dürüstlüğe prim vermektir, dürüstlüğü ödüllendirmektir.
adam düşkündür, neden alkole bulaştığı, neden bu durumda olduğu, neden sokakta yaşadığı bilinmez, kim bilebilir ki, 15 sene öncesinde o adamın altında mercedes olmadığını? kader atmıştır onu düşkünleştirmiştir.
dürüstçe "şarap parası abi" der, yaşın isterse 15-17 olsun onun yaşı 50. onun nazarında saygı duyulan adamsındır zira üzerin temiz, cebinde az da olsa paran vardır, düşmemişsindir onun durumuna "abi" der, "şarap parası" der, şarap alır, başka bir şey yapmaz.
kimisi gibi "allah rızası için ekmek parası" deyip, ekmek dışında şeyler alanlar gibi değildir. çoluğu, çocuğu soğukta, ayazda dışarı gönderip dilendirtmez. derdi alkolü alıp, o dertlerini unutmaktır, dertlerini uçurmaktır.
içlerinde "ben de öğrenciyim abi ama al" dediğinizde, "ben senin paranı almam, sana benden daha çok lazım olur para" diyecek kadar yufka yüreklileri vardır.
veriyorum ulan şarap parası, helal olsun, günahsa da çekeriz öteki tarafta.
tekel'in alkollü içki bölümünün 292 milyon dolara satılıp, alan şirket olan mey içki'nin 1,5 yıl sonra 900 milyon dolar bedel biçip %90'ını 810 milyon dolara satıp, bedel üzerinden 608 milyon dolar kâr etmesini gayet normal gören milletvekili.
neymiş, akp döneminde çok başarılı ve şeffaf özelleştirmeler yapılmış, alan firma istediği fiyata satarmış, keşke daha başarılı bir satış olsaymışmışmış.
avni doğan'a öncelikle birçok ihhalenin şartnamesini okuma-yazma yeteneğinin "okuma" kısmını kullanarak okumasını tavsiye ederim.
o ihalelerde öyle şartlar sunulmaktadır ki, o sektörde faaliyet gösteren ve bir tek adı şartnamede geçmeyecek şekilde tek bir şirketi işaret eder o şartnamelerde.
gayet açık ve şeffaf ihalelermiş, en yüksek teklifi kim verirse o alırmışmış. bu texas pasific group geri zekalı mı ha avni doğan 1,5 yıl evvel 300 milyon dolar verip tamamını alabileceği bir kurumu 1,5 yıl sonra 900 milyon dolar bedel biçilerek %90'ını 810 milyon dolara alsın?
sen ihaledeki şartlarla o ihaleye 2-3 şirketin girmesini sağlayıp, o işaret edilen şirketlerden en güçlü olanın alacağı gayet aşikarken neyin şeffalığı açıklığı?
bir de arkadaş ben özelleştirme konusunda bu kadar bilgi fukarası adam olup da özelleştirme konusunda ahkam kesen bir milletvekili görmedim.
kendisi akp'nin özelleştirme şampiyonu olduğunu söylemiş, çağdaş ülkeler nasıl özelleştirme yapıyorsa öyle yapıldığını iddia etmiştir. hatta örnek de vermiştir; almanya, fransa, isviçre, iskandinav ülkeleri nasıl özelleştirme yapıyorsa aynen öyle yapmışlar özelleştirmeleri.
ey avni doğan belki danışmanın, bir yakının, arkadaşın falan okur da uyarırlar seni; bizim tek bir özelleştirmemiz bile o bahsettiğin ülkelerdeki özelleştirmenin bir tanesi ile bile uyuşmamaktadır!
bizdeki özelleştirme şekli, çağdaş devletlerin yaptığı özelleştirme gibi değil, arjantin'in yaptığı özelleştirme tipindedir!
ayrıca siyaset meydanı'nda, muharrem ince'nin sözlerine de demagoji yapmaya çalışmaktan başka -demagoji bile yapamıyor lan adam- hiçbir şey yapamamaktadır.
bir de cemil çiçek'in oğlunun tekel a.ş yönetim kurulunda olmasına "bizim çocuklarımız ne iş yapsın" diyerek garip bir cevap vermiştir.
muharrem ince'nin "yaşı nedir, tecrübesi nedir, eğitimi nedir iyi bakın önce" demesine doğru düzgün cevap verememesi de komik olmuştur.
