paytak paytak kosan penguen
229 (ilaç gibi)
dokuzuncu nesil yazar 1 takipçi 4.30 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    ece temelkuran dan meral okay a

    1.
  1. --spoiler--

    Meral için...


    Yazmam böyle şeyleri. Özel meseleler bunlar. Ama sanırım bu kez kayda geçmeli. Niye? Anlatacağım.

    Sabah sekizdi galiba, belki daha erken. Uyuyorum. Telefon çalıyor, telefonda bir kadın hüngür hüngür ağlıyor:"Yazını okuyorum şimdi onun mezarı başında. Bugün Yaman'ın ölüm yıldönümü."Susuyorum.Ağlarken şaşkınlığıma gülüyor:"Meral Okay ben."

    Yıl 2002'ydi. Irak'a savaş açacaklardı, Meclis'te harıl harıl fezleke çalışması. Mehmet Ali Alabora ile birlikte Savaş Karşıtları sözcüsü yaptılar ikimizi. Kafası kesik tavuk gibi koşturuyoruz, bir Ege Üniversitesi'ndeyiz, bir ODTÜ'de, hatta bir gece Ankara'da Roman mahallerinde davulcu zurnacı örgütlemekte. Geceleri sokaklarda binlerce insan beraber zıpladığımızı hatırlıyorum şimdi:

    "Öldürmiycez ölmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!" Arjantin'den dönmüşüm. Kafam bir gönül meselesine bozuk, fena bozuk. O sebeple zaar, Arjantin eylemleri ile Irak işgali arasında, o hengamede yani, bir aşk yazısı yazmışım demek. Hatırlamıyorum şimdi hangi yazı. Bilmem numaramı nasıl buldu, telefonda Meral Okay o yazıya ağlıyor sarsılarak. Ben böyle tanıştım Meral'le. Aşk, o zaman, Yaman'a bir zamanlar yazdığı mektubunda söylediği gibi, "Her şeyin üzerinden atlayabiliyordu". Aşk yüksek atlayabildiği için belki, savaş Türkiye'yi geçip uzun atlayabiliyordu...

    Aynı yıl. Sezen konserler veriyor. Ermenice, Yunanca ve Kürtçe şarkılar söylüyor, çocuklarla beraber sahnede. Yer yerinden oynuyor. Paşalar çıldırmış, vatandaş (!) ayakta. izmir'de konser verilmiş, istanbul'da verilecek. Fakat Sezen tedirgin. Bir yazı yazıyorum o zaman. Yazıyı sevmiş, Meral'den almış numaramı, Sezen arıyor bu sefer. Konsere davet ediyor. O günlerde de ne varsa, tansiyonum inip çıkıyor. Konser muhteşem. Meral kulise götürürken beni "Meral ben iyi değilim, tansiyonum yükseliyor galiba" dememle küüt! Kulisten içeri yuvarlanıyorum. Gözümü açtığımda sağ kolumda Sezen tansiyonumu ölçüyor, sol yanımda Cemil ipekçi nabzımı alıyor. Ayakucumda Mehmet Ali Birand, Zeynep Oral ve Güler Sabancı! Bir ölümlü bu ebatta bir absürdlüklükle sınanmamalı.

    Ertesi sabah yine çok erken bir saatte -erken aramak bu ekibin huyu, böylece anlıyorum bunu- telefonda tanıdık bir ses:"Bak ben sordum, keçiboynuzu yiyecekmişsin tansiyon için. Göndereyim mi keçiboynuzu!"Duraklayınca ben:"Sezen ben, Sezen!"Çok güldüydük o telefonda ve sonra Meral'le. "Bana bunu yapmayın" dedim, "Gözümü açıyorum Sezen tansiyon alıyor, gözümü kapıyorum bir sabah sen arayıp ağlıyorsun! Sarsmayın beni arkadaş!"

    Meral'in bütün gövdesini sarsan bir gülüşü vardı, dipten gelen. Yüzünün tamamıyla gülerdi...

    O günler iyi günlermiş. Şimdi bakınca... Sonra Türkiye'ye ağır ağır bir şey olmaya başladı. Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. "Başka şeyler söylemek lazım" diyenleri askerler değil, hayaletler kovalamaya başladı. Bizans entelejansiyası bir kalyon gibi gıcırdayarak yön değiştiriyordu. Meral, Yaman'ı anlattığı mektubunda söylemiş: "Herkes kendi bacağından asılan koyunlar tarifinde"! Sanki o gün yağan yağmurlar -bugünden bakınca bir kez daha- bu çamurları getirdi. Bu dönemi sonra anlayacağız. Şimdi anlamaya çalışanların başına iş geliyor, malum.

