karması -1000'den başlayacak yeni ulu sözlük botu. aldığı her eksi oyu artıya dönüştürebilen kodları sayesinde gün boyu elinizden düşüremeyeceksiniz! dört satırlık ışıklı led ekranı, 1000 in 1 oyun menüsü, eş zamanlı tıransleyt özellikleri ile çok pratik, bataryası ince uçlu nokia şarjı ile yalnızzca üç dakikada dolabiliyor, üstelik her yerden internete de bağlanabiliyor!
bluvelve 2.0 sizin ve çocuklarınız için vazgeçilmez başvuru kaynağı olacak! asrın fırsatı için ilk kupon yarın! sakın kaçırmayın.
sözlükte bu kadar troll yazar varsa haklarını da aramalılar. artık yok öyle bedavaya başlık sıçmak, zall efendi kendine gel. her birine maaş dağıtılacak bu çocukların. gece demeden gündüz demeden beyin çeperlerini zorluyor yavrucaklar. yazık değil mi? reklam gelirlerinden üçer beşer dağıt bunlara. hatta bazılarının elinden tut, ne bileyim hatunlara falan götür. ferahlasın elemanlar, rahatlasınlar. zira bir sekmede redtube, diğer sekmede uludağ sözlük açıp nete giriyorlar. yazık enerjileri tükeniyor canların.
sonra aylık toplantılar düzenleyin, periyodik zamanlarda birbirinizle fikir alışverişinde bulunun. nasıl daha iğrenç olunabilir, artık ne yazsak da işin bokunu çıkarsak, şöyle başlıklar açılırsa daha dikkat çekici olur gibilerinden. ayrıca bu çocukları sakın uçurma tamam mı? uçursan da siliyormuş gibi yap, aynı nickin bir benzeriyle geri al sözlüğe. üç entry girip yazar olabilsinler. rahat rahat sıçsınlar.
nasıl olsa aranızdaki karşılıklı bir çıkar ilişkisi değil mi? troll olmazsa sol frame coşmaz, sol frame coşmazsa da reklam gelmez. seviyeymiş, imlaymış, formatmış hak getire. onun da yazma özgürlüğü var değil mi? dostlar alışverişte görsün bizleri.
alışveriş demişken hödöfone reklam teklif etti hacu. iyi prim yaptı lan sözlük. hadi yine iyisiniz.
this is england filmindeki muhteşem oyunculuğuyla göz doldurmuş 1992 doğumlu aktör/velet*. ne yazık ki annesi oğlunun bu başarısını göremeden hayata gözlerini yummuş, 2005 yılında kanserden ölmüştür. dolayısıyla film de kendisine adanmıştır.
ayrıca shaun karakterinin combo'nun * çetesine dahil olduğunda gösterdiği performans gözlerimin önüne nedense bir eric cartman figürünü getirmiştir. gerçi iş sonradan değişiyor, pek de alakalı değil ama orası da ayrı bir konu.
Pazar günlerini severim
Belgesel izler, kuşların hayatını
Maymunların aşkını
Zebranın kaçışını
Ormanlardan uzak odamda
Çay içer, izlerim.
Bir de benim belgeselim var
Yönetmeni belli
Hayatım, aşkım, kaçışım
Gülüyorum ben orada Güzel bir hareket çekmişim dünyaya
iyi gözükuyorum, iyi
iyi bugün her şey iyi...
alanında uzman kan analisti dexter morgan ile kurban bayramında ortak danaya girme eylemidir. kendisi adalet konusunda oldukça duyarlı olduğundan et paylaşımında kesinlikle problem olmayacak, miami'li garibanlar da günyüzü görecektir. ayrıca bu sayede dex tövbe edip müslüman olacak, tüm islam alemine faideli davranışlar sergileyecektir.
- hoca leğeni getirsene. şu muşambayı da az kaldır.
- getireyim dex. yağlı yerlerini ayır da millete kakalayalım. güzel yerinden de akşama da mangal yaparuk.
- canımsın. şu şırıngayı da versene.
- neden? nnıskymm!!
21 Kasım gecesi sözlük yazarları ile aylin aslım arasında yaşanan tartışmaları görmezden gelip, radyo uludağ'da 7/24 aylin aslım şarkıları çalmaktır. üstelik çalınan şarkılar mp3 formatındaysa hem aylin aslım'a ayıp, hem de biz sözlük yazarlarına yazıktır, günahtır, yuh artıktır *
5 aralık tarihinde bursa il sınırları içerisinde yapılması planlanan pes zirvesidir. playstation denilen aletin çalışma prensibini iyi kötü bilen her uuser katılabilir. bu hususta amatörlük/profesyonellik ve cinsiyet ayrımı da yapılmamaktadır. zirvebox'ta da yerini almıştır, hadi hayırlısıdır, gerisi ıdı vıdıdır.*
Sakin'in ilk kez 31 Ekim 2009 tarihinde seslendirdiği güzel mi güzel yeni albüm şarkısı. sözleri de şu şekildedir:
Benden kaçmana gerek yok
Değmemiş nazarım hiç körüm hem doğuştan.
