çok gerekli olmasa da bir tedbirdir. gittiğiniz zamandan kendi zamanınıza geri döndüğünüzde 10 dakika erken gelmiş olursunuz. bi işiniz, randevunuz varsa geç kalmazsınız.
dışarısı soğuksa o 10 dakkayı makinenin içinde oturarak geçirebilirsiniz.
yeni bir film, kitap, resim keşfetmekten farklıdır. onlar da sizin zenginliğiniz olarak kayıtlara geçer, fakat yeni bir müzik, siz hayatınızı oynarken takıma aldığınız yeni bir elemandır ve tek işi size pas vermektir.
zaten müzik tuhaf şey. sevilen müzik ses yoluyla havaya resim çizer ve siz de onu görürsünüz. o resim bestecinin çizdiğinden farklı olsa bile ve eğer müzik sizin hoşunuza gittiyse.
istersen havaya bakma, işine bak, o sana ortam yaratsın.
da doors grubunun bahsettiği, "müzik senin sonuna kadar kalan tek arkadaşındır"(*), iddiasının gerçek olması kuvvetle muhtemel.
hastasıyım.
(*) "music is your only friend/ until the end" sözlerinden serbest çeviri.
dünyada ilk ve orta öğretim müfredatında insan hakları dersi olan ülke var mı bilmiyorum. uygulamasını düşünürken bir yandan heyecan verici geliyor bir yandan da gülesim geliyor:
"evet çocuklar haftaya herkes yaşadığı yere en yakın insan hakları ihlaline bir örnek getirecek."
madem bazı arkadaşlar hiç tanımadıkları insanlarla bir olup diğer tanımadıkları insanlardan nefret etme ihtiyacı duyuyorlar, bu ihtiyacı daha mantıklı bir temele oturtmanın vakti gelmiştir.
çünkü zaten milliyetçilik zor iş. başkalarının yediği haltlardan dolayı semt manavınızla veya çocukluk arkadaşınızla düşman ilan edilebilirsiniz. tam buna alışırken birdenbire yine başkaları o gün gazını çıkaramadı diye nalburunuz ve eczacınızla aslında ezelden beridir düşman olduğunuzu duyarsınız televizyondan. yüzyüze bakacaksınız, ayıp değil mi?
ayıp. ayrıca genetik secere araştırmaları sonucunda kendi kendinizin düşmanı olduğunuzu öğrenmeniz de pek mümkün.
o yüzden talebi karşılayacak yeni bir kimlik ve aidiyet kaynağı gerekli. bütün ihtimaller düşünüldükten sonra, ki ben hepsini dün düşündüm, geriye kalan en akılcı alternatif aslında çok tanıdık bir kavram: ortak su kaynağı.
en eski insan gruplaşma yöntemidir. insanevladı su kaynağını bulur ve etrafına şehir kurar. bunu hep yapmıştır ve her seferinde işe yaramıştır.
yine bir sürü tanımadığınız insanla aynı gruba dahilsiniz ama ortak, somut bir yönünüz var. içtiğiniz su aynı. size devlet su işleri'ne tapmanızı söylemiyorum. ama ilk iş olarak sizin içme suyunuzun hangi barajdan geldiğini, o barajdan hangi bölgeye su dağıtıldığını öğrenirseniz gruba adapte olmanız daha kolay olur.
bundan sonra o barajdan su içenler sizin en sevdiğiniz insanlar. geriye kalan bütün insanevladı, sizin inancınıza göre, yarrak kafalı pezevenklerden oluşuyor. ama olur da, onlar sizin suyunuzdan içerse, ya da siz onların barajından çıkan suyu içerseniz, bütün dengeler değişir, bir anda kardeş oluverirsiniz.
çok asil bir çabadır. atalarımız 100000 senedir aynı duyarlılığı gösterseydi bugün hepimiz aynı dili konuşuyor olurduk.
