çılgınlardan çılgın beğendiğimiz şu günlerde kanal istanbul isimli çılgın projenin henuz yeri yurdu belli olmasa da kaç kamyon toprak taşınacağı ilan edilmiş bile.. kötü niyetli bir insan olsam, kim bilir neler düşünücem. Aga 10 bin kamyon toprak dedin di mi?
neolitik çağa ışık tutuyormuş... söndürdükleri ışıklardan bahseden bir baba yiğit yok tabii..
az mı kapattınız üstünü kalıntıların.. kimse farketmeden..
kazılar sırasında ortaya çıkan antik şehirlerin kimseye çaktırılmadan üstünün kapandığını duymuştuk.. kapatılamayanlar da varmış demek ki.. bbc farketmiş.. ilk toplu ayak izi, önemli neolitik çağ buluntuları.. ilk çağdan beri yaşamın devam ettiği topraklarda daha farklısının elde edileceğini kim düşünebilir ki zaten.. sevinsek mi üzülsek mi belli değil..
akıllara zarardır. hele hele madrid'deki evini gören hiç kimse de çıkıp aga bu nedir demiyo..
biz selim yuhayla yetinelim sevgili ronaldo mimar olarak kendine Joaquin Torres 'i seçmiş.. *
ŞTL'nin efsanevi barbi bebek fen öğretmeni! Ergenliğe yeni adım atan sivilceli güruh asla ders dinleyemedikleri halde, hocadan torpilli idiler. Çok net hatırlıyorum benjamin!
uzun yıllardır yapana da tavsiye edene de ayak direyen ben kendimi atak zımbırtısının ortasında buldum. yan çizmeyeyim, gazım kesilmesin diye de gün gün bloğumda olayyylar olaaaylar günlüğü tutuyorum. ilk yapan ben değilim ve diğer bloggerların buna neden bulaştığını da net bir şekilde anlıyorum. gelen yorumlar okuyucular vs. çok destek oluyor. ben de başlamadan önce bloglar aleminde dolaşıp herkeşlerin günlüklerini hatmetmiştim. bu arada önceden uyarayım benim günlük aha da çok güzel yedim, bu dukan amca şah-haaane bir adam sanırım aşık oluyorum tadında değil, daha ziyade yapıyorum ama g.te gelmesek keşke çerçevesinde olduğundan birçok dukanist izleyici tarafından tasvip edilmeyebilir.
anlamsiz vahset oykulerinin yasandigi bir ulkenin, yuzyillar once atalarinin kole olarak yakalanip tarlalarda calistirilmak uzere gemilere bindirildigi sahillere yiğilan halkının, hukumet ile muhalefet arasindaki kavgasını anlatan film.
johnny mad dog çocukların savaşın çirkin yüzü olduğu ve bunun peşisıra gelen ciddi sorunu/sorunları kilometrelerce öteye başka bir kıtaya taşımayı, sanki kurgu marifeti ile değil de, aktüel bir kameranın bu kargaşa içinde dolaşmasıyla ardarda getirdiği, oldukça kuvvetli hikayeleri sana bana ona anlatabilmeyi başarabilen bir yapım..
bu tarz filimlere olmuş ya da olmamış demek bana bir parça yanlış geliyor.
kimilerine göre "ay çok etkileyiciydi" filmi olması sadece bakış açısıyla alakalı olmasa gerek. hangi açıdan bakılırsa bakılsın, gerçeklerin salona taşınıyor olması nedeniyle "ay çok etkileyiciydi" filmi bu.
bazı filmlerin daha ciddi görevleri vardır. kurgusu yerlebir, açıları, planları vasatın altında olsa da taşıdıkları bir sorumluluk vardır. bu da o görevlilerden biriydi.
görevini de layığıyla yerine getirdi.
final düşlediğimiz yumruğu atmamış olsa da...
