Sis çekilir, görünür vadi. Su ve ışıktan yaratılmış koridor.
Yer: Şimdilik burası. Ama sonra değişmeyecektir.
Küçük bir fark edişle başlar her şey. Her şey gibi neticede bahar da bir andır. Bunlar o yağmurlardır.
Felsefe okumalarının sahife aralarına bir dal mimoza düşer ansızın. ileri yaprakları yoklanan takvimlerde günleri sayılı fırtınaların adları, serçelerin yavrulama zamanına karışır. Kim bilir nerelerden düşmüş yıldızların üçgeni göğün en yüksek tepesindeki makamına yaklaşır. Başlarken munistir, bir hayli sade. Bize ne ihtilaller hazırladığını dünyada kestiremeyiz.
Rüzgarın çanına ses veren gizli bahçelerde asmalar ağlamaya başlayınca bir kere, yolculuk başlamıştır. Açar bakarsınız, defterinizin sol üst köşesi kendinden tarihli sayfalarını. Bir bahar yazısı yazmaya çoktandır başlamışsınız. Yazınızı siz bile tanımazsınız.
Şubatlarda kardelenler kışa dairdir, gecikmiş nergislere karışır. Soğuk yağmurlar altında henüz Vivaldi çok uzaklardadır. Yine de kaldırımlarda ışık toplarına ihanet etmenin tadı duyulur ilk kez. ilk kez uzak bir hatıraya dönüşür köşe başlarındaki kestaneciler. Kendinizden utanır, hayretler edersiniz. Ama iş işten çoktan geçmiş, ok yaydan bir kere fırlamış gibidir. Değil mi ki cemreler havaya, suya ve toprağa düştüğü kadar ruhunuza da değmektedir. Ve değil mi ki bahar bir yığın hatıranın ayrıntısında ruha dair bir hikayedir. Lakin hatıralardan ibaret bir şey hiç değildir. Her yıl yaşarız da hiç ikinci kez yaşamayız bu yeniden doğmakları.
Mart sonlarında çoban çantaları, mavi mineler baş kaldırır sessizce. Baharın sesi duyulur duyulmaz arası, sürgün çiçekleri. Kapı kırılmıştır. Otomobil ön camları omuz hizasına kadar açılır bunca aradan sonra. Ve ansızın yün ceketler, naftalin kokusu çoktan uçmuş, çıkarılıp kola atılır. Mart 21'lerde zerrin kadehler. Güneş artık koç burcundadır. Hür irade yerini duyguya bırakmaktadır.
Nisanda menekşeler, düğün çiçekleri.
Lale tarhlerında istanbul laleleri.
Yağmur sabahlara kadar usul usul ve gizlice. Koyu yeşil yaprakları yıkamaya başlayıp da bahçelerde, bir hazırlık bir hazırlık gidince.
Çimenlerin tazeliğini yüreğimize düşürüp de, ilk kez görüyormuş gibi olunca papatyaları. Bahar bulutlarının gölgesi kaç zamandır ufku özlenen bir denize dökülünce. Minicik mor kertenkeleler güz başında bıraktığımız yerden uzatıp da üşümüş burunlarını, güneşe serilince.
Yere diz çöküp toprağı koklarsınız. Sıfırı yaklaşır yaşamla aranızdaki mesafe. Oluşa vasıtasız katılır, aracısız yaşarsınız. Kelimeler ihanet etmezler, "bahar" bahardır artık. Çimendir "çimen". Bir aykırı sevinç ses verir her zerrenizden. Işık, hava ve sudan mürekkep bir bütünle birleşir, bir düğün çiçeğinin kıyamete dönüşmesi ne kadar kolaymış meğer öğrenirsiniz.
Cebinizde ateş böcekleri, gelmiş geçmiş bütün romanların özeti kalbinize çıkartılmış, vazgeçersiniz eski sevgililerin yerine yenilerini koymaya çalışmaktan: Geç kaldınız, itiraf ediniz. Ama alınız şu an-ı bahar sizin.
Kapılar açılır ansızın, esâtirin dünyasına dalarsınız. Defne, iffetini korumak için yemyeşil bir dala dönüşür, yaz kış solmayan. Kendini beğenmiş delikanlı, su kıyısında açan nergise. Papatyalardan taç yapmak ilk günki anlamına bürünür, masum ve beyaz. "Nutuklar irad etmesi gereken kaza kaymakamı"nı nihayet anlarsınız. Hani şu kırlara çıkan. Ceketinin düğmelerini çözmüş, boyun bağını gevşetmiş. Otlara yüzü koyun uzanmış da çimen sapı çiğneyerek şiirler yazmaktadır. Bir yerlerde homurtulu ve ciddi bir kalabalık onu beklemektedir.