üst katının teraslı olması makbuldür hele ki, terasa bakan oda terasa doğru boydan boya cam halindeyse süperdir.
icabında mangalını yakarsın, muhabbetin dibine vurursun, soğuk gecelerde sigara tellersin. güzeldir, hele bir de denizi görüyorsa, karlı dağlara bakışlar atıyorsa süperdir.
2000'li yılların ilk yıllarında pamukkale üniversitesi'nde okumak için istanbul, ankara, izmir, antalya, bursa gibi kentlerden gelen gençlerin yaşadığı sendromdur.
tedavisi haftasonlarında izmir veya antalya'ya gitmekti geçmişte.
denizli şu anda bayağı bir gelişim gösterdiğinden, bu sendromu yaşayanların sayısında ciddi azalma vardır.
"ulusa sesleniş" adlı masal programını ağzı kulaklarında izleyenlerin ibret alması gereken bir isim.
mustafa zeytun 22 yaşındaydı, adanalıydı, adana'da yaşıyordu. babasını 14 yıl evvel kaybetmişti. kars'taki kafkas üniversitesi, iktisadi ve idari bilimler fakültesi, kamu yönetimi bölümünü kazandı gitti. eğer hayatını kaybetmeseydi şu nda hala 2. sınıf öğrencisi olacaktı.
durumları madden çok vahim olduğundan, annesi ve 5 kardeşini de yanına çağırır. aylık kira bedeli 150 lira olan bir gece konduyu kiralarlar. mustafa zeytun, bir taraftan okurken diğer taraftan da evini geçindirebilmek için garsonluk yapıyordu. bir süre önce krizin teğet geçtiği ülkemdeki işinden çıkarıldı. mustafa zeytun iş bulamadı. parasızlık ateşten bir gömlektir ancak bunu bu ülkenin tuzu kuruları anlamaz hele ulusa sesleniş adlı masalı anlatan "kimsesizlerin kimsesi" olduğunu iddia eden hiç anlamaz!
ve 2 gün evvel girdiği bunalımı atlatamayarak evinde intihar etti. hastaneye kaldırıldığında hala yaşıyordu mustafa ancak müdahalelere cevap vermedi.
bu olay 17 ocak 2010 tarihinde bu ülkede gerçekleşti. hani zenginleşen ülkede, hani refahın arttığı ülkede, hani kişi başına düşen milli gelirin 10.000 dolar olduğu ülkede gerçekleşti!
mustafa zeytun'un babasının remzi gür gibi bir arkadaşı yoktu. öyle olsaydı, amerikalarda okurdu bursla. kars'ta binbir çile içinde değil!
cebi dolu olup, çocuklarını başkasının parasıyla okutan bir başbakanın olduğu bir ülkede hayatını parasızlıktan hayatını kaybetti.
mustafa zeytun bir sosyal devlet katliamına kurban gitmiştir.
nur içinde yat mustafa zeytun. gerçi mustafa da hatalıydı, böylesine zenginleşmiş, sosyal devlet anlayışı bu denli gelişmiş bir ülkede yokluktan dolayı çareyi intiharda buluyorsa suçu kendisinde aramalıydı!
mustafa zeytun bu ülkede yaşadığı şartlardan ötürü ölümü seçiyorsa, ulusal sesleniş adlı masal programında gözleri belerte belerte başarı edebiyatı yaparken insan utanmalı biraz.
hele bir de yeni emekli olmuşsa tatilden ziyade stres günleri olur.
bak şimdi hacı abi, adam 30-35 sene çalışmış, bunca yıl her gün 6'da kalkıp, akşam 10'da televizyon başında sızıp, 11-12 civarında "baba hadi yatağına git" cümlesiyle karşılaşmış -bu arada sızma ile yatağa gitme arasındaki kısımda "uyuyan babanın elinden kumandayı almak" gibi macera girişimleri gerçekleşir- bir adam emekli olduğunda sudan çıkmış balık gibi olur, canı sıkılır hele ki, kahvehane gibi alışkanlıkları yoksa "evde kime denk gelirse ona sarmak" gibi özellikler kazanır.