balkan soundz festinal 2 - sulu kule eğlencesi adıyla, 2 ekim 2009 tarihinde maçka küçükçiftlikte gerçekleşek olan, birincisi sadece 4 ay önce aynı mekanda gerçekleştirilen balkan müziği temalı festival. * http://www.biletix.com/event.htm?id=KKSLK
28 haziran 2009 tarihinde maçka küçük çiftlik parkta,bir diğer deyişle lunaparkın içinde gerçekleştirilen balkan müziği festivali. yağmura rağmen, sıcağa rağmen gayet eğlenceli, pazar gününü renklendiren bir organizasyondu. özellikle performanslarda deladap ve zil zurna isimli gruba ayrı bir ilgi gösterdik. Şimdi fellik fellik youtube didikleniyor ki kendilerini daha yakından tanıyabilelim. *
program da aşağıdaki gibiydi..
14.00 Kapı açılış
15.30 Kolektif Istanbul
17.00 Selim Sesler
18.30 DeLaDap!
20.30 Firewater
22.30 Boban Markovic Orkestar
Ayrıca DJ Fourty Thieves (UK) ve Zil Zurna ekibi
eşini doğumgününde ağlatmaya yemin etmiş yazar.
(bkz: #5285985)
şekline,şemaline, duruşuna aşık olduğum, aklına, zekasına, fikrine, varlığına, bakışına saygı duyduğum, dakikaları sene, seneleri dakika eden, nefes alma, var olma nedenim, en değerli hediyem, yazan, okuyan, düşünen, seven, değer veren, değer gören, sevgilim, kocam... Seni tanımadan önce birine bu şekilde kuvvetle bağlanmanın yanlış olduğunu savunan ben, aşkının müridi, arabesk bir insan oldum çıktım.
kelimelerin kifayetsizliklerine inat herkes duysun, herkes bilsin seni ne çok sevdiğimi...
bir kredi başvurusu ve onayı için tam olarak mart ayından beri bitmek tükenmek bilmeyen prosedürlerinin sonuçlanmasını beklediğim lanet olasıca, sözüm ona banka. Halen de bitmiş değil süreç. kredi onaylandı, onaylanmasına da, şimdi ipotek belgelerini şubelerin kendi aralarında sektirmelerini izliyoruz. Birinden biri tutabilse iş bitecek...
kendiliğinden olacak, akacak işi de batırır bunlar. Hayır müdahale etmeseler belki çoktan almıştık krediyi.
Ayrıca ne yazık ki maaşımın da yattığı bankadır bu lanet. yatması mesele değil. doğru dürüst çalışan atm bulmaktaki sıkıntı anlatılır gibi değil. diyelim ki buldun; kesin nakit yoktur içinde. hadi git gişe kuyruğuna gir bekle ki gelsin sıra...
insan ben nerde yanlış yaptım diye düşünmeden edemiyor.
yeni nesil eurovision adayı ya da arağı.
"bit pazarını alet etme de direkt söyle beni gönderin eurovision'a" demek kaydı ile acilen uyarılmalı kendisi. *
Hiç unutmuyorum, 1977 baharıydı. Doğanın gelinlik kızlar gibi renklendiği günlerin birinde, Profesör Dr. Türkan Saylan ile, onun, istanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesindeki odasında buluştuk.
Türkan Hoca, Türk insanının filmlerden, romanlardan tanıyıp korktuğu, hatta doktorların bile yanlarına yaklaşmaya cesaret edemediği cüzzam (lepra) hastalarının tedavisi için savaş vermeye başlamıştı. Yurdu karış kırış dolaşıyor, karşılaştığı her cüzzam hastasını yeni bulunan bir ilaçla tedavi ediyordu..Bu amaçla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin arka tarafında, ağaçlar arasında, çukur bir yerde inşa edildiği için uzaktan hiç fark edilmeyen küçücük Lepra Hastanesi de bu çabanın odağı olmuştu;
O yıllarda TRT nin tek kanallı televizyonuna yaptığım programlar büyük ilgi görüyordu. Hoca ile buluşmamız da, onun çağrısı ve toplumu bilgilendirme amaçlı bir program ricasıyla gerçekleşmişti.
