayılı nick altı zenginlerinden saipsiz'di. hayatın acımasız yüzü bir kez daha kendisini göstermişti.
karma babası, nick altı zengini saipsiz efendinin kızına aşık olmuştum.
bu ne imkansız bir aşktı böyle...
benim gibi tanınmamış, karmasız bir yazara kızını verir miydi ki? bunu öğrenmenin tek bi' yolu vardı. hoc est'i seviyordum ve o'nu kaybetmeye hiç de niyetim yoktu. gidip saipsiz'le konuşacaktım.
kim bilir belki de hulusi kentmen gibi babacan bir adam çıkacaktı ve bu ilişkiyi onaylayacaktı.
cesaretimi bu şekilde toplayıp kapısına dikildim. derin bi' nefes aldıktan sonra da yutkunarak kapısını çaldım.
- gel!
odasına girdiğimde karmasını sayıyordu. o kadar fazlaydı ki... hayatımda bu kadar karmayı bi' arada ilk defa görüyordum.
gözlerimi karmasından kaçırmaya çalışsam da bi' şekilde bakışlarımı engelleyemiyordum. cesaretim biraz daha kırılmıştı.
- söyle delikanlı?
+ efendim ben vezir...
- hoc est anlatmıştı geleceğini.
+ ö.. öyle mi?
- evet. buraya ne için geldiğini biliyorum.
+ kızınızı çok seviyorum. eğer siz de onaylarsanı...
- huahahah! cebindeki karmaları çıkar bakayım masaya.
cebimdeki tüm karmaları tek tek birleştirdim. fakat tüm karmamı birleştirsem de ancak şirin baba'yı tamamlayabilmiştim.
yanaklarım kızarmış bi' şekilde karmamı masasına bıraktım.
- bununla mı yaşatacaksın kızımı ha?
+ efendim biliyorum. alıştığı hayatı belki o'na sağlayamayabilirim. ama karmadan önemli şeyler de var hayatta. biz birbirimizi se...
- söyle ne kadar istiyosun?
+ anlamadım?
- sana 500 karma puanı verirsem kızımın peşini bırakır mısın?
+ siz beni yanlış anladınız.
- amma da arsız çıktın delikanlı. 650 veriyorum ve seni bir daha kızımın etrafında görmek istemiyorum.
az önce saydığı karmaları bi' çantanın içinde bana uzatmıştı. hiç düşünmeden çantanın içindeki tüm karmaları yüzüne çarptım ve;
+ bu suratı unutma saipsiz efendi! unutma...
dedim ve göz yaşları içinde kapıyı çarpıp çıktım.
babasıyla konuştuklarımızı eksik bir şekilde sevgilime de anlattım. her ne kadar üzülse de beni asla bırakmayacağını söyledi.
"ben seni karma ve nick altı için sevmedim. ben seni seviyorum vezir..." dedi.
o an sevgilime bir kez daha aşık olmuştum. bir mucizeyi gerçekleştirebilirdik, gerçekten de aşk kazanabilirdi bu sefer...
ama saipsiz ve adamları bi' türlü peşimizi bırakmıyordu. sözlükte yüzlerce adamı vardı. beni her gördüklerinde günlerce seri eksiye tutup hoc est'i terk etmem için zorluyorlardı. cebimdeki 3 kuruş karmam da bu şekilde bitmişti.
ama yine de direniyordum...
saipsiz efendi kızına da benimle görüşmemesi için baskı kuruyordu. her yerde bağlantıları vardı saipsiz'in. en sonunda moderatörlere talimat verip sevdiceğimi çaylak yaptırmıştı. artık o'nunla görüşemiyorduk, bu kalpsiz adam sevenlerin arasına bi' duvar örmüştü.
haftalarca görüşemedik.
ama yine de sevgilime güvenim tamdı. ne kadar baskı görürse görsün benden vazgeçmeyecekti, dayanacaktı aşkımız için.
ve o gün... hoc est'in en yakın arkadaşından mesaj geldi;
" vezir, hoc est'in peşini bırak artık. kendisi dışarıya çıkamadığı için beni yolladı. artık babasının haklı olduğunu düşünüyor.
nick altı olmayan bir adamla evlenmesi söz konusu olamazmış. ikinize de yazık. artık vazgeç bu sevdadan."
