ince, uzun, bazalt taşlı küçelerdir. yaz aylarında, biraz serinlesin diye yerlere serpilen suyun yarattığı o tatlı hava, insanı yağmurdan sonraki toprak kokusuna götürür. insanlar pek geçmez ama yalnızlık, özlem, hüzün ve umut gelip geçer bu küçelerde.
birbirine girmiş hikayeler bir filmde bu kadar mı güzel anlatılır? elime kalem kağıt alıp ikinci kez izlememe neden olan ve vincent cassel'in oyunculuğundan dolayı kalbine uçan tekme atmak istediğim tadından yenmeyecek bir film.
kış aylarında, otobüs durağında beklerken g.tün donmasına sebebiyet veren yer. otobüsteyken soğuktan çözülmeye başlanılır, akabinde ağlamanıza neden olur.
insan ruhuna kadar kök salmış Kötülük Çiceklerinin, Paris Sıkıntısının yaratıcısı olmasının ötesinde, insanlık hallerinden ve kişilik çatışmalarından bir sanat eseri yaratan gerçek bir artist, şair, yazar, düşünür. Mısralarında kendini; "Kralı gibiyim yağmurlu bir ülkenin / Zengin, ama güçsüz, genç, yine de çok geçkin." diye tanımlayan; tanrısını da seven, şeytanını da. Oedipus kompleksi yaşayan ve bunun sonucu annesine karşı olan düşkünlüğü cinsel bir eğilimi olarak nitelenmese de ona duyduğu sahiplenme ve şefkat içgüdüsüyle günah işlediğini düşünen ve beyaz tenli kadınlarla beraber olamayan bir şair. Yaşam sınırlarını sıkıntı, melankoli, tedirginlik ve boğuntu ile belirleyen kişilik. Rimbaud'nun deyimiyle "Görülmeyeni gören gerçek bir bilici, ozanlar kralı, gerçek bir tanrı. Şairlerin tanrısı."
yazdığı ve oynadığı (gora, arog, hokkabaz, yahşi batı) filmlerin, kendi sahne oyunlarından hiçbir farkı yoktur. cem yılmaz'ın tek yeniliği, sinema tekniklerini kullanmasıdır. sinema tekniklerini kullanarak yine kendi sahne gösterisini yapmaktadır.
peki şöyle birşey söyliyeyim; sizin götünüze jop sokulursa ve bu jopu babanıza yalatıp tekrar size sokarlarsa, çeyrek somun ekmekle "bir gün idare edeceksiniz" denirse, otuz paket sigarayı kaldığınız koğuşa "bir günde bitireceksiniz" denirse, bu sigaraları üçerli beşerli içmek zorunda kalırsanız, makatınıza sigara sokulup "hadi şimdi yürü bakalım" denirse, biri sizi paspas diye yere yatırırsa ve bir arkadaş yardımıyla tüm koridor temizlensin diye ayaklarınızdan tutulup çekilmek zorunda kalırsanız, logar kapağını açıp hergün başaşağı oraya indirilirseniz, analarınızın kürtçe bilmemelerine rağmen ananızla ana diliniz olan türkçeyi konuşmanıza izin verilmezse, her görüş gününde gardiyanlar tarafından götünüze sırf ipnelik olsun diye el feneriyle bakılırsa, "buradan tüm türkler geçecek" (hemen bakınız:esat oktay yıldıran) dense, canlı fare yemek zorunda kalırsanız ne yapardınız? dağa çıkmak gerekmiyor tabi. peki siz ne yapardınız atıp tutan sivilceli ergen yavşaklar?
not: yukarıda yazılanlar, diyarbakır ceza evi'nde bir zamanlar mahkum olan kişilerle bizzat yapılan röportajdan edinilen bilgilerdir.
kendi ana dilinden farklı bir dille kur'an'ı okuyacaksa, henüz neyin ne olduğunu bilmeyecek kadar küçükse, okuduğu şeyden hiçbir bok anlamıyorsa hiç gitmesin.
demokrasi bir ülkede yaşayan herkesin aynı güce sahip olması değildir. demokrasi, yine o ülkede yaşayan herkesin aynı haklara sahip olmasıdır.
türkiye demokrat bir ülkedir. doğrudur(!)
dil, din, ırk ayrımı yapmadan herkesin aynı şekilde askere alınması; yine dil, din, ırk ayrımı yapmadan herkesten şeker gibi vergi alınmasıdır türkiye'deki demokrasi; eğitimde, dilde, anayasada da demokrattır. kendi ana dilleri her yerde rahat rahat konuşulmakta, kendi ana dillerinde müzik yapmakta, kitap yazmakta, tv., radyo ve gazete gibi birçok yayın organlarını ellerinde bulundurmaktadırlar "demokrat türkiye"de yaşayan insanlar.