(#14068861) şu entry'den anladığım kadarıyla kendisinin pkk'lı olduğunu şüphelendiğim kişi; ortamı kızıştırmayı kendine şiar edinmiş gibi. yoksa niye yıllardan bu yana pkk (pekaka)diye dillendirdiğimiz terör örgütünü, bu entry'sinde "pkk'i" diye yazsın ki. eğer yazma esnasında pkk'yı (pekakayı) içinden pekeke diye geçirmemiş olsaydı; o zaman zinhar pkk'i ("y" düşmüş şekilde) yazmazdı. yakaladım seni sütoğlan; bakalım başka ne potlar kıracak.
bolunun bir pazarı var mı bilmem ama borun bir pazarı vardır. orta asyadan ta kızılderililere uzanan topraklara sahip çıkmaya güzel türkçe'mizle başlasak, hı? güzel olmaz mı?
Türkler olarak da orta asya ruslarıyla mübadeleye girelim, orada mutlu-mesut-baykuş yaşayalım. La 21. yüzyılın ortasında mübadele mi kaldı? hani farklılıklarımız zenginliklerimizd; çok kültürlülük, kozmopolit yaşamlar diyorduk. ne oldu da birdenbire kafamızı 20. yüzyılın başında harlanan ulus-devletlerin politikalarına çevirdik.
Herhangi bir sosyal platformda pandora isimli kullanıcılar görmeyeceğimiz günlere... selam mı olsun desem, ne desem? azalarak bitsin, diyelim vedat özdemiroğlu'na göz kırparaktan...
1900'lı yılların başında atonal muzikle beraber einsteinın genel görelilik kuramının ortaya çıkması bir raslantı değildir; zira müzik ile zaman son derece birbiriyle ilintilidir.
bu şarkı da newtoncu mutlak zaman kuramını einsteinvari bir tutumla paramparça ediyor, dinlerken zamanın dışına atılmışız da bir türlü içine girmeyi istemiyormuşuz gibi bir izlenimin peşinden sürükleniyoruz. dinlenilmesi de zordur, dinlenilmemesi de...
işte sırf bu yüzden ne zaman biri çalsa ya da ondan bahsetse benim de söyleyeceklerim var demekten kendimi alıkoyamıyorum...
bugünlerde herkesin ağzından düşmeyen tartışmaların başatı sayılabilecek yahudi sorunsalı ya da yahudilerin filistinlilere yaptıkları katliam, ne yazık ki çoğu kişi tarafından bir noktayı es geçilerek ve bir takım kişisel duygulara bel bağlayarak ele alınmaktadır. bu şekilde devam ettiği sürece onların gücünü çatlağa uğratmaktan ziyade, ekmeklerine yağ sürmekten hatta söylemlerini meşru kılmaktan öteye geçemeyecektir. şöyle ki:
karşı olunan şey ya da kişi bağlamında bir yahudiyese ve yahut herhangi bir ırktan biriyse, baştan onların kullandığı dilin içinde buluruz kendimizi. zira ezenlerin, sömürenlerin dili değil midir bir ırkı baştan yok saymak, onları sırf o ırktan olduğu için tek kalemde silmek. ısrailin yaptıklarına bakınca en az bir filistinli kadar acı çekiyorum. ama sırf müslüman olduğum için bu acıyı çekiyorsam lanet olsun bu acıya. eğer müslüman olmalarını "insan" olmalarının önüne koyuyorsak gene lanet olsun!!
kimsenin dini duygularını rencide etmek değil amacım, sadece duyarlılığımızın refarans noktasına bakmamız gerekiyor. insanlığa zulum konusunda önem değerini teşkil eden nokta eğer dini bir kanaldan besleniyorsa ve insanın kendisini göz ardı etmişse, işte asıl büyük yıkım orada gerçekleşmiştir demek. çünkü yarın öbür gün bir budiste, bir atesite ya da herhangi bir dine mensup birine yapılanlar bizi gram rahatsız etmeyecek gibi; yoksa oh olsun mu diyeceğiz. ırkçı ya da ümmetçi söylemler üzerinden yapılan zulumlere karşı gelmek, bu zulumlerin faili olanların gücünü daha bir palazlandırmaktan öteye geçmeyecektir. onların tam da bizden bekelediği şey bu: bir yahudi düşmanlığı. peki nasıl mı kıralacak bu güç??