örneğin şöyle bir diyaloğun gerçekleşmesi insana tuhaf gelmemelidir.
- pale gel bakayım buraya!
* efendim baba?
- bu elektrik faturası neden tedaş'ın kendi veznesine yatmıyor da, götürülüp bankaya yatırılıyor?
* çünkü elektrik faturası bankaya da yatabiliyor kaldı ki, ben önce tedaş veznesine gittim fakat önümde yaklaşık 80 kişi olduğu için bankaya yatırdım.
- ben gittiğimde hep boş oluyor, sana mı denk geldi bu doluluk?
* evet baba bana denk geldi!
- sen bana karşılık mı veriyosun?
* ya ne alaka baba?
- bundan sonra tedaş'ın kendi veznesine yatacak bu faturalar!
halbuki ne farkı var di mi? aynı şey. hayır gidip şu fatura yatırılabilen bayilerden birine yatırıp 1-2 lira hizmet bedeli ödesem kendince minimal de olsa mantıklı bir sebep yaratabilecekken, bankaya yatırışımda neden bu kadar asabiyet yapıyor değil mi? değil işte! emeklilik sendromu hacı abi.
neyse hacı abi, yıllarca 6'da kalkmaya alışmış bünye yeni emekli olunca da bu 6'da kalkma eylemlerine devam eder sonradan alışınca boşluğa bu saat 7'ye dayanır ve orada kalır. haftaiçi iş vs. olduğundan siz de benzer saatlerde veya en geç 7.30 gibi uyandığınızdan sorun olmaz bu durum ancak, tatil günleri ızdıraptır hacı abi.
haftaiçi her daim 7.30'da uyanıp işine giden adam, tatil günlerinde 9 hatta 10'da falan kalkmak ister değil mi? hatta ertesi günün tatil olmasının verdiği rahatlıkla gece 2'lere, 3'lere hatta ve hatta 4'lere, 5'lere kadar ayakta olunur değil mi? en azından normal insanlar için budur olay ama emekli insan normal değildir aga.
adam 30-35 sene alışmış erkenden kalkmaya, adamın literatüründen "tatil günlerinde geç kalkmak" kavramı devre dışında kalmış, bünye vücuttan atmış. hayır, artık her daim tatildesin be baba, en azından 8 yap şu kalkış saatini değil mi? yok. illa 7'de kalkacak. o kalkış zamanının ibresi 6'dan 7'ye gelir ve sabitlenir.
7'de kalkar, şöyle bir dolanır ev içinde, dışarı çıkar bir dolaşır ve saat hala 8'e gelmemiştir. gelir televizyonu açar, bu sırada kahvaltının hazırlanması emrini verir valideye. saat 8.15 civarında ilk "kalk" emri ağızdan çıkar "ne yatıp duruyorsun lan, kalk hadi" cümlesi de gelmezse olmaz.
valide "çocuk yatsın" der her zamanki muhteşemliği ile fakat baba haşin ve gaddardır bu konuda. "gece geç geldi" lafına "erken gelseymiş" cümlesi ile cevap verir. koli bandı ile bir şeylerin yapıştırılma eylemi bile gerçekleştirilir lan "cart, cuuuurt" şeklindeki bant efentleri eşliğinde.
adamın amacı kıllık yapmak değil, beraber kahvaltı yapmaktır eyvallah ama eh be baba şu kahvaltı 10'da yapılsın arkadaş neden 8.30?
uyku için inat edip, 10'a kadar yataktan çıkmasanız da uyku denilen ihtiyaç piç olmuştur bir kere.
akşama olan sinema planınız da "6-7 gibi evde ol ismail amcanlar gelecek" cümlesi ile engellenmeye çalışılır.
