doktor odası önünde sırasını bekleyen kalabalık grubun içinde bir köşeye dikilmiş, araştırmacı gözlerle etrafı süzüyordu suzan. elinde numara yazan küçük kağıtlar ile, kapının üzerinde ara ara bir sıra yükselen elektronik tabelaya kilitlenen kalabalık ile dolmuştu koridor. bir kaç yaşlı amca ve dahaca fazla bir teyze grubu ise ellerindeki evraklar, test sonuçları ve filmlerle beraber geçilmesi imkansız bir saf düzeniyle doktor odasının önünü kilitlemiş, kapının aralanmasıyla beraber içeriye bir göz atabilme, bir soru sorabilme fırsatını bekliyordu. bu duruma anlam vermekte her seferinde zorlanırdı suzan. sonuçta kapı kapalıydı. ve herkesin elinde bir sıra numarası vardı. neydi bu merak, bu sabırsızlık.. hasta haline rağmen kendi kendine gülümsedi.
3 gündür geçmeyen boğaz ağrısı artık dayanılmaz bir hale gelince doktora gitmeye karar vermişti. alt kattan sıra numarasını almış ve muayenelerin yapıldığı bir üst kata çıkmış, kendisine verilen sıranın ne zaman geleceğini kestirmeye çalışıyordu. yaklaşık olarak 1 saat beklemesi gerektiğinde karar kılan suzan hemen bahçeye çıkmak yerine kalabalığı izlemeye karar verdi. çok iyi bir gözlemci değildi aslında. ama doktor odası ve bu odanın insan psikolojisine etkileri izlenmeye değerdi.
içeride olan bitenler bilinmesine rağmen nedense en çok merak edilen odalardan biri olmuştu doktor odası. bir kere içinde doktor vardı. nasıl bir doktordu acaba.. erkek? kadın? genç, yaşlı? aynı anda kaç kişiye bakabiliyordu? iyice bir muayene ediyor muydu? hemen tahlil istiyor muydu? içeride neler oluyordu lanet olsun! hem bu kapılarda niye cam yoktu? niye sadece içeriden açılabiliyordu? halbuki eskiden ne güzel, normal bir oda gibi girilebiliyordu doktor odasına. herkes soracağını kavga dövüş te olsa soruyor, göstereceğini gösteriyor, bakacağına bakıyordu. meraklı millettik vesselam. merakımızı dizginleyemiyordu hiçbir engel. yeri gelince kendi oğlumuzun gerdek gecesini bile gözetliyor, içten içe tezahürat ediyorduk bizim oğlana kapı deliğinden.
doktor odasının kapısı aralanınca bütün meraklı gözler oraya çevrildi. hatta kısa boynu, takım elbiseli kel bir adam koridorun diğer ucundan koşarak geldi açılan kapıya. içeriden zayıf, yaşlı bir teyze çıktı öksüre öksüre. kısa boylu kelin yetişmesine fırsat vermeden kapattı kapıyı arkasından. "iyi bi doktor, bayan, genç" diye bilgi verdi dışardakilere yaşlı teyze. kapının önünde başlayan uğultuya yetişemeden gözden kayboldu.
- bayanmış doktor hadi gene şanslıyız..
- genç doktorlar da iyi olmaz ya hadi bakalım..
- hıyar bile 3 ayda yetişmiyor be ya..
- çok da genç değil canım tecrübesi var.. üçüncü gelişim benim..
- verdiği ilaçlar çok iyi geliyormuş..
- hem erkek doktorlar çok kötü davranıyor zaten.
- geçen bi kovmadığı kaldı beni odadan. erkek değilmi nolucak.
- bayan iyidir bayan.
- her bi tarafımıza bakar..
- kaç doktora gittim de şu boğazımın şişine bi çare bulamadılar..
son cümleyi kuran teyze hastalığından bahsederek patlamaya hazır bombanın fitilini ateşlemişti.
- seninde mi şiş? ay valla benim de.. 2 ay oldu inmedi meret.
- eniştemde vardı benim böyle bir şiş. sonradan tümör çıkmasın mı?
- ay allah korusun oğlum ne diyon sen öyle?
- kişniş otu iyi gelir diyorlar ya deneyen var mı acep yavrum?
- seni kandırmışlar teyze ineklere veriyoz onu biz, mideleri bozulduğunda.
- kişniş bağırsakları kurutur yeğenim vermeyin yazıktır hayvanlara.