dakikalarca monitöre bakakalmıştım. yanaklarımdan süzülen yaşlar klavyemi ıslatıyordu. hani aşk her şeyi yenerdi?..
hani karmadan güçlü şeyler de vardı bu hayatta. bu muydu yani, bu muydu lan!? üç kuruşluk karma uğruna mı harcadın beni, gösterişli nick altları uğruna mı sattın el değmemiş hayallerimi? sen aslında o gün ilişkimizi değil; bu temiz kalpli, saf anadolu çocuğunu öldürmüştüm arkana bile bakmadan.
o gün anlamıştım;
duyguların, namusun hiçbir önemi yoktu bu insanlar için. gösterişli nick altlarının içinde sahte mutluluklar üzerine inşa etmişlerdi hayatlarını.
ve ben, o karma fakiri temiz çocuk...
artık ben de onların oyununu oynayacaktım. metelik etmez adi yaşantılarına kendi silahlarıyla cevap verecektim.
gözlerini karma bürümüş bu insanlara unutamayacakları bir ders vermeliydim.
alnımın teriyle sessizce, azimle, aylarca çalıştım. "yapamazsın vezir, vazgeç bu intikamdan" dediler. kulaklarımı tıkadım,
yine çalıştım... namusuyla evine bal götüren şerefli bir arı gibi başımı kaldırmadan çalıştım.
artık nickim bile akıllarında değildi. kendimi tamamen unutturmuş, büyük günü bekliyordum.
beni en son gördüklerinde şirin baba'ydım. ve aradan geçen 6 ay sonra saipsiz'in kapısını çalma gereği bile duymadan içeri girdim.
tanıyamadı ilk önce...
son gördüğündeki o saf çocuk değildi artık karşısındaki.
bin küsur karmayla karşına dikilmiştim;
- buyrun, hoşgeldiniz?
+ (gözlerinin içine bakarak gülümsedim sadece).
- sen...
+ ben ya... sırf karması az diye, nick altı yok diye aşağıladğınız o çocuk. hatırladın mı?
- ama bu nasıl?..
+ bunun için miydi ulan!? bu yüzden mi çaldınız o masum hayallerimi, bunun yüzden mi yıktınız minik yüreğimi? söylesene ha bunun için mi!?
yüzüne bin küsur karmamı ve beş sayfa nick altımı çarpıp sırtımı döndüm. tam odadan çıkıyordum ki...
kafamı kaldırdığımda bi' anda karşımda hoc est'i gördüm. odada olduğumdan haberi yoktu ve yalnızca babasını görmeye gelmişti.
yüz yüze geldiğimiz anda şaşkınlığını gizleyemedi, karşımda donakaldı. benim için de kolay olmamıştı. yüreğimde bi' anda cız eden o sancı tüm bedenimi kaplamıştı. kendimden emin bir şekilde, titrememeye çalışarak; önce babasının yüzüne çarptığım yerdeki karmalarıma baktım,
daha sonra da hoc est'in gözlerine bakarak; "değer miydi..." dedim.
"bir zamanlar sırf karması az, nick altı yok diye buruşturup bir kenara fırlattığınız o çocuk işte... ben!"
hoc est ağlamaya başladı. biliyordu çünkü göz yaşlarına dayanamayacağımı. o kadar masum ağlıyordu ki...
aylar önce kalbimi parçalayıp bir kenara atan o kız değildi sanki karşımdaki. o yaşlı gözlerle dudakları titreye titreye gözlerimin içine bakıyordu . o'na sarılmamak için gözlerimi o'ndan kaçırıyordum. ve son kez ikisinin de duyacağı bir şekilde bağırdım;
" gördünüz işte... uğruna beni ezip geçtiğiniz şeyler ne kadar değersizmiş gördünüz. ne kadar kolay ulaşılabilirmiş aslında di mi? peki cevap verin şimdi; peki siz... siz nasıl kaybettiğiniz şerefinizi bu kadar kolaya geri kazanabileceksiniz!?
ve sen...
ilk aşkım, ilk göz yaşım, dokunamadığım en kutsal hayallerimin sahibi. sen... hangi piçin nick altlarında bulabileceksin peki o kirlettiğin masum sevgimi?"
dedim, ve daha da artan ağlamasını görmezden gelerek kapıyı çarpıp çıktım. yerde dizlerinin üstünde ağlıyordu hoc est, saipsiz ise iki elini başının arasına almış uzun uzun dalıyordu...
