kayıptım bir zamanlar
ama şimdi bulundum
sen buldun beni
yeniden doğdum
tek başınayken iki kişiydim
durmadan çarpışıp duran
birbiriyle kavgalı iki kişi
yorgundum, hırçındım
düşmandım kendime bile
sonra barıştım içimle
şimdi artık tek kişiyim
ama tek başıma değilim
seninleyim
dünya yeni bir yer sanki
ben yeni biriyim
birlikte yolculuk etmeyi yeni öğrendim
gözümün aldığı ufka kadar seninleyim
taze bir duygu bu benim için
başım dönüyor kendimden, senden, ikimizden
hayatla göz göze geliyorum her sseferinde
yüksek sesle sürekli tekrarlıyorum içimden:
seviyorum, yaşıyorum, varım, seninleyim
sağ ol, iyiyim, böyle iyiyim, çok iyiyim
sevgilim, yanındayım, seninleyim
seninleyim seninleyim
iyiyim
-murathan mungan, aralık 1998 - 1999
--spoiler--
bir kişisel rica: aşkla, mutlulukla okuyun, paylaşın ama lütfen çalmayın. bir kitapçıdan söz vermiş şarkılar'ı satın alın, daha nice güzellikteki şiirleri okuyun.
bu arada; birisi bu şiiri okuyacak, sevecek, teşekkür edecek ve oy verecek. işte onun yüreğine sağlık!
--spoiler--
gönül isterdi ki merhum melih kibar icra etsin, ölümsüz bir eser bıraksın. lakin o gün geldiğinde melih abi'yi 18 yılda nasıl azala azala unuttuğumuzu göreceğiz, çok yazık.
dilerim ki fahir atakoğlu icra eder. fevkalade bir eser bırakacağından eminim de yüzüncü yıl marşı'nı fahir atakoğlu'na bırakırlar mı, orası muamma. olmadı onu da unuturuz.
almanya, avrupa ekonomisinin lokomotifi.
bu ülke onlarca ürün üretir, satar da bunu yapmak için enerjiye ihtiyaç duymaz mı? bu kadar enerjiye ihtiyaç duyan ülke nasıl perhiz yapar?
cevabı bağımsızlıkta gizli.
almanya dediğimiz memleketin sanayi üretimi rus oligarkların iki dudağı arasında gelip gidiyor. eğer rus oligark doğal gaz vanasını kapatırsa avrupa kara kışa merhaba diyor, sanayide çarklar duruyor.
nükleer enerji derseniz enerjinin ham maddesi her yerde çıkıyor, bir avrupa'da yok. astana'lı, Ottawa'lı ham madde vermezse üstün alman teknolojisi sadece kağıtlarda kalacak.
bir ara rüzgar enerjisinden yararlanalım dediler ama o da çok ses çıkarıyor, attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmiyor.
bir de libya diye bir ülke var, başında da diktatörden hallice bir adam ahkam kesiyor. aslında daha önemlisi bu ülkenin sahra çölü var. sahra çölü'nde güneş neredeyse hiç batmıyor. siz bir güneş paneli kursanız enerjiye enerji demezsiniz; tıkır tıkır fabrikalarınız çalışır, hans'ın ve helga'nın evleri kışın sıcak olur, yazın serin olur.
yalnız bu libya ülkesinin başındaki adam, buna izin vermiyor. zaten diktatördü, kötü bir adamdı; en iyisi bu adamı "demokrasi rüzgarııyla" devirmek, ülkeye özgürlük getirmek.
libya'ya gelen demokrasi, sahra çölü'nde üretilen enerjiyle almanya'ya bağımsızlık kazandıracak.
peki, şimdi sormak lazım:
"kaddafi'yi nasıl bilirdiniz?"
açık sözlülük, dürüstlük ve güvene dayanıyorsa en yakın mesafe ilişkisidir. ama zordur, emek ister.
tecrübeyle sabit, kişilerde değişken, yollarla uzayan-kısalandır.
venedik'te san marco meydanı'nda bulunan café'lerin en ünlüsü ve en iyisidir.
içeriye girdiğinizde buram buram nostalji kokar, dışarıda ise her akşam canlı müzik vardır. vivaldi'nin de zamanında bu café'nin müdavimi olduğu düşünülürse orkestranın çaldığı vivaldi eserleri son derece keyif verir.