Söylenmemiş güzel sözleri al
Hepsinin içinde hadi kendini bul,
Bir karmaşa, hep yara bere, sonrası uzak değil oysa...
Geçen zaman merhem olur mu?
ilk günün yarası saklı hep şuracığımda
Terden sırılsıklam bak vücudum
Yaz günü sevişmeden olmaz bilmem neden
Yine telaş, hep başa bela, sonrası kime
Hitap eder anca...
Son kez (ilk kez) değil ama çok(tam) biliyorum
Elde duran hikâyeye dönüyorum
Tükenmiş tarihimiz, kalıntı temsilimiz
Kırık köşk sırçasında...
25 ekim tarihli disko kralı programında fatih ürek ile ısınan ortama istinaden rasim öztekin'in önerdiği alternatif program adı. kısa süren sessizlikten sonra okan bayülgen'in cevabı ise gayet güzel olmuştur:
- aslında biz bunu anlatmak istemedik mi abi, hayat bi' diskotek işte.
başka ülkelerde de böyle çileler var mıdır bilinmez ama, bana kalırsa dünyada maç izlemenin en zor olduğu ülkelerden biri *türkiye'dir.
bir takımı tutarsınız, onun müsabakalarını takip etmek istersiniz. bilet fiyatları bütçenizi aşar, her maça gitme şansınız da yoktur zaten, tv'den izlemeyi yeğlersiniz. dünyada da bu böyledir, taraftarlar stada gidemezlerse maçları televizyondan takip ederler.
yurdumda ise durum biraz daha değişiktir. tv'den maç izleyebilmek için yüksek fiyatlı dijital platformlara abone olmanız gerekir. aslında bu bile normal sayılabilir, zira dünyada da dijital yayın olayı aynı paralelde ilerlemektedir.
asıl iş bu noktadan sonra başlar. fahiş fiyatlara edindiğiniz magic boxlar durmadan arıza verir, sinyal yok yazısı gelir, görüntü donar, ses gider, yayın kesilir. müşteri hizmetleri cevap vermez, dakikalarca bekletir, teknik servis işlemez, çağırırsınız geç gelir.
hem o kadar para vermeniz de hepsi için yeterli değildir, zira takımınızın yurtdışında yaptığı maçları izlemek için yine bir o kadar para verip başka platformlara üye olmanız gerekmektedir. üstelik onlar da sizi keklemekten çekinmezler, önceden ücretsiz dedikleri yayınlar için sonradan para isterler.
tüm bunlara sahip olamazsanız, bir maç izlemek uğruna kahve köşelerinde sürünür, tahta sandalyelerde kıçınızı çürütürsünüz. soğuk akşamlarda iki ayağı uzatıp evde maç izlemek varken, binbir hanzonun takıldığı kıraathanelere doluşur, kavgalara karışırsınız. 90 dakika içinde toplamda 3 yıl boyunca duyamayacağınız kadar küfür duyarsınız. her maça verdiğiniz giriş ücretini ve çay paralarını da toplarsanız belki takımınıza ait bir kombine kart bile alırsınız.
ola ki karasal yayında verilen bir maça denk geldiniz, durun hemen sevinmeyin, asıl şimdi yandınız. binbir altyazıyla bölünen, pozisyonların kaçtığı, tribünlerde animasyon reklamların oynadığı yayınlarla karşılaşırsınız. rezalet kamera açılarıyla, verilmeyen tekrarlarla, skindirik yorumlarla çileden çıkarsınız. kalitesiz spikerlerle izlediğiniz maçtan bir tat alamazsınız.
yok şu yayıncı bunu yapmış, yok bu maç var ya aslında bizim kanaldaymış, maçtan sonra dağlar kızı reyhan dizisi varmış, yok şöyleymiş böyleymiş, 90 dakika boyunca bunları dinlersiniz.
ya da internet başında illegal yollarla maç izlemeye çalışır, nerede çalışan link, nerede ip değiştirme programı, nerede o yayının şifresi diye gezinir durursunuz siteden siteye. dallamanın biri konuşur yayın donar, yarıda kesilir yayıncı kaçar, koca koca yazılar gelir ekrana... türk telekom erişimi yasaklar, zaten internet hızı bant genişliği bellidir, yasaklamasa da kare kare izletir maçı, tiksindirir sizi futboldan.