    Yıl 2005. Beyoğlu'nda bir kahvede kırık Türkçeli bir adam yaklaştı. Gömlekli, kumaş pantolonlu ve gayetten özgüvenli. Beyefendinin sadece bir yıl sonra beni "Beynelminel" adlı filminde gazeteci rolüne çıkaracağını kim bilebilirdi? Sırrı, o filmde beni "artiz" yapıp, Meral'i de konsomatris rolüne çıkararak bir dönemi anlattı. Şimdi bakıyorum Meral'in yarım yamalak yazılmış biyografisine. Aceleyle hazırlandığı öyle belli ki. "12 Eylül döneminde yaşadıklarını Beynelminel filmine yansıttı" diyor biyografiler, kesip kesip yapıştırmış bütün siteler. TiP'in işyeri temsilciliğini yapmış, sonuna kadar her röportajında muhalif olduğunu hissettirmiş bir kadının, aşkını ve isyanını memleketiyle birlikte yaşadığı on yıllar öyle bir cümle ile... Neyse.

    Sonra davalar başladı. Sonra Türkiye biraz daha değişti. Taşları bağladılar azizim, taşları sıkı sıkı bağladılar. O yüzden Meral ciğerinin derdine düşmüşken, o güzelim kadını, tehditler yüzünden ev taşımak zorunda bıraktılar. Muhteşem Yüzyıl'da Kanuni, Hürrem'i öptü diye ve bilmem hangi kutsallar zedelendi diye, kanser tedavisi sırasında Meral'i polis korumasına mahkum ettiler. Sübhaneke, dinimiz, amin. Taşları bağladılar azizim, geri kalan herkesi susturdular. Sadece ezberlettikleri şarkıları söyleyebilenleri ekranlara oturttular. Öpüşmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, cin olmadan adam çarpanlar ülkenin yeni kurallarını koydular.

    "Bana bak! Söz ver bana. Konuşacaksın. Susmayacaksın"dedi Meral. Şubat ayında, o delirmiş gibi kar yağan günlerden birinde, yine bir sabah telefonunda:"Derhal buraya geliyorsun!""Kayda Geçsin" çıkmış, malum saldırılar başlamış. işsiz kaldığımda da aramış, ama Meral o günlerde kesinlikle daha yakın temas gerektiğine karar vermiş. Eve girdim, elinde televizyon kumandası, ekranda iki soytarı "Türkiye'de demokrasi ne güzel! Ah ne güzel!" makamından analiz manaliz bir şey yapıyorlar. Meral küfrediyor:"Kardeşim sen kendini daha beter mi hasta edeceksin!" dedim. "Yok yok" dedi, "Bana iyi geliyor. Küfrediyorum bol bol.""Anlat bakayım, ne oluyor?" dedi. Anlattım. "Delirtecekler beni Meral" dedim, o zaman işte "Bak ben kibarlıktan kanser oldum. Sus sus sus... Sonra böyle oldum. Bana bak! Söz ver bana..." Sonra 12 Eylül'ü anlattı. Biraz Yaman'ı. Ölüm tehditlerini anlattı. Cüppeli cüppesiz tehditleri... "Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu" dedi.

    Sonra Meral gitti...

    insanın en çok asaletini hırpalıyor memleketim. Ne ümidini, ne inadını ama en çok yasının asaletini... Eti parça parça koparan alıcı kuşlar gibi. Yaşarken onu kanser edenler, daha son nefesini verir vermez yağlı yağlı sırıtmaya başladılar internet sitelerinden. Bir araba irin. Ayıptı eskiden böyle şeyler. Ama Meral'in dediği gibi, "Bir şey oldu memlekete."