baba süper adamsın, kahramansın, 10 numerosun ama şu tatil günlerini emekli albay edasıyla başlatma gözünü seveyim.
ha bir de, buradan tekrar sesleniyorum, baba şu araba işini halletsek ya. *
"harbi beşiktaşlı nasıl olunurmuş" sorusu için, özellikle futbol takımındaki elemanlara haftada 1 saat ders vermesi gereken insanlardan kurulu takım.
maaşlarını doğru düzgün alamazlar "olsun bu formayı giyiyoruz ya yeter" derler. sayı atamazlar, kendilerine kızarlar. fotoğraf çektirmek istersin tüm takım bekler onlarla fotoğraf çektiresin diye, sen onlarla fotoğraf çektirdiğin için onlar mutlu olurlar. bir de futbol takımına bak, "abi bir fotoğraf" desen suratı sirke satmaya başlar.
bu adamların isteği ise birazcık destek. şampiyon olduklarında şampiyonluk ödülü olarak sadce birer tane "kol saati" reva görülmüş kendilerine. 1 maç için 20-25 bin dolar prim alanları gözünüze getirin bir de?
ulan tüpçü, bu adamların parasını günü gününe yatırmazsan, bu adamların maaşına zam yapmazsan allah bin türlü belanı versin.
ha bir de bu adamlar hala 2 sene öncesinin formasını giyip, her maça da aynı formayla çıkıyorlar. yani, yıkayıp yıkayıp giyiyorlar.
bu adamların bu halini görüp de hiçbir halt yapmıyorsan tüpçü, beşiktaşlılığından utan lan!
gerçi, biz senden utanıyoruz, senin beşiktaşlı olmandan dolayı da utanıyoruz ama sendeki o yüzsüzlük bu kadar olmamalı be?
mecburi edit; başlık başa kalmış, hemen az aşağında refere ederek verdiğimiz yazıydı ilk entry.
çok afedersiniz refere ediyorum ama;
--spoiler--
1. ha bu bayiri göriy musun? evet. ha orda bi ev vardur. evet. onu gecince sagda,yuru ıste da. ama bana taksıye bınememı soyledıler. usagum ha burdan vurdur gıtsın da.
#6973762 (Neyyy, 07.01.2010 16:52)
--spoiler--
var mı hacı böyle bir başlık açıp akabinde ilk entry niyetine böyle bir şey yazmak?
culiciğimiz şöyle bir uyarı atmıştı gelişmeler zımbırtısına;
"7. nesil yazarlar yavaş yavaş sözlükte boy göstermeye başlamıştır. kendileri yeni olduğu için başlangıçta bir takım hatalar yapabilirler. bu hataları başlık altında yüzlerine vurmak yerine özel mesajla hatalarının doğru şeklini anlatmanızı rica edeceğiz."
ve devamında;
"sayın, sevgili, mersi gibi ifadeleri bol bol kullanmaktan çekinmeyin. küfür olmasa bile
aşağılayıcı, rencide edici, tahrik edici, taciz edici her türlü mesaj ceza unsurudur."
bu arkadaş 6. nesil olduğu için dilediğimce geçirebilirim yani.
sen bu gibi adamları alırsan çok afedersin "aman uyarın" gibi bir uyarıyla sevgi pıtırcığı taklidi yapmamızı istemeyeceksin arkadaş.
sen önce yazar alımları sırasında adam gibi bir eleminasyon sistemi kur da ondan sonra "ehehe özel mesaj atın" deyu istekte bulun.
ben bu adama neyin mesajını atayım ha? hangi birini uyarayım?