Kısacası türk taraftarı için maç izlemek keyiften çok ötede artık derttir, çiledir, işkenceden başka bir şey değildir.
oradan buradan aşırılmış cdler bu babacanlar sayesinde kopyalanır, pclerdeki veriler cdlere bu yiğitler sayesinde yazılırdı. gadasını aldığım aygıt her türlü çizik cdyi okurdu. cdyi yerleştirmekle beraber gelen vihüvvvvvvoooooooovv.... sesiyle er kişi havaya girer, nero yu açar, yazım işlemine başlardı. dönemin neredeyse tüm toplama bilgisayarlarında bu parça kullanılırdı. kutusu olanı kutusuzundan 1-2 $ daha pahalıydı. ancak kutuda bir numara yoktu, önemli olan aygıttı güzel kardeşim.
nice oyunlar onla kopyalandı, nice korsan filmler cdlere onla çekildi. mahalle delikanlılarının bütün yabancı karışık cdlerini bu aletler kopyaladı. o cdler bilimum şahinlerde, doğanlarda paynır* marka teyplere yerleştirildi, are you ready lerle, alarma larla mahallelerde bin beş yüz tur atıldı.
kısaca devrin cdlere aktarılan veri yükünü hep bu writerlar üstlendi. *
evin canıdır, bidenesidir. karanlıkta kalan aile bireylerini aydınlatmak uğruna her türlü tehlikeyi göze alıp yerinden kalkar ve evin en ücra köşesindeki mumu bulmak için heyecan dolu serüvenlere girişir. bahsi geçmekte olan olay aynen şu şekilde gelişmektedir:
saat 21:00. tüm aile bireyleri televizyon başında çekirdek çitleyerek pineklemektedir.
- aaaa... (elektrik kesildiğinde ev halkının verdiği tepki)
- bak görüyo musun aksiliği, dizi de yarım kaldı. **
- akşam akşam yapılır mı bu yaaa... **
- trafo patlamıştır, arıza var heralde. *
akabinde kısa bir sessizlik yaşanır. karanlık olduğu ve göz gözü görmediği için kimse yerinden kımıldamaz. o esnada kahramanımız devreye girer ve sessizliği şu sözüyle bozar:
olaya bir sazan, bir lapin misali atlayan kahraman aile bireyi ardından da mutlaka tavsiyelerde bulunulur:
- dolapta olacaktı, arka taraflara da bak yavrum.
- dikkat et önünde çaydanlık var, devirmeyesin.
- ayağına terlik giy de git betona basma çıplak ayakla.
- sandalyeye çıkma kırıktır o evladım.
karanlık odalar boyu süren serüven çeşitli kazalara da sebebiyet verebilmektedir elbette ki:
- baba sen misin?
- ben burdayım evladım.
- ay çekil salak o tuttuğun benim bacağım!
- haa pardon.
(tangır tungur çanak devirme sesi...)
- ay ne devirdin evladım ne oldu?
- yok bişey yok, iyiyim ben.
- bi'şey kırıldı mı bari?
- biz can derdindeyiz sen tabak çanağın peşindesin be anne! *
- (annede elektrikler gelsin görüşeceğiz tavrı) *
bu teknikle kurbanın soluk borusu tamamen kar ile doldurulur, kar nefes borusundan oldukça derine itilerek tüm ağzının tamamiyle dolması sağlanır. bu sayede kurban boğazındaki kar erimeden üç dakika içinde yaşamını yitirir. Öldükten sonra da vücudu karı eritecek kadar sıcak kalır. herhangi bir darp durumuna maruz kalınmadığı için cinayet şüphe uyandırmaz ve katile zaman kazandırır.
efendim küçükken pastel boyalarımız vardı, hepimiz a4'den irice a3'den hallice resim kağıtlarına bir şeyler çızıktırır, elimiz yüzümüz boya içinde annelerimize koşardık: anne baak ben yaptım derdik. anacağızlarımız da onca işin içinden başlarını kaldıramaz, eferim yavruma tarzı diyaloglarla geçiştirirlerdi bizleri.
e zaman değişti, teknoloji ilerledi, internet diye bir şey türedi, efendim sözlükler çıktı piyasaya, yazar olundu falan. çok değişti hayat, çok. artık pastel boyalarımız yok, entrylerimiz, başlıklarımız var. o halde ne yapmalı, beğendiğimiz entrylerin linkleri alınmalı, msn iletilerine, tivitlere, feyzlere meyzlere kopyalanmalı.
neden? çünkü sözlükte takip edemiyor arkadaşlarımız bizi. adres çubuğuna uludagsozluk falan yazmak zor, hem ben msne girdiğimde onlayn kaç kişi var biliyo musuaan? hepsine anında zerkediyor yazılanlar. böyle inceden inceden mesaj da verebiliyorum bazılarına. hem sonra bunları yazmak için neden blog falan açayım ki, sözlük var mna koym, ben yazayım herkes okusun. format mı? yok hacı yeni kurdum windowsu, gerek yok formata falan . * karmama bakiim, heh hazır tıklamışken artılayın da, canlarım benim.
