Vücudunuzda santimetre kareye düşen kıl sayısı, bir şempanzeninkiyle aynıdır.
Aslında insan türü için yapılan "Çıplak Maymun" ya da "Çıplak insansı Maymun" benzetmeleri tam olarak doğru değildir; çünkü aslında "çıplak" değiliz. Kıl kökü ve üretilen kıllar bakımından hemen hemen en yakın yaşayan kuzenimiz şempanze kadar kıllıyız. Üstelik bu, erkekler için de, kadınlar için de aynen geçerlidir.
Ancak görseldeki Dünya'nın en kıllı adamı olarak geçen Yu Zhenhuan bir yana, neden bir şempanze kadar kıllı gözükmüyoruz? Çünkü bizim kıl köklerimizin yapısı evrimsel süreçte oldukça körelmiş ve kıl yapımız da ciddi miktarda incelmiştir. Dolayısıyla yeterince ışık yansıtamayacak kadar ince ve kısa olan bu kıllar, dışarıdan bakıldığında görülemezler. Ancak güçlü bir mikroskop ve hatta büyüteç altında, vücudunuzun tamamının kıllarla kaplı olduğunu görebilirsiniz.
Hayvanlar Alemi'nin en garip türlerinden insana dair bir garip gerçek daha...
Not: Zhenhuan'ın sahip olduğu genetik bir mutasyondan ötürü kılları kalın ve uzun bir biçimde çıkmakta ve normalde, kıllı olsaydık yaklaşık olararak neye benzeyeceğimiz görülmektedir. Zhenhuan'ın vücudunun çok büyük bir kısmı, bu şekilde kalın kıllarla kaplıdır.
Yapılan kapsamlı deney sonucunda Mythbusters ekibi bu soruya kesinlikle Evet cevabını verdi. Cansız bir maken üzerinde yapılan deneyde manken birkaç litre idrar ile ıslatıldı ve elektriğe bağlandı. Sonuç: manken elektrik çarpması sonucu kömürleşti.
2-) Göğüslere takılan silikonlar yüksek veya alçak hava basıncında patlar mı?
Estetik ameliyatlar ile göğüslere takılan silikonlar yüksek veya alçak basınç uygunlandığında patlayıp patlamadığını test etmek için birçok farklı çevre ve hava koşulunu deneyen Mythbusters bu silikonların birçok farklı çevre koşuluna uygun üretildiği için patlamayacağını kanıtladı.
3-) Gökdelenden üst katında aşağı atılan bir bozuk para birisinin kafasına gelirse ölür mü?
Yapılan test ve deneyler sonucu bir bozuk paranın silah bile çıksa insan derisinin içine giremeyecği bundan dolayıda ölüme neden olamayacağı açıklanmıştır. Fakat feci şekilde yaralanmaya yol açacağı tespit edilmiştir.
4-) Şimşek çaktığı sırada cep telefonu ile konuşan birini elektrik çarpar mı?
Ekibin yaptığı sıradışı deneyde kuklaya 200 bin voltluk elektrik akımı verildi. Sonuç ise kesinlikle şimşek çaktığı bir havada cep telefonu ile konuşan birini elektrik çarpacağı çıktı.
5-) Tavanlara takılan pervanelerden biri dönerken yerinden fırlasa bir insanın başını keser mi?
Dönen pervaneler üzerinde birçok deney yapan Mythbusters ekibi pervanenin son hızda bile döndüğünde bile zarar vermeyeceğini kanıtlamıştır.
6-) Balıkların hafızası gerçekten 3 saniye midir?
Bu konu üzerinde uzun bir çalışma yapan Mythbusters ekibi bir takım testleri tabi tuttukları balıkları uzun bir süre sonra benzer testlere tabi tutarak hafızalarını ölçtüler. Sonuç balıkların hafızasının 3 saniye olmadığını hatta oldukça güçlü hafızalarını olduğunu ortaya çıktı.
7-) Benzin istasyonlarında cep telefonu ile konuşursak patlama olur mu?
Cep telefonları statatik elektrik birimini keserler ve benzini tutuşturmazlar. Cep telefonu ile sürekli arabaya girip çıkarsanız düşük bir ihtimalde olsa patlamaya neden olabilirsiniz. Mythbuster ekibinin bilimsel olarak yaptığı araştırma bu soruya Hayır cevabını veriyor.
Bir balığın açısından evreni düşünmek, pek de kolay görünmeyebilir. Ancak konuyu ana hatlarıyla ele almamızı sağlayacak birkaç ipucunu bize sağlama olasılığı açısından, düşünülesi bir durumdur.
Gözlerimiz sürekli açık, zira biz bir balığız. Sürekli bizlerle etkileşim içinde olan su molekülleriyle ve deniz suyunda bulunması olası moleküllerle etkileşim halindeyiz. Durun bir dakika, bir balığın bunu ilk bakışta çıkarsaması, -eğer en az \'\'Homo sapiens model\'\' bir zekaya sahip olduğunu varsayarsak- çok zor. Bunu, sürekli bizlerle etkileşim halinde olan hava moleküllerinin ve havada bulunması olası moleküllerinin farkında olmayışımız durumundan hareketle çıkarabiliriz. Bizler için, odamızda, yeni aldığımız dolabımızı yerleştireceğimiz köşe, tam anlamıyla \'\'boş\'\'tur. Aynı durumun üzerinde düşünülebilir bir durum olduğunu, bizler, yarısı \'\'boş\'\' olan bardağı değerlendirirken de fark etmeliyiz.
Odamızın boş olduğunu düşündüğümüz köşesi, esasında (eğer fazla pasaklı ya da fazla titiz değilsek) standart bir odanın içerebileceği hava moleküllerini içerir; tıpkı odanın diğer köşeleri ve içindeki herhangi bir bölüm gibi. Dolabımızı köşesine yerleştirdikten sonra, söz konusu hava molekülleri artık ötelenmiştir. Onların yerine artık söz konusu köşede, bol karbonlu (belki biraz da silisli) bileşiklerden oluşan dolabımız durmaktadır. Ancak -her zaman değerlendirdiğimiz gibi- işin bir de atom altı boyutu vardır.
Acaba atom altı ölçekte de balıktan ve balıkla etkileşim içinde olan su moleküllerinden, dolabımızdan ve dolabımızla etkileşim içerisinde olan hava moleküllerinden başka figüranlar da olabilir mi? Cevap, yine her zaman olduğu gibi, evet. Esasında dolapla hava ortamı arasındaki sınır olan düzlem, yani dolap yüzeyi, bu figüranlar için pek de önemli görünmüyor. Zira onlar her yerde. Tüm evreni dolduruyor ve sürekli oluşup kayboluyorlar. Tüm evreni dolduran bu figüranlar, \'\'sanal parçacıklar\'\'. Acaba \'\'sanal\'\' sözüyle neyi anlatmak istiyor olabiliriz? Gerçeklik ve sanallık arasında belli bir skalanın olmadığı açıktır. Diğer bir deyişle, birşey ya gerçek, ya da değildir. Sanal parçacıklar bu bağlamda, biraz da anlaşılamamış bazı noktalar olduğunu ortaya koyar (tıpkı \'\'karanlık madde\'\' ifadesindeki \'\'karanlık\'\' sözcüğü gibi).
Dalgalanmaların Doğası ve Belirsizlik
Klasik fizikte yüklü cisimler, elektrik alanı aracılığıyla etkileşirler. Kuantum fiziğinde bu etkileşim, \'\'foton değiş tokuşu\'\' dediğimiz olayla beraber gerçekleşir. iki elektron, atağa kalkan bir futbol takımındaki oyuncuların paslaşması gibi, foton değiş tokuş eder. Topun, takım oyuncularının ayaklarına her çarpışında, oyuncuların topu hissetmesi gibi, her foton değiş tokuşu sonunda, elektronlar da bazı değişikliklere uğrar. Söz konusu dünya, kuantum dünyası olduğundan, buradaki değişiklikler daha geniş çaplıdır. Elektronun momentumundaki bir değişim, buna örnektir. Bunun yanında, bu değiş tokuşların sonucu, iki elektronun birbirini itmesidir. işte burada değiştirilen fotonlar, sanal parçacıklardır. Işığı taşıyan fotonlardan farkları ise, uzaydaki menzillerinin çok kısa olmasıdır. Diğer bir deyişle söz konusu fotonlar, uzun yol için gereken enerjiye sahip değillerdir. Buradaki sanal parçacıklar, kuantum alanını ödünç alıp, sonra geri veren parçacıklardır; tıpkı futbolcunun hareket eden ayağından ödünç aldığı momentumu, başka bir futbolcunun ayağına teslim eden top gibi.
Bunların yanında, bilim dünyasını yakından takip edenlerin aşina olabilecekleri bir sorun vardır: kütleçekiminin kuantum teorisini oluşturmak ya da diğer bir deyişle, kütleçekimini, kuantum teorisi ile birleştirmek. Bunu sorun yapan ise, bu sefer daha yüksek bir olasılıkla aşina olunabilecek \'\'belirsizlik ilkesi\'\'dir. Bu ilkenin bize ne söylediğinin üzerinden kısaca geçmek gerekirse, atom altı düzeyde ölçüm yaparken, ölçmek istediğimiz büyüklüklerin belirlilikleri arasında bir ödünleşim olduğunu belirtmek gerekir. Yani örneğin, bir elektronun hızını ve konumunu ölçmek istediğimizde, eğer konumu %64 kesinlikle ölçüyorsak, hızını %36\'lık bir belirlilikle ölçebiliriz. Bu ilkenin teorik ve deneysel bir sonucu da, yukarıdaki dolap ve balık analojilerinde hatırlamaya çalıştığımız gibi, uzayın aslında tamamen boş olmadığıdır. Eğer böyle olmasaydı, yani boş uzay tümüyle boş olsaydı, günlük hayatta deneyimlediğimiz tüm alanlar \'\'sıfır\'\' değerini alırlardı. Diğer bir deyişle, ışık gibi bir elektromanyetik alan ve Güneş\'in kütleçekim alanı gibi bir alan, kısaca olmazdı. Neyse ki, söz konusu boş uzay alanının değeri (boş olup olmaması durumu) ve zaman içerisinde değişimi, yukarıda açıkladığımız ödünleşim durumunu hatırlatır. Belirsizlik, söz konusu büyüklüklerden birini ne kadar kesinlikle biliyorsak, diğerini de o kadar belirsizlikle bilebileceğimizi söylüyordu. Buradan hareketle, boş uzaydaki herhangi bir alanın tam olarak \'\'sıfır\'\' değerine sabitlendiğini varsayarsak, söz konusu alan, belirsizlik ilkesine uymayan ve tamamen bilinebilir, yani kesin olan bir konum değerine (sıfır), bunun yanında da kesin bir değişim değerine (sıfır) sahip olacaktır. Oysa belirsizlik, iki büyüklüğe de, %0 ve %100 dışındaki tüm değerler için izin veriyordu. Bu sebeple, alanın değerinde, bir ölçüde belirsizlik, yani \'\'kuantum dalgalanması\'\' olmalıdır.
Dalgalanmayı soyut biçimde, bu şekilde özetleyebiliyoruz. Ancak tabii ki de durumu somutlaştırmamız gerekiyor. Dalgalanma olgusu esasen, daha önceki yazılarımızı takip etmiş olanlarımızın pek de yabancılık duymayacağı, \'\'parçacık çiftleri\'\'nin oluşup kaybolması durumuyla özdeştir. Evet, Feynman diyagramlarının bazılarında olduğu gibi, bir noktada etkileşen ve ayrılan parçacıklardan bahsediyoruz. Bir parçacık çiftinin bir süre için birlikte ortaya çıkıp sonra yeniden bir araya gelerek birbirlerini \'\'yok etmeleri\'\' olarak düşünülebileceğimiz bu dalgalanmalar, elektromanyetik alanın taşıyıcı parçacığı olan fotonlar gibi, boyutsuz parçacıklarla beraber meydana gelir. Proton ya da nötron gibi gerçek parçacıkların aksine, parçacık dedektörlerince algılanamayan bu parçacıklar, buna rağmen etkilerini, atomun çekirdeği etrafındaki elektron orbitallerindeki (yörüngelerindeki) ufak çaplı enerji değişimleri sırasında gösterirler. Detaya inmeye şimdilik gerek yok. Buraya kadarki olay örgüsünden anlamamız gereken, boş uzayın, yukarıda açıkladığımız belirsizlik ilkesi gereği, kuantum dalgalanmalarına sahne olduğudur. Bu dalgalanmalar her yerde ve her zaman oluşup kayboluyor; tıpkı sıcak bir yaz gününde, yakamozlardan gözümüze çarpan parlak dalgalar gibi. Deniz yüzeyine tepeden baktığımızı hayal ettiğimizde, yüzeyin pürüzlülüğünün, deniz dalgalarından kaynaklandığını anlamamız uzun sürmez. Şimdi bu zemine, dikdörtgen formundaki bir düzlemi oturttuğumuzu varsayalım. Şu durumda dalgalar, denize oturttuğumuz düzlemin -önce üstüne, sonra altına- diye devam eden hareketlerini sürdüreceklerdir. Bir anlamda denize oturttuğumuz düzlem, bu dalgaların \'\'ortalama profili\'\'dir. Belirli bir anda, düzlemin üzerinde kalan dalgalar, tek tek (+1) değerini alırken, düzlemin altında kalan dalgalar, tek tek (-1) değerini alır. Ne ilginç ve ne zariftir ki, tüm bu dalgaların toplamı, bize çok da yabancı olmadığımız 0\'ı verir.
