30 Mart pazar günü oy kullanmak üzere oy kullanacağım sandığın yolunu tuttum. pazar günü olması nedeniyle sabah rehaveti yapılmış ve saat 14 olmuştu. sandığın bulunduğu sınıfın önüne geldiğimde uzun bir kuyrukla karşılaştım. oysa diğer sandıklarda kimsecikler yoktu.
"neden böyle", "sandık kurulunun hepsi kadın, ondan", "muhtar kime versek" yorumları arasında, belediye başkan adaylarından ikisinin hukuksuz ziyaretleri ve bölgede çalışan bir hekim olmam nedeniyle bolca selamlaşma,muhabbet arasında birbuçuk saat bekledim.
en nihayet girdim sınıfa ve uzun kuyruğun nedeni anlaşıldı. sandık kurulu belediye ve muhtar seçimleri ayrıştırmıştı. bir bölmeye girip belediye, büyükşehir ve meclis oylarını kullanıp sandığa atıyordunuz, sonra muhtar seçimi için ayrılmış bölmeye girip muhtar için oy kullanıyordunuz. bu sandıkta hiçbir karışıklığın olduğunu sanmıyorum.
bu kadar basit. kuyrukta beklemekten sıkılanlar "dört kadın" eleştirileri yapıyorlardı, akıllarınca beklemenin "kadın aklı"ndan kaynaklandığını söylüyorlardı ama meğerse o "dört kadın" en doğrusunu yapmış.
günlerdir muhtar oylarıyla, belediye oylarının karıştığından kaynaklı itirazları duyuyor, okuyorum. o "dört kadın"ın akıl ettiğini koskoca ysk akıl edememiş, düşünememiş.
o "dört kadın"a buradan saygılarımı sunuyorum, onların aklına gelen çözüm neden ysk'nın büyük büyük ünvanlı hakimlerinin aklına gelmemiş, merak ediyorum.
bunun başka bir versiyonuyla karşılaştım. Her şey yerinde ama hiçbiri çalışmıyor. kadın sabah gelip akşam gidiyor ve televizyon açılmıyor, uydu alıcısı saçmalıyor, modemde IP'ler değişmiş, AV Ses-görüntü aktarıcı iptal.
sanırım kadın elekromanyetik kapsamda sorunluydu, artık evi kendimiz temizliyoruz.
sanki seni isteyen var, "aman gel benim polisim ol". "benim, benim" diyen bir hazret zaten var, çoktan biat da etmişsiniz, neyin kafasındasınız?
çok uzun yıllar geçmesi gerek halkın sizi gördüğünde midesinin bulanmaması için. insanlar size güvenmiyor, sizin güvenliği sağladığınızı düşünmüyor. siz artık bir adamın polisisiniz, halka karşı, halka düşmansınız. kimse sizinle muhattap olmak istemiyor.
haberler tomalardan sıkılan suyun deride hasar oluşturduğu, yanma, kızarma ve acıya neden olduğu yönünde. ne yapıyor bunlar, iş vatandaşa asit sıkmaya kadar geldi mi?
alıştığım üzere: sıktığınız her neyse gtünüze girsin inşallah.
niyeyse ülkede üzüntü verici bir şey olduğunda bakanların nikah şahitliği yaptığı bir düğünün de olmasıdır.
ya sevgili iktidarımızın bakanları her allahın günü düğünlerde nikah şahitliği yapmaktadır ve böylece önlenemez bir kesişme gerçekleşmektedir ya da talihsiz tesadüfler zinciridir.
sayın ve çok sevgili ve maalesef boyunsuz içişleri bakanımız ülkede olan bitene tanıklık etmektense nikaha tanıklık etmeyi yeğlemektedir, çıkıp tek kelime etmediğine göre!
hangisini yazayım? az önce istanbul valisi milletin gözüne baka baka bir çuval yalan söyledi, sıkıntı yokmuş! ulan, ben televizyondan izliyorum sıkıntıyı! sayın başbakan hala çevreci-marjinal grup yalanlarını söylüyor. onca şiddeti görmezden gelip çok önemli bir yakınının gelininin gördüğü şiddeti sanki ülkedeki bütün başörtülü kadınlar taciz ediliyormuş gibi gösteriyor. 3 ay öncesinden biliniyormuş, belgeler varmış. sanki gidip koklamış gibi oraya işenmiş, sıçılmış diyor, karşısındaki güruh sidiği, boku alkışlıyor.
biri çıkıp telekineziyle suikast iddialarında bulunuyor, biri çıkıp herkesi marjinal ilan ediyor. ana akım medya denilen şey her şeyi görmezden geliyor.