şimdi baktım da, annemiz mutfaktaki işlerden hala başını kaldıramıyor. ama çizdiğim saçma resmi gözüne gözüne sokarsam mutlaka görür. yine eferim yavruma deyip geçiştirmesin de, bu yaştan sonra bünye kaldırmaz, malum...
dışarıdan bakıldığında inşaat görünümünde olan bir evde yaşamaktır.
kentler göç alır önce, insanlar fütursuzca ürer, haneler dolar, taşar ve yetmez artık kimselere. ardından en klişe tabiriyle çarpık kentleşme baş gösterir. sırf sıcak bir yere başını sokabilmek uğruna, doğal şartlara karşı yaşamını devam ettirebilmek uğruna, kısacası hayatta kalabilmek adına eciş bücüş evler yapar insanlar, yamuk yumuk, düzensiz, özensiz. ansızın bir gece konar, ardından seçim zamanı pusuya yatar, o rezil yapıları tüm çirkinliğine karşın yükseltirler. birken iki kat yapar, ikiyken üç, üçken beş oluverirler birden...
bu durumun suçlusu kimdir bilinmez; ağzına kadar dolmuş kentlere hesapsızca göç eden insanlar mı, onlara kalacak yer bile sunamayan koskoca şehirler mi, yoksa bunları bir türlü planlayamayan devlet babacıkları mı? kime sorsan farklıdır cevap, amma velakin karşınızda yükselen koskoca bir rezalettir işte, göz görür gönül katlanamaz, göz ardı edilemez...
sonra her sabah yanından geçersiniz o sıvası bitmemiş evlerin. pencerelerinden gülümser çocuklar size, içeride bir hayat var bellidir. dışarıdan görünenin aksine içeride çok daha fazlası vardır; sizi karşılayan dış cephe çirkinliği içeride bambaşka bir hayata tezahür eder, yok eder mantığı, çelişkilere sürükler. kat çıkan, bina yapan, kaçak çimento çeken amcalar için iç güzellik daha önemlidir, öyle ki bazı evlerin tavanlarından avizeler sallanır, salonun baş köşesinde bir plazma yer bulur kendine, merdivenler mermerdir, zemin laminant parkedir. dışarıda vazgeçilen tüm masraflar içeriye yansıtılmıştır, böylelikle çekirdek ailemiz hem fakir görünür, hem de keyifinden ödün vermez vesselam.
bir de aceleyle o evlere doluşanlar vardır, dış cephe sıvasının bitmesini beklemeden, hatta üste bir kat daha çıkılırken, ortada ev bile yokken taşınan, eşyaları yerleştirmeye çalışan, pencerelere hemen tül perdelerini asan teyzeler vardır. sıcak yuvaya hasretin ve sabırsızlığın simgesi gibidirler.
son olarak dışı kadar içi de çirkin olan evler vardır ki, onları hepimiz biliyor ve çoğumuz yaşıyoruz zaten. neden tasvir edeyim ki bir daha, varın onu da siz düşünün artık.
nefis bir travis şarkısı. sözleri de şu şekildedir:
never see you coming around
they know they got their heads screwed on
i'm standing in the middle of town
i know i might never come home
just standing where i am with all the people passing by me
the sound of all these passers-by mixed in with the bus and motor-car
i must be sure these are the signs
cos i've been here a million times before
just tell me when it's coming around, coming around
i think i see you coming to town, hunting you down
bringing you round
tell me if i'm bringing you down
cos i was fine till you came along
you tell me that the tears of a clown cloud
that i'm confusing while abusing my mind
so far away i wanna be
that's not as close to you and me
the things they call our destiny
now why do you have to pick on me at all?
my walls are coming down
just tell me when it's coming around, coming around
i think i see you coming to town, hunting you down
coming around
küçük ve orta ölçekli işletmelerin çalışanlarını taşıdığı servislerde en öne oturabilme başarısıdır.
bu tip servislerde en öne oturabilmek bir başarı, bir prestij işidir. çünkü ön koltuk mutlaka birilerine rezerve edilmiştir. yani işletmenin müdürü, üretim sorumlusu gibi isimler oraya oturacaktır, hop oturma kardeşim, oraya hedehödö bey gelecek! tir.
ön koltuğa oturma şerefine nail olmanın bir diğer yolu da, on elemanından dokuzu erkek olan bir işletmede çalışan bayan* personel olmaktır. ancak bu da yeterli olmayabilir, o işletmenin muhasebecisi, sekreteri ya da satınalma sorumlusu gibi pozisyonlarda bulunmanız gerekebilir. sıradan bir eleman dişi olsa dahi, o kutsal ön koltuğu hak edemez. onu hak edebilmesi için belli bir yaşa gelmiş olması, iş yerinde bir saygınlığa ve sevecenliğe sahip olması, elemanlar tarafından hoş görülmesi gereklidir.
ön koltuğun herhangi bir nedenle boş kaldığı zamanlarda ise işci kardeşler arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele başlar. oraya oturmanın şerefine nail olmak isteyen çalışanlar la la la önce ben geldim, mna koym amma böyük götün var, la az kaykılınsana! tarzı diyaloglarla seyahatlerini tamamlarlar.
Devirler arasında kalan bizlerdik, ne var olmayı ne de yok saymayı bildik.