şaka maka, dil bir aynadır. o gün nasıl yaşadığını, hangi etkiler altında kaldığını anlamak için bakarsın. insan değişince dil de değişir.
dilin kimsenin korumasına ihtiyacı yok. dünya gezegeni gibi. iklimini, yüzeyini nasıl kullandığı insanın kendi yaşam kalitesini belirler. dildeki kaybolan güzellikler ve ifadeler, nesli tüketilen dodo kuşu gibidir. insanevladı onsuz da yaşar ama onun yokluğu kendisinin telafisi olmaz bir eksikliğidir.
benzetme her noktada işlemiyor. dil insanın ürettiği bir araç, ama gezegen malı değil. insanın dünya ve üzerindekilerini kendi malı olarak gördüğü ise kesin. o yüzden ikisine karşı insanın midesinde uçuştuğunu hissettiği korumacı kelebeklerin sebebi aşk değil, korku. "adapte olabilecek miyiz?" korkusu. ama aynı dil gibi, gezegenin de umrunda değil. nesli tükenen hayvanlar ise yanlış zamanda yanlış gezegende yaşadılar.
dil kötüye gider mi? kelimelerin şekil değiştirmesiyle değil herhalde. eksilmeleriyle olabilir.
"muktedir" güzel bir kelimedir, "bilgisayar" da öyle.
"hayret bir olay" lafının çıktığı zamanları hatırlıyorum.
çok değil 15 yıl öncesine kadar sadece yazı işlerinde çalışanların veya amatör yazarların sahip olduğu yazma alışkanlığının tabana yayılarak gündelik hayatın bir parçası olduğu gözleniyor.
internet öncesi dönemde okuma yazma bildiği sürece herkes az çok birşeyler okuyordu. gazete, mecmua, veya en azından televizyondaki yazılar gündelik hayatın bir parçasıydı. yazma eylemi ise gündelik hayatın ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlı kalmıştı. fikir ifade etme amaçlı kullanımı, hobisi yazmak olmayan bir inşaat mühendisi veya manav için aynı derecede yabancıydı.
internet'le beraber herkesin aslında yazmak için fırsat aradığı ortaya çıktı. peki bu deli gibi yazma ihtiyacı daha önce nasıl karşılanıyordu? benzer üretim ve paylaşım artışı özellikle video alanında da kendini gösterdi, fakat bu, görece olarak yeni olan taşınabilir kamera teknolojisi sayesinde mümkün oldu. yazı ise 5 bin senelik bir teknoloji ve okuyabilen her insanda olan bir yetenek.
tamam mektup denen bir yöntem de vardı ama bugün emaillere harcadığımız zamandan çok daha az bir zaman harcıyorduk. Ayrıca bütün internet kullanımının içinde emaillerin kendisi az yer tutuyor.
bugünkü internet kullanımının mektuptan en büyük farkı, bugün yazdıklarımızın çoğunu tanımadığımız insanlar okusun diye yazıyoruz.
bu kadar da arkadaş canlısı bir türdür insanevladı. herkese benden içki.
yaratıcılıktan uzak salakların birbirlerine verdiği ayarları vergileriyle finanse eden, bu parayı kazanmak için hayatını sadece haftasonlarına hapseden insanların dünyasından bahsediyorum, açlıktan ölenlerinkinden değil.
foundation serisinde hari seldon adlı karakterin 1500 yıllık kalkınma planı. tarz olarak benzerlikler gösteren battlestar galactica'da sıkça dile getirilen "saylonluların planı"nı akla getirir.
isaac asimov'un yazdığı foundation adlı bilim-kurgu roman serisinden çıkan üçüncü kitabı. ilk üçlemeye yapılan eklemelerden sonra serinin tarihsel kurgusunda beşinci sırada yer alır.
isaac asimov'un foundation and empire adlı romanındaki önemli bir karakter. oynadığı rolün önemi, bu kitabın devamını anlatan second foundation romanında anlaşılır.
isaac asimov'un yazdığı foundation adlı bilim-kurgu roman serisinden çıkan ikinci kitabı. ilk üçlemeye yapılan eklemelerden sonra serinin tarihsel kurgusunda dördüncü sırada yer alır.
ilk kitaba (foundation) hakim olan belirlenimci havanın ve seldon planı'nın, örselenmiş bir çocukluğun ürünü the mule (katır) lakaplı bir mutant tarafından test edilmesidir mevzu.
