ikisini toplasan efendilikte hititlerin eline su dökemezler. onlar ki tarihteki ilk yazılı barış anlaşmasına taraf olmuşlardır ve bronz çağında olmalarına rağmen taş, tahta, plastik ve mika kullanmaya devam etmişlerdir.
her ne kadar poşetin içinde olsa da, bahsettiğimiz şey çay. kaşıkla yaptığı müdahelenin niteliği, o insanın saygı mevhumuna ne kadar vakıf olduğunu biz sevenleriyle paylaşacaktır.
baktınız ki çay poşete uzay üssü alfa muamelesi yapıyor ve biraz daha yörüngede kalmaya çalışıyor, iki saniye izin verin. sonra kaşıkla, ama abanmadan, poşeti hafifçe aşağı doğru itekleyin. çaya "suya gir ve çözül hayvanevladı!" dercesine değil, çayı suya davet edercesine.
bu konudaki hassasiyetim sadece çay benim kutsalım olduğu için değil. kutsalıma istediğinizi söyleyin. sadece o'nun insanlar üzerinde kendiliğinden saygı uyandırmamasına bazen şaşırıyorum, ama kendimize fazla yüklenmeyelim, çünkü bazen herkesler şaşırır.
16 parçadan oluşan slav dansları'nın neredeyse hepsi akla sirayet ettiğinde iz bırakacak melodiler barındırır. herkes aralarından sevdiklerini ayıklayabilir ama tavsiye ederken hepsini birden önermek kişinin karşısındakinin zevkine olan saygısını gösterir. hem zaten "dvorak'la kul arasına girilmez".
aynı nedenle, sadece slav dansları(*), yeni dünya senfonisi (**), ve humoresque değil, bestecinin kendisi önerilir müzik enerjisiyle çalışan bedenlere ilaç niyetine.
mary shelley (1797-1851) 1818 yılında yazdığı frankenstein adlı kitabıyla bilim kurgu'nun anası sayılırsa, jules verne (1828-1905) ve h g wells (1866-1946) de babaları sayılabilir.
bu iki yazarın ilk göze çarpan farkları, jules verne "ay'a seyahat", "denizler altında 20000 fersah", ve "seksen günde devri alem" romanlarında olduğu gibi gerçekleşmesi teknolojideki gelişmelere bakan hayaller (veya hedefler) kurarken, h. g. wells'in "görünmez adam", "zaman makinesi", ve "dünyalar savaşı"nda olduğu gibi yepyeni ihtimaller üzerinde durması olmuş.
verne bu türün "bilim" kısmı üzerinde dururken, welles "kurgu"da harikalar yaratmış. verne'in ayakları dünya'ya ve görünürdeki ay'a sağlam basarken ve hatta daha derinlerine inmeyi hayal ederken, wells zaman ve mekan frenlerini boşa almış.
ama ikisi de en az birer kez diğerinin tarzını denemiş.
jules verne'in "dünya'nın merkezine seyahat"(*) hayalinin mümkün olmadığı bugün biliniyor. aşağı indikçe sıcaklık ve basınç artıyor. insanevladı kabuğu geçebilse bile gezegenin merkezi güneş kadar sıcak, oraya gidene kadar arada mağma tabakası var. zor bile değil yani.
h. g. wells'in bilimi yakaladığı, veya bilimin wells'i yakaladığı nokta ise "doktor moreau'nun adası"nı mümkün kılacak genetik bilgi. insan+hayvan birlikteliği denenmiş midir bilmiyorum, fakat en azından farklı hayvanların göz dna'larının birbirleri üzerinde denendiğini belgesellerden duyduğumu hatırlıyorum. mümkün yani.
ama belki de bilimde gelinen nokta yüzünden artık wells'in imkansız kurguları her fırsatta pek yakında sinemalarda.
yazarını neyin bilmem, fekat kendisi harika bir kelimedir. kullanıyor muyum? maalesef, hayır.
örneğin, "cazibeli" yerine "albenili" kelimesini kullanıyorum. niye yapıyorum ben de pek bilmiyorum. "albenili" kadar kaynak yeri belli olan bileşik kelime de tanımıyorum, ona rağmen oralı olmuyorum. aslında "a"sını biraz uzatırsan "cazibe" müthiş bi kelimedir.
düzeltme: şaka lan şaka, "albenili" kelimesini kullanmıyorum. kim kullanır zaten. "cazibe"den daha yavan kelimeler kullanıyorum; "çekicilik", "süper olmak", "hastasıyım", gibi.
çok özel bir durum. harika bir durum anlamında değilde, farklı elementlerin bir araya gelmesi anlamında özel.
yemek dışarda yenecek, ama oturarak.
yemeğe turşu tabağı eşlik edecek kadar kebapsal veya sulu yemeksel bir ortamda,
beleş turşunun esirgenmediği çok kebap bir yemek yenecek.
doyulmayacak.
açlıkla doluluk arasındaki fark yarım tabak biber turşusu ebatlarında olacak.
masaya gelen turşu tabağı, yarısıyla bile bu farkı kapatacak kadar büyük olacak.
yine de o mekanda satılan porsiyonlar bir kişiyi doyurmayacak.
demek ki biber turşusu iştah açacak ve bir porsiyon daha söyletecek azime sahip olacak.
insanın başına binde bir gelir. o yüzden bu başlık 5 entriden fazlasını kaldırmaz.
çok gerekli olmasa da bir tedbirdir. gittiğiniz zamandan kendi zamanınıza geri döndüğünüzde 10 dakika erken gelmiş olursunuz. bi işiniz, randevunuz varsa geç kalmazsınız.
dışarısı soğuksa o 10 dakkayı makinenin içinde oturarak geçirebilirsiniz.