Bizden önce yoktu yakarışlar. Yoktu isyan, yoktu rüya. "Zamane gençleri" bozulmamıştı o kadar, dejenere olmamıştı dünya.
Karanlık ve kuytuya fışkırtılmış spermler gibi yaşadık hayatı. Öyle türedik, öyle yalanladık. Öyle yalnız ve öyle anlamsızdık. Dölleyemedik hiç yumurtayı. kaçışımız yapış yapış kaldı duvarlarda, çalılıklarda, silinip atılmış saman kağıtlarda. Tuttuğumuz her yere yapıştık sımsıkı amma, hayatta kalamadık.
Yoktuk ki dünyada. Yitirilen, arada kalan, geçmişine özlem duyup sıkılan, geleceğine yetişemeyip ondan da kaçandık biz. Yapamadık. Ne iki bin olabildik, ne doksan kalabildik. Ne de seksenlerde tutunabildik. Umursanmayınca, onaylanmayınca, yalanlanınca ve beklentilerden sıyrılıp savruldukça, hep dizlerimizi çöküp ağladık. Sonra ağlamaktan yorulup iç çekerken, kıpkırmızı kan çanağı gözlerimizle baktık dünyaya; Öfkemizden, tutkumuzdan, intikamımızdan yandık. Ayağa kalkıp yepyeni başarılara koştuk fütursuzca. inadınaydı, Olmadı, tökezledik, çelmeler takıldı ayağımıza.
Devrildik, kafa üstü düştük topraklara. Kan fışkırdı ağzımızdan. illet olduk, adapte olamadık, doğru olduk, yanlışın tadına varamadık. Hep heyecanlarımızdan çaldık bile bile, farkına vara vara.
Biz ne büyüdük ne de çocuk kalabildik. Devirler arasında sıkıştık, var olamadık, kaybolamadık.
kız arkadaş, sevgili ya da fuck buddy ilişkilerini bir başarı öyküsü olarak nitelendirmektir.
buradaki karı götürmek deyimi en çıplak haliyle, en amiyane tadında kullanılmıştır. zira toplumda bir kızla çıkma, sevgili olma ve akabinde sevişebilme aşamaları her ne hikmetse karı götürme başlığı altında toplanır. necmettin de ne karı götürdü lan tarzı diyalogları duymayanınız yoktur. bu diyaloglar yalnızca er meclislerinde, kahve köşelerinde pişpirik oynanırken değil, en temiz cafelerde, en nezih barlarda hanım arkadaşlarımız tarafından da dillendirilmektedir artık.
bir karı götürme öyküsünün övünç kaynağı kişinin kendisi ise, bu durum oldukça vahim bir hal almıştır. zira er kişi her türlü insancıl duygudan arınmış, skor derdine düşmüştür. onun için birlikte olduğu kişi yalnızca bir sayıdır, evet yalnızca sayısal bir birlikteliktir bu. bir diğer amaç da dost meclislerinde anlatacağı heyecanlar yaşamaktır. verengül de var ya, ooof neler yapıyo lan yatakta tipi manzume söylemler de bu iğrenç er meclislerinin baş vecizelerinden biridir.
asıl ilginç olan ise, bu iğrençlikten dem vuran hanım kızlarımızın da olaya skor gözüyle bakmalarıdır. oha bu herif ne karı götürüyodur lan tipinde şaşma tümceleri olaya ayrı bir boyut katar. zira götürülen hemcinstir; hoş, yeryüzünde götürülmeyi hak eden * milyonlarca kadın vardır, ancak bunu bu tarz bir yakıştırmayla bağdaştırmak ve bahsi geçen eylemi başarı olarak nitelendirmek de bir hayli enteresandır.
bu şekilde toplumda çoktan yer edinmiş karı götürme eylemi gizliden gizliye meşrulaştırılır ve sonuçta nerede ucube tip varsa başarılı, güveni yerinde ve olayı bitirmiş insanlar olarak lanse edilir. halihazırda bunu bir bok sanan o hayvanlar da seriyi devam ettirip yeni sezonlara yelken açarlar.
böylelikle herhangi bir mekanda otururken, sokakta yürürken, otobüste giderken seni kesen, rahatsız eden, yılışan, askıntılık yapan hayvana istemsizce destek vermiş olursun. onun için zaten "kız" yoktur, "karı" vardır; sen patates püresi gibi bir herife bile tipsiz mipsiz ama ne karı götürüyodur lan dersen yarın bir gün seni de götürmeye kalkıştığında rahatsız olma hakkını yitirirsin işte.
her an her yerde karşınıza çıkmaları olasıdır. sokakta, iş yerinde, okulda, otobüs durağında, kısacası hemen her yerde bunlardan çokça bulunur.
en önemli özellikleri göz kontağıyla size ulaşmaları ve söz söylemeden nefretlerini hissettirebilmeleridir. yıllar boyu ezilmenin, hor görülmenin, sosyal olamamanın hırsını sizden çıkarırlar.