parçacığın pozisyonunun belirsizliği x parçacığın hızının belirsizliği x parçacığın kütlesi > planck sabiti
Yukarıdaki formülizasyona dikkatlice bakalım. Kendisi, esasında, belirsizlik ilkesinden başkası değil. Werner Heisenberg\'in ortaya koyduğu bu ilkeye yeniden göz atmak istersek, parçacığın pozisyonunun belirsizliği çarpı hızının belirsizliği çarpı kütlesi, daima belirli bir nicelikten fazla olmalıdır. Bu belirli nicelikse, bir parçacığın enerjisinin frekansına oranı olan Planck sabitidir. Eğer siz, parçacığın pozisyonundaki belirsizliği 2 katına çıkarırsanız, hızındaki belirsizliğini yarıya indirmelisiniz demektir. Bunun yanında, eşitsizliğin en sağındaki \'\'parçacığın kütlesi\'\' ne kadar büyük olursa, eşitsizliğin sol tarafının geri kalanını oluşturan iki belirsizlik de o kadar az olmak zorundadır. Bu bize biraz tanıdık gelmiş olmalı: Ay\'dan Dünya\'mıza bakan hiçbir astronot, Dünya\'nın kaybolup yeniden oluştuğuna rastlamamıştır. Zira kütle çok yüksektir, dolayısıyla belirsizlikler çok çok düşüktür. Evren, bu formülizasyon üzerinde yapacağınız herhangi bir hamleye karşı, eşitsizliği yeniden sağlamak adına, başka bir hamleyle size cevap verir.
Evren Nedensel mi, Belirsiz mi?
Bir voleybolcunun topa hangi açıyla vurduğunu bilmeniz, topun tam olarak nereye düşeceğini bilmenize yeter mi? Görünüşe göre, başka unsurlar da söz konusu: voleybolcunun topa uyguladığı kuvvet ve havadaki moleküllerin oluşturacağı ufak çaplı sürtünme kuvveti gibi. Bütün bu verilerin ve daha fazlasının bize sağlandığını düşünelim. Yani voleybolcunun topa vuruşu sırasındaki tüm veri setleri elimizde ve biz, bu verilerle hesaplamalar yapabiliriz. Şu durumda topun düşeceği noktayı belirlememizi engelleyen bir şey yok gibi görünüyor. işte bu, bize belirli bir durumu işaret etmektedir: belirli bir andaki belirli verilerden hareketle, sonraki herhangi belirli bir anda, belirli bir durumu öngörmemiz durumu.
19. yüzyıl\'ın başlarında, Simon Laplace adlı bir Fransız fizikçisi, gayet cüretkâr bir biçimde,evrenin herhangi bir anındaki veri setleri elimizdeyse, evrende olabileceklerle ilgili keskin tahminlerde bulunmamızı sağlayacak bir bilimsel yasalar dizisinin olduğunu belirtiyordu. \'\'Cüretkâr\'\' nitelemesi, burada olumsuz bir anlam kazanmamalıdır; belki gelecekte de belirsizlik ilkesini ortaya koyan Werner Heisenberg\'ün görüşleri oldukça cüretkâr görülecektir, ancak bu olasılığı Söz konusu yasalar için gereken tek veri seti, evrenimizin herhangi bir andaki eksiksiz durumudur. Başka bir deyişle gerekli olan, evrendeki tüm parçacıkların, o anki konum ve hız bilgilerinin verileridir. işte Laplace burada, bu verilere sahip olduğumuzda, evrenin, zaman içerisindeki herhangi bir noktadaki durumunu hesaplayabileceğimizi söylüyordu.
Astronomların, gezegenlerin hareketlerini, gelecekteki konumlarını ve tutulma tarihlerini hesaplayabilmesi, esasında Lalplace\'ı biraz haklı çıkarıyor gibi. Ancak 19. yüzyıl\'ın başları da, henüz \'\'herkesin konuşmadığı\'\' tarihlerdi. Daha Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger, Paul Dirac, Stephen Hawking gibi bilim insanlarının söz hakları, olduğu gibi duruyordu. Bir önceki başlık altında, hiçbir astronomun, Dünya\'yı kaybolup yeniden ortaya çıkarken gözlemediğinden bahsetmiştik. Burada da bu örnek geçerlidir; Laplace, belli sınırlar dahilinde haklıdır. Ancak evrenin kendisine sıra geldiğinde, söylenmesi gereken herşeyin henüz söylenmediğini belirtmeliyiz. Evrenin kendisi, bir gezegenle karşılaştırılamayacağı gibi, Laplace\'ın savunduğu kadar da belirli değildir. Evrendeki tüm parçacıkların, tüm fiziksel özelliklerinin belirli bir anda bilinmesi, Belirsizlik ilkesi uyarınca, olanaksızdır. Doğa yasaları, bizlerin, evrenin geleceğini belirli formüllere dayanarak hesaplaması girişimine engel teşkil eder. Elbette \'\'yukarıdan birileri\'\' bizleri engellemez; ancak evren bünyesindeki belirsizlik, kendisini, ortaya çıkıp tekrar yok olan parçacıklarla gösterir ve bu parçacıklar, daha önce de belirttiğimiz gibi, evrenin her noktasını doldururlar.
Bu noktada Laplace\'ın determinizmi, yani nedenselciliği, iki açıdan eksikti: öncelikle evrenin ilk durumunu belirtmiyordu. ikincil olarak, yasaların nasıl seçilmesi gerektiğini söylemiyordu; diğer bir deyişle, bu yasaları seçen bir tanrıyı, hipotezine dahil ediyordu. Tüm bunları yeniden düzenleyip anlatmak gerekirse, tanrı, Laplace\'a göre, evreni bir kere yaratmış ve \'\'gerisine karışmamıştı\'\'. Ne var ki tanrı, artık 19. yüzyıl fiziğinde anlaşılamayan olgularla sınırlanıyordu. Bu, determinizmin, krallığını tehlikede hisseden bir kralın, vergiye bağlanmayı kabul etmesi gibi bir şeydi.
Bilim insanları, tamamen yeni yaşam formalarının oluşturulabilmesi adına çığır açacak bir keşfe imza attı. Çeşitli sentetik nükleik asitler geliştiren bilim insanları, yakın gelecekte evrim özelliğine sahip canlılar üretebilir.
Uluslararası bir araştırma ekibi, XNA adını verdikleri yapay nükleik asitlerin tıpkı insan gen yapısını oluşturan DNA ve RNAlar gibi kendini kopyalama ve evrim özelliği olduğunu ortaya çıkardı.
Science dergisinde yayımlanan araştırma, ingilterenin Cambridge Moleküler Biyoloji Medikal Araştırma Konseyi Laboratuvarından Philipp Holliger ve Vitor Pinheironun başını çektiği ekip tarafından düzenlendi.
Sentetik biyoloji uzmanı iki ingiliz araştırmacı, yaptıkları keşfin sentetik biyoloji alanında çığır açan bir gelişme olduğunu ve bilim dünyasına genetik bilginin kökenlerine inebilecek kadar geniş bir uygulama alanı sunacağını ifade etti.
Dünya üzerinde yaşayan her canlı için, DNAlarında taşınan bilgi, genetik yapı taşlarını oluşturuyor. Ayrıca, bilgiyi tıpkı DNA gibi taşıyabilen, sentetik bir polimer olan XNA adında bir genetik yapı daha bulunuyor. XNA, DNAya kıyasla daha farklı bir molekül yapısı barındırıyor.
XNAdaki X, xeno anlamına geliyor. Xeno eki, bilim insanları tarafından, DNA ve RNAdaki yapı taşlarının yerini alan doğadaki farklı bir girdinin temsili için kullanılıyor.
DNA ve RNA, nükleotid adı verilen uzun molekül zincirlerinden meydana geliyor. Bir nükleotid, fosfat (grafikte kırmızı), bel karbonlu (pentoz) şeker (sarı) ve beş azotlu baz; Guanin, sitozin, Timin, Adenin ve Urasil\'den oluşuyor.
Pinherio ve ekibi tarafından incelenen XNA yapısı, DNA ve RNAdan tek bir istisna ile ayrılıyor: XNAda, DNA ve RNAya isimlerini veren deoksiriboz veya riboz şekerlerinin yerinde farklı moleküller yer alıyor. Bu moleküllerden bazıları beş karon atomu yerine dört veya yedi atom taşıyabiliyor.
Grafikte gösterilen ve FANA gibi florin atomu gibi spesifik yapıya sahip olan XNAlar, DNA ve RNAnın yapısını kopya ediyor ve aynı fonksiyonları gösteriyor. Ancak ortaya tamamen yeni ve yapay genetik yapılar çıkıyor.
EVRiM ÖZELLiĞi
Bilim insanları XNA moleküllerini 10 yıldan fazla araştırıyor. Ancak en son araştırma XNAların iki yeni özelliğinin ortaya çıkarılması sayesinde geçmiştekilerden farklılaşıyor. Bunlar, kopyalama ve evrim.
Pinherio, Herhangi bir polimer bilgi depolayabilir... DNA ve RNAyı spesifik kılan, işlenmiş olan bilgiye erişilebilmesi ve kopyalanabilmesidir. Bir genetik polimerdeki bilginin bir diğerine kopyalanabilmesi, bilginin kalıtımsal olarak taşınabilmesini sağlar dedi.
DNA ve RNAda, kopyalama işlemi polimeraz adı verilen moleküller sayesinde gerçekleşiyor. Genetik mühendisliğinde CST olarak bilinen yöntemle, Pinherionun ekibi, sadece bir DNAdan XNA oluşturmakla kalmayan, aynı zamanda XNAyı tekrar DNAya kopyalayabilen polimerazlar üretmeyi başardı. Böylece, XNAlarda genetik bilginin kopyalanması ve dağıtılmasını sağlayan genetik sistem oluşturulmuş oldu.
KILAVUZLU EVRiM
Bilim insanları, geliştirdikleri genetik sistem için şu örneği verdi: Sınıf arkadaşınızın notlarını DNA zinciri olarak düşünebilirsiniz. Arkadaşınızın kalemi ise bilginin kağıda aktarılmasını sağlayacak kalem görevi görmektedir. Eğer, arkadaşınızın notları XNA dilinde yazılmışsa, bilginin kağıda aktarılması için XNA genetik sistemi gerekecektir. Pinheiro, bu aşamada iki farklı yazma aracı geliştirdi. Biri, arkadaşınızın XNA dilindeki notlarını ilk önce DNA diline çeviriyor, ikincisi de bu DNA notlarını XNA notlarına dönüştürüyor.
Bilim insanları, genetik araştırmalarında çığır açabilecekleri yöntemlerle, kilitli nükleik asitlerde (LNA) yüzde 95 ve cyclohexenyl nükleik asitlerde (CeNA) yüzde 99.6 uygunluk oranına ulaşmayı başardı.
Pinheiro, Evrimin potansiyeli, ne kadar bilginin kopyalanabildiği ve kopyalama sürecinde ne kadar az hata yaşandığına bağlı... Elde ettiğimiz sonuçlar, evrim için yeterli bir seviyeyi gösteriyor dedi.
XNAların evrim kapasitesi, HNA xeno-nükleotidleriyle test edildi. Pinheiro, HNAnın spesifik dizilimler göstererek bir RNA molekülüne veya protine dönüşebileceğini ifade etti. DNAlar üzerinde bir süredir gerçekelştirilen bu uygulama, kılavuzlu evrim olarak adlandırılıyor. Pinheiro, Geliştirdiğimiz HNA sistemi, bilginin depolanması, kopyalanması ve evrimi için oldukça elverişli yorumunu yaptı.
YENi YAŞAM FORMLARI
Bilim insanlarının elde ettiği sonuçlar çok sayıda bir o kadar çeşitli. Araştırmacılar, yaptıkları deneylerle yaşamın kökeni hakkında önemli bilgiler elde edebileceklerini düşünüyor. XNA üzerinde geçmişte yapılan araştırmalar, RNA ve DNA öncesinde başka genetik sistemlerin var olabileceği ihtimaline odaklanıyordu. XNAnın evrim özelliğinin ortaya çıkarılması, bu olasılığın gerçek olabileceğini gösterdi.
Pinherio, Geliştirdiğimiz yöntem bilimleri nükleik asit tedavilerininde öncü olabilir ifadesini kullandı. DNA veya RNA olarak bilinen doğal nükleik asitler, belli moleküler hedeflere bağlanacak şekilde bir araya getirilebiliyor. Ancak nükleik asitleri enzimler tarafından çözümlenmesi tedavi için kullanılmalarını mümkün kılmıyor.