çarptım kapıyı çıktım,
aylar önce aynı odaya titreyerek giren o gariban çocuğu da ardımda bırakarak çıktım. o çocuk da ağlıyordu yine de.
"sus" dedim o çocuğa, "sus... akıtma o tertemiz yaşlarını vicdanı dikiş tutmamış kirli kapıların gölgesinde."
dikil şimdi parmaklarının ucunda, bu son balemiz kızım...
göz yaşların nüksediyor yine dağarcığıma.
ve darağacında sallanıyor esarete aşık yarınlar.
fevren öpseydim dudaklarından, daha mı az fevahiş kusardı acaba dünya?
ya da her gece aynamda ölürken yokluğuma, hudutlarım daha mı çok azalıyor tanrılara?..
söylesene kızım, henüz mürekkebe bile banamadığım o gözlerini kim döllüyor şimdi?
vaftiz edilmemiş rüyalarımıza hangi gölge dokunuyor,
hangi pusu bekliyor yatağında... hangi yatak sırtımdan vuruyor beni kahpe rüyalarında!?
söylesene kızım... hangi rüyanda pusu kuruyor gözlerin bana?
şimdi yokluğun elimde yarım kalmış bir ekmek parçası...
yoo hayır... paylaştığım için üzülmüyorum;
sadece lanet olası bir kuş mu toplayacaktı yerden tüm kırıntımızı?
ya da kıskanç bi' rüzgar mı taşıyacaktı her bir parçamızı?..
nasıl yürüyeceğimi bilmediğim bir yoldayım şimdi.
ahvale küskün sesim titriyor yine. güneşin altında gölgesiz bir mücerred,
karanlığı özlüyor her defasında. ve karanlıkta arıyor gölgesini her yalnızlıkta.
oysa ki çok korkarım ben karanlıktan...
bak birazdan yine ayrılıyor yol, üstelik güneşime kasteden uhrevi karanlık gülümsüyor yeniden...
bu son gidişin olsun kızım! intihar süsü bırakıp kaçtığın dünümüzle bırak beni.
artık sadece güneşime kürtaj yapan,
kötü bir annesin şimdi.
öğlen kahvede söylediler. peakseasonsurcharge silik dediler.
ne kolay söylediler.
sanki dev bir taş ocağını,
kökünden dinamitleyip, üstüme devirdiler!
ahh dostum... o kocaman nickine
o beyaz kefeni nasıl kıyıp giydirdiler?
o zalim tabutun tahtalarını,
senin üzerine nasıl böyle çivilediler?
yani sen şimdi gittin!...
yani bir daha olmayacak mısın?
yani bir daha şuku vermeyecek,
rakı ısmarlamayacak mısın?
peki, beni kim kızdıracak?
kim zar tutacak, kim ağzını şapırdatacak?
peki, beni bu köhne dünyada
senin anladığın ka...
tamam tamam...
sayın peakseasonsurcharge abla. dün gece itibariyle intihar ederek kendini sildirdin.
sebeplerini bildiğim için sana bunun yüzünden kızamıyorum.
fakat giderken yanında nick altımı da götürdün çok ayıp ettin.
ama;
seni iyi ki tanımışım. kısacık sürede inanılmaz güvenimi kazandın. kısacık sürede bile olsa sana o kadar ısındım ki;
gelecekte bir kız çocuğum olursa nick'ini senin nick'inin aynısını yaparak, seni ölümsüzleştireceğim.
şimdi bunları adeta mezarının başında anlatıyormuşum gibi hissediyorum. zamansız gidişinle hepimizi yıktın.
arkanda bıraktığın yazarları hiç merak etme, hepsi iyiler.
daha fazla burada kalamayacağım.. bilirsin beni böyle anlarda hep gözlerim dolar.
seni çok özleyeceğiz dostum...
gittiğin sitelerde rahat uyu. kardeşlerin seni asla unutmayacak.
hoşçakal peakseasonsurcharge,
hoşçakal...
facebook'taki fake hesabıma ilişki daveti yollayıp kendi kendimi reddettiğim yıllardı.
henüz çok yalnızdım...
o kadar yalnızdım ki;
her mutlu çifti delicesine kıskanıyordum. sokakta el ele yürüyen bi' çifti görünce hemen renault toros marka arabamla yanları-
na yanaşıp son ses "sexbomb sexbomb you're a sexbomb" şarkısını açıp o'nları utandırıyordum.