olay kabaca şöyle gelişir: bir cafeye gidersiniz, arkadaşlarınız da gelir, hava sıcak olduğundan kapı önüne atılmış masalarda oturursunuz. hoş beş muhabbet, güler eğlenirsiniz. o esnada yoldan geçmekte olan kahramanımız sizi tam kahkaha atarken yakalar ve hamunagodumunu bakışını gözlerinize zerk ederek senelerin birikmiş arabesk çilesini üstünüze kusar.
o an orada bulunma isteği, yaşanan neşe, ortamdaki muhabbet bir kaç saniyeliğine yok olur, adamın yaşanmamışlığı siner üstünüze.
ya da fabrikada bilgisayar başında çalışırken atelyede çalışan amcamın bakışıdır bu, hamunagodumunu bakışı. amca imkansızlıklar yüzünden okuyamamış, senelerce yağın kirin içinde çalışmak zorunda kalmıştır. ama iş bu ki bir saniyede intikamını sizden almayı başarmıştır. sanki okuyamamasının suçu size aittir. sizin de sürünmenizi, bilgisayar başından kalkıp kan ter içinde çalışmanızı ister. küfretmez, hatta sizle konuşmaz ama küfretmiş kadar etki eder bakışlarıyla.
thug life nigga organizatörlüğünde 16 ağustos günü gerçekleşecek zirvedir.
saat 10 suları mudanya'dan hareket edilerek mavi tur gerçekleştirilecek, marmara körfezleri tek tek dolaşılacaktır, bu esnada muhabbet edilecek, çaylar içilecek, dondurmalar yenilecektir. klasik mık-biramania zirvelerinden sıkılan bursalı yazarlar için alternatif oluşturacaktır. üstelik yolculuk bukart ile gerçekleşeceğinden cep yakmayacaktır. tam 2.75, indirimli 1.80 tl'dir.
yok ben daha da detay isterim deniliyorsa aşağıdaki linke tıklanılacaktır:
tanım: parça kontör yükletme işleminden sonra yaşanan tedirgin dakikalardır.
şimdi efendim, parası bol olmayanlar bilir *, cepteki delik parmak girecek boyutu aldığında hesap yapma durumu baş gösterir. elde avuçta bir miktar para vardır ve bu para çeşitli ihtiyaçlar arasında bölüştürülmek durumundadır. mütemadiyen cep telefonuyla haşır neşir olan bünye için kontör de bu ihtiyaçlar arasındadır. ancak eldeki para yeterli olmadığından, 100'lük 150'lik kontör almak yerine parça kontör yükletme işlemine başvurulur.
bunun için parça kontör yükleyen bir yere girilir, bu bir cep telefoncu, gazete bayi ya da gsm operatörünün şubesi olabilir. artık günümüzde bakkallar bile bu işi görmektedir. sonuç itibariyle para durumuna göre en uygun kontör yükletilir **. fakat bazı yerlerde yükleme işi hemen gerçekleşmez. acelesi olan bünye içinse gergin dakikalar bu noktada başlar.
alınan cevabın akabinde dükkandan çıkılmış, hatta aceleyle de bir hayli uzaklaşılmıştır. ancak ardarda yapılan kontör sorgulamalarına rağmen yüklenen kontör bir türlü gelmemiştir. tekrar dükkana gitmek de vakit kaybı olacaktır, acaba ne yapmalıdır?
bu sorular içinde debelenirken kontör yükletilen dakikalar bir film şeridi gibi göz önünden geçer:
- kaç kontör?
- yirmi.
- numarayı alayım?
- sıfır beş yüz otuz yedi...
siz numarayı söylerken dükkandaki hanım teyze iki ortalı resim defterinden bozma bir şeye numara ve kontör miktarını yazmaktadır. bahsi geçen defter bu şekilde kargacık burgacık yazılmış sayılarla doludur. o an hissettiğiniz duygu şudur:
- lan acaba öyle bir sayfa dolunca topluca mı yüklüyorlar?
akabinde çektiğiniz hassiktir de bunun cabasıdır. hava sıcaktır, zaten arkadaşla bir türlü buluşulamamıştır, şimdi bir de bu çıkmıştır. derken cep telefonundan bir ses gelir: dıt dıt...
- hattınıza bilmemkaç kontör yüklendi.
işte hayatın sorgulandığı o kısacık zaman diliminde sinyal uyduya ulaşmış, o da gerekeni yaparak hattınıza kontörü yüklemiştir. ulen ne kadar pimpirikliyim derken akla yaşanmış başka bir kontör yükleme hikayesi gelir:
- hanımefendi ben dün yükletmiştim ama, hala gelmedi kontör.
- numaranızı alayım?
- sıfır beş yüz otuz yedi...
- hmm, beyefendi öyle bir numara görünmüyor sistemde.