Tiramisu ve meyveli tart oldukça iyidir, espresso ise kahvenin kalitesinden dolayı harikadir.
ufak bir tavsiye olarak saat 19:45 dolaylarında, müzik henüz başlamamışken gitmenizi öneririm. müzik dinleme ücreti hesabınıza yansıtılmayacaktır. yine de siz aynı tutarı bahşiş olarak bırakın.
venedik'te san marco meydanı'nda bulunan café'lerin ikincilikle yetinenidir.
avusturyalılar'ın daha sevdiği, dolayısıyla yaş pastaları ön planda olan mekandır. akşamları diğer san marco café'leri gibi canlı müzik olur. menüsünde kahvenin hikayesi anlatılırken "khavè" olarak bizden bahsedilir.
venedik'te büyük kanal'ın en güzel noktalarından birine kurulmuş bu yapı, nam-ı diğer "türk hanı"; bugünlerde heyecanı düşük bir müze olarak kullanılmaktadır. ferrovia'dan bindiğiniz 1 numaralı vaporetto'da etrafınıza bakınırken bu yapı ihtişamıyla komşu olan diğer binalardan ayrılacaktır.
gösterişine yakışır bir müze olmamasından daha acısı; venedik'te dağıtılan hello venezia kent rehberinde, bu binanın açıklamasında osmanlı'nın adının bile anılmamasıdır.
bu şehirde birini çok sevebilirsin, bu şehirde çok zengin olabilirsin ve hatta bu şehri de sevebilirsin ama bu şehre ait olamazsın. zamanla olmayanların çoğalır; yorulursun, incinirsin. akşamüstü bir metro durağında, adı mıh gibi zihinlerde tutulan bir arrondissement'ta kalıverirsin. ve anlarsın ki bu şehir kimsenin değil, bu şehirde herkes yalnız.
hollanda başta olmak üzere avrupa ülkelerinde oldukça sevilen, ülkemizde pek bilinmeyen bir sanatçıdır.
bir lovesong söyler ki -the cure kahrından ölsün- masterpiece'tır.
Thomas Starzl...
tanır mısınız kendisini? büyük ihtimalle tanımazsınız, ben sizi kendisiyle tanıştırayım:
Thomas Starzl bir doktor, bir cerrah. abd'nin Denver şehrinde yaşıyor, mesleğini icra ediyor.
Thomas Starzl organ nakline kafayı takıyor, sürekli onun üzerinde çalıyor. köpekler üzerinde nakiller yapıyor, araştırıyor, yıllarını veriyor. yıl 1963 olduğunda abd'de bürokratları ikna ediyor ve insan üzerinde organ nakli yapabilme iznini alıyor. bu arada öyle izin almak kolay değil, ne fırtınalar çıkıyor. cani diyenler, hokkabaz diyenler, bu iş günah diyenler gani. neyse zor bela eleştirileri atlatıp altı hastaya karaciğer nakli yapıyor. ama o zamanlar teknoloji geri, Thomas Starzl ne olup bittiğini anlayamadan altı hasta da ölüyor. eleştirenlere gün doğuyor tabii, vurdukça vuruyorlar. dava açıyorlar, ne tazminatlar; meslekten atılmasını istiyorlar.
gel zaman git zaman, thomas starzl azimle çalışıyor ve 1967 yılında ilk başarılı karaciğer naklini gerçekleştiriyor. sonrasında başarının tesadüf olmadığı anlaşılıyor ve karaciğer nakli imkansız olmaktan çıkıyor. 1991 yılında emekli olana dek bizzat kendisi 2000 karaciğer nakline imza atıyor.