üstteki entry'yi de şikayet etmek istemiyorum zira sizi böylesine abzürt ve formata tecavüz eden bir yazı için boşa mesaiye sevk etmek istemiyorum. siz de bunun gibi gereksiz şekilde mesaiye sevk edilmek istemiyorsanız, adam gibi elemeden geçirin "yazar" sıfatı verdiklerinize!
neyse zorunlu tanım; herhangi bir taksiciye yol sormaktan farklı değildir!
ibrahim fırtına'nın kendisine verdiği ifade her ne hikmetse(!) ve nasıl olduysa(!) basına sızmıştır.
hadi bakalım cesur yürek, bu sızdırmayı sen yapmadıysan, bu ifadeyi sızdıranların peşine düş de görelim?
ha yok, bunu sen sızdırdıysan, bu nasıl bir hukuk anlayışıdır be sayın(!) savcım?
türkiye bir hukuk devleti ise, ilgili kurumlar ibrahim fırtına'nın ifadesinin nasıl sızdığını araştırıp, sorumluları da en kallavisinden cezalandırırlar!
televizyonda, radyoda duyduğunuz bir şarkı üzerine, yahut winamp denen zımbırtının en olmaz psikolojide en olmaz parçayı çalmasının akabinde hemen 1 ufak limon, bir parça peynir, varsa birkaç dilim portakal ile kendi çilingir sofranızı yaratabilirsiniz birkaç dakika içinde.
2. el otomobil piyasasında aracını satan kişinin, aracı için kullandığı benzetmelerden biridir.
araç 23.000 km'dedir ısrarla belirtir;
"sıfır gibi"
bir de arabayı aldığı fiyatın biraz aşağısına satabileceğini zannedenler vardır ki gariptir.
örneğin abimiz aracı 41.000 liraya almıştır. araç modelin en üst ve en full modelidir. araç 8.000 km'dedir, ilana göre "sıfır gibi" olmaktadır fakat, ön çamurluk serviste değiştirilmiştir -bak bu çok önemli, serviste değişmiştir- abimiz çeker fiyatını, 36.500 tl. fakat, aynı aracın şu anda kampanyası vardır ve aracın ilgili modeli opsiyonların hepsini eklediğinde 37.000 tl yapmaktadır. bunu anlatamazsın işte bu adama. "ama abi ben 41.000 liraya aldım" der. "sıfır gibi abi" der.
vel hasıl, az kullanılmış, bayandan, garaj arabası, sıfır gibi, 17.000 km'de.
tanımdan önce not: başlıkta bir imla hatası yoktur. "apo" özel isim değil, cins isim olarak kullanılmıştır. kesme işaretine gerek duyulmamıştır. bir nevi aşağılamadır.
moderasyon müdahalesinden sonra edit: başlık; "aponun türkiye'ye verilmesinin sebebi" şeklinde açılmıştır ve peşin olarak, yapılan imla hatası gibi görünen eylemin sebebi açıklanmıştır. ancak; moderasyon imla kuralları konusunda tarafsız olduğu için başlığı düzeltmiştir.
hala birçok cevap barındıran, ancak ortaya net şekilde herhangi bir unsur koyulmayan sebeptir.
"bize niye apoyu verdiler onu hala ben de bilemiyorum. ama sonunda hayırlısı oldu. apo konusunda hiçbir şart getirmediler bize."
Türkiye cumhuriyeti'nde dönemin başbakanı olan, hakk'ın rahmetine kavuşmuş, bülent ecevit'in sözleri... bu cümle bile acizliğimizin göstergesidir. aponun türkiye'ye verilmesi türkiye'ye atılmış en büyük kazıklardan biridir.
aponun yakalanması sürecine göz atacak olursak, dönemin kara kuvvetleri komutanı org. atilla ateş 16 eylül 1998'de hatay'ın reyhanlı ilçesinde, suriye sınırı'ndaki bir tatbikatta "14 yıldır Türkiye terörle mücadele ediyor. Bir komşu devlet olan Suriye, Ankara ve bütün dünyanın gözü önünde PKKyı barındırıyor, eğitiyor, donatıyor ve Türkiye'ye yollayıp terör yaptırıp yeniden içeri alıyor. Türkiye can ve mal kaybına uğrarken, Suriye hiçbir bedel ödemiyor. Böyle bir olaya dünyada hiçbir devlet razı olamaz. Devlet olmanın anlamı kalmaz. Suriye bu faaliyetinin ve desteğinin bir bedeli olduğunu ve Türkiye'nin bunu ödeteceğini bilmelidir." sözleriyle alenen suriye'yi tehdit etmiştir. şimdi birinci soru şu; pkknın en kanlı dönemleri olan 1990-1996 arasında ordu neden böyle bir çıkış yapmadı? ikinci soru şu; suriye türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımazken, hatay'ı kendi toprağı olarak gösteren haritalar gösterirken, türkiye'nin fırat üzerine baraj inşa etmesini sert bir dil kullanarak hatta askeri olarak harekat yapma tehdidinde bile bulunarak haddini aşarken ordu neden 16 eylül 1998 tarihinde böyle bir açıklama yapma gereğini duymuştur?