Beklesin. Siz beyaz ve muslin giysiler içinde deği misiniz?
Ve saçınızda papatyalardan taçlar tok mudur?
Küçük ve sessiz ve hanımeli kokan yağmurlar prizmalar yaparak gizli bahçelerden geçmeye başlar. Yumarsınız gözlerinizi. Kirpik uçlarınız ıslanır. Dokununca hülya bozulmaz.
Peki bu haller neden böyledir?
Kışın bitimine ilişkin bir müjde ya da yaza dair bir vaad taşıdığı için mi? Tabii ki hayır. O, başlangıç ya da bitiş olmak yerine sadece kendisinden ibaret bir oluşa, üstelik tek yaşayışlık bir oluşa ad olduğu için bahardır. Göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir biliriz. Öyle bir sabah doğacaktır ki aynı gizli bahçeye artık başka bir şeydir. Biliriz de canımız yanmaz. Prensesler hiç solmayan gülleri fırlatıp atacak olduktan sonra, bitimsiz baharı kim ne yapsın?
Nihayetinde filbahriler. Leylaklar.
Ruh ansızın kendi kendisiyle yüz yüze gelir. Çözülür anlamı ait oluşun.
ihtilal mayısta patlar.
Güller mayısta açmaya başlar.
Varlığın öznel kavranma biçimi, sanat. Şiir, sanatların sultanı. Çünkü malzemesi her şeyin evvelinde bulunan söz. Söz evvel, şiir ahir.
Şiirin bir akıl işi olduğunu iddia eden soğuk kanlı teoriler bir yana onun hiç olmazsa doğuş anında bir ilhamın aydınlığına ihtiyaç duyduğu muhakkak. Arkası, ilhamın işlenmesi. Şair kuyumculuğu.
Eflatun, şairin her an şiir söyleyemediğine dikkat ederek onu şair kılan hale ilahi bir vecdin sebebiyet verdiğini söyler ve buna da ilham adını verir.
ilham, keşfin yanı başında. Aracısız ve perdesiz kalbe inen bilgi, şair fark etse de fark etmese de böyle. Şiir sözcüğü, "bilmek" kadar "sezmek, sezgiyle bilmek" anlamını da taşıyor. Böylece şiir, mutlak bilgiye giden yolda sezgisel bir vasıtaya dönüşüyor.
Mutlak bilgi ile rabıta kurabiliyor olması yüzündendir ki ilkel toplumlarda şiir, kendisiyle uğraşana ayrıcalıklı bir toplumsal mevki kazandırıyordu. ilkel toplumlarda kahinlerin, sihirbazların, müneccimlerin aynı zamanda şair olması bu ayrıcalıktan.
Çağlar boyunca şaire bir tür kutsiyet atfedilmesi, hiç olmazsa bir saygınlık yüklenmesi sıradan insanlar için kapalı olan ilhamın ona açık olmasından. Gayesini sadece kendi güzelliğinde bulan saf şiirin teorisyeni Rahip Bremond, şiir lisanına "dua" der. Haşim, sembolik bir muhteva taşıyan poetikasında şiiri resullerin sözlerine benzetir. Lamartine, inancını kaybettiği sıralarda bile inanç ihtiyacını, dua olarak adlandırdığı şiirleriyle gidermeye çalışır. "Erzurum Yolculuğu" esnasında Puşkin'in karşılaştığı bilge bir Türk paşası, bir şairle karşılaşmış olmasını hayra yorar. Çünkü bir şair ona göre dervişin kardeşidir.
islamiyet öncesi Arap kabilelerinde şairin ne kadar mühim bir yer tuttuğu bilinir. Kalabalıklar üzerinde yarattığı etki kadar bu etkinin kaynağıdır da şairi farklı ve üstün kılan. Çünkü şaire metafizik bir takım güçler tarafından şiir ilham edildiğine inanılır. Bu yüzden kelamın en yüksek mertebesi olan Kur'an kendisine vahyedildiğinde, Hz. Peygamber cahiliye dönemi Arapları tarafından şairlikle suçlanmıştı. Fakat cevap açık ve net: "Biz ona şiir öğretmedik", (36,69).
Kuşku yok ki bu reddiyenin şiir aleyhine içerdiği kesinlik aynı zamanda, şiirin, sanatların sultanı olduğunu doğrulayan bir düzlemde okunabilir. Ve şiirin Kur'an nezdinde tenzilini mevsuk bu reddiye, şiirin insan sözü nezdinde tenzihi olarak da algılanabilir. "Biz ona şiir öğretmedik", ama ona vahyedilen şey, (gafletle de olsa), şiirle mukayese ediliyor. Değil mi ki arada bir vech-i şebeh var.