Pinheiro, bu durumun önüne geçmek için, tıbbi kimya kullanılarak, evrim geçirmiş DNA dizinlerini değiştirebileceklerini, böylece nükleik asitin çözülmeden tedavi edici hedefe bağlanan fonksiyonal bir moleküle dönüştürülebileceğini yazdı. Ancak bu amaca ulaşabilmek oldukça zor. Pinheiro, bu tür tedavilerin geliştirilmesinin çok maliyetli olacağını belirtirken, bugüne kadar piyasaya sürülebilen nükleik asit tabanlı tek bir ilaç (Macugen) olduğuna dikkat çekti.
Yine de Pinheiro ve ekibinin geliştirdiği altı XNAnın tümü doğal DNA ve RNAya kıyasla, nükleaz enzimine daha dirençli. Sonuç olarak, moleküllerin tedavici edici hale geitirilmesi gerekmeyecek ve uygun bir XNA, vücutta bozulma olasılığı olmadan, tedavici edici özelliğine göre kullanılabilecek.
Bu başarının elde edilebilmesi, diğer alanlarda da büyük imkankar sunabilir: XNA, DNA ve RNAdan bağımsız, yeni yaşam formlarının önünü açabilir. Hiçbir biyolojik molekülün yardımına ihtiyaç
duymadan taşıdığı bilgiyi kopyalayabilen sentetik polimer XNA, bir gün Dünyaya insan eliyle üretilen canlılar sunabilir.
Pinheiro, insan yapımı yaşam türleri için kendini kopyalayabilen XNA sistemlerinin geliştirilerek hücrelere nakledilmesi gerektiğini ifade etti. Genetik bilimi bir gün bunu başarırsa, kendi ayakları üzerinde durabilen canlılar görebiliriz.
birçok nedeni olan hadisedir. Birkaçını anlatmaya çalışacağım.
- kendisini kuş değil de kurt olduğunu sandığı için baykuş mutludur.
- okuma yazma bilmediğinden midir bilinmez abilerinin her söylediğine inandığı için baykuş mutludur.
- baykuşların birçok çeşidi olduğunu öğrendikten sonra insanları da oynar başlı aletler gibi çevirdiği kafasında yeterince sınıflara ayırabildiği için baykuş mutludur.
- sosyoloji, ekonomi gibi toplum bilimlerini 'ben türküm amuha goim hemi de saf türk' şeklinde yorumlama becerisi olduğu için baykuş mutludur.
Yukarıda saydıklarıma daha milyonlarca ekleme yapılabilir. Peki baykuş daha fazla mutlu olmak için ne yapıyor? Mutlu tamam da açgözlü diğerlerinden kendini üstün gören baykuş diğerlerinden daha fazla mutlu olmayı hakettiğini düşünerek bişey denemeye çalışıyor bu aralar. Şimdilerde en büyük sıkıntısı g*tünün kaşınması olan baykuş bu işi çözmek için birkaç ağaca g*tünü sürterek bu olayı kendince çözmeye çalışmıştır. Fakat bunlar da fayda etmediğinden yeni arayışlar içindeyken olmayan aklına güzel bir fikir gelmiştir. Komünizme salak saçma laflar ederek g*tünü komünistlere kaşıtmak suretiyle bu sorunu çözeceğini ummuştur. çünkü tarih gösterir ki komünistler çok iyi kaşırlar kalkan yerleri hiç bir fiziksel temas olmadan lafla yaparlar bu işi. Sonuç olarak baykuş bu yolu da denemiş ve mutluluğunu maksimize etmeyi başarmıştır mutlu baykuş artık daha da mutlu.
akp'nin kolluk kuvvetleri bugün saat 9:30da olacak olan bir panele akpli vekilin katılmasını protesto etmek isteyen öğrencilere hunharca saldırdı. Panele girmek isteyen öğrencileri akp yalakası rekrör yunus söylet'in güzel sanatlar fakültesinin kapısını kilitleyerek solcu öğrencileri polise yem etti resmen. Üniversiteyi gericileştirme piyasaya açma girişimlerinin ayyuka çıktığı bu günlerde sürekli paneller düzenleyip bilimin satılması normal bişeymiş gibi lanse etmeye çalışanlar bir kez daha gördü ki bu ülkenin ilerici gençleri üniversitelerde akp'ye geçit vermeyecek. Sivasta 33 aydınımızı yakma girişiminde bulunanlar da 80 darbesini yapanlar da maraş katliamı ve roboski katliamına da göz yumanlar hep aynı zihniyettir. Biz bunları tanıyoruz onlar da bizi iyi tanısınlar. Akp'ye faşizme karanlığa geçit yok !
Not: gaz soğuk su ve yumruk yedim cümleleri tam toparlayamıyorum. Yanlış yazılmış kelime ya da cümlelerde anlam düşüklüğü yaşanıyorsa kusuruma bakmayın.
evrim teorisinin giderek daha fazla geçerlilik kazandığı bu günlerde yaradılışçıların içinden çıkılamaz bir hale girmesiyle kendini belli eden durumdur. zira sosyal medyada, internette ve gündelik hayatta evrime saldırışları enkazın altından çıkmak için debelenmeleri şeklinde açıklanabilir. perspektifi dar olan bu dingi gerici yobaz sürüsü ne yapacaklarını bilemeyip kendini mehdi ilan eden ve geçtiğimiz dönemde bundan vazgeçen adnan oktar'ın peşine takılmaktadırlar ki adnan oktar geçtiğimiz yıllarda evrim vardır fakat ilk insan hz. adem'dir diyerek kısmen evrimi kabullenmiştir. hatta kuranda yazdığını bile söylemiştir. baktı ki olacak gibi değil yine evrim yoktur diyerek saniyesinde dönen yine adnan oktardır. bilimden bihaber kişiliksiz kişilerin peşine takılmayı ne zaman bırakırlarsa bu dinci gericiler o zaman evrimi anlayabilme olasılıkları da artar.
keçiboynuzunun içerdiği çekirdeklerin her biri 0,2 gram gelir. bu çekirdeklerin ebatlarına bakılmaksızın her biri aynı ağırlıktadır. yani, tek bir harnup çekirdeği 0,2 gram ağırlığındadır. bu 0.2 gram ağırlık neden bu kadar mühim diye soracak olursanız, cevabı eski çağlara kadar dayanır. antik çağda ve daha öncesinde altın ve kıymetli taşları hassas olarak tartabilmek için keçiboynuzunun çekirdekleri kullanılmıştır.
günümüzde de 0,2 gramın karşılığı 1 karat olarak kullanılmaktadır. kıymetli taş veya metal satanların kullandıkları 1 karat buradan gelmektedir. karat kelimesi keçiboynuzunun (harnup) latince adı olan ceratonia dan türetilmiştir. beş tane keçiboynuzu çekirdeği 1 gram ağırlığındadır.
en çok sayıda (275 adet) şelalenin birlikteliğinden oluşan iguazu, rio parana nehri üzerinde, güney amerika ülkeleri brezilya , arjantin ve paraguay sınırları içindedir.
gümüşhane'nin şiran ilçesi'ne bağlı seydibaba köyü sınırları içerisinde bulunan tomara şelalesi şiran ilçesi'ne 25 kilometre uzaklıkta bulunmaktadır.şelale ve çevresinin zengin flora ile oluşturduğu uyumlu peyzajı görülmeye değer güzelliktedir. dar ve derin bir vadinin içinden akmaya devam eden tomara şelalesinde kış aylarında oldukça yoğun su akışı olmakla birlikte kurak geçen yaz aylarında kısmen azalır ancak suyu tamamen kesilmemektedir. şelalenin çevresi dik yamaçlardan oluşmasına karşın çevre halkı tarafından piknik alanı olarak da kullanılmaktadır. şelale etrafına öncül tesisler yapılmış olup, yolu iyileştirilmiştir. şelalenin kaynağına, tesislerin girişindeki otoparktan sonra yapımı halen devam eden kesme taşlı yürüyüş yolundan yaklaşık 10 dakika yürüyerek çıkılabilmektedir. şelale için giriş ücreti alınmamakla birlikte oto parkı ücretlidir. tomara şelalesinin girişinde özel şahsa 49 yıllığına kiralanan, gelen ziyaretçilerin taze alabalık yiyebileceği 2011de hizmete başlayan bir tesis bulunmaktadır.
bölgede ayrıca her yıl, ilki 2009 da düzenlenen "şiran tomara şelalesi kültür ve turizm festivali" düzenlenmektedir. bu şenliklerde halk oyunları, bayraktepe yürüyüşü, kros ve bisiklet yarışmaları, konser, müzik ve eğlence programları gibi faaliyetler yer almaktadır.
Tunus'ta sol muhalefetin önde gelen liderlerinden Şükri Belıyd'a bu sabah düzenlenen suikast başkent Tunus ve bazı şehirlerde protesto gösterilerine yol açtı.
Hükümet karşıtı binlerce göstericinin Dışişleri Bakanlığı önünde toplandığı ve sayının Liberté Sokağı'ndan gelen eylemcilerle arttığı belirtiliyor. Halk Cephesi'nin de Bakanlık önündeki eyleme katıldığı bildirilirken, göstericiler Hükümet düşsün sloganı atıyor.
ömrüm boyunca gördüğüm en imansız insan. saydırıp duruyo orda millete ne hikmetse kimse de ses etmiyo moderatör falan mı acaba? anlayamadığım tip işte.
Bu bşlıkta sizlerle Dünyaca ünlü bilim insanlarının veya ünlü olmasa bile konunun uzmanı olan yüzlerce üniversiteden, yüzbinlerce profesörün Biyoloji ve Evrim ile ilgili sözlerini paylaşacağız. Bunu neden yapıyorum? Çünkü Steve Projesi gibi çalışmaların Dünya çapında bilim insanlarının %95-99'unun Evrim'i bir doğa gerçeği olarak kabul ettiğini ortaya koymasına rağmen hala birçok insan, bilim insanlarının Evrim'e şüphe ile yaklaştığını ve hatta Evrim'i kabul etmedikleri gafletindeler. Burada vereceğim sözler, farklı bilim insanlarının Evrim ile ilgili görüşlerini sizlere sunabilecektir.
Ayrıca bu yazının bir diğer önemi, Dünya çapında ünlü olmuş veya çok değerli çalışmalara imza atmış bilim insanlarını tanıyabilmektir. Bu sebeple sözlerin arkasına, sözün sahibi olan bilim insanının kim olduğunu ve nelerle uğraştığını açıklayan minik bir yazı da ekleyeceğim. Bunu neden yapıyorum? Çünkü Modern Bilim'in gelmiş geçmiş en güçlü kuramlarından biri olan Evrim Kuramı'nın, işin uzmanları tarafından nasıl görüldüğünü ve bu uzmanların kendilerini ne kadar geliştirmiş kişiler olduğunu görmemiz şart. Çünkü hala sokaktaki vatandaşımız, bu konuda akademik bir birikime sahip olmadığı halde (hatta herhangi bir birikime sahip olmadığı halde) kahvehanelerden Evrimsel Biyoloji'yle ilgili ileri geri konuşabilecek kadar yüzsüz ve cahil. Umuyorum ki buradan yayınladığımız isimleri ve yaptıklarını görenler, bir nebze olsun utanç duyacak ve günümüz tabiriyle "yerini bileceklerdir".
Son olarak, bildiğiniz gibi sağda solda Evrim Kuramı'nı karalamak adına Darwin'in kitap ve mektuplarından tek bir cümle çekerek onu karalamaya çalışan ve utanmaz bir şekilde Kuram'ı sadece Darwin'e indirgeyerek 150 yıldır hiçbir şeyin değiştirilip keşfedilmediğini sanan insanlara istinaden, ve tabii ki meraklısı için de, bilim insanlarının çarpıtılan sözlerinin tam hallerini, kaynaklarıyla birlikte burada yayınlayacağız. Böylece taraflı kaynakların kendi yarım iddialarını desteklemek için çaresizce bilim insanlarının düşüncelerini nasıl çarpıttıklarını görecek ve sözlerin kaynaklarını ve tam hallerini bizden öğrenerek, gerçeklere ulaşabileceksiniz. Ayrıca bilimin, öyle bir kitaptan, tek bir cümle çekilerek yapılmadığını, yapılamayacağını göreceksiniz. Bilim düşmanlarının ne kadar çaresiz ve acınası bir halde olduklarını anlayacaksınız. Aralıklarla bu notumuzu güncelleyip tekrar yayınlayacağız.
Sözlerin hepsinde kaynak bulunmuyor; ancak o sözlerin zaten risk taşıyan bir durumu da yok, sadece güzel, etkileyici veya hayata yön verebilecek kadar kıymetli olduğunu düşündüğümüz için buraya taşıyoruz. Ancak yanında kaynak bulunanlar, net bir şekilde farklı şekillerde çarpıtılan ve bilim insanlarını ya da bilimin ürünlerini karalamak için kullanılan cümleler, paragraflar, kalıplardır.