Mütevazı odasında Bakın çocuklar! diyerek başladığı konuşmasında, toplumun cüzzamı (lepra) yeterince tanımadığını, abartılı filmlerden ve romanlardan kaynaklanan gereksiz bir korkunun insanlara egemen olduğunu anlattı. ilginç örnekler verirken, bağışıklık sistemi güçlü olanlara bu hastalığın kolay kolay bulaşmadığını, hatta bazen evli olan çiftlerde bile, hastalığa yakalananın diğerine bulaştırmadığını gördüğünü söyledi.
Benim içim rahatlamıştı. Ama kameraman ve sesçi arkadaşlarımın ürkekliği hala sürüyordu. Onları kendilerine bulaşmayacağı konusunda güçlükle ikna ettikten sonra hep birlikte kalkıp, Bakırköye, o minik kliniğe gittik. Çekinerek girdiğimiz yer, bir yatakhane görünümündeydi. Hoca o yataklardan birine doğru gitti. Karşılaştığımız görüntü anlatılacak gibi değildi.
Yatağın üzerinde oturan hastanın bacakları dizlerinden, kolları dirseklerinden itibaren erimişti. Kulakları ve burnu yoktu, gözleri görmüyordu; Türkan Hanım, yavrusunun saçlarını okşayan bir anne şefkatiyle yaklaşıp:
Nasılsın .... Hanım? diye sordu.
Et ve kemik topu görünümündeki kadın, Hocanın sevgi dolu ellerine, eli olmayan kol kemikleriyle sıkı sıkıya sarılıp;
iyiyim Hocam, çok iyiyim, Allah sizden razı olsun! dedi.
Hocanın sevgi ve şefkat dolu yaklaşımı, hastanın verdiği cevap, o ana kadar Acaba bana da bulaşır mı?; korkusuyla çekingen yaklaşımlar sergileyen ekip arkadaşlarım için de büyük bir motivasyon kaynağı olmuştu. Artık kendimizi hastalara çok yakın hissediyorduk. Hasta kadının yüzündeki gülücükler, televizyon çekimi yaptığımız gün boyu hiç eksik olmadı.
O gün bir acı gerçeği daha öğrendim. Türkan Hoca gelinceye kadar hastalar doktorlarla pek yakın bir temas içinde olamamışlar. Hatta bir hasta, tüylerimi ürperten anısını paylaşırken aynen şunları söyledi:
Daha önce tıbbiye mezunları bizi görmeye gelir ve şu karşıki tepenin üzerine dizilirlerdi. Hocaları da uzaktan bir şeyler anlatırdı. Biz hastalar, Doktorlara hoş geldiniz demek için elleri bulunmayan bileklerimizle kopardığımız çiçekleri onlara vermek üzere yaklaştığımızda, hepsi adeta çil yavrusu gibi hastane bahçesinin içlerine doğru kaçışırlardı.
Türkan Hoca, işte böylesine yüce bir bilim abidesiydi. Olağanüstü çabayla Türkiye'de cüzzamın neredeyse kökünü kazıdı. Binlerce hastayı topluma, ailelerine kavuşturdu
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinde neler yaptığını, ne denli büyük başarılara imza attığını belirtmeye hiç gerek duymuyorum.
Ama gelin görün ki, fazilet cellatları, eli öpülesi, anıtı dikilesi bu çağdaş Türk kadınına şeytanın bile akıl edemeyeceği iftiraları yağdırmakta yarış ettiler.
Ama ne oldu?
Türkan Hoca bir efsane oldu.