Necip Fazıl, Poetika'da, insanın, bitki ve hayvanlara üstünlüğünü hatırlattıktan sonra, şairin de "zat ve şuur bilgisine" sahip olma bakımından insanlar arasında ve fakat insanlar üzerinde olduğunu ifade eder.
Tanpınar, "ani bir cehdle kendini bulan ruhun insandaki ezeli hakikatle temasından doğan bir konuşma" olarak adlandırır şiir halini. Şiir bir hatırlamadır ona göre. Şair bu hatırlamayı başaran insan.
insan, varlığının mahiyetini çözmek ve mutlak bilgiye ulaşmak ister. Dinin yanı sıra, bilim ve sanat da bu bilgiye hizmet eder, şiir de. Ancak onun vasıtası sezgidir. Şiir, belki de mahiyeti belli olmayan ani ilhamlara dayalı olarak bir yerlerden şair gönlüne indiğinden, şair insanlar arasında ama onlardan yukarıda bir yerdedir. Çünkü o kendisini üstün idrake götüren ilhamın tecelli ettiği bir kalbe sahiptir, bir seçilmiştir o. Sözlerinin resullerin sözlerine benzetilmesi bu yüzdendir. Toplum kalabalığında yalnızlıkla başlayan çoğulluğu, yadırganabilirliğinden kaynaklanan önlenemez cazibesi içine ilham inen bir kalbe sahip olmasından ötürüdür.
Şiir ki, ilham şairin kalbinde başlayıp kalbinde bittikten sonra, mahiyeti şairin kendisine bile meçhul. Şairler bilirler.
Fuzuli "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır", uyarısında. Doğru. Şiir, tümüyle sanat, koskoca bir yalan belki. Ama kalbe doğan ilhamın aydınlığında, daha yüksek bir hakikatin kavratılması için söylenen en doğru yalan. Şairin anlattığı gül belki yoktur. Ama o, güllerin üzerindeki gülü işaret eder neticede. Gülün gerçekliği için söylenen bir gül yalandır şiir ve şair gül için gül yalanı söyleyen. Yalan bir tek şairlerin hakkı. Gerçeği, yalnızca gerçeği söylemek için.
Şimdi size çok sade bir hikaye anlatacağım. Ne anlatan için anlatması, ne dinleyen için anlaması zor olacak bu hikayenin:
Ne büyük anne ne büyük baba tanımıştı masallarda ya da hayatta olduğu gibi ki kendisine bir şeyler öğretilsin. Ama iklimi munis sözü gerçek biri o henüz küçücük bir çocukken söylemişti:
Hava soğuk, su soğuk ve yatak sıcacıkken ve uyku kollarına çağırırken seni; sabah namazına kalktığına yarın rûz-i mahşerde, yatak tanıklık eder, yorgan tanıklık eder, su tanıklık eder.
Oysa hayat onu, tanıklıkların yabancı dilden giren sözcük listeleriyle ifade olunduğu bir metropol uygarlığının kollarına bırakmıştı. Hep o bildik cümle. Plastik kredi kartları. Artık betonarme bile olmayan çok ama çok katlı binalar. Bilgisayarlardan da öte teknolojiler. Hayata kablolarla bağlı bir yaşam. Hayata sorsanız ki her şeyin sorumlusuydu, o da sorumsuz olduğunu söyleyecekti. Görünürde alabildiğine genişlemişti yaşamı. Görünmezde alamadığına daralmış. Sıkışıp kalmıştı. Nefes almasaydı ölecekti. Nefes almadan yaşamayı öğrendi.
O kadar ki gökyüzü artık daraltılmış bir alandı. Yıldızları saymak artık çok kolaydı. Çünkü kentler aydınlık ve yıldızlar öylesine azdı. Zeytin ağacı. incir dalı. Gül yaprağı. Papatya tortusu. Toprak kokusu. Sardunya. Su. Uzak bir rüyaydı.
Rüyaları olmadığından olacak uykusuzlukları başladı. Gece terlemeleri. Oysa çok imkanlı ve çok yenilikli sağlık ünitelerinin, çok bilmiş doktorların denetiminde biliyordu ki hasta değildi. Sorular sordu sonra, görünürde soru sormasına neden yokken. Neden, diye sordu. Neyim ben? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Ne? Ne? Ne? Ne çok N ile başlayan soru vardı. Ve N, ne çok geometrik hesapların dik başlılığına terk edilmiş çizgileriyle ilk bakışta görkemli ama ne sert ve ne acımasızdı.