çok çok sayın, bir o kadar değerli bir belediye başkanı çıkıp otopside kafasından mermi çekirdeği çıkarılmış, bu mermiyi atanın polis olduğu video kayıtlarından belli ethem sarısülük için kafasına taşla vurulmuş diyebiliyor.
ben gerçeği istiyorum, doğru bilgiyi alabilmeyi! bu saatten, bu olanlardan sonra ben nasıl güveneyim söylediklerinize, o ağzınızdan düşmeyen sandığın verdiği sonuçlara!
küfretmeden bitireyim diye başlamıştım ama yalan söyleyen herkesin amına koyayım amk!
provakatörlere dikkat deniyor günlerden beri. hem eylemcilerden hem yönetenlerden geliyor bu çağrı. meğer en büyükleri başımızdaymız, başbaşımızmış.
revire çevrilen caminin müezzini "camide alkol içilmedi, kargaşa anları dışında ayakkabıyla girilmedi" diyor, o "camiye ellerinde bira şişeleriyle girdiler" diyor. olaylar sırasında ölen başkomiser inşaat halindeki köprüden düşmüş, o "başkomiserimizi öldürdüler" diyor. kimseye saldırıldığı yok, eylemciler gazdan etkilenen sokak köpeğine bile yardım ediyor, o "başörtülü bacılarımıza saldırdılar" diyor. bir de sorumlu bulmuş kendince, "faiz lobisi".
kim lan bu faiz lobisi, meydanlardaki gençlerin çoğu baba parasıyla yaşıyor, ona ne faizden?
ve ne yazık ki kocaman kocaman yalanlar bir egemenin ağzından bağırarak çıkınca birilerinde gerçekmiş yanılgısı yaratıyor.
Ve de ben kaygı içindeyim, ükemin başbakanı meydanlarda alenen yalan söylüyor halkı kışkırtmak için.
göz gördüğünde, görmediğinde, gündüz ve gece, hastalıkta ve sağlıkta yalan söyleyen başbakandır.
işin kötüsü samimi olduğu kanısındayım, yani gönülden inanıyor söylediklerine. altındakiler, üstündekiler yanlışları kabul ediyor ama o hala "çapulcu, chp, yıkarım, yaparım" diyor. ülkenin kendisini desteklemeyen yarısını yok sayan, %47'yi çoğunluk sayan, ülkenin güvenlik güçlerini kendi koruması sanan adamdır.
onunla ülkenin nereye gittiği artık sorgulanmalıdır.
gezi parkı olayları ve izleyen olaylar sonrasında sıkça söylenir oldu: "sandıkta görülür","seçimlerde görürsünüz","halkın iradesi sandıkta".
demokrasi böyle bir şey midir? halkın katılımı denilen şey sadece seçim günleri sandığa gitmek midir? seçim olmadığı günler halkın bir şey söylemeye hakkı yok mudur?
Olayların bu hale gelmesinin altında bunun -da- yattığını düşünüyorum. şimdiye dek iktidar tarafından kendisine, uygulamalarına karşı çıkan her sese aynı şekilde yanıt verildi. "bunlar 3-5 çapulcu", "vatan hainleri", "provakatörler","haydutlar"... Çıkan aykırı seslerin üzerinde polis baskısı kuruldu, dövüldüler, ezildiler. sadece pankart açan öğrenciler için yıllarca hapis cezası istendi, verildi.
Herhangi bir bakanın konuşması sırasında itiraz eden, fikrini söylemeye çalışan tutuklandı, terörist ilan edildi. savcılarca örgüt bağlantıları icat edildi, ceza aldılar.
basın susturuldu, yargı baskı altına alındı hatta iktidarın yargısı haline getirildi. şimdi de sosyal medya susturulmaya çalışıyor.
özgürlükler kısıtlandı, her karşıt ses susturulmaya çalışıldı. toplum belli bir kalıba sokulmaya çalışıldı, çalışılıyor.
ve bunlar sorulduğunda edilen "sandık" lafı midemi bulandırıyor. bana layık gördüğün bir pusulaya mühür basıp köşeme çekilmek midir? ben aradaki 4 yıl boyunca sesimi çıkarmadan oturmak zorunda mıyım? sen bu 4 yıl boyunca istediğin her şeyi yapabilir misin? bu mudur demokrasi?
bunun adı demokrasi değil, bu kavramın adı arkasına saklanıp baskı rejimi uygulanıyor ve bugün sokaklardaki insanların asıl tepkisi bunadır kanımca...
dinledikleri için mantıklı olan eylemdir. söylenenleri anlamazlar tabi ki ama kendilerine bir şeyler söylendiğini anlarlar. asıl dikkat ettikleri ifadenizdir.
onlarla konuşurken sadece yüz ifadenizi, sesinizin tonunu, sertliğini algılarlar ve yorumlarlar. dikkatli konuşun, onların da akılları, ruhları var. en önemlisi onları üzmeyin, sandığınızdan çok daha hassastırlar.
yumurtaya dava açan akplilerin mısırdaki ayaklanmayı desteklemeleridir.
protesto yapabilecekleri şüphesiyle insanları gözaltına aldıran, iki yumurta atıldı diye öğrencilere dava açtıran, kendilerine karşı yapılan her eylemi "provakasyon, anarşi, organize" ilan eden ak partili egemenlerin mısırdaki eylemi desteklemeleri ne yaman çelişkidir. sanırım bir islam devrimi umuyorlar ucundan kıyısından.