Bir Türkan saylan ölür, bin Türkan Saylan doğar; Başımız sağ olsun
güneş balçıkla sıvanmaz diye bir laf vardır bizim memlekette. bilmem bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
O memleket çok uzakta son zamanlarda. sık sık atatürk'ün gençliğe hitabesini okuyorum ezbere bilmeme, her hecesini, her harfini özümsememe rağmen. her okuduğumda daha çok hırslanıyorum, çokça da rahatlıyorum hırsımın aksine. Biliyorum ki her toplumda bazı neferler vardır ki sadece dibini değil tüm kainatı aydınlatır. sadece senin benim bildiğim gibi var oldukları müddetçe değil; her daim ışımaya, ışıtmaya devam ederler. bugünler, bu çamurlar, bu debdebe, bu saçmalıklar silsilesi gelip geçici, insanların örümcek tutmuş fikirleri, at gözlükleri, kötücüllükleri, hazımsızlıkları geçici...
sanırım bu arbedeyi fazlasıyla ciddiye alıyoruz.
Aslına dönmek, gözü yanlışlardan doğrulara çevirmek gerek.
doğruluğun neferleri, türkan hocalar bakidir.
O nedenle her ne kadar artık vücuden yanımızda olmasa da fikirleriyle, devrimleriyle varoluşun sonuna dek yanımızda olacaklarından emin bir şekilde meşaleyi devraldığımızın ve birilerinin bizleri karanlığa gömmesine sessiz kalmayacağımızın ispatıdır hocamızın vefatı. Zira fikrimiz hür, vicdanımız hür. Gerisi fasa fiso.
15 temmuzda IKSV Caz Festivali kapsamında istanbul modernde kulaklarımızı şenlendirecektir. Biletler biletixte satışta ve kişi başı 30 ila 40 lira arasında değişmekte.
hali hazırda 156. sayfasında olduğum ayfer tunçimzalı can yayınlarıbaskılı romanın müstehzi* ismi.
çok kısa bir süre sonra biteceğe benzemiyor o nedenle sabredemeyip hakkında şu an itibariyle hissettiklerimi, düşündüklerimi yazmam lazım. *, *.
öncelikle bilinmelidir ki, kitaptan bir kaç sayfa okuyup kapattığınızda o an için * kitaba konu olan karakteri harbi harbi ailenizden biri sanıp, bu yanılsamayla annenizi ararken bulabiliyorsunuz kendinizi.
"n'aptı filanca hanım barışabildi mi bari kocasıyla?"
"ya anne bizim pasajda iç çamaşırı satan bir kız ismet vardı hatırladın mı?"
gibi ipe sapa gelmez sorular ve ahizenin diğer tarafından gelen sessiz , anlam veremez dinleyiş akabinde anlıyorsunuz ki ayfer tunç öyle güzel anlatmış ki başkalarının hikayelerini, bir bakmışsınız o başkalarının hikayesi sizin hikayeniz oluvermiş.
Roman boyunca kendinizi bir karakterden diğer karaktere koşarken bulsanız da bu hiç de yorucu ya da sıkıcı gelmiyor. iç dinamik oldukça tempolu şimdilik. Bunun yanısıra fonda seyreden türkiye ve dünya tarihinin farklı kesitlerine ait pasajlar oldukça eğlenceli.
Ama roman bittiğinde özellikle ailem tarafından şizofren damgası yemekten de korkmuyor değilim. **
bu seneki şenliklerde geceyarısına kadar hepbirlikte elele kol kola birbirinden yaşça, ırkça, milletçe ayrı, farklı insanların nasıl da tek bir vücutmuşçasına zıplayıp hoplayabileceği, çocuklar gibi şen olabileceği ispatlanmıştır. Tanıdık tanımadık herkesin elinde bir tef, göbek atanlar, yerinde duramayıp zıp zıp zıplayanlar, her yaştan her ırktan ve milliyetten binlerce kişi bir olduk dün akşam. Gündelik sıkıntılardan, dertlerden uzak, akıllarda hızır aleyisselam duysun diye zikredilen dilekler, umutlar, yerle yetinemeyip gökyüzünde rakseden tefler, davullar, zurnalar, saksafonlar.. daha nasıl anlatılabilir ki bu coşku, bu bahara hepbirlikte selam etme hali?