bu güç ne yahudiye karşı gelmekle kırılacak ne de müslüman olmakla. eğer bu katliamlar ben de yahudi düşmanlığını yeşertmişse, benim olayı ele alış algımdan ötürüdür.
filistine yapılanlara yönelik bir yahudiye, ya da ırak'ta da amerikalıya karşı gelmekten geçmiyor çözüm. sırf yahudi, hırıstiyan, alman, amerikalı vs.. diye bir ırka karşı geliyorsam, onları yok sayıyorsam hitlerden hiç bir farkım yoktur o zaman.
onların kendilerine değil, yaptıklarına, politikalarına karşı olmaktan geçecektir nihayi çözüm. filistinde olanlar bu politikaların sonucudur; yahudilerden değil, yahudilerin eylemlerinden doğan bir sonuçtur. ikisi aynı gibi gelebilir kulağa. ama birbirinden çok farklı iki yaklaşımdır bunlar: yahudiye karşı gelmek doğrudan ırkın kendisine müdahaleyken (onlarda bunu yapmıyor mu biz de yapalım diyebilirsiniz)ve topyekün, tümel bir ele alışı dillendirirken, diğeri ise tek tek olaylara inen insanın kendisine değil eylemlerine müdahale eden, devletin kendisini bir atom bombasıyla yok eden değil, politikalarını bertaraf eden bir yaklaşım biçimidir.
ne demiş yılmayan kardeşimiz cem yılmaz "uzaylı da olsa insan insandır"*
sen benim diego riveramsın
yıldızlarsın sen
ay ve bulutlar
haberlerdeki f16'lar
kırmızı yatağımdaki o koca bedensin.
çekmecemdeki son sigara
beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin.
bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın.
iransın suriyesin.
ha burda nöbet tutan askercik.
mezepotamyadaki en vahşi kıpkırmızı gelincik.
üzerine yattığım uçsuz bucaksız boz bir vadisin.
marlon ve brandomsun.
küvetimde yatan şişman bir melek.
sevincim acılarım tüm arzularım.
tiyatrodaki, istiklal caddesindeki eşim. gabriel garcia marquezin son mektubusun.
ve ben de o zorbadaki her tarafından şehvet fışkıran o şişman kadınım.
kim uçurdu acaba kafamı
ben kafam olmadanda yaşarım.
çünkü elim kolum bacaklarım var sana ulaşmak için
ve birde bir el bombası gibi fırlatıp tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bi kalbim..
yolda üç kişi kitabının kapağı francois truffaut nun jules ve jim filminin afişinden ilham alınmayacak şekilde çalıntı yapılarak fırat eryılmaz tarafından çekilmiştir. kim ona çektirmiştir ne amaçla çekmiştir bilinmiyor. hadi birisi ona böyle bir kompozisyon verip ondan çekmesini istemiştir diyelim..
gülesim bile gelmiyor zamanında sinemayla ne kadar haşı neşir olduğu anlatan tuna kiremitçi'ye, onunla çalışanlara ve doğan kitapçılıka. truffaut nun baş yapıtı sayılacak bu filmini nasıl olur da bilmezler;
elbette biliyorlar ve onların bilmesi önemli değilidir, asıl önemli olan kitabın hitap edeceği kitlenin bunu bilmememsidir...
ama hiç şaşırmıyorum.. neden acaba!!
'Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum; çünkü ahlakta olduğu gibi futbolda da top hep beklemediğim köşeye geldi' diyen filozof-kaleci camus, futbolla ahlak arasında son derece uygun bir analoji kurmuştur.
kim ki duk'un bu son filmi (rüya) bir önceki iki filmine (yani 'zaman've 'nefes') yakın durmakta. her ne kadar boş ev'in imgeleri hafızamızdan yavaş yavaş silinmeye başlasa da ister istemez oraya referanslar yapmak zorunda kalıyoruz. zira kim ki duk denilince akla ilk gelen sinematografik açıdan görüntü dilinin ön plana çıktığı filmler olmakta.
rüya'da ise ikili ilişkilerin tuhaf kanalları üzerinde durmaktadır. gerçi bunu hemen hemen tüm filmlerinde vazgeçemediği temalardan biri olduğunu söyleyebiliriz; ancak yöntem söz konusu olduğunda yani filmin yaslandığı anlatım dili hesaba katıldığında, (boş ev, yay ve badguy, filmlerinde bize adeta sinema dilinin 'görüntü' olduğunun altını çiziyordu ve bu filmler sanatsal gücünü burdan alıyordu.) karşımıza gücünü, dayanağını öyküsünden alan bir film çıkmakta.
dolayısıyla tıpkı 'zaman' filminde iletişimin, ikili ilişkilerin ancak yüz değiştirme hattı üzerinden irdelerken, (nefes' te de idam mahkumuyla yapılan görüşmeler üzerinden irdelemekte) burada da rüya-eylem ilişkisi üzerinden gerçekleştirmektedir. bir tarafta sevgilisine ulaşma arzusuyla yanıp tutaşan ve ancak rüyalarında bu gerçekleştirebilen erkek (jin), diğer tarfta ise erkek arkadaşını bir daha hiç görmek istemeyen kadın (ran)...
erkeğin kurtuluşu kadının cehennemi oluyor her rüyada...
film, maffa filmleri familyası içinden anlatım yöntemiyle sıyrılmaktadır. klasik mafya, gangster filmlerinin vazgeçilmezi olarak kabul edilen tempo ve olayların bir iki kişi etrafından şekillenmesi gomorra filminin elini sürmediği yöntemlerden olmuştur.
tam tersine, bir türlü akmayan sahneler ve olayların birbiriyle bağlantısını kurma çabası, filmin ilerleyen sahnelerinde sıkıntı şeklinde tezahür etmekte. ancak buna mukabil mekanın kendisine odaklandığımızda filmin baş aktörünün, karakterlerden her biri veya bir kaçı değil, tam da bu mekanın kendisi olduğu kanısına varıyoruz. zaten film de, bakkal çırağından mafya babasına kadar herkesin içende olduğu bu mekanın bir çeşit betimlemesini yapmakta, çehovvari bir durum öykülemesi kurmakta.
dolayısıyla film boyunca ortaya çıkan olayları bir sonuca bağlanmasını ya da onların çözümlenmesini beklemekten ziyade kendimizi o mekanın, kişilerin, ilişkilerin belgesel tadındaki akışına bırakıyoruz.
türkçeye 'Milyoner Kenar Mahalle iti' diye çevrilebilir.
dany boyle ın Trainspotting ve Mezarımı Derin Kaz filmlerinden sonra ne kadar büyük bir yönetmen olduğu cümle aleme gösteren filmi.
kendi adıma söyleyecek olursam gerek kurgusuyla görüntüleriyle gerekse de geri planda hindistanın arka mallelerinde yaşananların bir panoramasını sunması açısından, bu sene izlediğim en iyi film diyebilirim.
kim milyoner olmak ister yarışmasına katılan sadece okuma yazma bilen bir çaycı olan Jamal, her bir sorunun cevabını hayatına yapılan flashbacklerle verir. yavaş yavaş büyük ödüle doğru ilerlerken, geri dönüşlerle sunulan büyük bir çöküşün de dramasını sunmakta.
bu şarkı insana tutunacak hiç bir yer bırakmıyor; uzay zaman yıkılmış, sonsuz bir düşüş gibi...