sinemaya romantik bi' film izlemeye gelen çiftlere, daha önceden rüşvet verip satın aldığım sinema görevlisi tarafından "biletleriniz yanlış kesilmiş efendim" dedirterek o'nları ayırıyordum ve tam da ortalarına oturuyordum.
yağmur altında el ele ıslanarak dolaşan çiftlerin üzerine en azılı şemsiye satıcılarımı salıp zorla şemsiye sattırıyordum.
henüz çok kıskançtım...
aslında bu kıskançlığımın tek sebebi de hoşlandığım kızdı. henüz kendimde o'na açılacak cesareti bulamıyordum.
gördüğüm her mutlu çift bana 'onu anımsatıyordu.
adı cansu idi.
ah cansu.
ah cansum...
cevabını sonradan hatırladığım boş bırakılmış ösym sorum,
pes'te hep son dakikada gol yedirten bozuk tuşum,
ah saçları carles puyol kıvırcığı guguk kuşum.
gözleri pringles bakışlı benim güzel cansum...
cansu'yla lise 3'den itibaren aynı sınıftaydık. sınıfımıza ilk adım attığı anda hayat bi' anda, tartışılan ofsayt pozisyonundaki ayaktan çıkan top hızına düşmüştü benim için.
o ağır çekimde kapıdan içeriye doğru adımlarını atarken, ben de tilki görmüş road runner gibi üzerine koşmak istiyordum. allahım bu ne güzelliktir... o nasıl bir gülümsemedir.
o'nu ilk gördüğüm anda hoşlanmıştım. öğretmenimiz boş bi' sıraya oturması gerektiğini söylediği anda sınıftaki tüm erkekler yanındaki arkadaşını sıradan aşağıya atmaya başlamıştı. cansu bu beklenmedik tepki karşısında sadece gülümsüyor ve boş bi' sıra arıyordu. şansıma o gün de en yakın arkadaşım derse gelmemişti. haliyle de sıradan atacak kimsem yoktu.
diğer erkekler gibi beni sulu bulmamış olacak ki gülümseyerek benim sırama gelip oturdu.
diğer abazanlar bu durumdan çok hoşnutsuzdu. akla gelmeyecek bahanelerle yanıma oturmasına itiraz ediyorlardı.
neymiş efendim orası soğuk oluyormuş, yok efendime söyleyeyim kızla erkeğin yan yana oturması doğru değilmiş, iran'da olsa bizi asarlarmış.
o'nlar konuşa dursun artık cansu benim aktif sınırlarım içindeydi.
ucunda en yakın arkadaşımı satmak da olsa cansu'yu benim sıramdan asla yollamadım. çok utangaç ve tatlı bi' hali vardı. sürekli yere bakıp uzun uzun dalıyordu. aylar geçtikçe artık çok iyi arkadaş olmuştuk.
ama o'na olan hislerimi hiçbir şekilde belli edemiyordum. ben de artık bu durumu kabullenip o'nun zamanla benden hoşlanmasını bekliyordum.
cansu zengin bir kızdı. sabahları abisi o'nu son model mercedes'le okula bırakıyordu. ama giderken hiçbir şekilde ara gaz çekmiyordu. medeniyet işte. o araba bende olsa camları titrete titrete giderdim.
her neyse;
cansu öğlenleri ille de mc donalds'a giderdi. "durdu usta'dan kebap yiyelim" dediğimde bana insanlık suçu işlemişim gibi bakardı.
tüm bunlar yetmezmiş gibi de fakirleri inanılmaz aşağılardı. sahilde yürürken bi' anda tartıcı kızların tartısına tekme atıp kahkahalar atıyordu. eve belediye otobüsüyle giden insanlara kırmızı ışıkta nanik işareti yapıp dil çıkarıyordu.
bi' keresinde de öğretmenimizin çantasına çaktırmadan 50 tl koyup üzerine de "üstüne bir şeyler al artık" yazan bi' not bırakmıştı.
tüm bu şerefsizliklerine karşın yine de hoşlanıyordum işte. elimde değildi...