sorduğum sorular kafalarda yer ededursun, sürece devam edelim. şam apar topar apoyu ülkesinden şutladı, rusya'da biraz konakladıktan sonra almanya'ya çevrilen rota almanya'nın veto etmesiyle değiştirildi. peki; o güne kadar avrupa'daki bir numaralı pkk destekçisi ülke almanya neden veto etti? rotanın döndüğü italya'da apoya misafirperver yaklaşıldı fakat; iltica talebi de kabul görmedi. sonra apo birden kayboldu... bir haber duyuldu 16 şubat 1999 tarihinde... apo kenya'nın başkenti nairobi'de yakalanmıştı... hemen hikayeler, kahramanlık methiyeleri hazırlandı... bir rivayete göre, apo yunanistan büyükelçiliği'ndeydi, başka bir noktaya intikal edecekti. aracın şoförü bir mit mensubuydu. şoför havalimanına doğru sürdü ve "türkiye'ye hoşgeldin abdullah öcalan" dedi. önceden hazır tutulan jete bindirilip türkiye'ye getirildi... bir diğer rivayete göre, yine bulunduğu yunanistan büyükelçiliği'nden başka bir noktaya intikal ederken önü timlerimiz tarafından kesilmiş, araçtan alınmış ve havalimanına getirlerek jete bindirilmiş, ülkemize getirilmiştir. göğsümüzü kabartan hikayeler tabi bunlar... ama gerçek bambaşkadır. mossad, cia ve mit anlaşmıştır. halen daha idam cezası bulunan bir ülke olan abd, "apoyu asmamak" şartıyla türkiye'ye teslim etmiştir.
mit'e danışmanlık da yapan bir profesör, kenya'dan apoyu yurda getiren ekipten bir ajana "yavrum bunun ellerini, gözlerini bağlamasaydınız ya, yarın birgün avrupa, "insan haklarına saldırı" der başımıza iç açar" demiştir, aldığı cevapsa; "vallahi hocam bize paketi böyle verdiler biz de aldık" olmuştur.
bülent ecevit'in de bundan belki de son anda hatta apo bize teslim edildikten sonra haberi olmuştur. türkiye cumhuriyeti'nin seçim hükümetinin başındaki zat olan başbakan bülent ecevit'in "amerika bunca yıl himaye ettiği adamı neden şimdi veriyor?" sorusunu sorma ve bu "ince" ikramı reddetme basireti yoktur. çünkü önünde seçim vardır ve apoyu yakalayan başbakan olarak seçimi kazanmak, iktidar olmak hiç de uzak değildir. eğer bülent ecevit seçimi ve koltuğunu düşünmeyip, "bize niye apoyu verdiler onu hala ben de bilemiyorum" cümlesini olay kendisine aksettirildiği anda söyleseydi ve bu "ince" ikramı reddetseydi, apo %100 bir türk operasyonuyla yakalansaydı bugün yaşadığımız pekçok şey olmazdı. en azından "sayın öcalan" olmazdı.