Çok Önemli Uyarı: Yazıların içerisinde bazı bilim insanlarının dini görüşleriyle ilgili cümlelerini ve açıklamalarını göreceksiniz. Bunun paylaşılma sebebi, bu kişilerin dini görüşlerini destekliyor olması ya da paylaşıyor olması kesinlikle değildir! Bana göre bir bilim insanının dini düşünceleri (ateist, teist, deist, agnostik, vs. fark etmez) kesinlikle önemli değildir ve sırf o kişi inanıyor ya da inanmıyor diye dini argümanları desteklediğimi sanmak açıkça aptallıktır. Bilim insanlarının bilimleri, herhangi bir dini ya da herhangi bir dinin herhangi bir Tanrı'sının geçerliliğini veya geçersizliğini ispatlamaz, şimdiye kadar asla da ispatlamamıştır. Bu dini görüşlerin burada paylaşılma nedeni, haksız yere taraflarca çarpıtılmasındansa, tarafsız olarak yalın gerçeklerin okuyucuya aktarılmasıdır. Böylece yersiz çarpıtmalar, yüzsüz iddialar ve aşağılık ithamların önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Unutmayın ki bir insanın görüşleri ömrü içerisinde bir ya da birden fazla defa değişebilir; dolayısıyla sözlerin kronolojik (zaman içerisindeki) sırası da önemlidir. ben de kronolojik sıraya göre sözleri paylaşmaya çalıştım.
Öyleyse başlayalım.
Charles Robert Darwin:
Türlerin Kökeni Bitiş Paragrafı:
"Çeşitli bitkilerle kaplı, çalılıklarında kuşların ötüştüğü, türlü böceklerin uçuştuğu; nemli toprağında tırtılların, solucanların süründüğü bir yamaca bakıp, birbirinden böylesine farklı, ve birbirine böylesine karmaşık bir tarzda bağımlı ve ustalıkla yapılmış bütün o canlı biçimlerin, çevremizde etkilerini sürdüreduran yasaların ürünleri olduğunu düşünmek ilginçtir. Bu yasalar -geniş bir anlamda- Üreme ve Büyüme; Soyaçekim (hemen hemen üremenin kapsamında kalır); yaşam koşullarının ve parçalarının kullanılıp kullanılmamasının doğrudan ve dolaylı etkilerinin sonucu olan değişkenliktir; üreme öylesine hızlıdır ki Yaşama Savaşına yol açar; ve bunun sonucu Iranın Iraksamasını ve az gelişmiş biçimlerin tükenmesini zorunlu kılan Doğal Seçmedir. Böylece, doğanın savaşından, açlıktan ve ölümden, düşünebildiğimiz en yüce ereğe, daha yukarı hayvanların oluşmasına varılır. Bir ya da birkaç biçimde başlayan yaşamı böyle anlayan ve bu gezegen çekimin değişmez yasasına göre dönüp dururken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin evrimleşmiş ve evrimleşmekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten ihtişam vardır." (Türlerin Kökeni, 1. Baskı Taslağı'ndan çeviri)
Darwin, Kuramı'na Güvenmiyor Muydu?
"Okur, yapıtımın bu bölümüne [Türlerin Kökeni'nin 6. Bölümü olan "Teorinin Güçlükleri" kısmına] varmadan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunların bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde duraksamadan düşünemediğim kadar çetindir; ama, bunların çoğu yalnızca görünüştedir, ve gerçek olanlarsa teorim için yıkıcı değildir diye düşünüyorum."(Türlerin Kökeni, 6. Bölüm giriş paragrafı, sf. 189)
"Ama, bu teoriye göre sayısız geçisel biçimler olmak gerektiğine göre, onlara yer kabuğuna gömülmüş olarak neden çok sayıda rastlamıyoruz? Bu soruyu, Yerbilmsel Belgelerin Eksiklliği bölümünde tartışmak daha uygun olacaktır; burada yalnızca şunları söylemek isterim: Gerçekte bu sorunun yanıtı belgelerin genellikle sanıldığından çok daha eksik olmasında gizlidir. Yer kabuğu pek büyük bir müzedir; ama doğal koleksiyonlar eksiktir ve ancak uzun zaman aralıklarıyla yapılmıştır. (...) Peki ama bu geçit bölgelerde, yaşam koşullarının geçiştiği yerlerde, neden birbirine yakın geçişsel çeşitlere rastlamıyoruz? Bu güçlük, uzun bir süre kafamı karmakarışık etti. Ama bunun büyük ölçüde açıklanabileceğine inanıyorum." (Türlerin Kökeni, 6. Bölüm, sf. 190-191, Darwin bu cümleden sonra sayfalar uzunluğunda bu güçlüğü açıklamakta ve teorisi için sorun teşkil etmediğini göstermektedir)
"Ayrı ayrı ve sayısız yaratma eylemine inanan bir kimse, böyle durumlarda [Evrimsel Süreç sonucu oluşmuş canlılardan bazılarının, atalarının yerini almasından bahsediyor] Yaradan'ın bir tipin başka birinin yerini almasını dilediğini söyleyebilir; ama bu, bana, gerçeğin yalnızca ağırbaşlı bir dille yeniden söylenmesi gibi görünüyor." (Türlerin Kökeni, 6. Bölüm, sf. 201)
"Gözün odağını farklı uzaklıklara uydurması, içeri bırakılacak ışık tutarını ayarlaması, küresel ve renksel sapmayı düzeltmesi gibi eşsiz düzenlenişlerinin tümünün doğal seçmeyle oluşabildiğini düşünmenin pek saçma göründüğünü açık yüreklilikle itiraf ederim. Ancak mantık bana şöyle söylüyor: Basit ve eksik bir gözden, karmaşık ve yetkin bir göze çıkan ve her biri gözü taşıyan canlıya yararlı aşamaların varlığı (durum kesinlikle budur) gösterilebilirse; daha sonra, gözün durmadan değiştiği ve değişimlerin soyaçekildiği (durum gerçekten böyledir) ortaya konabilirse; ve bu türlü değişimler, değişen yaşam koşullarında bir hayvana yararlıysa, o zaman, yetkin ve karmaşık bir gözün doğal seçmeyle oluştuğuna, bu bizim hayal gücümüzü aşsa bile, inanmanın güçlüğü teorim için yıkıcı sayılmamalıdır." (Türlerin Kökeni, Bölüm-6: Teorinin Güçlükleri, sf. 202; Darwin bu cümleden sonra sayfalar uzunluğunda gözün nasıl evrimleştiğini anlatmaktadır; Darwin'in tahmini açıklaması, bugün net bir şekilde gösterilerek gözün teori için herhangi bir yıkıcılığı olmadığı ispatlanmıştır)
"Çok sayıda, ardışık ve küçük değişikliklerle oluşamayacak bileşik bir organın varlığı gösterilebilseydi, teorim kesinlikle çökerdi. Ama böyle bir örnek göremiyorum." (Türlerin Kökeni, sf. 206)
"Bu bölümde teorimin karşılaşabileceği güçlüklerin ve itirazların bazılarını tartıştık. Bunların çoğu önemlidir; ama bağımsız yaratma eylemleri inancının tümüyle karanlıkta bıraktığı olguların bu tartışma sırasında aydınlandığını sanıyorum." (Türlerin Kökeni, 6. Bölüm'ün Özet kısmı, sf. 227)
"Bazı eski biçimlerin, bir iç güç ya da eğilimle, birdenbire değiştiğine, örneğin kanatsızken kanatlanıverdiğine inanan kimse, örneksemenin tümüne aykırı olarak, birçok bireyin aynı zamanda değiştiğini varsaymak zorunda kalacaktır. (...) Bu büyük ve ani değişimlerin embriyonda hiç iz bırakmadığını kabul etmeye zorlanacaktır. Bütün bunları kabul etmek, bana öyle geliyor ki, bilim alanını bırakıp mucizeler alanına girmektir." (Türlerin Kökeni, 7. Bölüm olan Doğal Seçme Teorisi'ne Yöneltilmiş itirazlar kısmı kapanış paragrafı)
"Sonunda, yavru guguğun üvey kardeşlerini yuvadan atması, karıncaların köleleştirilmesi, tırtıl sineği kurtçuklarının canlı tırtılların içinde beslenmesi gibi içgüdülerin, özellikle bağışlanmış ya da yaratılmış iç güdüler olarak değil de, bütün organik yaratıkların ilerlemesine yol açan genel bir yasanın, yani çoğalmanın, değişmenin, en güçlülerin yaşamasının ve en zayıfların ölmesinin küçük belirtileri olarak görmek, mantıklı bir sonuç çıkarma olmayabilir, ama benim hayal gücüm için çok daha doyurucudur." (Türlerin Kökeni, 8. Bölüm olan içgüdüler kısmı kapanış paragrafı)
Darwin'in Dini inancı, Dinle ve Tanrılarla ilgili Görüşleri Neydi?
"En ciddi çalkantılarımda bile bir Tanrı'nın varlığını reddedecek kadar ateist olmadım. Genel olarak, özellikle de yaşım ilerledikçe düşünüyorum ki, akıl durumumu ve düşüncelerimi en iyi yansıtan terim, agnostik olacaktır." (1879, John Fordyce'a mektup)
"Kendinize neden ateist diyorsunuz? Tanrı'nın var olduğuyla ilgili şiddetli ısrarların doğru olmadığını bildiğinizi biliyorum. Ben de, düşünce olarak size tamamen katılıyorum. Ancak kelime olarak ateisttense, agnostiği tercih ederim. Biliyorum ki agnostisizm ateizmin kibar halidir ve ateizm de agostisizmin agresif halidir. Ancak neden bu kadar öfkeli olmak zorundasınız? insan kitlelerinin akıllarına bu fikri dayatmanın verdiği bir kazanç var mıdır? Dinin kanıtlarla desteklenmediğini kabul ediyorum ve 40 yaşıma gelene kadar Hıristiyanlık'ı asla terk etmemiştim. Dönüşümüm çok yavaş bir şekilde tamamlandı." (1881, ölümünden 1 sene önce, Aveling, Büchner ve Muhterem John-Brodie Innes ile yemekte)
"Uyduların, gezegenlerin, yıldızların, Evren'in ve olabilecek her türlü evren sisteminin yasalar çerçevesinde çalıştığını kabul edebiliyoruz; ancak en ufak bir böceğin bir seferde, özel bir etki ile yaratılmasını umuyoruz."
"Bir insanın hem Evrim'i savunup, hem teist olabileceğini kabul etmemek, ciddi derecede absürttür."
"Kendimi her şeye gücü yeten ve yarattıklarını çok seven bir Tanrı'nın, parazitik eşekarılarının canlı tırtılların bedenlerine yerleştirdikleri larvalarını özenle tasarladığına inandıramıyorum."
Darwin Ölümü Sırasında Korkarak Dine Döndü Mü?
"Ölmekten asla korkmuyorum. Bana çok iyi davrandınız ve bunun için size teşekkür ederim." (Ölümünden önce, eşine ve çocuklarına, oğlu Francis Darwin'in ağzından)
"Sizin tarafınızdan tedavi edileceksem, hasta olmaya bile değer!" (Ölümünden önce, doktorlarına, oğlu Francis Darwin'in ağzından)
Darwin'in Hayat Görüşüyle ilgili Diğer Sözleri:
"Bilimsel bir insanın arzuları, tutkuları olmamalıdır - tamamen taştan bir kalp..."
"Kölemiz yaptığımız hayvanları, eşitimiz olarak görmek istemiyoruz."
"Hayatının bir saatini boşa harcamaya cesaret eden bir insan, hayatın değerini anlamamıştır."
"Bir Amerikan maymunu, belli miktar brendi içip sarhoş olduktan sonra bir daha asla ona dokunmaz ve bu bakımdan, bir insandan çok daha bilgedir."
"Cehalet, bilgiden çok rahatlığı beraberinde getirir: bir problemin bilim tarafından asla çözülemeyeceğini ısrarla iddia edenler çok bilenler değil, hiçbir şey bilmeyenlerdir."
"Hayatta kalabilen en güçlü olan tür değildir, en zeki olandır. Değişime en çok adapte olabilendir."
"Bir hatayı yok etmek en az yeni bir gerçek keşfetmek veya kuram ortaya atmak kadar iyidir -ve kimi zaman daha bile fazla iyidir-."
"Eğer fakirliğin sebebi doğanın yasaları değil de bizim kurallarımız ise, suçumuz ne büyüktür!"
"Son zamanlarda Shakespeare okumaya çalıştım ve inanılmaz sıkıcı buldum, midemi bulandırdı."
"Bir insanın değerinin en iyi ölçülerinden biri gösterdiği arkadaşlıktır."
"insan, sahip olduğu bütün asil özellikleriyle birlikte hala düşük kökenlerinin izini bir damga gibi üzerinde taşımaktadır."