Sentetik elyafın sıcaklığında ısıtılmış yatağında bir sola bir sağa dönüp durduğu uykusuz gecelerin birinde. Yapayalnızken. Bir avuç uykuya avuç açmışken. Gecenin sessizliğinde. Gecenin sabaha döküldüğü yerde. Birden. Üst kattan gelen sesler dikkatini çekti. Önce suyun sesi, mahremiyeti ihlal edilmiş katlar arasında. Sonra iki diz'in sanki, sanki sonra bir alnın yere dokunması, yere kapanması gibi. Yaşlı bir beden olmalıydı bu. Bir anlam veremedi önce. Sonra bir gece, iki gece, üç gece. Anlamını bildi.
Öyle oldu ki, uykusuzluklarının, gece terlemelerinin arka plan nedenleri ortadan kalkıp da plastik bir uygarlıkta huzur dolumlu uykuları kendisine döndüğü zamanlarda bile. Artık vakit gelince kendiliğinden uyanır ve o sesleri bekler oldu. Bir tür refakat duygusu. Önce su.
Gecenin bu vaktinde kendisi gibi ama kendisinden bambaşka bir uyanıklıkta olan, görmediği bir gövdenin hareketlerini izlemeye başladı. Ne biliyorsa, ne kadarını biliyorsa hatırlamaya, okumaya ve boşlukları doldurmaya çalıştı. Ama hiç yerinden kalkamadı. Hava soğuk ve yatak sımsıcaktı. Oysa insan, istediği kadardı.
Her gece uyku ile uyanıklık arasında süre gitti bu refakat. Biri sentetik yatağında huzursuz ve uykusuz, diğeri uyanık iki kişi. Aradan çok zamn geçti. Kalbin uyanmasına, bedenin bile değişmesine yetecek kadar çok zaman.
Bir gün. Günün geceden sıyrıldığı bir zaman. Yani o zaman. Refakat anı. Kulak kesildi. Su sesi bir alt kata inmedi. Ne bir ses ne bir hareket. içi sızladı. Uyuya kalmıştır, dedi. Gidip kapısını çalsam. Uyandırsam. Vazgeçti. Hava soğuk yatak sıcacıktı.
Bir gece. Üç gece. Beş gece. Çıt yoktu.
Neden sonra duydular. Kapıcının sayesinde buldular. Su her zamanki gibi soğuktu.
içi sızladı adamın. Yalnız ve yaşlı bir kadın. Yaşamı gibi ölümüne de refakat edecek kimsesi olmamıştı. Hava soğuk, yatak sıcacıktı. Kalktı. ilk kez soğuğu duymadı. Gökyüzüne en yakın olabileceği yere, balkona çıktı. Çelik kolanlarla sağlamlaştırılmış kente doğru baktı. Sonra başını kaldırdı, yıldızları saydı. içi sızladı, hem nasıl sızladı.
Onun, dedi, her sabahın geceden sıyrıldığı anda uyandığına ve sıcacık yatağını terk ederek soğuk suya koştuğuna; yatak tanık, yorgan tanık, yastık tanık. Kabul edersen tanıklığımı, dedi, şu aciz beden tanık.
Bir alt katta genç bir üniversite öğrencisi, gecenin o vaktinde şiir yazmak için gamlanıp duruyordu. Birden, mahremiyetleri ihlal eden bu çok katlı ve kendi zenginliğinde yoksul binada, bir üst kattan gelen su sesiyle irkildi. Sonra sanki iki dizin ve sonra sanki bir alnın zemine hafifçe dokunması sesi. Orta yaşlarda bir gövde olmalıydı bu. Önce bir anlam veremedi. Sonra bir gece, üç gece, beş gece... Çok sade bir hikayeydi.
Eser, büyük islam alimi imam Gazali'ye ait ihya'dan bir bölümün tercümesidir. içinde her insanın cennete veya cehenneme gitmesinde en önemli sebep olan dilin afet ve hastalıkları işlenmektedir.
Eserde, dilin yirmi çeşit hastalığından ve dille düşülen tehlikelerden bahsedilmekte, tespitten sonra tedavi yolları gösterilmektedir.
Günümüz insanının en fazla müptela olduğu yersiz, gereksiz ve ölçüsüz konuşma hastalığına kesin ilaç olacak bir kitap.