    Onu ilk tanıdığım günlerde yüzbin insan yürüyorduk Ankara'da. "Savaşa hayır!" diyorduk. Gazetelerde harıl harıl savaşa karşı yazıyordu yazarlar. Yazmayanı çok ayıplıyorduk. Şimdi bakıyorum, ayıplayacak pek insan bırakmadılar. Şimdi bakıyorum da Meral'in kanseri, ayıplanacaklar karşısında kibarlık gösterip susmaktan olan kanseri yani, bu memleketle ilgiliydi. Meral'i uğurladığımız gün Suriye ile savaşın çıkmasından yakın bir ihtimal olarak bahsedildiği bir gün. Kimse yürümüyor sokaklarda. Yürüyenler ekseriyetle voltada. Sonra "Aşk niye yok?" diye sorarsanız diye Meral söylemişti mektubunda:

    "Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.

    Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.

    Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara."

    Yazmam böyle şeyleri, özel meseleler bunlar. Ama bu kanserin bu memleketle ilgisi var. Bu aşkın olduğu kadar...

    Kederim sana nur olsun Meral.

    Ece Temelkuran

    --spoiler--

    tanım: Ece temelkuran'ın yine döktürdüğü yazıdır
    4 ...
  2. piedra ırmağı

    1.
  3. efsaneye göre bu ırmağın sularına düşen her şey,yapraklar,böcekler,kuş tüyleri,bunların hepsi ırmağın yatağında taşa dönüşürmüş.
    1 ...
  4. gal tavşanı

    1.
  5. (welsh rabbit)

    kızarmış ekmeğe sürülen eritilmiş peynir. birçok zengin ingiliz'in sofrasını süsleyen tavşan etini bulamayan,galler'in nispeten yoksul insanlarının et yerine yediği hazmı güç olan bu yiyeceğin geceleri kabus görmeye neden olduğu ileri sürülür.sözcük, zamanla ''welsh-rarebit'' şeklini almış ve içerisinde tavşan bulunmayan şeklinde yorumlanır olmuştur (rare: nadir,az bulunur).
    2 ...
  6. aşka hazır mısın

    1.
  7. Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin.
    Sokağa fırlayacaksın.
    Sokaklar da dar gelecek.
    Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi.
    Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü.
    kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar
    küçüleceksin.
    Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan.
    "Önemli olan sağlık."
    "Yasamak güzel."
    "Bos ver, her şey unutulur."
    Sen hiçbirini duymayacaksın.
    Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin.
    Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek
    isteyecek kadar çok seveceksin.
    Hep ondan bahsetmek isteyeceksin.
    "Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet kopacakmış" deseler başını
    kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın.
    Yalnız kalmak isteyeceksin.
    Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak.
    ikisi de yetmeyecek.
    Geçmişi düşüneceksin.
    Neredeyse dakika dakika.
    Ama kötüleri atlayarak.
    Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin.
    Gittiğin yerlere gitmek.
    bu sana hiç iyi gelmeyecek.
    Ama bile bile yapacaksın.
    Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese,kaçacaksın.
    Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak için direneceksin.
    Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin..
    aksini iddia edenlerden nefret edeceksin.
    Herkesi ona benzetip.
    Kimseyi onun yerine koyamayacaksın.
    Hiçbir şey oyalamayacak seni.
    ilaçlara sığınacaksın.
    Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.
    Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren.
    Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek.
    Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin.
    Uyumak zor, uyanmak kolay olacak.
    Sabahı iple çekeceksin.
    Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksin.
    Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler.
    Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin.
    Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin
    Nafile.
    Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek.
    Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin.
    Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin.
    Telefonun çalmasını bekleyeceksin.
    Aramayacağını bile bile.
    Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek.
    Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla.
    Yüreğin burkulacak.
    Canin yanacak.
    Bir daha sevmemeye yemin edeceksin.
    Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden.
    Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın.
    Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin.
    Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin.
    Onunla hiçbir aninin olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek.
    Ama bir umut.
    Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu.
    Bu umut seni gitmekten alıkoyacak.
    Gel gitler içinde yaşayacaksın.
    Buna yasamak denirse.
    Razı mısın bütün bunlara?
    Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye?
    Ben cevap vereyim önce ;
    Hazırım ben arkadaş!!!
    Aşkın acısı da güzel, tatlısı da.
    iş, uğruna tüm bunları göze aldığın gerçek AŞK'ı bulmakta. . .