üstelik benim de fakir olduğumu henüz bilmiyordu. çok zengindi ama o kadar zeki değildi. zira ayağımdaki çakma adidas'ların çakma olduğunu hiç fark edememişti.
fakirlerden nefret ettiği için ben de kendimi zengin bi' ailenin çocuğu olarak tanıtmıştım.
sırf uzaklaşmayalım diye cebimdeki tüm paramla ben de o'nunla starbucks'a gidiyordum, ben de tartıcı kızlara tekme atıp yalandan kahkahalar atıyordum. ne acıdır ki ben de zenginliğin ruhsuz bedeninde sevgi dolu umutlarımı harcıyordum.
sabahları okula erkenden gelip bisikletimi kimsenin göremeyeceği yerlere kilitliyordum.
ve o gün...
artık o'nun da benden hoşlandığını hissediyordum. gülücüklerinde, gözlerimin içine bakışında bi' beklenti vardı adeta.
tüm bu zenginlik yalanları ne yazık ki işe yaramıştı. cansu da artık benden hoşlanıyordu.
bi' gün tam sinemada sevdiceğimin o cennet bakışlı gözlerinin altından dudaklarına tam uzanıyordum ki ceplerimden dökülen soğuk metal sesiyle irkildim. şangır şungur cebimdeki tüm bozuk paralar dökülüyordu. oysa ki cebimdeki son paraydı onlar.
bi' anda soğuk terler dökmeye başladım. o bozuk paraları eğilip alsam bu zengin kızın kim bilir nasıl gözünden düşecektim.
ama cebimdeki son para da onlardı. eve dönecek yol param bile yoktu. zor bi' karar aşamasındaydım.
zor da olsa ağzımdan şunlar dökülüverdi:
- amaaan. çalışanlardan birisi nasıl olsa ortalığı toplarken bulur. harçlık olsun çocuğa.
dedim ve tekrar dudaklarına yeltendim. ama bi' anda beni geri itti. gözlerinin içine baktığımda ağladığını fark ettim.
o masum dudaklarının kenarı titriyordu. ürkek bi' sesle bana bağırdı;
bu konuşma dakikalarca sürdü... özetleyecek olursak; sınıfa ilk geldiği andan itibaren benden hoşlanmaya başlamış.
ne var ki ayağımdaki çakma adidas'ları gerçek sanıp zengin olduğumu düşünmüş. ve yanımda ezilmemek için kendisini bana zengin bi' ailenin kızı olarak tanıtmış. aslında benden bile fakirmiş...
sabahları o'nu okula bırakan mercedes de aslında annesinin çalıştığı yerin patronuymuş. yolunun üstü olduğu için her sabah cansu'yu bırakıp geçiyormuş.
ve son olarak bu bozuk para hadisesinden sonra daha fazla dayanamamış. fakir insanları hor gördüğümü düşünerek kalbi kırılmış. ne desem o'na fakir olduğumu inandıramadım. kendimi savunmama izin vermeden beni terk edip gitti. okuldan kaydını da sildirmiş.
yıllar geçmesine rağmen bir kez olsun göremedim o'nu.
evet arkadaşlar,
yine her zamanki gibi kendi silahımla kendimi vurdum.
yağmurun çiselediği anlarda kafama hiçbir yağmur taneciğinin isabet etmeme olasılığını düşündüğüm yıllardı.
henüz çok umutluydum...
her genç gibi ben de üniversiteye ilk adım attığımda electro house musiclerler eşliğinde tavşan kostümlü kızlar tarafından karşılanmayı, bikinili kızlar tarafından hoşgeldin öpücüğü alıp yüzüme şampanya püskürtülmesini bekliyordum.
fakat üniversitenin kapısından adımımı ilk attığım anda kendimi bir convers tarikatının içinde bulmuştum. gördüğüm tablo hiç de beklediğim gibi değildi.
sanki farklı türlerin bir araya geldiği rengarenk bir karınca kolonisinin içine düşmüştüm.
etrafta ne tavşan kostümlü seksi kızlar vardı, ne de electro house dinleyip birbirleriyle öpüşen çiftler...
yaşadığım bu hayal kırıklığının etkisiyle dakikalarca kapıda donakalmıştım. tam olan bitene kendimi hazırlamaya çalışırken arkadan yükselen ibrahim erkal şarkısını işittim. duymamazlıktan gelmeye çalıştıkça bu ses gittikçe bana yaklaşıyordu.
kafamı geriye çevirdiğim anda elinde radyosuyla karşımda dikilen bıyıklı güvenliği gördüm. oysa ki hayalimdeki güvenlik elinde kamçı tutan deri kıyafetli bir kadındı.