Depresyon yüzyılımızın en çok konuşulan psikiyatrik hastalıklarından biri. Bu kadar çok konuşulmayı da hak ediyor; çünkü sadece bireyin kendisini değil, ailesini, iş yaşamını, sosyal çevresini de etkiliyor. Dünya Sağlık Örgütü'nün tedbirler alınmadığı takdirde 2020 yılında büyük sorunlara yol açacağı konusunda uyarı yaptığı depresyon hastalığı ümitsizlik, hayattan zevk alamama, mutsuzluk gibi belirtilerle kendisini gösteriyor.
Yılların bir anlamda çöpe gitmesine neden olan bu rahatsızlık, kişiyi alkol ve madde bağımlılığına, hatta intihar gibi acı sonuçlara kadar götürebiliyor.
- Depresyonu kısaca tarif edebilir misiniz?
Depresyon; temel belirtileri isteksizlik ve hayattan eskisi kadar zevk almama olan bir hastalıktır. Depresyonda genellikle uykusuzluk, bazen de fazla uyuma şeklinde uyku bozuklukları görülür. iştahsızlık veya aşırı iştahlı olma durumu yaşanır. Unutkanlık, sıkıntı, huzursuzluk, sinirlilik, gerginlik, endişe, korku, dikkat kusuru, konsantre olamama, kararsızlık, yorgunluk, cinsel isteksizlik, değersizlik ve suçluluk duyguları, kendine güven azalması depresyonun sık rastlanan diğer belirtileridir. Ayrıca intihar niyeti veya bu niyet olmadan ölümü fazlaca düşünme görülür.
- Depresyon türleri var mıdır?
Evet, mesela maskeli (örtülü) depresyon dediğimiz bir türü vardır. Bunda isteksizlik ve zevk almama gibi psikolojik belirtilerden çok bedensel şikayetler ön plandadır. Depresyon, vücudun bütün organlarında belirti verebilir. Çünkü bir beyin hastalığıdır, beyin de bütün vücudu yöneten organdır. Baş ağrısı, baş dönmesi, kafada boşluk hissi, adale ve mafsal ağrıları; vücudun çeşitli yerlerinde uyuşma, karıncalanma veya yanmalar; kalp çarpıntısı, nefes darlığı, terleme, karın, karında gaz, şişlik veya hazımsızlık, ishal veya kabızlık, kulak çınlaması, cinsel sorunlar gibi şikayetlerle doktora başvurup tahlil yaptıran, her defasında "bir şeyiniz yok, sapasağlamsınız" cevabını alan çok sayıda hasta vardır. Bu kişilerin gerçek problemi aslında depresyondur.
Bir nörolog olarak unutkanlığı nasıl tanımlıyorsunuz?
Unutkanlık iki şekilde ifade edilebilir. Birincisi yeni bilginin bellekte saklanamaması durumudur. Örneğin kişi tanıştığı kişileri sonradan gördüğünde tanıyamaz veya bir soru sorup cevabını almasına rağmen bir süre sonra sormamış gibi aynı soruyu tekrar sorabilir. Bu durumda belleğe yeni bilgi aktarılamamakta, öğrenilememektedir.
ikinci unutkanlık türünde ise halihazırda bellekte olan bilgiye ulaşılamaz. Kişinin aklına o an söyleyeceği kelime veya isim gelmez ama sonradan hatırlayabilir. O sırada ne yapacağını unutabilir ama daha sonra bir anda aklına gelir. Bu tip unutkanlıkta bilgi öğrenilmiştir, bellekte saklanmaktadır ama bu bilgiye ulaşma aşamasında bir sorun vardır.
+ ALLAHın emri Peygamberimiz (a.s)'ın kavli ile kızınızı oğluma istiyorum.
- Efendim. Bizim kızı isteyen çok. Sizin neyiniz var neyiniz yok?
Delikanlı Söze Girer;
...RAHiM ismiyle RAHMAN ALLAH aç bırakmaz kendisini zikredeni.
Gün/Ah'a düştüğümüzde ve pişman olduğumuzda GAFFAR'lığını gösterir.
Gece çalıştığım vakitlerde el HAFiZ derim öyle giderim.
Neyin var diyeceksiniz hiçbir şeyim yok Çünkü O'dur Malikül MÜLK.
Ya paran biterse ve karanlıkta kalırsanız diyeceksiniz en-NUR deriz aydınlanır BEYT'imiz.
Kızımı asla bırakmayacaksın derseniz söz veremem .
Çünkü kullar değil HALiK'tir BAKi olan..
Varsın hiç kimse sevmesin bizi VEDÜD kafidir.
Senden bir şeyler gizlerse ne yaparsın demenize gerek yok. Yüreği elveriyorsa istediğini yapsın ama unutmasın O BASiR'dir/ eş- ŞEHiD'dir.