- nasıl olur ya, dün şeyetmiştim ben akşam beş suları...*
yurdum tineycır * gençlerinin nice lise aşklarına adım attığı ortamlardır.
genellikle mahalle aralarında, binalar içinde kaybolmuş olanları tercih edilir. genç kızımız için * parka gitmenin bir sakıncası yoktur. çünkü ana mazeret küçük kardeşi gezmeye çıkarmaktır. ayrıca çocuk parkı kapı önüdür, anne mevzii içerisindedir. bu yüzden de hanım kızımızın oraya gitmesinde bir sakınca görülmez. halbuki dışarı çıkıldığı an annenin görüş mesafesinden uzaklaşılmaktadır.
genç erkekler için ise bir problem yoktur. zaten o yaşlarda gün boyu dışarıda dolaştıklarından park, sokak ya da cadde fark etmez.
genç kızlarımız caprilerini, askılılarını ve converselerini giyerek çıkarlar dışarı. ellerinde evin anahtarı ve cep telefonları bulunur. saçlar şekillendirilmiş, * ancak gerek kıyafetlerle olsun gerek de tavırla olsun gündelik yaşamdan uzaklaşılmamıştır.
erkekler ise saçları bol jöleli, günün tarzına uygun, şortla ve renkli tişörtlerle adım atarlar sokağa. koloni halinde dolaşarak racona uygun muhabbet çerçevesinde parka gelirler.
küçük kardeşi salıncağa bindiren ya da oyuncakların arasına salan genç kızımız bir banka ya da kaldırım taşına ilişir. kız kardeşlerimiz de erkekler gibi yalnız değildirler, ancak onlar gibi koloni halinde takılmazlar. genellikle 3-4 kişilik gruplar halindedirler. aralarında koyu bir muhabbet dönerken bir yandan da karşıda konuşlanmış erkek kardeşlerimizle göz göze gelirler.
erkekler ise bu esnada çekirdeklerini çitleyip muhabbet etmektedirler. ancak onların muhabbeti kızlarınkinden biraz daha farklıdır, daha amaca yöneliktir denilebilir *.
bu şekilde gelişen kesişme turlarından sonra sırasıyla tanışma, konuşma ve çıkma vaziyetleri baş gösterir. bahsi geçen aktiviteler genellikle yaz aylarında * cereyan ettiği için, yeni öğretim yılına sevgiliyle girilir, bir de okullar aynıysa tadından yenmez, çıkmalar, elele dolaşmalar, cilveleşmeler ve ergen tartışmaları kış ayları boyunca devam eder. ayrı kalınan zamanlar da bol bol mesaj yazılacağından bu tür ortamlar gsm operatörleri için bildiğin kazanç kaynağıdır **.
bu hususta öyle bir ince çizgi vardır ki, bazıları göremez. o da şudur: gençlerimizin yaptığı utanılası bir şey değildir, asıl utanması gereken onları böyle ortamlarda tanışmaya ve konuşmaya zorlayan büyükleridir elbette.
özellikle yaşlı insanların yaptığı, burnun neredeyse ucuna gelen gözlüğün üzerinden bakma eylemdir. genellikle okuma gözlüğü adı verilen gözlükler üzerinden yapılır. bu gözlükler burnun ucuna kadar getirildiğinden, okuma işini bırakıp başka bir yere bakma durumunda gözlük işlevini yitirmektedir. dolayısıyla birey de gözlüğün üzerinden bakmak durumunda kalmaktadır.
bazı kişi ve kimseler de bu işi kendilerine entelektüel bir hava kattığına inanarak yaparlar. kitap okurken ve pipo tüttürürken pardon bakar mısınız? diyen birine gözlük üzerinden bakmak o an için 953 kez baskı yapmış kitabını imzalayan yazar kıvamına getirebilmektedir er kişiyi. bu yüzden bazı kaygan zeminlerde tehlikeli olabilmektedir bahsi geçen eylem. en içten olanı ise sizden yardım dileyen veya bir şeyler anlatmaya çalışan teyze ya da amcanın gözlük üzerinden bakmasıdır:
kitap nedir, edebiyat nedir, yazım kuralı nedir bilmeyen bireyin sözlükte başlık açması, entry girmesidir.
adam dediğime bakma kadın da olabilir bu. şimdi şöyle bir sanrı var, belki de gerçeklik, onu bilemem: türk erkekleri kitap okumuyor efendim. türk kızlarının da neler yaptıklarını görüyoruz. o yüzden cinsiyet ayrımcılığı yapmaya gerek yok bana kalırsa.
buradaki asıl husus şu: bireyin ömrünce okuduğu kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez, çoğunluğu da ilköğretim döneminden kalma kitaplardır. devamında da ders kitapları gelir. tamam ilgini çekmedi, okumadın. kabul. e o zaman cümle kurmayı öğrenseydin en azından. hadi onu da öğrenemedin neden sözlük yazarı oluyorsun ki? başka işin mi yok, başka mecra mı bulamadın kendini ifade edebilecek?
gel de söyleme sözlükte gördüğün yazım yanlışlarını. kısa mesaj yazar gibi entry giren yazar mı ararsın, hala herkez yazan adam mı? şu -de ve -ki ekini bir türlü kafasına yerleştiremeyen yazar mı istersin? evet, hepsi mevcut buralarda.