- içeri geçmeyecek misin birader?
gözyaşları içinde üniversiteye adımımı attım ve yürümeye devam ettim. her gördüğüm karede yıllarca kandırıldığımız amerikan filmlerinden daha da nefret ediyordum. allah'ım ben nereye düşmüştüm böyle...
kantinde birbirinin kulağına geğiren kızlar, kunduralarla basket maçı yapan oğlanlar, okula bisikletle gelen profesörler, bahçede bağdaş kurup türkü söyleyen gençler... daha niceleri.
tamam, etrafta gerçekten güzel kızlar da vardı. ama o'nlar da elit kesimle takılıyordu. hangi güzel kıza aşık olasım gelse hemen arkasına yanaşan bmw'ler masumane duygularımın üstüne park ediyordu adeta.
günler birbirini izledi, aylar birbiriyle kavga etti derken artık kaderime razı olmuş bir şekilde üniversiteye uyum sağlamaya başlamıştım. artık ben de convers giyiyor, defter sayfalarından uçaklar yapıp pencereden atıyor, projeksiyon aletinin önüne orta parmak yaparak itici şakalarda bulunuyordum.
artık ben de birbirlerinin kulağına geğiren kızlara kahkaha atar olmuştum. ben de kunduralarla maç yapan çocukları sorgulamıyordum artık. ne acıdır ki, artık ben de o güzel kızlardan ümidimi kesmiştim...
ve o gün...
yine her zamanki gibi içinde kaşardan başka bir şey olmayan karışık tostumu kemirerek merdivenlerden çıkarken arkamdan gelen o sesi işittim;
- şşşt! pokemon beren çok tatlıymış.
arkamı döndüğümde karşımda gözlerini kocaman açmış, gülümseyerek bana bakan bi' tweety vardı.
allah'ım bu nasıl bir tatlılıktır, bu nasıl bir ses tonudur. okulun en güzel kızlarından birisi olduğuna hiç şüphe yoktu.
üstelik merdivenlerde olduğumuz için de arkasında bir bmw yoktu.
+ teşekkürler. sever miydin pokemon'ları?
- deliye bak. hala severim ki ben.
dedi ve çantasından bir poşet dolusu taso çıkardı. hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım. tweety'nin kafasından tutup duvarlarda patlasım gelmişti sevinçten. hemen ardından beni taso oynamaya davet etti.
koşarak bahçeye çıkıp düz bi' zeminin üstüne yumulduk. o'ndan 15 tane borç taso aldım ve düelloya başladık. güzel olduğu kadar da sıkı bir oyuncuydu. çetin geçen 1 saatlik kapışmamızın ardından elimdeki tüm tasoları ütmüştü.
sanırım aşık oluyordum...
bu arkadaşlığımız haftalarca devam etti. o'nunla yakınlık kurarken bir yandan da sosyal hayatını gözlemliyordum. diğer güzel kızların aksine, arkasına hiç bmw yanaşmamıştı. kimsenin kulağına da geğirmemişti. aradığım insanı sanırım bulmuştum.
çocuksu ruhu beni kendine gün geçtikçe bağlıyordu.
adı tuğçe idi.
ah tuğçe.
ah tuğçem...
gözleri charmander bakışlı farem,
halısahada gelişine gelen topu tellere vurduğum yarım volem,
tutmayan espirimden sonra gelen pişmanlık dolu keşkem.
ah oranı düşmüş tek maçtan yatan iddaa kuponu tuğçem.
artık tuğçe'yle sevgili olmuştuk. üniversitenin en dikkat çeken çiftiydik. tuğçe'nin çocuksu ruhu ilişkimize renk katıyordu.
kimi zaman okulu asıp counter'da dust2 kuruyorduk, kimi zaman zaman okulun çatısından aşağıdaki öğrencilerin kafasına tükürüyorduk.
henüz çok mutluyduk...
ta ki 4. ayımıza kadar.
tuğçe artık beni yeterli bulmuyordu. o'nun için yeteri kadar deli dolu olduğumu düşünmüyordu.
artık saçma sebeplerden dolayı kavga ediyorduk;
- ya aptalsın vezir neden vurmadın o teröristi! tam kafasına sıkmalıktı.