Doğum: 12 Şubat 1809
Ölüm: 19 Nisan 1882
Uzmanlık Alanı: Doğa bilimcisi, Jeoloji, Biyoloji, Davranış Bilimleri
Eserleri: Beagle Gezisi, Türlerin Kökeni, insanın Türeyişi, Cinsel Seçilim, insanlarda ve Hayvanlarda Davranışların ifadesi gibi ses getirmiş birçok kitabın yazarı, Evrim Kuramı'nın babası
Bazı Önemli Ödülleri: Kraliyet Madalyası (1853), Wollaston Madalyası (1859), Copley Madalyası (1864)
Albert Einstein:
Einstein'ın Tanrısı ve Dini inancı:
"Kuantum Mekaniği açık bir şekilde heybetlidir. Fakat içimden bir ses bana hala bunun bir gerçek olmadığını söylüyor. Kuram birçok şey söylemektedir; ancak bizi eski kuramların getirdiği gizemlere yaklaştırmamaktadır bile. Ben, herhangi bir oranda ikna oldum ki, Tanrı bu Evren'de zar atmaz." (4 Aralık 1926, Kuantum Mekaniği'nin ortaya atılmasıyla Einstein'ın deterministik Dünya görüşüne darbe vurulması üzerine, Max Born'a yazdığı mektuptan)
"Doğanın gizemlerini zorlayıp, içerisine girmeyi başardığımız zaman göreceksiniz ki, birbirini tekrar eden, fark edilebilir olanın haricinde, derinlerde yatan, çözülmesi güç, açıklanamaz bir kuvvet bulunmaktadır. Bu kuvvete duyduğum hayranlık ve saygı benim dinimdir. Bu bağlamda, evet, ben bir dindarım." (1927, Alfred Kerr'e mektup)
"Kendisini var olan her şey ile birlikte, yasalar dahilinde harmoni içerisinde ortaya çıkaran; insanın kaderi ve yaptıkları ile kendisini sınırlandırmamış olan Spinoza'nın Tanrısı'na inanıyorum." (24 Aralık 1929, Herbert Goldstein'a mektup)
"Herhangi bir bireyin yaşam sonrası ölümsüzlüğüne inanmıyorum ve etik düşüncelerin, arkasında insan-üstü hiçbir varlığın bulunamayacağı kadar insana özgü olduğunu düşünüyorum." (vaftiz edilmeyle ilgili bir soruya cevaben)
"Yarattıklarını ödüllendiren ve cezalandıran veya bizim bilincimiz içerisinde var edilmiş bir Tanrı fikrine inanmıyorum. Ölümden sonra, kendi fiziksel ölümünü aşan bir bireyin olabilirliği benim anlayışımın ve kabulümün ötesindedir ve açıkçası böyle bir ölümden sonra yaşam veya bu yaşamı algılamak da istemem. Bu tip iddialar bedelli ruhların korkuları ve absürt egolarından kaynaklanmaktadır. Yaşamın gizemleri, varlığın muhteşem yapısının ipuçları ve mantığın, kendisini doğanın içerisinde göstermesini tek ve açık yüreklilikle en azından ufak bir kısmını anlamamız benim için fazlasıyla yeterlidir." (Kendi kaleminden çıkan Benim Gözümden Dünya isimli kitaptan)
"Ben bir ateist değilim. Panteist olarak adlandırılabileceğimi de sanmıyorum. Bahsedilen sorun bizim zihinlerimiz için aşırı engindir. Birçok dilde yazılmış kitaplarla dolu olan devasa bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk konumundayız. Nasıl yapıldığını bilmiyoruz. Hangi dilde yazıldığını bilmiyoruz. Çocuk, çaresizce kitapların dizilişinde gizemli bir sıra olduğu hissine kapılıyor; ama bunun ne olduğunu bilmiyor. Bu, bana kalırsa, en zeki insanın bile Tanrı'ya bakış açısını göstermektedir. Evren'in büyüleyici bir şekilde düzenlendiğini ve belli başlı yasalara uyduğunu görüyoruz ancak bu yasaları sadece bulanık bir şekilde anlayabiliyoruz. Sınırlı zihinlerimiz, yıldızları hareket ettiren gizemli kuvveti algılayabiliyor. Spinoza'nın panteizmine hayranlık duyuyorum; ancak onun modern düşünüşe yaptığı katkılara daha büyük hayranlık duyuyorum çünkü ruh ve bedenin birbirinden ayrı olmadığı görüşünü savunan ilk filozoftur." (G. S. Viereck'in Büyüklüğün Parıltıları isimli kitabıyla ilgili olarak 1930 yılında yapılan bir röportajdan)
"Bir rahip ile asla görüşmedim ve halkın benimle ilgili bu kadar kolay yalan söyleyebilmesini hayranlıkla izliyorum. Bir rahip gözünden ben, elbette ki bir ateistim ve her zaman öyle kalacağım. insansı özelliklerden yola çıkarak, insanın küresi haricinde olabileceklere insanı özellikler yüklemek her zaman yanıltıcı olmuştur; bunlar, çocukça benzetimlerdir. Evren'in büyük ve güzel harmonisini anlayabildiğimiz kadar anlamalıyız. Her şey bundan ibarettir." (1945, Guy Raner'ın Einstein'ın bir rahiple görüştükten sonra ateist olmaktan vazgeçmesiyle ilgili sorular sorması üzerine)
"Tanrı'ya karşı olan tutumum agnostiktir. Hayatın asilleştirilmesi ve daha iyi hale getirilmesi için var olan ahlaki prensiplerin açık olan, birincil öneminin varlığının herhangi bir yasa-verici gücün varlığını gerektirmediğine ikna olmuş durumdayım, hele ki ceza-ödül mantığı üzerine kurulu bir yasa-verici güce..." (1950, M. Berkowitz'e mektup)
"Kişisel bir Tanrı'ya inanma fikrine son derece yabancıyım ve bana kalırsa bu, oldukça saf bir düşüncedir" (17 Aralık 1952, Beatrice Frohlich'e mektup)
"Kilisenin otoritesi üzerine kurulu hiçbir Tanrı konseptine inanmıyorum. Hatırladığım kadarıyla kitlesel bir zorla kabul ettirişi reddetmiştim. Bireysel olarak bir Tanrı'nın var olmadığını size ispatlayamam, fakat eğer ki onunla kişisel olarak konuşacak olsaydım, bir yalancı olurdum. Dindarların iddia ettiği gibi ödüllendirip cezalandıran bir Tanrı fikrine asla inanmıyorum. Onun Evren'i, umut içerikli dualarla değil, karşı konulamaz yasalarla çalışmaktadır." (1954, William Maler ile görüşme)
"Benim dini görüşlerim ile ilgili okuduklarınız, elbette ki, sistematik olarak sürdürülen çarpıtmalardan ibarettir. Kişisel bir Tanrı'ya inanmıyorum ve bunu asla reddetmedim ve bunu net bir şekilde ifade ettim. Eğer içimde dini sayılabilecek bir his varsa o da Evren'in yapısına ve bilimin bu yapıyı açığa çıkarmasına duyduğum karşı konulamaz hayranlıktır." (24 Mart 1954, J. Dispentiere'ye mektup)
Einstein'ın Hayata Dair Diğer Sözleri:
"Sezgilere ve ilhama inanıyorum. Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir. Bilgi, bildiğimiz ve anladığımız ile sınırlıdır ancak hayal gücü uyarıcı bir süreçtir ve Evrim'e yol açar. Bu, açık konuşmak gerekirse, bilimsel araştırmalardaki gerçek unsurdur."
"Eğer ki A hayattaki başarı ise, A = x + y + z. Çalışmak x'tir, oyun y'dir ve çeneni kapalı tutmak z'dir."
"Hayat, bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için hareket etmek zorundasınız."
"Barış, kuvvetle sağlanamaz. Sadece onu anlayarak barışa ulaşabiliriz."
"Sorunları, onları yarattığımız bakış açısından bakarak çözemeyiz."
"Eğitim, bir insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuktan sonra geriye kalandır."
"Önemli olan sorgulamayı bırakmamaktır. Merakın bilimsel bir var olma sebebi elbette ki vardır."
"iki şey sonsuzdur: Evren ve insanın aptallığı; ancak Evren'den emin değilim."
"Üçüncü Dünya Savaşı'nda hangi silahlar kullanılacak bilemem; ancak dördüncüsü sopalar ve taşlarla olacaktır."
"Ölüm korkusu, korkuların en asılsız olanıdır. Çünkü ölmüş biri için kaza yapma riski yoktur."
Doğum: 14 Mart 1879
Ölüm: 18 Aralık 1955
Uzmanlık Alanı: Fizik, Astrofizik, Kozmoloji
Eserleri: Genel ve Özel Görecelilik Kuramları, Fotoelektrik Etkisi, Kütle-Enerji Eşitliği, Browniyen Hareket Teorisi, Einstein Alan Denklemleri, Bose-Einstein istatistiği, Birleşik Alan Kuramı, EPR Paradoksu ve nice fizik kitabının yazımı
Bazı Önemli Ödülleri: Nobel Fizik Ödülü (1921), Matteucci Madalyası (1921), Copley Madalyası (1925), Max Planck Madalyası (1929), Time Dergisi Yüzyılın insanı (1999)
Jared Diamond:
"Biyoloji bilimdir. Evrim ise, onu eşsiz kılan gerçektir."
"Belki de bir hayvan türü olarak, hayvanlar arasında bizim en büyük farklılığımız Evrim'e karşı kararlar alabilme kapasitemizdir."
"Bilim her zaman 'laboratuvarda yapılan kontrollü deneyler sonucu elde edilen bilgiler bütünü' olarak, yanlış anlaşılmıştır. Bilim aslında çok daha geniştir: Evren hakkında güvenilir bilgi elde edebilmenin tek yoludur."
Doğum: 10 Eylül 1937
Ölüm: -
Uzmanlık Alanı: Coğrafya ve Fizyoloji Profesörü (University of California at Los Angeles, UCLA).
Ayrıca Çalışma Alanları: Biyofizik, Ornitoloji, Çevrecilik, Evrimsel Biyoloji, Antropoloji.
Eserleri: Tüfek, Mikrop ve Çelik, Üçüncü Şempanze, Çöküş: Ülkeler Başarılı veya Başarısız Olmayı Nasıl Seçerler gibi Dünyaca ünlü kitapların yazarı.
Bazı Önemli Ödülleri: Trinity College Fizyoloji Onur Ödülü (1961-1965), National Geographic Cemiyeti Ulusal Bowditch Ödülü (1976), MacArthur Vakfı Deha Ödülü (1985), Los Angeles Times Bilim Kitabı Ödülü (1992), Septikler Cemiyeti Randi Ödülü (1994), Pulitzer Ödülü: Tüfek, Mikrop ve Çelik (1998), Uluslararası Kozmos Ödülü (1998), Ulusal Bilim Madalyası (1998), Kraliyet Cemiyeti (Royal Society) Bilim Kitabı Ödülü (2006), Bilim dalında Dickson Ödülü (2006)
Yazımı ilerleyen zamanlarda güncellemeye çalışacağım.
Saygılarımla.
Sadece zebraların değil, atların evrimi bilim insanlarının çok uzun süredir ilgi alanları arasında yer almıştır. Bunun sebebi, atların hayatımızdaki önemli rolü ve insanın evrimi ile mesafe kat etmesi konusundaki katkılarıdır. Burada, atların detaylı evrimine girmeyeceğiz, zira konumuzu çok uzatır ve dallandırır. Ancak kısaca, zebraların evrimine sebep olacak evrimsel dala bakabiliriz:
Atların evrimini, günümüzden 52 milyon yıl öncesine kadar takip etmemiz mümkündür. O zamanlar, atların atası konumunda olan ve bildiğimiz en eski at türü olan Eohippus cinsi, günümüzün tilkileri büyüklüğünde, ufacık bir hayvandı. Daha sonra, günümüze kadar gelen süreçte sırasıyla Orohippus, Epihippus, Mesohippus, Miophippus gibi dallanmalar görüldü. Bu süreçte, atlar farklı yönlere ve alt türlere, sonunda da türlere doğru evrimleşmesini sürdürdü. Günümüzden 25 milyon yıl kadar öncesine geldiğimizde ise, dallanmaların giderek arttığını görürüz. Örneğin, bu dönemin başlarında yaşamış olan Kalobatippus, sonradan Anchiterium isimli çok önemli bir ara türün evrimine neden olacak, Anhiterium cinsinden ise Avrasya'da Sinohippus, Kuzey Amerika'da ise Hypohippus ve Megahippus cinsleri evrimleşecektir. Dolayısıyla, atların özellikle biraz daha irileşmesi ve koşma konusundaki becerilerinin gelişmesi sonucu uzun mesafeler kat edebilmeleriyle, türleşmeleri de hızlanmaktadır.