Yani bir RABBiM var (c.c) birde RABBiM in sevgilisi (s.a.v).
Benim de isteklerim var;
Nur suresi 31.Ayet'i yaşayacak. Edep'li olacak! el HAYA'ü minel iMAN'dır çünkü.
Beni sevecek, ellerimi bırakmayacak. Benim uykum ağırdır Sabah Namazlarına kalktığında gerekirse vura vura uyandıracak...
"Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanlı lalesi neler düşünür, onu merak etmedeyim. Lale mühürlü, kendi tarihçesinin farkında mı her zaman merak edilebilir bir kağıdın sathında. Ben. Yani modern zamanların mavi laleleri kavramakta zorlanan bilinci örselenmiş, ben demekten hoşlanan çocuğu.
Sağ avucumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları çağıran Selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da.
Bir sahaf dükkanının derinliğinde ilk sahifesi yitik bir Lale Risalesini okumaya bir türlü başaramıyorken ben, yine ben; bir laledana daldırılmış tek sap lalenin uyandırdığı aşinalığın sızısında."
Nazan Bekiroğlu'nun yazmış olduğu bu müthiş eseri okumanızı tavsiye ederim.
Osmanlı teşrifatında daha adından itibaren garip bir masalsılığın kışkırtıcılığını vaad eden meslek grubu: Sır Katibi.
Ben bir sır katibiyim. Katib-ül-esrar.
Sırlar yazarım. Ne geçerse bir padişah yüreğinden onu yazarım.
Görevim, yerine hissettiğim bir padişah da olsa, başkalarının kalbiyle hissetmek olur böylece. Başkalarının yerine sevmek. Kimi bir padişahın esrarını yaşarım bu yüzden, kimi bir padişahın yerine ölürüm.
Sırrım ben. Başkasının yerine ölümüm gün gibi ortadadır da, kendi adıma varlığım ancak karanlık gecenin içindeki siyah nokta kadardır. Görülmeyen varlık, sesi varsa var. Kalbin nesi var? Kalbin sesi var. Benim olmayan sesi kuşanır o sesi sahiplenirim. Bu yüzden hiç yaşamaz ama hep dinlerim. "Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım", ben de senin yarattığın bir kalp değilmiyim? Demedim, demedim. Hayır, hiç şikayet etmedim, hiç böyle demedim.
Teşrifatta adım aşikar olarak geçse de, bilinmeyen bir yanı vardır sesini sahiplendiğim kalbin sahibiyle aramızdaki rabıtanın. Onlar benim isteyip de yaşayamadığım hayatları yaşarlar hep, bense onların yerine yanarım. Çünkü ben bir sır katibiyim. Katib-ül-esrarım.
Bana sırrını verecek olanların kalbini kuşanırım önce. Kalplerindeki her tabakayı. Sevdanın indiği o en içteki fuadı. Hemen yanı başında günahın çıktığı kara beneği, süveydayı. Kiminin, günah işleyecek kadar çok sevmektir aşkının ölçüsü; kiminin, günah işlemeyecek kadar çok sevmektir muhabbetinin temeli. Her hal ile olsa onların kalbiyle ve onların yerine sever, onların yüreğiyle günah işlerim.
Ruhlarının rengi sirayat eder gizlice ruhuma. Sessizce. Onların tekneleriyle yanaşırım kışkırtıcı limanlara, onların denizleriyle dalgalanırım, onların rüzğarıyla bulanırım. O kadar ki onların sözcükleriyle konuşmaya başlarım günü gelinece.
Onların gözlerini takınırım. Onların rengiyle bakarım onların dışındaki hayata. Üstelik gözlerini yumduklarında ne geçiyorsa göz kapaklarının ardından o hayalleri de işte, şu gördüğünüz gözlerimle görürüm. Ve onlar kendi göz kapaklarının arkasına çekildiklerinde kim oluyorlarsa, o olurum ben.
Sonra rüyalarını verirler bana. Onların rüyalarını görmeye başlarım. Bir rüya görücüyüm ben, tabirci değilsem de. Ne gördüğüm rüyaları unuturum onların yerine, ne de unutacağım rüyaları görürüm, yine onların yerine.