şimdi çık bu başlıktan, dolaş biraz sözlükte. kaç tanesine denk geleceksin, kendi gözlerinle gör bakalım.
90'lı yıllarda yaşanılan erotizmin * içine işlemiş olan meyve faktörüdür. evet, meyve. nasıl mı?
efendim o yılları yaşamış olanlar bilir. show tv de yayınlanan bir program vardı : tutti frutti. o dönemin erotizm ekolü bu programdı. çocuklar yatırılır, gece yarısı beklenilir, ekranın köşesinde kırmızı nokta görüldü mü kumandalar bırakılırdı.
işte o yıllara damgasını vuran bu programda işlenen tema hep meyve üzerineydi. yok efendim ananas, yok avakado, yok bilmem ne. genellikle tropikal meyveler tercih edilirdi. hatta öyle bir hava yaratılırdı ki, insan kendini manavda hatun seçiyor zannederdi **.
o dönemin bir diğer erotizm -hatta pornografi- simgesi ise dergilerdi. naylon poşette satılan bu dergilere ulaşmak, okumak, paylaşmak için zorlu aşamalardan geçmek gerekirdi. tüm bu aşamalar başlı başına birer dertti.
o dergilerde anlatılan erotik hikayelerde ise hep meyveler kullanılırdı. yok efendim çilek tadında, yok efendim şeftaliye benzemeler, bir patlıcan kalınlığında gibi... dönemin muhafazakarlığından mıdır bilinmez cinsel öğeler * açık açık yazılmaz, meyveye-sebzeye benzetilirdi. işin ilginç tarafı ise öyküde anlatılan her şeyin yan sütunda fotoğraflarla açık açık gösterilmesiydi. yani söylemekten utanılır ama göstermekten utanılmazdı. aman tanrım bu ne yaman çelişkiydi *.
kısacası 90'larda yaşayanlar bir çok şeyi sınırlı yaşadığı gibi erotizmi de sınırlı yaşadı, meyvelerle- sebzelerle yetinmeyi bildi efendim **.
efendim, x kargo şirketine gidilir, gönderim yapmak için bir adet kargo poşeti istenir. üzerine gerekli bilgiler yazıldıktan sonra kargolanacak malzeme poşedin içine konur ve görevliye verilir. akabinde görevlinin sorusu dumura uğratır:
- pardon beyefendi pakette ne var?
- ne? nasıl yani?
- yani ne gönderiyorsunuz?
- cd gönderiyorum ama...
ardından bu soruyu sormak zorundayız tarzı muhabbetlere girişilir. orada bilgisayara mı giriliyormuş ne. ya da kırılacak eşya, elektronik alet falansa dikkat ediliyormuş. ama bana hiç de öyle gelmedi. zira ilk defa kargo göndermiyorum ve yıllar boyunca da bu soru ilk kez yöneltildi şahsıma. kargocu amcamların da kamyona nasıl yüklediğini bilirim paketleri. neyse şöyle bir muhabbet olmadı en azından, buna da şükür:
(...)
- yani ne gönderiyorsunuz?
- cd gönderiyorum ama...
- cd de ne var sorması ayıp?
- hayvanlı bacımm. kopyalayım mı sana da bi' tane *
bilgi sözlük e üye olmak beş saniye sürüyor. üye olurken sizden bir e- mail adresi isteniyor ancak bu adrese aktivasyon maili gelmiyor. çömezlik diye adlandırılan yazarlığa geçiş sürecinde girilen entryler, yazar adayına bile görünmüyor. dolayısıyla ilk entryleri editleme, varsa hataları düzeltme imkanı bile bulunmuyor.
bu süreç içerisinde entrylerim butonuna tıklandığı vakit bir çok yazar adı ve karşısında girdikleri entry sayılarını gösteren bir tablo geliyor. ama bu tablo içerisinde kendi rumuzunuzu görmeniz de olanaksız.
kullanışsız bir kullanıcı paneli ve çok acemice hazırlanmış temaları mevcut. özellikle south park ve şebnem ferah temalarına yarılmamak elde değil. south park teması paintte hazırlanmış gibi, şebnem ferah temasında ise şebnem ferah ın bir yüzü ve yüzünün sol yarısı ekranı kaplıyor. hani küçük resimleri masaüstü arka planı yapmak için döşe dersiniz de, resmi kafasına göre ekrana parça parça döşer ya, işte o şekilde aynen.
kısacası üzerinde pek durulmamış, özen gösterilmemiş bir sözlük. çok fazla yazan da olmuyor zaten. bu haliyle takılmak da olanaksız, keyif vermiyor.
umarız eksikliklerini görüp ona göre kendilerini düzenlerler. zira yukarıda anlatılanları birebir yaşamış bir uludağ sözlük yazarı tarafından girilmiştir. *