Daha sonradan karşımıza çıkan Parahippus, Merychippus, Hipparion, Pliohippus, Dinohippus ve Plesippus gibi cinsler, atların farklı coğrafyalarda ve farklı seçilim baskıları altında evrimleştikleri sayısız cinsten sadece bazılarıdır. En sonunda, günümüzden yaklaşık 3.5 milyon yıl önce evrimleşen Equus cinsi ise, günümüzdeki bütün atların atası konumunda olan cins olacaktır. Öncelikle Amerika'da evrimleşecek olan bu tür, kısa sürede tüm Dünya'ya yayılmış ve çok yüksek başarıya ulaşmıştır.
işte zebra türleri olarak bilinen Hippotigris ve Dolichohippus altcinsine ait türler, günümüzden 4 milyon yıl öncesine geldiğimizde Equus cinsi ve son atalarından ayrılmaya başlamıştır. Taksonomik olarak "alt cins" kavramı oldukça ilgi çekicidir, zira genellikle "cins" kategorisinin altında "tür" bulunur. Ancak zebralar, diğer atlardan o kadar farklılaşmışlardır ki, bir "tür" grubunun üzerinde bir "alt cins" tanımlanmakta ve fark bu şekilde belirtilmektedir.
Zebraların evrimleştiği bölgenin Eski Dünya, yani özellikle Afrika Kıtası olduğu bilinmektedir. Günümüzde, "zebra" olarak geçen toplamda 2 alt cins (yukarıda isimlerine yer verdik) ve 9 tür bulunmakta, bunlardan 1 tanesi hariç tamamı günümüzde hayattadır.
Zebraların Çizgileri ve Evrimi
Zebraları "zebra" yapan, hiç şüphesiz siyah-beyaz renkteki çizgileridir. Yapılan genetik incelemeler, zebraların renklerinin birden fazla grupta, bağımsız olarak evrimleştiğini göstermektedir. Bu da, çevresel baskının bu konuda oldukça yaygın ve şiddetli olduğunu göstermektedir. Yakınsak evrim dediğimiz bu kavram, birbirinden farklı türlerin, farklı dönemlerde, aynı özellikleri evrimleştirmesi anlamına gelmektedir.
Aynı zamanda yapılan çalışmalar, eşeklerle zebraların son ortak atasının da çizgili olduğunu ortaya koymaktadır. Eşeklerde bu çizgililik durumu sonradan yok olmuş, zebralarda ise korunmuştur. Bu da, zebraların evrimini anlamamız konusunda önemli bilgiler sunmaktadır.
Bu konuda yürütülmüş ve merakımızı gidermiş bir diğer çalışma da, zebraların siyah üstüne beyaz çizgili mi, yoksa beyaz üstüne siyah çizgili mi oldukları sorusuna yönelik araştırmalardır. Eskiden, zebraların karınlarının beyaz olmasından ötürü, asıl renklerinin beyaz olduğu, çizgilerinin siyah olduğu düşünülmekteydi. Ancak embriyoloji biliminin gelişmesi sayesinde bunun doğru olmadığı, zebraların esasında tıpkı yakın kuzenleri olan eşekler gibi çoğunlukla siyah renkli olduğu, ancak sonradan beyaz renkli çizgilerin oluştuğu görülmektedir.
Günümüzde halen bu çizgilerin neden evrimleştiği tam olarak bilinememektedir; ancak araştırmalar, çok güçlü hipotezleri doğurmaktadır. Muhtemelen bu çizgilerin evriminin sebebi, birden fazla hipotezin farklı kombinasyonlarıdır.
Tahmin edilebileceği üzere, en yaygın hipotez, bu çizgilerin bir kamuflaj amaçlı evrimleştiği yönündeki hipotezdir. Bu duruma, zebraların yaşadıkları bölgelerdeki çalıların siyah da, beyaz da olmamalarından ötürü itirazlar gelmiştir. Ancak sonradan, zebraların avcıları olan aslanların renk körü olmalarından ötürü bu renk ayrımının çok da önemli olmadığı fark edilmiştir. Zaten bu siyah-beyaz kombinasyonu, uzaktan avcıya gri görünecek ve avı kamufle edecektir.
Daha sonradan geliştirilen bir diğer hipotez, sürü halinde dolaşan zebraların avcılarının kafalarını karıştırabilmek adına böyle bir evrimsel değişimden geçtiklerini ileri sürmüştür. Siyah-beyaz çizgiler, hızlı hareket edildiği zaman avcının görmesini zorlaştırmakta ve avın yerini tespit etmesini imkansızlaştırmaktadır. Bu, aslanların görsel kapasitesinin çok da yüksek olmamasıyla da uyuşmaktadır.
Bu konudaki bir diğer hipotez, tür içi bireylerin birbirini ayırt edebilmesi amacıyla böyle bir özelliğin evrimleştiğini ileri sürmektedir. Çünkü tıpkı insandaki (ve bazı diğer hayvanlardaki) parmak izleri gibi, her bir zebranın vücut izi birbirinden farklıdır. Ancak yapılan hiçbir araştırmanın, zebraların bu şekilde birbirini tanıdıklarına yönelik veri içermemesinden ötürü bu hipotez pek tutulmamaktadır.
Yapılan son araştırmalar, yepyeni bir hipotezi doğurmuştur: zebralar (ve diğer birçok at türü) için son derece ciddi bir tehdit unsuru olan çeçe sineklerinin, zebraların şeritli vücudunu ayırt etmekte zorlandıkları ve bu yüzden onlara konamadıklarını göstermektedir. Bu, zebraların hiç tahmin edilmeyecek bir sebeple bu özelliği evrimleştirdiğini düşünmektedir. Bu hipotez, gün geçtikçe güç kazanmaktadır.
Son olarak, yapılan termodinamik analizler, çizgili yapının atın sıcaklığını ve ısı dengesini ayarlamakta görev alıyor olabileceğini göstermektedir. Bu konudaki araştırmalar halen sürmektedir.
Görülebileceği üzere, zebraların tam olarak hangi sebeple böyle bir evrim geçirdiklerini bilmek pek kolay değil. Ancak unutmamak gerekiyor ki, evrimsel süreçte neredeyse hiçbir özellik, tek bir sebeple evrimleşmemektedir. Dolayısıyla, zebraların bu hoş çizgilerinin evrimini de bunlardan yalnızca bir tanesine bağlamak, yersiz bir çaba olacaktır. Sanıyorum ki ilerleyen günlerde, bu konulardaki araştırmalar en net sonuçları ortaya çıkaracaktır.
Rusya'da görülen bir mahkeme sırasında hakiminin uyuması skandala yol açtı. Görüntülerin internete düşmesinin ardından hakim özür dileyerek görevi bıraktığını açıkladı. Benzer bir durum Balyoz davası sırasında da yaşanmıştı.
CiHAN'ın haberine göre, Rusya'nın Amur bölgesindeki bir mahkeme salonunda çekilen görüntüde, sanık avukatının savunmasını okuması sırasında Hakim Yevgeniy Mahno'nun uyuduğu görülüyor. O sırada bir kişinin de savunma yaptığı duyuluyor. Duruşmanın ardından hakimin sanığa 5 yıl hapis cezası vermesi tepkilere yol açtı.
Amur Bölge Mahkemesi, "Çalışma arkadaşımız Yevgeniy Mahno, kişisel olarak özür diledi ve gönüllü olarak hakimlik görevinden ayrıldı. Şubat ayının 4'ünden itibaren artık çalışmayacak" açıklamasını yaptı. Konuyla ilgili olarak bir de soruşturma başlatıldığı ve mahkeme bünyesinde kurulan komisyonun görüntüleri inceleyeceği bildirildi.
Balyoz davasında benzeri yaşanmıştı.
Benzer bir olay Türkiye'de de yaşanmıştı. Balyoz davasına bakan mahkemenin başkanı Ömer Diken, tutuklu bir sanığın reddi hakim talebinde bulunması üzerine sanığın dilekçesini okuyarak, Savcı Hüseyin Kaplanın mütalaasını beklemiş ancak Hüseyin Kaplanın uyuduğunun fark edilmesi üzerine sanıklar ve izleyici sıralarından kahkahalar yükselmişti.
Sesler üzerine uyanan savcı Hüseyin Kaplan şaşkınlık içerisinde salona bakmış, Başkan Ömer Diken Savcı bey, reddi hakim talebi konusundaki mütalaanız diye tekrarlaması üzerine, toparlanarak Reddi hakim talebi davayı uzatmaya yönelik olduğundan reddine diye görüş bildirmişti. Savcı Hüseyin Kaplan olayın ardından herhangi bir özür beyanında bulunmadı.
Kuşlar, kediler, balıklar, kertenkeleler, kurbağalar, insanlar, atlar, develer, fareler, karıncalar ve daha nicesi... Hepsi seks yapıyorlar, ürüyorlar, çoğalıyorlar, birçok yavrular üretiyorlar, bu yavruların her biri birbirinden farklı gözüküyor, farklı genetik özelliklere sahip ve bu sebeple, sadece bir kısmı başarılı olabiliyor, bir kısmı ise yok olup gidiyor. Buna bağlı olarak da evrim sürüyor, canlılar değişiyor, yeni özellikler kazanılıp, var olan özellikler nesiller içerisinde kayboluyor.
Peki bu sürecin hangi noktasında cinsiyetler evrimleşti? Neden erkekler ve dişiler olmak üzere iki ana kategori oluştu? Sadece iki cinsiyet mi var? Öyleyse neden? Değilse, diğer cinsiyetler neler? Evrimsel süreç, neden cinsiyetleri destekledi? Bu başlıkta, bu soruları irdeleyeceğim.
Canlılarda Neden Sadece iki Cinsiyet Bulunur?
Bu noktada, cinselliğin başlangıcına gitmekte fayda görüyoruz. Bildiğiniz üzere tüm canlıların yaşamış en eski ataları, koaservatlar olarak bilinen ve sonrasında arkeler ile bakterilere evrimleşen, oradan da tüm canlılığın evrimleşmesine sebep olacak olan tek hücrelilerdir. Bu prokaryotik tek hücreliler, amitoz denen bir bölünme tipi ile ürerler. Ökaryotik, yani daha gelişmiş canlılara geldiğimizde, daha karmaşık hücre bölünme tipleri olan mitoz ve mayoz tipi bölünmeleri görürüz. Mayoz bölünmenin evrimleşmesiyle, cinsiyetlerin de ayrılmaya başladığını görürüz. Dolayısıyla bu hücresel bölünme tiplerinin neden ve nasıl evrimleştiğini anlamak, cinsiyetlerin evrimini anlamakta faydalı olacaktır. 7
Amitoz Üremenin, Eşeysiz Üremenin, Eşeyli Üremenin ve Cinsel Organların Evrimi
Bu bilgilerin edinilmesi, cinsiyetlerin evrimini anlamanızı kolaylaştıracaktır. Çünkü cinsiyetlerin neden ve nasıl evrimleştiğine dair çalışmalar, bu temellerden yola çıkılarak yürütülmektedir. Her ne kadar bilim insanları arasında genelgeçer olarak kabul edilmiş bir açıklama bulunmasa da, her geçen gün cinsiyetlerin neden ve nasıl evrimleştiğine dair çok güçlü veriler edinilmektedir.
ilk olarak söylemem gerekiyor ki, cinsiyetlerin evrimi, eşeyli üremenin evrimiyle paralellik göstermektedir. Dolayısıyla eşeyli üremenin avantajları, cinsiyetlerin evrimleşmesinin de avantajlarına ışık tutmaktadır. Bir üstte verdiğimiz yazımızdan hatırlayacağınız gibi, eşeyli üremenin eşeysiz üremeye göre bazı artıları ve eksileri bulunmaktadır; ancak bu artılar, eksileri evrimsel süreçte geçmeyi başardığı için, eşeyli üreme doğal süreçler tarafından desteklenmiş ve canlılar arasında yaygın bir hale gelmiştir.
Cinsiyetleri geriye doğru Evrim Ağacı üzerinde takip ettiğimizde vardığımız yer, günümüzden1200 milyon yıl önce, yani 1.2 milyar yıl önce Proterozoik Zaman'da yaşamış olan bir tek hücreli, ökaryotik canlıya ulaşmaktayız. Bu canlı, eşeyli üremenin de ilk olarak evrimleştiği ökaryotlardandır. Günümüzde, bu türün spesifik olarak hangi tür olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz. Ancak gerek moleküler saat ile, gerekse de diğer genetik ve morfolojik yöntemlerle yapılan kapsamlı analizler, bize bu canlının yaşadığı aralığı ve nasıl bir canlı olması gerektiğini göstermektedir. Analizler, cinsiyetlerin evriminin 800 milyon yıl kadar sürmüş olabileceğini, yani günümüzden 2 milyar yıl öncesinde bu evrimin başlamış olabileceğini göstermektedir. Yapılan fosil araştırmalarıyla, bu türlere ulaşabileceğimizi umuyorum.
Mitozdan mayozun evrimleşmeye başlamasıyla birlikte, cinsiyetler de evrimleşmeye başlamıştır. Burada, bir nevi karşılıklı evrim söz konusudur; zira cinsiyetler oluşup birbirlerinden farklılaştıkça, bu özelliklerin yavrulara düzgün bir şekilde aktarılabilmesi için yöntemlerin de evrimleşmesi gerekmiştir. Mayozun evrimleşme sebebi, avantajlarının yanısıra cinsiyetlere sahip olmanın kattığı avantajların gelecek nesillere aktarılabilmesidir de.