En sonunda öyle bir an gelir ki, padişahım sırrının katibinde, yani bende; ben yani katip, yazdığım sırrın padişahında oluruz artık. Bir padişahın yazdığı kağıdı okurken kendi yazdığım bir kağıdı okur gibi olduğumda, kalbimin de onun kalbi olduğunu anlarım. Ne sır vardır artık ne katip, ne de padişah. Bir tek kalp vardır o zaman.
işte o zamn onların yerine ölen de ben olurum. Aramızda muhteşem bir güle benzeyen bir kalp yer değiştirip durur. Ve onların ölümünü kendi gövdemde duyarım. Beni öldürecek olanın öldürmesini yaşamadan önce, ona sen kimsin ve neden, diye de sormam. Çünkü ben katib-ül-esrarım.
Sabahı, ateşler içinde bulan hastanın yalnızlığı kadar gerçektir benim resimlerden görüp de kalbime ithal ettiğim yangınım. Yangınım o kadar ki yangın. Ve ben, gerçek olmadığım kadar gerçeğim.
Öyle ki kendi derinliğinde boğulan ırmakları ve kendi kurağında kavrulan çölleri de; ancak kendi zenginliğinde yoksul düşen kadınları ve kendi gecesinde yiten kentleri bildiğim kadar iyi bilebilirim.
Çünkü ben sırların katibiyim. Katib-ül-esrarım. Kalplerin sırrını yazarım. Sırrını kuşandığım kalbin yerine yaşıyor olmayıp da ölüyor olmam bundan.
Sırrını kuşandığım kalbin aşkını da kuşanırım. Güvenirliliğim, kalbi kuşandığımdan.
Güvenilmezliğim, kalbi kuşanırken aşkı da kuşandığımdan.
Ben ki, yaptığım işin çoğulluğundan sıyrılıp da kendi tekilliğimin çekimine büründüğüm anda, aşkını kuşandığım kalp, o da artık tekil bir padişahtır. Padişah ki bir gece çok ağlasa tarihler bunu yazar. Ben bir sır katibiyim oysa. Cismim gibi adım da sır. Bir gece çok ağlasam tarihler yazmaz bunu.
Tarihler yazmasın. Ben kendimin tanığıyım. Hep başkalarının kalbiyle sevdim. Başkalarının yerine hissettim. Lisan bilmez bir mütercim ya da büyülenmiş bir büyücü olmadığım bunca ortada iken sırrımı henüz kimseler yazmadı benim. Sağımdaki ve solumdaki melekler, yani ki sırrımın katibi olan ve bir gece çok ağladığımda bunu yazan meleklerin dışında.
Ben sırlar katibi, katib-ül-esrar. Yıl iki bin isa'dan sonra, bu gece çok ağladım, mevsim ocak, gün unuttum.
Fuzuli, "kendi öz" suretini taş üzerine çıkartarak Şirin'e veren nakkaş Kuhken (Ferhat)'in bu davranışından, geleneğin suret üzerine bina ettiği anlam birikiminin tam tersi istikamette bir yorum çıkarır;
Kuhken Şirin'e öz nakşın çekip vermiş firib
Gör ne cahildir ki yontar taştan öziyçin rakib
Aşkın, sevkitabiisi içinde gayet masum ve kendi mantığı içinde de gayet "mantıklı" duran bu davranıştan koskoca bir cehalet örneği çıkarırken Fuzuli, asıl ve suret arasındaki hiç de küçümsenemeyecek rekabetten söz etmektedir. Bir başka ifadeyle sevgilinin yokluğunda, onu suretinde büyüten aşıkın artık bir daha o suretten vazgeçememesi ihtimalinden. Asıl gelse bile.
Dikkatli bir bakışla bu kompleks, sevgilinin, aşık nezdinde, kendi imgesiyle sokulduğu yarıştan mağlubiyetle çıkarılması olarak okunabilir.
Metin Erksan'ın, sinema salonlarında gösterilmeyen, ancak bir avuç meraklısına ulaşabilen, birkaç kez de televizyonda gösterilen filmi Sevmek Zamanı'nda; güz yağmurları yağarken, tamir için girdiği bir yazlıkta duvarda asılı kocaman siyah gözlü ve siyah saçlı bir kadının resmine giderek artan bir şiddetle ve ümitsizce aşık olur genç boyacı. Surete aşık olmasıyla tipik geleneksel davranışı yüklenen delikanlı aradan zaman geçip de kızın (asılın) çıkagelmesinden sonra geleneğin duyuş teamülünden sapma göstermeye başlıyor. Beklenen, asıl gelince suretin hükmünü yitirmesidir. Oysa, kocaman gözlü kız, belki resimdekinden daha güzel ve kocaman gözleriyle çıka gelip de, delikanlının ilgisine ilgisiz kalmayıp, işte ben geldim, resmimi değil beni sev, dediğinde aldığı cevap: Ben resmini seviyorum, seni değil. Doğru, resmini seviyorum, seni değil. Çünkü seni görmeden önce gördüğüm ve senin yokluğunda senin suretin üzerinden büyüttüğüm sana, kendimi ilave ettim. Seni kendi içimde senden başka bir biçimde var ettim. Böylece senden, "sen"den de farklı bir sen çıkardım. Şimdi o "sen"i seninle nasıl bozabilirim?