    (can dündar)
    3 ...
  8. her insanın gri olduğu gerçeği

    1.
  9. durup uzun uzadıya düşünmek kabil değil yaşarken,en durağan anlarda bile değişiveriyor bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız şartlar...
    çevresindeki değişikliklere uymaktan başka bir şey düşünemyen bukalemunları çağrıştırırcasına,olup bitenleri seyreden ruhsuz,kişiliksiz,kimliksiz varlıklar haline geliyor kimimiz bu hengamede; kimimiz bir anaforun orta yerinde kalmış zavallı küçük bir tekne gibi dönüp dururken kendi halimize acıyoruz,kabulleniyoruz,değişen ve bu suretle yeni bir şekle bürünen hayatlarımızda,içine yalnızca kendimizin gireceği bir kabuk yaratıp oraya çekiliyoruz ya da isyana bir an olsun ara vermeyip kılıcından kan damlayan,adeta çıldırmış bir savaşçı gibi saldırıyoruz 'sadakatsizliğini,değişip durarak kanıtlamış' hayatlarımıza.

    yaşarken neredeyse aralıksız bir halde sürüp giden bu değişim,mensubu olduğumuz toplumu da etkileyen bir büyük olay haline geldiği takdirde de her birimiz,birbirinden farklı tepkiler veriyoruz ve tıpkı özel hayatlarımızdaki şartlar değişmeye başladığı zamanlarda olduğu gibi,renki resmi haritalardaki kırmızı çizgiler yer değiştirmeye başladığında da verdiğimiz bu tepkilere göre kolayca sınıflandırılıyoruz.
    oysa tek başına bir insanın adını yalnızca bir kategorinin altına yazmak mümkün değil,tek başına bir insancık bile,hemen hemen herkesin aynı kelimelerle açıklayacağı bir kategoriye dahil edilemez;tek başına bir insan bile koca bie evren taşır çünkü içinde... kişi,ne tam olarak iyi ne de tam olarak kötüdür; kişi ne tam olarak ahlaklı ya da tam olarak ahlaksız sayılabilir; bu durumda asıl hatırlanması ve söylenmesi gereken tek cümle,her insanın 'biraz gri' olduğu değil,her insanın 'gri' olduğudur.
    9 ...
  10. umutsuzca bir umut

    1.
  11. sonu bir türlü gelmeyen bir körebe oyunu gibi yaşıyoruz hayatı,durmaksızın köşe değiştiriyoruz hangimize ne zaman dokunacağını bilmeyen ama başkalarına her dokunuşunda aynı teması bizim de yaşayabileceğimizi hatırlatan ölümün etrafında...tetikteyiz hep,kendimizi acılardan,hayal kırıklıklarından,yalnızlıklardan korumaya çalışırken önemli bir kısmı bunlardan ibaretmiş gibi görünen hayatlarımızı renklendirmek için kendimize küçük,çok renkli ve her defasında biraz daha kararlı bir biçimde uzanırsak yakalayabileceğimizi düşündüğümüz balonlar yaratmaya çalışıyoruz.o anı neşeyle tamamlayabilmemizi sağlayacak mutluluklar,nedense yorulmadan beklediğimiz yarını özlememizi gerektirecek hayaller,bir sonraki köşede güvenle yer alabilmemizi isteten umutlar...

    '' her birimizin yarından beklediği bir şey ya da şeyler var; yarından hiçbir şey beklemeseydik yataklarımıza uzandığımız bir gece ölüp gitmeyi dilememek için bir sebebimiz de olmazdı,belki de uyanmayı başarabildiğimiz her yeni gün başka bir sürprizle gelirdi o zaman'' derdi bir arkadaşım; oysa yarınlardan beklediğimiz bir şeyler olduğu zamanlarda da yarınlar genellikle bir sürprizden ibaret değil mi,ama daha tahmin edilebilir ve dolayısıyla daha az acıtacak bir sürprizden?

    bu gece derin bir uykuya dalmadan önce planladığımız,gerçekleşmesini neredeyse insanüstü bir arzuyla beklediğimiz şeyler,onca hayal,onca umut,onca heves yarın bir dilek ağacına asılı mendiller gibi boşlukta sallanıp durabilir; hiçbiri gerçekleşmeyebilir ama yine de,hemen hemen her zaman olduğu gibi hayaller kuracak kısa bir zaman dilimi bulduğumuz ya da bir şeyi yeniden arzu edebilmemizi sağlayacak küçücük bir belirti gördüğümüz anda,yarına,ondan sonraki güne ya da gelecek yıla dair yepyeni bir umutla yıkanıp henüz doğmuş bir çocuğun saflığıyla beklentilerimizin gerçekleşeceğine yeniden inanabiliriz biz...
    1 ...
  12. © 2025 uludağ sözlük