Cinsiyetlerin evrimleşmesinin en temel sebebinin, tür içerisindeki adaptasyon avantajının arttırılması ve iş bölümünün sağlanması olduğu düşünülmektedir. Zira günümüzde dahi, cinsiyetlerin evrimsel süreç içerisindeki başarıları ebeveyn katkısı denen bir olgu dahilinde incelenir. Yavrular üreten cinsiyetlerin, gelecek nesillere kattıkları, onların evrimsel avantajlarına etki etmektedir. Örneğin yavrularına çok fazla emek harcayan taraf eğer ki dişilerse, cinsel seçilimde "tercihte bulunan" taraf da genellikle dişiler olmaktadır. Zira tercih yapmak daha kolayken, seçilen tarafta olup karşı tarafa kendini beğendirmek oldukça zor bir iştir. Dişiler, yavru bakımı ve üretimi için harcadıkları ekstra enerjiye karşı, evrimsel ekonomi dahilinde erkekleri seçici konuma gelmişlerdir. Elbette, buna karşılık erkeklerin de doğada genellikle birden fazla dişiyle çiftleştiği, dolayısıyla genlerini daha fazla aktarabildiği görülür. Yani doğa, türleri, hangi cinsiyetten olursanız olun, kendi genlerinizi aktarma (daha fazla üreme) veya aktardıklarınızın başarısını arttırma (yavruları koruyup kollama) yöntemlerini geliştirmek zorunda bırakmıştır. Bu durumda, insanlar arasında tipik bir mit olarak gelişen "karşılıksız sevgi" kavramı da asılsız olmaktadır. Zira hiçbir sevgi, hele ki ebeveynlerin yavrularına besledikleri sevgi (veya sevgi olmasa da koruma içgüdüsü) karşılıksız değildir. Dolaylı olarak, kendilerine benzeyen genlerin korunması amacı güdülmektedir (bkz: Akraba Seçilimi). Ancak insanlar bunu "yüce sevgi" olarak lanse etmişlerdir. Elbette hiçbir ebeveyn bu koruma ve kollamayı karşılıklı olarak yaptığını fark etmemektedir. Ancak gerçekleri bilirken, bunlara sonradan yakıştırılan kılıflara bağlı kalmak da doğru olmayacaktır. Yüksek zeka düzeyinde olan bir birey, bu gerçeklerin sevginin değerini azaltmadığını, sadece nedenini açıkladığını algılayacaktır.
Cinsiyetlerin evrimleşmesinin nedenleri olarak, çeşitliliğin arttırılmasına olan katkısı olduğunu söylemiştik. Gerçekten de, cinsiyetlere sahip türlerde, mayozun bulunmasından ötürü aşırı yüksek bir çeşitlilik görülmektedir. Bu, mayozun rastgele olarak gelişen genetik yapısından kaynaklanmaktadır. Tek tip bir popülasyon yerine, cinsiyetlerin bulunduğu bir popülasyonda, farklı cinsiyetler üzerinde farklı özelliklerin toplanması mümkün olabilmektedir. Bu durum, günümüzdeki genetik analizlerle de görülmektedir. Örneğin insanda dişiliği simgeleyen X kromozomu ile erkekliği simgeleyen Y kromozomu üzerindeki genler, birbirlerinden oldukça farklıdır ve farklı özellikler konusunda özelleşmişlerdir. Geri kalan kromozomlarımız ise erkek ile dişi arasında pek farklılık göstermez. Bu, kromozomların evrimsel süreçte birbirinden farklılaşmasına, dolayısıyla cinsiyetlerin oluşmasına neden olmuştur.
Ancak bu konuda bir sorun bulunmaktadır: Nasıl oldu da, evrimsel süreç bu cinsiyetleri türler içerisinde ikiye bölmeyi başardı? Eğer ki türler aynı koşulların etkisi altındaysa, nasıl oldu da iki farklı cinsiyet evrimleşebildi? Bu sorular, bir süredir cevaplanamamaktaydı. Ancak artık bunların da cevabı bulundu:
Bilim insanları, öncelikle türün genelinde, kromozomlardaki evrime paralel olarak, cinsiyetlerin tüm bireyler üzerinde oluşmuş olduğunu düşünüyorlardı. Bunun anlamı oldukça açıktır: cinsiyetsiz türlerden, cinsiyetli türlere geçişte, bir ara geçiş yaşandı: hermafroditizm (çift cinsiyetlilik). Evrimsel süreçte, her ne kadar mayoz ökaryotik tek hücrelilerde evrimleştiyse de, çok hücrelilere kadar cinsiyetler arasındaki farklılık oluşmamış olmalıydı. Dolayısıyla mayozun evrimleşmesinden yaklaşık 800 milyon yıl boyunca, ortada cinsiyetlere dair pek de bir iz bulunmuyordu. Ancak mayozun uzun vadede hazırladığı temeller, çok hücrelilerin yükselişiyle birlikte, hermafrodit bir dönemden geçmiş olabilir. Dolayısıyla, özellikle çenesiz balıklarla başlayan süreçte, omurgalıların yükselişi sırasında bir dönem, türler hermafrodit olarak bulunmuş olabilirler. Sonrasında, bireylerin yaşadıkları koşulların etkisi altında, hermafroditizmden, tek cinsiyetliliğe doğru bir seçilim baskısı oluşmuş olabilir. Bu şekildeki bir geçiş, cinsiyetsiz bir popülasyondan doğrudan cinsiyetli bir popülasyonun evriminden çok daha mantıklıdır.
Gerçekten de, 2008 yılında bitkiler üzerinde yapılan bir araştırmada, hermafroditizmden tek cinsiyetliliğe geçişin, evrimin olabileceği görülmüştür. Pittsburgh Üniversitesi tarafından vahşi bir çilek türü üzerinde yapılan araştırma, hayvanlar için de uygulanabilmektedir. Bitkilerin cinsiyet kromozomlarını inceleyen araştırmacılar, hermafroditik olan türün, tek cinsiyetliliğe doğru evrimleştiğini raporlamışlardır. Science dergisinde yayınlanan makaleye göre, hermafrodit ebeveynlerden oluşan yavrular, mutasyonlar sebebiyle tek cinsiyetli olabilmektedirler. Dolayısıyla bir atada, kromozomal farklılaşmadan kaynaklı, tüm türün çift cinsiyetli bireylere evrimleşmesi, sonrasında ise bu çift cinsiyetliliğin teke inmesinin mümkün olduğu anlaşılmıştır.
Elbette gelecekte yapılacak olan araştırmalar, cinsiyetlerin neden, nerede ve ne zaman evrimleştiğini daha net olarak açıklayacaktır. Ancak şu anda bildiklerimiz, cinsiyetlerin tarihinin mayozun evriminin başlangıcına kadar dayandığı, ancak ondan oldukça sonra gerçek anlamda ortaya çıktığı, en üstte verdiğimiz yazımızda görebileceğiniz gibi, cinsel organların, cinsiyetlerin evriminden biraz daha sonra oluştuğu ve temel olarak üremeyi kolaylaştırıcı bir amaçla evrimleştiği, ancak tüm bunlar olduktan sonra, cinsel seçilimin etkisi altında cinsiyetlerin bugün bildiğimiz farklarının ortaya çıkabildiğidir.
Günümüzde yapılan başka araştırmalar, esasında canlılığın kökenlerinin tek bir cinsiyete (muhtemelen dişiye yakın bir cinsiyete) dayandığına dair fikirler vermektedir. Zira bazı sürüngenlerde ve tek hücreli ökaryotik canlılarda gözlediğimiz üzere, kimi zaman türler sadece dişilerden oluşabilmektedir ve partenogenez adı verilen bir yöntemle, erkeklere gerek kalmadan üreme gerçekleştirilebilmektedir. Esasında bu yöntem sebebiyle çeşitlilik azalsa da, cinsel birleşmenin aşırı masraflı olmasından kaynaklı sorunların önüne geçilebilmektedir. Üstelik, eğer ki türün devamlılığı riske atılacak olursa, çevresel değişimlere tepki olarak erkeklerin üretilmesini sağlayacak hormonlar salgılanabilmekte ve böylece erkekler de popülasyon içerisinde geçici olarak üretilebilmektedir. Tehlike geçtikten sonra bu hormonlar azaltmakta, ta ki bir defa daha popülasyon risk altına girene kadar erkekler üretilmemektedir. insanda bile embriyolojik dönemin 6. haftasına kadar, erkek-dişi fark etmeksizin her bireyin vücut planı, dişi oluşacakmış gibi ilerlediği, ancak 6. haftadan sonra salgılanan cinsiyet hormonlarına bağlı olarak erkeklerin farklılaştığı düşünülürse, bizim kökenlerimizin de diğer tüm canlılarla ortak olduğu daha net anlaşılacaktır.
işte tüm bunlar, bizlere cinsiyetler hakkında çok önemli bilgiler sunmaktadır. Günümüzde, özellikle psikologlar ve cinsellik araştırmacıları, "erkek" ve "dişi"den daha farklı cinsiyetlerin de olduğu konusunda bulgulara ulaşmışlardır. Örneğin "cinsiyetsizlik" ve "eşcinsellik" de, popülasyon içerisindeki normal çeşitlilik dahilinde görülmektedir. Bu sebeple, cinsiyetlerin evriminin ve çeşitlenmesinin anlaşılması, toplumun değer yargılarının düzeltilmesi ve gerçeğe bir adım daha yaklaşılması konusunda önem arz etmektedir.
Bu yazımı, araştırmalardan elde edilen sonuçlar arttıkça güncelleyeceğim. Ancak şimdilik, sizlere genel bir bakış açısı kazandırmaya çalıştım. Cinsiyetlerimizin kökenlerinin, sandığınızdan çok farklı olabileceğinin anlaşılması, insanın hayata bakış açısı konusunda önemli kazanımlar edinmesini sağlamaktadır.
Umarım bu konuda bir nebze faydam dokunabilmiştir.
Neredeyse canlı! Bilim insanları, canlılık-benzeri özellikleri olan, neredeyse-yaşayan kristaller elde etti!
Laboratuvar ortamında yeni sentezlenen ve şaşırtıcı derecede canlılık benzeri özellikler taşıyan kristal yapıları, 3.8 milyar yıl öncesindeki ilkin canlılığın yeniden, laboratuvar ortamında yaratılabilmesi açısından önem taşıyor.
Esasında parçacıklar biyolojik anlamda canlı değiller; ancak canlılıktan çok uzak olduklarını söylemek de doğru olmaz. Bu kristaller, belli tip ışığa maruz kaldıkları zaman birleşerek yapısal olarak büyüyüp, kimyasallarla beslendiklerinde hareket etmeye başlıyorlar ve hatta bölünerek yeni kombinasyonlarla, yeni formlar oluşturuyorlar.
Science dergisinde 31 Ocak'ta yayınlanan araştırmayı yapanlar arasında bulunan, New York Üniversitesi Biyofizik Bölümü'nden Jeremie Palacci, şunları söylüyor:
"Canlılık ile cansızlık, aktif ile aktif olmayan arasında çok bulanık bir çizgi var. Bizim kristallerimiz, canlılık ile cansızlık arasındaki bu çizgide bulunuyor. Benzer çalışmalar da, tam olarak bu çizginin sorgulanmasından doğan sorulardan kaynaklanıyor."
Esasında araştırma alanında ilk değil, "Kendi kendine organizasyon" başlığı altında yapılan sayısız araştırmadan temel alıyor. Tıpkı bir balık ya da kuş sürüsünün hareketleri sırasında birbirleriyle koordine şekilde hareket etmeleri, şekil değiştirmeleri, bölünmeleri ve yeniden birleşmeleri gibi, cansız parçacıklar da doğru kimyasal koşullar sağlandığında, organize bir şekilde hareket edebiliyorlar, birleşebiliyorlar, bölünebiliyorlar, hareket edebiliyorlar. Hatta daha önce yapılan araştırmalarda, cansız parçacıkların "kendilerini hareket ettirmeye yarayan kimyasallara" yöneldikleri bile tespit edilmişti, tıpkı canlıların "kendilerini hareket ettirmeye yarayan" besin kaynaklarına yönelmeleri gibi...
Palacci ve ekip arkadaşı Paul Chaikin'in ürettikleri parçacıkların her biri mikroskobik yapıda, kübik bir hematitten oluşuyor. Bu kimyasal içerisinde demir ve oksijen bulunuyor ve küresel bir polimer zırhı içerisinde bulunuyor. Bir noktada ise açıklık bulunuyor, böylece demir ve oksijen dış ortamla etkileşime girebiliyor.
Mavi ışığın belirli dalgaboylarında, hematit elektriği iletebilmeye başlıyor. Parçacıklar, mavi ışık altında hidrojen perokside batırıldığında, açık olan bölgelerde kimyasal tepkimeler başlıyor. Hidrojen peroksit parçalandıkça, yapı içerisinde konsantrasyon (derişim, yoğunluk) farkları oluşuyor. Parçacıklar, bu yoğunluk farkları boyunca hareket edebiliyorlar ve en dip noktalarda, bir araya gelerek daha büyük yapılar oluşturabiliyorlar.