Thomas Starzl'ın hikayesi esas bu noktadan sonra başlıyor:
abd; bir zamanlar meslekten ihraç edilmesi düşünülen, sonraları tıp dünyasında devrim yapan bir adamdan özür diliyor. devletin tüm imkanını, her türlü çalışanını bu kimsenin emrine sunuyor. öyle ki Thomas Starzl abd başkanının sağlık danışmanlarından biri oluyor, yani abd başkanı bir telefon kadar uzağında; öyle ki her gittiği yerde cia tarafından korunuyor, en üst düzeyde ağırlanıyor. kendisi türkiye'ye de geliyor, sanki abd başkanı gelmiş gibi abd büyükelçisi resmi tören ile karşılıyor. ve daha da önemlisi; Pittsburgh'a gittiğinizde organ nakli merkezini göreceksiniz, başınızı kaldırdığınızda binanın üzerinde bu cerrahın ismi yazıyor.
burada çıkarılacak ders şudur: abd, bir bilim adamına haksızlık ettiğini anladığında onu baştaçı ederek özür diliyor. bunu herkes görsün, başkaları da çalışsın onlar da bu imkanlara sahip olsun diye yapıyor. yani diyor ki "eğer bilim üreteceksen bütüm imkanları ayakların altına sererim."
bir de mehmet haberal var...
"tanır mısınız kendisini?" diye sormayacağım, çünkü biliyorum tanıyorsunuz. ben yine de anlatayım:
mehmet haberal bir doktor, bir cerrah. ankara'da yaşıyor, mesleğini icra ediyordu.
mehmet haberal, 1975 yılında -az önce anlattığım- Thomas Starzl'ın yanına gidiyor. tıp tarihindeki devrimlerin birine şahit olmak, ülkesine o devrimden parçalar götürebilmek için denver'a gidiyor. türkiye'ye döndüğünde hacettepe üniversitesi'nde ilk böbrek ve ilk karaciğer nakillerini gerçekleştiriyor. hatta iki gece ilk karaciğer nakli yaptığı hastanın yanında uyuyor, bunu duyan ihsan doğramacı bir gece kendisini ziyaret ediyor.
mehmet haberal uluslararası düzeyde kitaplar yazıyor, türkiye'de organ naklini gerçekleştiren hekimler yetiştiriyor.
mehmet haberal'ın hikayesi bu noktadan sonra başlıyor:
gel zaman git zaman, türkiye cumhuriyeti devleti mehmet haberal'ı terör örgütüne üye olmak suçundan hapse atıyor. muz cumhuriyetinden hallice ülkenin cahil halkı memnun, oh olsun diyor. sonra bir siyasal partiden milletvekili oluyor, milletvekilliği bittikten sonra da doğrudan geldiği yere...
şimdi attila ilhan'dan bir şiir okuyalım:
"boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
gece trenlerine binme, kaybolursun
sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun."
şimdi beylik sözler edeceğim, biraz gerçekçi sözler söyleyeceğim. okurken, dinlerken içiniz acıyacak, incineceksiniz. ağırınıza gidecek, daha da kötüsü bana hak vereceksiniz.
resmin çerçevesini çizdikten sonra çerçevenin içerisini doldurmaya başlayalım...
erkekler neden evlenmek ister?
insanoğlunun erkek cinsi ilkel çağda avcılık yapma, modern çağda para kazanma işlevini üstlenir. evine ekmek getirme teması içinde yaşam döngüsünü sürerken güzelliğe, ev işlerine dair alanlarda "kullanılmayan uzuvların körelmesi" görülür. bu nedenle tam olarak bir hayat sürebilmek için erkek evlenmek ister.
tali nedenleri saydıktan sonra esas evlenme nedenini söylemek gerekli: erkek cins, cinsel yönden daha etkin olduğunu için kendini tatmin etme duygusunu güder. ve bu nedenden ötürü evlenmek, meşruca bu duyguyu sürmek ister.
özetle, erkek cinsellik için evlenir.
kadınlar neden evlenmek ister?
güzellik, hemcinsleriyle rekabet tutkusu içinde yaşam döngüsünü süren kadın; bu ihtiyaçlarını sürekli bir şekilde yaşamak ister. bu süreklilik için en kestirme yol, bir başkasının maddi desteğine sahip olmaktır. imkanları olan bir erkek, kadının güzelliği ve gücü hissetmesi için bulunmaz kumaştır.