the mule'ün izlerine star wars filmlerindeki palpatine'ın, ve çeşitli çizgi romanlarda dünyayı ele geçirmeye çalışan üstün güçlü, kötü, ve bir o kadar da sevimsiz karakterin krokisinde rastlamak mümkün. ama kesinlikle diğer hepsinden daha ilginçtir. karikatür değildir, üç boyutludur. belki de, the mule'ün diğer kurgusal ürünlerdeki en başarılı temsili, the usual suspects (olağan şüpheliler) filmindeki keyser soze karakteridir. ama asimov the mule'ün hikayesini filmin* bittiği yerde bitirmez çünkü foundation serisinde başrolde hikayenin kendisi vardır ve the mule rolünü tamamladıktan sonra da hikaye devam eder.
ayrıca, birinci kitaptaki kadın karakter eksikliği, bu kitapta galaksinin kaderini belirleyen bayta darell ile kapatılmıştır.
"banane" diyorum, benim karnım tok, daha yeni kahvaltı yaptım. ama yine de insanın gözüne batıyor dünyanın -her ne kadar küre şeklinde olsa da- yaklaşık olarak ortasından gelen açlık haberleri ve yardım kampanyası anonsları.
insanevladının pis karakterine ve kendisini sürekli tekrarlayan davranış kalıplarına aşina olduğum için aklıma ilk gelen soru "bu ülkelerin doğal kaynakları nedir?" oluyor. ülkelerin ve dünyada savaş ve katliamı meşru kılabilen zenginlik kaynaklarının ingilizce isimlerini arama motoruna yanyana koyunca bazıları mutlaka sonuç veriyor.
yarım saat içinde bu üç ülkenin halkını nesiller boyunca rahat yaşatacak kaynakların varlığı ve kimlerin bunlarla ilgilendiği hakkında bilgi ediniyorum.
benim yarım saat içinde edindiğim bu bilgi nasıl oluyorda unicef, kızılhaç, kızılay gibi yardım kuruluşları ve büyük haber kuruluşlarına "hava çok sıcak, kuraklık ve kıtlık ortamın içine sıçtı" olarak yansıyor, bilmiyorum.
"üç aşağı beş yukarı" bilimsel ekolünün internet teknolojisini benimsediği kesişme noktalarında kendini gösterir. en azından bi fikir verir. zaten insan dediğin, "en azından bi fikir".
o zamana kadar deneme/yanılma ve kaynakları seferber etme yöntemiyle insanların korkularını, fantezilerini, umutlarını öğrenmeye, olmazsa yaratmaya devam edeceğiz. bi kere derinin altına girince gerisi kolay, ordan beyine 5 dakkalık mesafe.
doğu afrika'da (somali, etiyopya ve kenya) 10 milyon insan son 60 yılın en büyük kuraklığının getirdiği kıtlık yüzünden açlıkla karşı karşıya.
az önce marketten dondurulmuş pizza aldım. fırına attım. 15 dakikada ısındı. 10 dakikada yedim. göbek de yapmaya başladım.
somali'nin 7,5 milyon nüfusunun dörtte biri evlerini ve bölgelerini terk etmek zorunda kaldı.
benim işyerinden eve gelmem -markete uğramamı da sayarsak- en fazla 1 saat.
kıtlıktan en çok etkilenen somali'de son hükümetin çöktüğü 1991 yılından beri, 20 yıldır, sürekli çatışma var.
benim de kendime göre bir takım sorunlarım, mutsuzluklarım var. o yüzden açlık, hastalık haberi, kemikleri görünen afrika'lı çocuk, ailesinin aç kaldığını görünce intihar eden baba haberleriyle karşılaşınca kanal değiştiriyorum, önceden kaydettiğim eğlenceli bi film varsa onu koyuyorum. dvd izlemeye bayılıyorum.
hiç olmazsa, sırf diğer tarafa bok atmak için samimiyetsiz ve kokuşmuş din, millet, mezhep, kabile muhabbeti yapmıyorum.
ama merak etmeyin, şikenin en büyüğü milyonlarca insanın açlık sınırına dayanmasına sebep olurken ağzına fenerbahçe lafı alanlarınız kadar olmasa da, kendimden de iğreniyorum.
Bütüne bakıldığında,
ama dışardan,
herşey yolunda
gözüküyordu.
Hiçbir fikirleri yoktu
onu oluşturan parçaların
turunculaşana kadar
kızdırıldıktan sonra
ete bastırıldığında
ne kadar acı verdiği konusunda.