Her ne kadar rastgele oluşan kuvvetler bu yapıları parçalasa da, yeniden birleşebiliyorlar. Bu hareket, ışık var olduğu sürece devam ediyor, ışık durduğunda ise parçacıklar bu hareketlerini sonlandırıyorlar.
Aslında bu araştırmanın amacı, bireysel hareketlerin bir araya getirilmesi sonucunda nasıl bütün yapının davranışlarının etkilenebileceğini ve kolektif davranışların oluşabileceğini göstermektir. Ancak bu araştırmaların, canlılığın başlangıcında, inorganik kimyasalların da benzer ve basit hareketler, birleşmeler ve ayrılmalar sonucunda ilk organik molekülleri ve organize yapıları oluşturmaları hakkındaki çıkarımları da göz ardı edilemez öneme sahiptir. Palacci, konuyla ilgili şunları söylüyor:
"Burada, basit ve sentetik; ancak aktif bir sistem yarattık. Sadece bunları kullanarak, canlı sistemlerin bazı özelliklerini cansızlık üzerinde oluşturabiliyoruz. Bunların, bizim sistemimizi canlı kıldığını düşünmüyorum elbette. Ancak bu ve benzeri araştırmalar, canlılık ile cansızlık arasındaki farkın belirsiz olduğunu bir kere daha gösteriyor."
Chaikin ise konuya paralel olarak şunları aktarıyor:
"Yaşamın temel koşullarını belirlemek güç; ancak metabolizma, hareket etme becerisi ve kendi kendini kopyalama en önemliler ve en temel olanlar arasında sayılabilir. Bizim sistemimizde ilk ikisi bulunuyor, yalnızca üçüncüsü henüz yok."
Bilim insanları, yaşamın yapıtaşı olan organik ve bazı inorganik moleküllerin de, yaşamın başlangıcında bu şekilde, bir arada bulunduğunu ve belirli koşulların etkisi altında bir araya gelerek, dağılarak, hareket ederek nihayetinde ilkin canlılık benzeri yapıları oluşturduğunu düşünüyorlar. Öyle ki, milyonlarca yıllık süreç içerisinde oluşan bazı formlar, kendilerini kopyalama becerisi elde etmiş dahi olabilirler. Çünkü yapılarında genetik malzeme bulunan canlıların, rastgele oluşan mutasyonlar sebebiyle oluşturdukları farklı formlar, yepyeni özellikler kazanabilecek şekilde doğal seçilime tabi kalabilirler. Bu da, cansızlıktan canlılığın oluşabilme ihtimalinin son derece güçlü olduğunu göstermektedir.
Şu anda, Palacci ve Chaikin'in laboratuvarında, yeni bir parçacık üzerinde çalışılıyor. Bu parçacığın metabolizması var ve kendi kendini kopyalayabiliyor; ancak henüz hareket edemiyor. Bu çalışmalar sonucunda, ilk canlıların en temel özelliklerinin tamamını taşıyan cansız (yoksa canlı mı?) yapılar elde edilebilecek. Konu, Palacci ve Chaikin'e sorulduğunda ise alınan cevap oldukça net:
Claudia Mitchell ilk defa bir eliyle muz soymak zorunda kaldığında, gözyaşlarını tutamadığını aktarıyor. Bu, bir motorsiklet kazasında sol kolunu kaybetmesinden birkaç ay sonrasıydı. Muzu soymak için ayaklarıyla tutmak ve boştaki tek eliyle soymak zorunda kalmıştı.
26 yaşındaki Mitchell, o haftayı şöyle anlatıyor:
"Hiç hoş günler değildi. Her ne kadar muz soymak gibi tek kolla yapması zor bir görevi başarmış olsam da, başardığım şey hiç de mutluluk vermiyordu."
Şimdi ise Mitchell istediği tüm hareketleri, diğer tüm insanlar gibi kolayca yapabiliyor. Tek yapması gereken, prostetik olarak yerleştirilmiş robotik kolunu muza doğru uzattığını ve sonrasında da kavradığını hayal etmek. Robotik kolu, beyninden geçenleri algılayıp, isteklerini yerine getiriyor ve Mitchell'e düşen sadece sağ eliyle meyveyi soymak oluyor.
Mitchell'in yapay kolunun takıldığı Chicago Rehabilitasyon Enstitüsü, sadece Amerikan Gelişmiş Savunma Araştırmaları Projeleri Ajansı'ndan (DARPA) 50 milyon dolara yakın destek alıyor. Bu para, gerçeğe daha yakın, daha güçlü, daha atik, daha esnek biyonik ve robotik kolların icadı için kullanılıyor.
Temmuz ayı itibariyle sadece Irak'taki Amerikan askerlerinin 411'i, Afganistan'daki askerlerin 37'si, kollarını veya bacaklarını kaybetmiş vaziyette. Stanford Üniversitesi'nin istatistiklerine göreyse tüm dünyadaki uzuv yitimiyle baş eden insanların sayısı 10 milyonu geçiyor. Bunun 3.5 milyon civarı kol kaybı, geri kalanıysa bacak kaybından oluşuyor.
Şimdilik biyonik kollar, beyne geri bildirimde bulunarak hisleri yaratamıyor. Mitchell, gelecekte yapay bir elle yeniden hissedebilmeyi çok istediğini söylüyor. Araştırmacılar, geçtiğimiz yaz aylarında bu konuda da ilk adımları attılar. Sol göğsünün etrafındaki sinirleri yeniden biçimlendirerek, eliyle bir yere dokunduğunda beynine giden sinyaller, dokunduğu yapıyı gerçekten de hissetmesini sağlayabilecek.
Araştırmacılar, gelecekteki kolların çok daha gelişmiş ve karmaşık olacağını söylüyor. Fakat şu andaki teknoloji bile, Mitchell için fazlasıyla iyi:
"Bu yapay kol sayesinde hayatım değişti. Günlük her türlü işi artık yapabiliyorum: yemek pişirebiliyorum, çamaşır yıkayabiliyorum, kıyafetleri katlayabiliyorum."
Araştırmacılar arasında bulunan, 46 yaşındaki biyomedikal mühendisi ve fizisyen Dr. Todd A. Kuiken, bu kolun 20 yıllık biyonik kol teknolojisinin son ürünü olduğunu söylüyor. O zamandan beridir laboratuvar bu kol projesi için toplamda 3 milyon dolar harcadı. Bunun 2 milyon doları Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüleri tarafından karşılandı.
Sinir sistemimiz, sıradan biyokimyasal tepkimelerle çalıştığı için, mühendislik ürünü olan elektronik devrelerimizle, sinirlerden gelen verileri okuyup, sinirlere bilgi iletmeleri için sinyaller gönderebiliyoruz. Dolayısıyla, tüm karmaşık yapılarına ve 4 milyar yıllık evrimsel sürecin ürünü olmalarına rağmen, sinir sistemi bile basit sayılabilecek bir mantık ile çalışıyor ve kolaylıkla manipüle edilebiliyor. Bilim insanları, bu manipülasyon sayesinde, bozulan her parçamızın yerine yenilerini koyabilecekleri günler için çalışmalarını sürdürüyorlar.
Deniz Gezmiş'in meşhur parkası, ODTÜ'de düzenlenen bir maskeli balodan yadigâr olduğu ortaya çıktı. Gezmiş, balonun düzenlendiği salonun vestiyerinde en çok beğendiği parkayı almış.
68 hareketinin simgesi Deniz Gezmiştir. Denizin simgesi ise tutuklandığında da üzerinde olan meşhur parkasıdır. idamından sonra Denizin parkası, onun ideallerini paylaşan gençler arasında moda oldu.
Denizin parkası üzerine bugüne dek birçok hikâye anlatıldı. Bazıları onu bir Amerikan askerinden zorla aldığını söyler. Bazıları ise Amerikan pazarından satın aldığını. Ancak parkanın gerçek hikâyesini kendisi de bir 68li olan grafik tasarımcısı Yılmaz Aysan ortaya çıkardı. iletişim Yayınlarından çıkan Afişe Çıkmak adlı kitapta o dönemin tanıklarından Hasan Barutçu, Denizin parkayı ODTÜde düzenlenen bir maskeli balonun vestiyerinden aldığını söylüyor.
işte Barutçunun ağzından, Aysanın kaleminden o meşhur sembolün hikâyesi:
Maskeli balolar, 68 döneminde Ankara gençliğinin en çok önem verdiği eğlencelerden idi. Her yıl hevesle beklenirdi ve yüzlerce genç, çeşit çeşit kılıklarda, kız erkek doluşurlardı. Davetiyeler paralıydı. Paranın önemli bir kısmı masraflara, dekora, müzisyenlere gitse bile gene de devrimci harekete iyi para bırakırdı. Sanatçıların bazıları para almazlardı ama orkestralara filan ödeme yapılırdı. Bu balolar çok iyi organize edilirler ve sabah gün ışıyana kadar eğlenip dans eden gençler de her seferinde mutlu ayrılırlardı. Örnek vermek gerekirse, Erkin Koray ve arkadaşları gibi, o zaman da önemli olan sanatçılar sahneye çıkarlar ve gençleri coştururlardı.
Bu balolardan bir iki hafta öncesinden başlayarak bütün Ankaraya ülkücülerin baloyu basacakları söylentisi yayılırdı. Kimse de buna itibar etmezdi, çünkü ODTÜde güvende olacaklarını bilirlerdi. Bu da boşuna değildi. Ankara gençliği baloda eğlenirken kapılarda, çatıda, bahçede onlarca silahlı militan koruma nöbeti tutarlardı. Bu militanların en azından bir bölümü için o soğukta, içeride bir grup garip kıyafetli insanın saçma sapan bir müzikle tepişmelerine nöbet tutmak çok sıkıcı gelirdi. Ama madem gerekliydi, katlanırlardı. Bu aynı grup, o zamanlar solcu oyunlar oynama cesaretini gösteren Ankara Sanat Tiyatrosunun kapısında da oyun sonuna kadar nöbet tutardı. Bu nedenle o oyunlara da izleyiciler korkmadan gelirlerdi.
ODTÜ Mimarlık Fakültesindeki son balo 1970i 71e bağlayan kış yapılmıştı. O zamanlar Deniz (Gezmiş) bir suçtan istanbul da aranıyordu ve o nedenle ODTÜde kalıyordu. Ben her şeyin yolunda gittiğine emin olmak için kapıları denetlerken Denizle karşılaştık. Yurtta sıkılmış, ne oluyor diye bakmaya gelmiş. Davetlilerin paltolarını bıraktıkları portmantoya gözünü dikmişti. Birden bankonun arkasına geçti. Askıdan yakası kürklü çok güzel bir uzun boy parka aldı. Önce ceplerini yokladı. Boş olduklarına emin olunca sırtına giydi ve çıkıp gitti. Giderken de, Siz halledersiniz, çocuk mağdur olmasın dedi ve kayboldu. Biz gecenin sonunda ceketini bulamayan delikanlıya istediği bedeli ödedik ve olay tatlıya bağlandı. Deniz Gezmişin yakalandığı sırada sırtında bulunan, bütün fotoğraflarda çıkan ve kendisine çok yakışan yakası kürklü parka, odur.
Utanç Müzesinde duruyor...:
Devrimci 78liler Federasyonu, 12 Eylül 1980 yılındaki darbede yaşananların unutulmaması için geçen yıl bir Utanç müzesi açtı. Darbe davası başlamadan önce açılan müzeye, cezaevlerindeki işkenceleri gösteren araçlarla, idam sehpaları konuldu. Ayrıca işkence ve idamlarda hayatını kaybedenlere ait hatıralar da bu müzede yer alıyor. Deniz Gezmişle adeta özdeşleşen meşhur parkası da artık Utanç Müzesinde asılı duruyor.
bu mühendis bireylerin kar hırsı ve kariyer odaklı üretimlerini değil toplum için, halkın yaşamını kolaylaştırmak için üretir. bilimin ortaya çıkışına bakacak olursak insanların yaşamını kolaylaştırmak için geliştirilen araç ve gereçlerden hareketle çıkmıştır bilim. örneğin oklar kesici alet edevat vs. günümüze bakarsak bilim toplum için değil, para için üretiliyor. sistemin istediği daha fazla kar getirici şeyler üretmek. üniversitelerde araştırma merkezlerinde bilim üreten insanlar bu yöne evrilmiş durumdalar. eğer yeni bi üretim para getirmiyorsa o üretimi durduruyorlar.toplumcu mühendis bunlardan ayrı bir yerde duran kişidir bi bakıma. basitinden bir örnek verecek olursak; ülkemizin enerjiye ihtiyacı var. özellikle karadenizde çokça olmak üzere hes projeleri almış başını gidiyor. toplumcu mühendisin yapması gereken şey bu projelerin halkın yararına mı faaliyete geçirilmek isteniyor yoksa sermayedarlara yeni birer rant kapısı açmak için mi köylünün toprağı elinden alınıyor? bunu saptayıp halkı bilinçlendirme görevini üstlenebilen bir mühendis toplumcu mühendistir.