özetle, kadın geleceği için evlenir.
ve en büyük soru, en baştaki soru: "erkekler neden evlenmek istemez?"
bir erkeğin para karşılığında bir kadınla cinselliği paylaşması; ayıplanır, kınanır. peki ya bir erkeğin gelecek sunma karşılığı bir kadınla cinselliği paylaşması neden ayıplanmaz? en büyük ayıp, en büyük kişiliksizlik bu değil midir?
sorumuza geri dönersek, cevabı bellidir; böyle bir kepazeliğe baş rol oyuncusu olmamak için.
fark ediyorum, gerçekçi düşünceler içimizi parçalıyor. son sözü louis aragon söylesin, iyi mi?
"il n'y a pas d'amour heureux"
[mutlu aşk yok ki dünyada]
attila ilhan'ın türkçemize kazandırdığı bir sözdür.
sanıyorum ki yalnızlığın kadere dönüşmesi bu kadar güzel anlatılamazdı, anlıyorum ki yanlışlığın kedere dönüşmesi bu kadar hüzünlü anlatılamazdı.
...onun mükellef olduğu evladı yoktu, bu nedenle kendinden sonrakilere menkuller ya da gayrimenkuller bırakma kaygısı taşımadı. nitelikli bir yaşam sürdü, sahip olduklarını halkına adadı ve tüm malvarlığını 17 milyon* "evladına" bırakarak yüce yaratıcının rahmetine kavuştu.
ondan sonra gelenler hep bu kaygıyla yönettiler, koltuğun çekiciliğe kapıldılar.
özet: bencilliğin hüküm sürdüğü modern hayatta hiç kimseyle kıyaslanamayacak büyük önderimiz, atamız.
kordon'da oturmadan, güneşi batırmadan doğru çeşme'ye.
bir haftalık tatile ne kadar anı sığdırsak kâr, bunun için acele yaşamak lazım.
ne gerek var denizi seyretmeye, kahven bittiyse kalkalım.
yolumuz uzun, daha çok güzellik tüketeceğiz.
ciddi bir sorudur; öyle şarkı yapılmış, rastgele çalınmış, değerinden eksiğine bozulmuş biçimi alınmamalıdır.
alınıyorsa, duyuluyorsa, düşündürecekse şu şekilde olmalıdır:
Kim bilir hangi kalpte yanar
Sırça köşkün lambasıdır bu
Işığını gören gözlere
Kaderin hediyesidir bu
Akşam kavuşmadan
Dükkan kapanmadan
Aşk mümkün müdür hâlâ?
Hayat savurmadan
Yıllar sararmadan
Aşk mümkün müdür hâlâ?
Gülünü soldurmadan
Gümüşün kararmadan
Aşk mümkün müdür hâlâ?
Zamana aldırmadan
Korkmadan, utanmadan
Aşk mümkün müdür hâlâ?
-murathan mungan
ah, o suya mürekkep hiç değmeyecekti.
biz çocuk olacaktık, çocuklarımız olacaktı.
ah, biz kirlenmeyecektik.
inge*'yi sevmeyecektik.
gece yarıya yakın, "ışıkları söndür suna su".
aydınlık dünyanın şen insanları olarak karanlıkta yol arıyoruz, ufak bir ışık görüyormuş gibi umutlu.
gece ilerledikçe beyaz evlere yanılmışlık neşesi vuruyor, "tekno tekrar ediyor" ve murathan* bir dize fısıldıyor:
haftasonları kulüp ağzına kadar dolu
ama bu kalabalık ne çok yalnızlığa benziyor
herkes şefkat arıyor aslında
ama kibir izin vermiyor
durdukları yerde iki yana salınabiliyorlar ancak
kurtlarla dans edemiyor kimse
adımlar yetmiyor, kalpler yetmiyor
olmayanlarımızın, yitirdiklerimizin, fark edemediklerimizin yazarı.
insan bir şiir okurken -ansızın- yoruluyor, nedenleri anısızlığa yoruyor.
öyle yazar işte, şimdi susalım.