Çünkü aşk bir yeniden var etme eylemidir. içimizde sürekli yeni senler oluştururuz. Üstelik öyle senlerdir ki bunlar, "sen"e de uymaz. Şair seslenir: "Seni seviyorsam bundan sana ne?"
Bazen bir hayal, gelip geçici bir suret aslından ne kadar tehlikeli olabiliyor. Tehlikeli, çünkü sureti içinde büyüten aşık, kendisini katarak onu büyütüyor.
Bu yüzden belki en baştan yapılması gereken anlaşmadır aşkta sevenin sevileni uyarması: izin verir misin, seni kurabilir miyim? Seni yeniden yazabilir miyim? Kendi içimde senden bambaşka bir sen çıkarabilir miyim? Sonra tutup seni onunla yarıştırabilir miyim? Sonrasında, ona uymuyorsun, diye canını acıtabilir miyim? Hayır tabii ki! Böyle bir anlaşmaya kim "evet", diyebilir? Nasıl cesaret edebilir bu "evet"e? Evet, izin veriyorum içinde, benden bambaşka bir ben oluşturabilirsin. Sonra tutup beni onunla yarıştırabilirsin. Sonra ona uymuyorum diye canımı acıtabilirsin. Benim realitenin istilalarına mağlup düşmüş etten ve kemikten bedenimi düşlerinin ölçeğine vurabilirsin. Ve sonra düşlerinin ölçeğine uymuyorum diye beni reddedebilirsin. Hayır. Elbetteki hayır. Rekabet edemeyeceğim yegane, içinde benden çıkardığın yeni bendir. Bir tek senin içindeki kendi görüntümle yarışamam. Suretim benden öndedir suretimle yarışamam. Çünkü senin içindeki suretimin üzerinde sen varsın. Onu kendinle biçimlendirmedesin.
Bir kere bu noktaya gelindi mi her sevileni bekleyen acı aldanış: "Beni seviyor". Hayır seni sevmiyor. Kendi içinde yarattığı bir seni seviyor. Bu eylem kendi düşlerinin tümünü sana yüklemesine kadar sürecek. Ay'ın halleri. Büyüyen bir hilal. Sen sadece izin vereceksin, aşlikçiliğin bu. Sonra sen ve kurgusal sen bir süre örtüşeceksiniz. Dolunay. Sonra örtüşmeyen kısmın örtüşen kısımdan fazla olduğu bir gün mutlaka gelecek. Eksiği sol tarafında, küçülen bir hilal.
Suretin içimizde oluşturduğu ve aslı tehdid eden tehlikeli derinleşme, çok kolay göz ardı edilebilecek türden değil. Sureti içlerinde o kadar büyüttükleri için pınar başında karşılaşan Hüsrev ile Şirin birbirlerini tanımadan geçer ve giderler.
Kuhken'e en büyük rakib, Şirin'e verdiği kendi sureti.
Puşkin "meğer ki bir hayale aşıkmışım" yazıklanmasında.
Atilla ilhan "Git başımdan Aysel, seni seviyorum", dedikten sonra, "Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular", fark edişinde. Ünlü mısraların sahibi, Aysel'i başından gitmeye zorlarken aslında Aysel'in, içindeki Aysel'i yok etmesinden korkmakta.
Hayyam bir gece boyunca birlikte olduğu sevgiliyi yola koyduktan sonra "şimdi" demekte, "Şimdi sevgiliyle birlikte olma zamanı". içindeki sevgili dışındaki sevgiliden daima daha çok çünkü. Ya da kim bilir dışındaki sevgili içindekinden eksik.
Nedim, şiirinin onca dilberi vasf edişine rağmen,
Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedim
Bir peri suret görünmüş bir hayal olmuş sana,
hükmünde, biraz da kırgın.
Atilla ilhan'ın sevdiği kadınlar da, Nedim'in vasf ettiği dilber de, aslında fevkalede varlar. Var olabilecekleri yerdeler sadece. O yerden baktığımızda, aşk basit bir kurma eylemidir ve seven ve sevilen arasındaki ilişki zannedildiği kadar da çok değildir. Sevilen fark eder sonunda: Sevdiğin ben değilim. Seven fark eder: Sevdiğim sen değilsin.