17. yüzyılda gökbilimde (astronomi) edinilen yeni bilgi sayesinde inandırıcılığını, bu nedenle dinsel ve bilimsel rolünü kaybene kadar neredeyse 3000 sene hüküm süren bir inancın izlerinin kalması şaşırtıcı değil.
bu bize insanın istediği zaman, bilinçli bir kararla, saftirik olabildiğinin kanıtıdır. insan o anda, sahibinin atacağı topa tanrı muamelesi yapan bir köpek gibidir. köpek de bilir onun top olduğunu ve karın doyurmadığını.
bazı yeni bilgiler insana level atlatır ve eski dönemin hakim bilgisi yavşaklık fikri uyandırır bazı yeni nesillerde. onlar "yılbaşı" denen zaman bayramını kutlamaktadırlar artık. zaten burç/astroloji zamazingosu da insanların zamanı ve ilerleyişini anlama, kontrolüne alma çılgınlığının bir sonucudur.
ille de yavşaklık demek isteniyorsa, o zaman onun zararsız olanı.
üniversitelerde kültürel çalışmalar adlı bir araştırma dalı olmasının başlıca sorumlularından raymond williams'a göre kültür, "yaşama biçimi"nin bütün öğelerini kapsar.
williams, "yüksek kültür" denen kavramı sorgularken, "belirli şeyleri kültür olarak adlandırıp daha sonra onları sıradan insanlardan ve sıradan işlerden, araya bir bahçe duvarı çekercesine, ayırmanın sıradışı bir karar"(*) oluşunu vurgular.
uzun lafın kısası, aramızda ve aranızda kültürsüz yok. bakkaldan alınan içki şişesinin gazete kağıdına sarılması bile kültürün bir parçası.
farklı kültürel davranış ve ürünlere önem vermenin diğerleri tarafından kültürsüzlük olarak adlandırılması ise insan aleminde her 15 dakkada bir gerçekleşir.
"türk kızları" adlı genelleme ise başka bir tartışmanın konusudur, belki de değildir.
(*)'high culture' - "this extraordinary decision to call certain things culture and then separate them, as with a park wall, from ordinary people and ordinary work"
gündelik hayatta karşılayan sözcük ve kullanılan anlamı "grup"tur.
öğrenciler ilkokulda kümeler konusunu öğrendikten önce mi yoksa sonra mı küme çalışması kavramıyla tanıştırılır hatırlamam.
fena bir sözcük olmamasına rağmen türkçe konuşan bir insan hayatı boyunca 5 kez "kümeleşmek" fiilinin, 3 kez de "kümeler halinde" zarfının içinde kullanır, sonra ölür.
gülüyorsunuz ama o da sizin eksikliğiniz. ekonomik krizin kasıp kavurduğu, sütyenin karneyle satıldığı, sütyen kuyruklarında beklerken çocukların doğduğu zamanlara karşı mücadeleci bir kahkaha atan güçlü bir tavırdan bahsediliyor. ben öyle anladım.
betofın'ın sonatasına verdiği isimdir. o öldükten 5 yıl sonra eleştirmen ludwig rellstab sonata'nın girişinin lucerne gölü üzerine yansıyan ay'ı hatırlattığını söyleyince ahali de "tamam lan seni mi kırıcaz, pezevenk öldü zaten, ayışığı olsun adı" demiştir. eleştirmen mutlu olmuş ama eleştirisine devam etmiş, sonatanın gerisinin bi boka benzemediğini söylemiş, ve hızlı adımlarla uzaklaşmıştır. konser salonuna en yakın köşedeki bara giren rellstab, barmenin içkisini getirmesini beklerken içerdeki en parlak lambanın altındaki bilardo masasında tek başına eğlenen beş yıllık undead (anded) betofın'la göz göze gelmiş, ama hemen gözlerini kaçırmıştır.
atatürk'ü kullanmak isteyenler kemalci olur,
tanrıyı kullanmak isteyenler dinci olur,
yoğurdu kullanmak isteyenler yoğurtçu olur,
kendisi bir şey olmayanlar bişeyci olur.
yeni bir film, kitap, resim keşfetmekten farklıdır. onlar da sizin zenginliğiniz olarak kayıtlara geçer, fakat yeni bir müzik, siz hayatınızı oynarken takıma aldığınız yeni bir elemandır ve tek işi size pas vermektir.
zaten müzik tuhaf şey. sevilen müzik ses yoluyla havaya resim çizer ve siz de onu görürsünüz. o resim bestecinin çizdiğinden farklı olsa bile ve eğer müzik sizin hoşunuza gittiyse.
istersen havaya bakma, işine bak, o sana ortam yaratsın.
da doors grubunun bahsettiği, "müzik senin sonuna kadar kalan tek arkadaşındır"(*), iddiasının gerçek olması kuvvetle muhtemel.
hastasıyım.
(*) "music is your only friend/ until the end" sözlerinden serbest çeviri.
otobüste boş yer varken kız yanına oturan ve sonra çok konuşmaya, hıçkırmaya, ya da bağıra bağıra "trik trak trik trak, olur mu hiç çalışmamak" şarkısını söylemeye başlayan erkek olana kadar hakkında söylenebilecek her şey başlıkta verilmiştir zaten.
hiç tanımadığım insanların ağıza alınmayacak küfürleri ağızlarına almalarını ama sonra diş ipi kullanmalarını, evlerindeki bütün bulaşıkları getirip önüme yığdıktan sonra etrafımda bir çember oluşturarak hep bir ağızdan "senin evdeki musluktan deterjanlı su akıyormuş heyooo!" diye bağırmalarını hayal ediyorum, bu arada yastığın başımı koyduğum tarafının ısındığını hissediyor ve diğer tarafa dönüyorum.
hayallerimi bir internet sitesine yazdım, hükümsüzdür.