+ hayatım bizim takımdan o?
- ya işte daha güzel. hahaha çok komik olurdu xd xd.
---------------------------------------------
- vezir sen çok geri kafalısın!
+ yine n'oldu?
- sana derste nuri alço müziğini aç dedim ama açmadın.
tuğçe'nin bu çocukluklarına artık anlam veremiyordum. başta çok hoşuma giden bu çocuksu tavırları artık canımı sıkmaya başlamıştı.
resmen işin bokunu çıkarmıştı. o'nu tanıdıkça ruhundaki ergenden korkmaya başladım.
en son uyurken yastığımın altına torpil bırakıp kaçmasının ardından bu ilişkiyi gözden geçirmeye karar verdim. o'nu yakalayıp bi' kenara çektim;
- bu saçmalıklara ne zaman son vereceksin hayatım?
+ zaaa xD
- tuğçe ben ciddiyim ve bu ilişki bitmek üzere artık.
+ uff tamam ya. ya sen çok iyisin ama ben liselilerden hoşlanıyorum.
- ... yani?
+ hayranım o'nların espiri anlayışlarına, hayata bakışlarına. ayrılmak istemiyorsan benim için yeniden liseye yazıl?
dedi ve o an ayrıldığım ergen ruhlu bu psikopattan.
ama ben o'nu çok seviyordum ya... haftalarca alkol içip kendimi parçaladım. bu ayrılık beni hiç olmadığı kadar yıprattı.
o'nsuz bi' hayat düşünemez oldum. ve en sonunda kendimden utansam da aşkım için geri adım attım.
liseye yeniden yazılmam mümkün olmadığı için o'nun yanındayken artık liseli taklidi yapıyorum.
artık counter oynarken ben de takım arkadaşlarıma ateş ediyorum, ben de belediye otobüslerini durdurup kaçıyordum, ben de derste nuri alço müziği açıp pis pis sırıtıyordum, ne yazık ki ben de sevgilime "sheni seviyorumm <3" mesajları atıyordum.
evet arkadaşlar,
sevgilim artık çok mutluydu. dün hala sakladığım lise üniformamı giymemi istedi ve o şekilde sinemaya gittik.
saçlarımın önünü dikip jöle sürüyor ve bundan inanılmaz haz duyuyor. boş zamanlarında bana liseli esprileri öğretiyor.
bazen tanıştığımız güne lanet etsem de silip atamıyorum işte. seviyorum bok varmış gibi...
neyse arkadaşlar az önce mesaj attı;
kuzenine birisi sataşmış beni kavgaya çağırıyor.
konusu ne olursa olsun aynı üslup ve temennilerlerden vazgeçmeyerek moral vermeye çalışan pollyanna ruhlu teyzeleri samimi bulmama durumudur.
işin kötü yanı toplum bu teyzelere sponsor olup koruyor üstelik. kime dert yansam, "yaşlılarla dalga geçiyor piç" diye bana cephe alıyor.
tövbe estağfurullah ne dalga geçmesi arkadaş, öyle bi' niyetim asla olmadı. sırf haklılığımı kanıtlayabilmek adına geçen hafta gözüme kestirdiğim bi' teyzenin üstünde deney yaptım. kelimesine dokunmadan anlatayım;
en pollyanna ruhlusunu bulabilmek için aklıma ilk gelen yer hastane olmuştu. zira bi' süre hastanede vakit geçirmiş teyzeler biraz daha optimist bir felsefeye bürünüyorlardı. yaklaşık 5 dakikalık arayışımın ardından acil kapısındaki al yazmalı teyzecik dikkatimi çekmişti.
- selam teyzeciğim.
+ merhaba oğlum.
- yakınınız mı hasta?
+ bizim torunun eli kesildi de. o'na dikiş atıyorlar.
- anladım geçmiş ols...
+ senin de mi yakının?
- ya sorma teyzecim, dedemi kaybettik de.
+ allah mekanını cennet etsin. olsun oğlum allahtandır.
- amin teyzecim amin. işte moraller bozuk bizim de öyle.
+ olsun olsun oğlum. olsun...
- kız arkadaşımla da ayrıldık.
+ bak gran giresiceye. olsun oğlum.
- dün sırtımda uranyum patladı teyze?
+ olsun evladım. allahtandır olsun.