şam'da fare gibi yaşayan aponun, kanımca türkiye'ye teslim edileceğinden haberi vardı. cia ve mossad abileri ona "bak koçum seni öldürtmeyiz, rahat ol... hayallerini orada daha rahat yaparsın ölüm korkun olmaz" demiştir mutlaka...
apo getirildi, yargılandı idama mahkum edildi, idam kaldırıldı, apo imralı'da bey gibi yaşamaya başladı. örgütünü istediği gibi yönetmeye başladı, türkiye cumhuriyeti devleti yönetme erkini -apo gibi bir kansızla- tabir-i caizse paylaştı. devletin, hükümetin söz geçiremediği belediye başkanlarına, siyasetçilere apo söz geçirdi, hala da geçiriyor... belediye başkanları pkk propagandası yapıyor ve benim devletim tek hamle yapamıyor... malumunuz ab yasaları, düşünce özgürlüğü... pkk halsiz düşmüşken dinlenme fırsatı buldu, pkkya gerilla dendi, özerklik konuşulmaya, federal sistem konuşulmaya başladı, güneyde fiilen bir kürdistan kuruldu, bir il başkanı türkiye cumhuriyeti toprağı olan diyarbakır'ı, söylemiyle türkiye cumhuriyeti'nden ayrı bir toprak parçası olarak görüp, "kerkük'e yapılacak askeri müdahaleyi, diyarbakır'a yapılmış sayarız" gibi angut bir açıklama yaptı. ne yani, türkiye cumhuriyeti'nin her yeri gibi kutsal olan, kutsal vatan toprağı parçası nasıl böyle bir söylemde kullanılabilir, tsk kerkük'e girerse askere kurşun mu sıkacaksınız kendi vatanında? gerçi yapmadığınız iş de değil... cevabını çok acı alırsınız o ayrı...
aponun türkiye'ye verilmesinin yegane sebebi 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesini öngören büyük ortadoğu projesi'dir. abd "22 ülkenin sınırları değişecek" derken bu 22 ülkenin içinde olan türkiye'nin misak-ı milli sınırlarının korunması veya türkiye'nin toprak bütünlüğünün korunması sonucunu çıkarmak saflıktan da öte bir şeydir.
gürcistan'da, azerbaycan'da, iran'da, ırak'ta petrol kaynakları var ama türkiye'de yok... öyle mi? hayır... 1983'teki eruh ve şemdinli baskınları türkiye'nin petrol arama faaliyetlerini çok hızlandırdığı bir dönemde yapılmıştır. yani bir güvenlik zaafı oluşturularak bu çalışmaların on yıllarca durması başarılmıştır...
apo teslim edilerek oyunun bilmem kaçıncı perdesi oynanmıştır, oyunun son perdesinde şii-sünni çatışması çıkarılarak, ırak'ın kuzeyi'nde bir kürt devleti kurulmuş, barzani 3-5 çapulcu peşmergesiyle türkiye'ye kafa tutar pozisyona getirilmiştir. türkiye'nin güneydoğusu'ndaki halka ve dtp denen terör örgütünün siyasi kanadına da aponun verdiği direktiflerle kuzey ırak'taki kürtlere destek verilmesi ve türkiye'nin olası sınırötesi operasyonunda operasyon kararını zayıflatacak halk hareketi oluşturulmaya çalışılmaktadır... abd ve israil bu projeyi belki de 1990'ların başında tasarlamıştı... keza 1. körfez savaşında ülkenin tamamının işgal edilmemesi bunu kanıtlar niteliktedir. velhasıl ince ince, kuyumcu gibi işlenen bir plan, sabır ve sahip olacakları yeraltı kaynakları...
aponun teslimi sadece büyük plan için küçük ama kilit nokta olan bir işlemdir. ülkemizin; geleceği göremeyen, basiretsiz, yeteneksiz, abd uydusu olan yönetimi, stratejistleri, analizcileri de bu zokayı yutarak, türkiye cumhuriyeti'nin tarihte yediği en büyük kazıklardan birine önayak olmuşlardır.
türk televizyon tarihinde ayrı bir yeri olan bizimkiler dizisinde; aykut oray'ın canlandırdığı yavuz bey karakterinin (nam-ı deger katil) halk agzıyla konuşması, dürüst olması, dürüst biri olmasının yanında sinirliliğin de getirdiği bir havayla oynak davranan kişilere, genelde sabri bey'e söylediği ve türk halkına armağan ettiği bir kalıptır.