elbetteki takım tutar gibi parti tutan aklını kullanmayı unutmuş yurdum insanları bunu görmeyecek, rte'yi ortadoğu siyasetinin kilit adamı sanacaktır. obama da aramış, tamamdır. durmak yok, yola devamdır.
heykellerini yaptıran atatürk değildir, diktiren de değildir. sözü edilen fabrika 12 eylül cuntasının eseridir, faşist uygulamalarını, fikirlerini atatürk'ün adı ardına saklanarak gerçekleştiren, ülkenin gerici zihniyetin yükselişinin temellerini atan faşist cuntanın icraatidir.
bok atılması gereken ne atatürk ne atatürkçülerdir.
aslında bu başlıkları açan yazarların derdi atatürk heykelleri falan da değil, bizzat atatürk ve atatürk'ün yaptıklarıdır. halifeliği kaldıran, arapça harfleri latin harfleriyle değiştiren, tekke ve zaviyeleri kapatan, fesleri çıkartan, namaz kılarken fotoğrafı olmayan atatürktür hedef.
heykellerin arkasına saklanmayın, saklanmadan açık açık yazanlar sizden daha iyi yapıyor.
seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle
uyurkenki resmini,
hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese,
her ölümlüye benzeyen güzellikte...
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
zorbalarıyla baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını, yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden
mahallenin sessiz yetimlerine
güç veren dirilikte
uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,
artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;
Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim,
bir de -biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere-
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde...
ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, isa Peygamber'inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı başardığınÜ
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler...
hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman,
Tann'nın eliyle okşanmışçasına sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
'sessizliğin sesi'ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
'tedirgin güvercinler'...
seni tanımıyordum,
fazlaca tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı'nın 'Meryem Ana' evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, 'bizimkiler'!
kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı'yı bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O'na ait olduğunu bilsinler!
seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağınlan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,
vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir 'karambol' eseri
Balıklı Mezarlığı'na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret'in,
Hamparsum'un, Nikolaki Ağa'nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
'Ermeni' toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?
örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün 'tedirgin' sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, 'eskilerin' sözüyle,
'sınıfsız ve devletsiz',
çitsiz, çepersiz, çetesiz
çayırlarında, ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını, yalnızca O'nunkini
yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!
ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
şevkini veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine...
denizli - izmir arasında bir yerlerde ikamet etmekte ve sıklıkla bu güzergahta yol katetmekteyim. daha önce defalarca 20 plakalı sürücülerin hız sınırlarını ihlal ettiklerini, trafiği zora soktuklarını, yoldaki diğer araçları tehlikeye attıklarını gördüm ama bugün 20 plakalı bir araç yüzünden yaşadıklarım inanılmaz...
mevzubahis orospu çocuğu ben 110 km hızla gelmekteyken birden yola çıktı, kornaya asılmama rağmen siklemedi, solumda araç olmadığı için- allahıma şükür- bu manyağa arkadan birdirmekten kurtuldum. kendisiyle yanyana geldiğimde "ne yapıyorsun, canına mı susadın" anlamında hareketleriminden ne sonuç çıkardıysa 20-30 km boyunca benimle uğraştı. makasa almaya çalıştı, gazı kökledi falan. bir kez de benim yavaşlamam sayesinde kaza yapmaktan kurtuldu. bundan sonra aklı başına gelmiş olmalı ki siktrdi ,gitti.
merakım şudur, bu Denizli denen yer trafik kurallarından muaf mıdır? yoksa bu denizli denen denen yerin bütün sürücüleri manyak mıdır? nedir? 20 plakalı araç görünce kaçmalı mıyız? direksiyon başına geçen her denizli'li aniden manyaklaşmakta mıdır?
20 plakalı olmak, denizli'li olmak nasıl bir etkidir, kafayı mı yediniz? lunaparkta, çarpışan arabalarda mı sanıyonuz olm kendinizi? kendinize gelin, oyuncak değil bu!
ayrıca götünü serip yatmakta olan denizli trafik denetleme amirliğine de saygılarımı sunuyorum, ağzınıza sıçayım babında...
edit: eksileyen denizli'li sürücüye: araba olm o, 1 tonluk demir yığını, boru değil. yolda beni anlamsızca sıkıştıran, abuk sabuk işler yapan her aracın plakasının 20 olmasından sıkıldım artık. direkt tahmin ediyor ve haksız çıkmıyorum, plaka 20. sen de onlardansan senin de amk.
o değil de "beni yak" aklıma takıldı gece gece. allah iyiliğini versin.
Edit: gayet masum yazdım, allahtan iyiliğini bile diledim, niye eksiliyorsun olm. yazdığına bi bak, vicdanına sığıyorsa yine eksile, hatta seri eksile. allam, yarebbim...