bu da son derece şiirsel sözleri:
üzüntüyle yanına oturduğumda
pencerede,camdan bakarken
kedi yavrusu okşadı kucağında
ve geçmişe dönüşürken seyrettik dünyayı,
buydu usulca bana söylediği sözler
ve faltaşı gibi, yeni açılmış gözlerle
yüzlerimizi dayadık cama
üzüntüyle yanına oturduğumda
dedi ki "baba,ana,kızkardeş,erkek kardeş,
amca,teyze,hala,yeğen
asker,denizci,fizikçi,işçi
aktör,bilimadamı,teknisyen,papaz
dünya ve ay ve güneş ve yıldızlar
hepsi orada, deviniyor sonsuza değin
deviniyor ve şaşkınlık vererek"
sonra gülümsedi ve bana döndü
ve ona cevap vermemi bekledi
saçları dökülüyordu omzundan aşağı
üzüntüyle yanına oturduğumda
üzüntüyle yanına oturduğumda
kedi yavrusu nazikçe kucağıma
ve tekrar dayadık cama
birbirinden farklı yüzlerimizi
"bu güzel olabilir" dedim
"ama caddede düşene baksana
komşularına karşı davranışlarını gör
ayaklarının altındaki ezilişine
dışadönük hareketler ulaşmıyor hiçbir yere
herkes kendi acil ihtiyacının endişesinde
çukurdan çıkmaya çalışan adama bak
ve de gözleri görmeyene çarpıp tökezleyene"
titreyen ellerimle döndüm ona doğru
ve aldım saçlarını gözlerinden
kedi sıçradı onun kucağına
üzüntüyle yanına oturduğumda
sonra perdeleri indirdi
ve dediki "ne zaman öğreneceksin acaba
orada camın ardında olan bitenin
seninle ilgisi olmadığını?
tanrı kalp vermiş sana
kardeşlerinin kalbinin yuvası değilsin sen
ve tanrı ne sende varolan iyilikle ilgileniyor
ne de başkalarında bunun yokluğuyla
ilgilenmiyor ayrıca senin pencerelerde oturup
yarattığı dünyayı yargılamanla
toplanırken üzüntüler çevrende
çirkin,yararsız ve abartılı biçimde"
ve böylece çevirdi başını öteye
damlarken gözlerinden kocaman yaşlar
silemedim yüzümdeki gülümsemeyi
üzüntüyle yanına oturduğumda
jim jarmush'un dead man filminde william blake'i ete kemiğe büründürmesi hafızalardan pek kolay silinmez. Ancak jonny depp'in hafızama damgasını vurduğu film, terry gilliam'in Fear and Loathing in Las Vegas filmidir. Özellikle bir küvet sahnesi var ki Jefferson Airplane'in White Rabbit parçasını sigara eşliğinde dinleyenler için akıllara ziyandır:
not: sahneyi anlatmayacağım zira hem filmi izlemeyenlere hem de sahnenin kendisine haksızlık etmiş olurum.
(bkz: Pierrot le fou)
bertulicci paris'te son tango filminde marlon brando'nun rolunu ilkin ona vermişti ama senaryoyu okuduktan sonra bunun erotik bir film olduğunu söylerek rolü kabul etmemiştir*
haydar ergülen'in en güzel şiirlerinden; yapısı itibariyle cemal süreya'nın gazel şiirini andırır, buna mukabil ustanın gölgesinde kalmayacak denli özgündür...
gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar
çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile dolduramaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan
böyle zamanlarda hayatta kalmanın tek yolu kaçmak veye hayal kurmaya devam etmektir *
hayat buranın dışında uzakta bir yerlerde güzeldir ya da bize hep böyle olagelmiştir.o uzak diyarı ele geçirdiğimizde yine oranın dışında, uzağında kalır bir yanımız, bir gözümüz; belki bir terkediş bize dönüş için yeni bir davet çağrısında bulunur ve ancak bazıları bu davete kulak kesilir....