-vatandaşa cart curt yok sayın abim.
-oynatma kaşını gözünü komşum.
-prens gel yavrum babana
-ablacım sen gel bakayım şöyle (metresine ablacım diye hitap ederdi, samimiyetten olsa gerek)
mardan palace'ın moda direktörü iken paris hilton için tasarladığı kıyafet paris tarafından çok beğenilince, paris hilton'un moda tasarımcısı olmayı becermiş 10 yıla kalmaz dünyaya adını duyuracak olan modacı.
efendim, bu fonda biriken paradan haziran ayında 1,3 milyar lira hazineye aktarıldı gap için.
ayrıyeten son çıkan yasayla da, bu fonun nemasının 4'te 3'ü bütçeye "gelir" olarak kaydedilerek hazineye devredilecek. bütçe açığında rekor kıracak ya beyler? bunu hafifletmek için değil işi olanın, işsizin parasına bile göz diktiler!
şimdi efendim akp hükümeti olarak nitelendirdiğimiz hükümetimiz, 2008sonundaki 2009 yılı bütçe görüşmelerinde "bütçe açığı" hedefini "15 milyar lira" olarak belirlediler. muhalefet partileri "yapmayın, 15 milyar lira gerçekçi değil, daha fazla olacak" dedilerse de, "siz ne anlarsınız ekonomiden?" azarını işittiler. "biz iktidarız, görün bakın ekonomi nasıl yönetilir" diye caka satmayı da ihmal etmediler.
derken şubat ayı geldiğinde bütçe açığı 11 milyar lirayı görmüştü çoktan! nisan ayında ise bütçe açığı hedefi revize edildi 49 milyar lira olarak! haziran ayı rakamları açıklandığında ilk 6 aylık dilimde 26 milyar bütçe açığı verilmişti bile! revize edilmiş bütçe hedefini en azından tutturmak için, akaryakıt vergi oranları arttırıldı, birçok ürüne zam yapıldı. hatta gündemde motorlu taşıtlar vergisinin arttırılması ve 2010 için düzenleme yapılmasından ziyade hemen yapılıp, 2009 içinde bir taksit daha koyulma isteği de var.
tüm bunlar yetmiyor, işsizlik fonunu da beyzadelermiz bütçeye gelir olarak kaydediyorlar. ülkede işsiz mi var ki, işsizlik fonu olsun ama değil mi?
ha, ihtiyacı olan-olmayan ayırt etmeksizin herkese kömür dağıtırken, suyu olmayan yere çamaşır makinesi götürürken, uçak alırken, makam arabaları alırken, seçim mitinglerine giderken programa "valilik ziyareti" ekleyip, devlete "gider" kaydedip, üzerine harcirah alırken ardından da işsizlik fonunu "iç" etmek hiç mi vicdanınızı sızlatmıyor gerçekten merak ediyorum.
hani ekonomiden siz anlardınız, hani başkaları ne anlardı ekonomiden? ne oldu 15 milyar lira hedefi? 3 katından fazlaya revize ettiniz onu bile tutturamıyorsunuz be!
velhasıl, kamu işçisinin 30 haziran'da ödenmesi gereken 13 yevmiye tutarındaki ikramiyesini hala ödemeyen, ödememekle beraber açıklama yapma zahmetini bile göstermeyen akp hükümeti bu eylemi ile de şukerasının alkışlarını toplayacaktır.
ondan sonra oarada burada atarlar "ben kriz olduğuna inanmıyorum, abartıyor insanlar, başbakan haklı, ekonomi iyi vs." ulan düdük, ekonomi iyiyse neden bunlar oluyor?
ha bu konu bu sözlükte zerre tartışılmaz o ayrı.
şuraya iki öz kuzenle sevişme, bir arda turan vs alex, sabri sarıoğlu'nun fener'e gitmesi yazsaydım her şey başka olurdu ama ne yapalım, elimizden gelen bu.