- hayvan be ya noolcak?
eğleniyordu suzan. gözleri kapı açılınca koridorun öteki ucundan koşarak gelen kısa boylu kele kaydı. kendisini köşeye sıkıştırıp tüm rahatsızlıklarını zorla anlatan, gitmeye yeltendikçe eliyle dizine bastırıp onu gerisin geri yerine oturtan bembeyaz saçlı yaşlı teyzenin elinden zar zor kurtulmuş, pencereden dışarıya bakıyordu. avını elinden kaçırmış yaşlı bir örümcek gibi sandalyelerden birine kurulmuş, kendisine yeni bir av gözetleyen teyzeden bunaldığı ve nefes almaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. bir an önce işini halledip kurtulmak istiyordu bu ortamdan. kendisine soru sorulmasından, tanımadığı insanlarla muhabbet etmekten sıkılan biri olduğu besbelliydi. o sırada tekerlekli sandalyesini kendisi kullanmakta olan başka bir teyze usulca yanaştı kısa boylu kele. ceketinin eteğinden çekiştirerek daha ne kadar sırası olduğu sordu.
kısa boylu, takım elbiseli kel henüz sakinleşebilmişken gelen bu soru karşısında ne yapacağını bilemedi. ne kadar sırasının kaldığı neden ilgilendiriyordu ki bu teyzeyi? ne yapacaktı cevabı öğrenip? kendisi de iyice yaşlanınca böyle bir insan mı olacaktı acaba? çıldırmaya başladığı hissetti kel. kapının önündeki kalabalık.. sürekli soru soran, içeri girmeye çalışan, birşeyler anlatan insanlar.. yaşlı teyzeler, amcalar.. sakinliğini korumaya çalışarak "daha çok var teyze napıcan hayırdır?" diyerek sertçe cevapladı teyzenin sorusunu. teyze ise aldığı cevap sonrası kele cevap dahi vermeden sürdü sandalyesini. kısa boylu kel bakakaldı arkasından. kuruyup kalmıştı.. yok, kesinlikle hastanede kol gezen bir virüs vardı. bulaştığı insanları mutasyona uğratan, beyin fonksiyonlarının geçici olarak körelmesine, çene kaslarının ise açılmasına neden olan bir virüs.
öte yandan, suzan merdivenin başında dikilmekte olan bir gencin uzun süredir kendisine baktığının, özellikle de dizinden yarım karış yukarıda olan eteğine iyice yoğunlaştığının farkındaydı. kafasında türlü fanteziler dönüyor olmalıydı. çocuğun kafasının içine girebilse, kendisini boş bir hastane odasında, hasta yatağında yatmakta olan genç çocuğun kucağında zıplarken görecekti. işte gene bakıyordu bacaklarına. ama suzan'ın kendisine baktığının farkında değildi genç çocuk. kafasını kaldırıp dosdoğru kendisine bakmakta olan suzan ile göz göze gelince utandı genç. hemen kaçırdı bakışlarını. ama suzan onun çok kısa bir süre sonra gene kendisine, daha doğrusu bacaklarına kaçamak bakışlar atacağını çok iyi biliyordu. buna da gülümsedi. herkes kendi derdindeydi. hastalığını anlatmazsa ölecek olan teyze, zorla başkasına dertlerini anlattıran yeşil yolcu amca, bir an önce kaçıp kurtulmak isteyen kısa boylu kel, genç bacakçı.. herkesin kendine göre bir derdi vardı. bu kadar çeşit insanı aynı ortama dolduran tek şey ise doktor odasıydı. o büyülü, o gizemli, o sabırsız yer..
işini bitirip, her gün aynı manzaraların yaşandığı, kişilerin değişip oynanan rollerin aynı kaldığı bu yerden ayrılmakta olan suzan son bir kez baktı bu kalabalığa. gidişini bir tek bacakçı farketmişti. nasıl olsa gidiyor artık cesaretiyle kafasını kaldırmış bacaklarına bakarken kendisine doğru ağır ağır yaklaşmakta olan bembeyaz saçlı teyzenin farkında değildi.
yazının devamının okunmasına etkisi büyük olduğundan önemli cümlelerdir ancak bokunu çıkaran arkadaşlarımız da yok değil. Örneklerle pekiştirelim:
giriş 1: açılın lan amına koduklarım!
bu girişten sonra o kadar gerçekçi, şok edici veya o kadar komik olmalısın ki anlatamam. yoksa bu iddialı girişi adamın götüne sokar yazar milleti. oradan bi açılırlar tek başına piç gibi kalırsın o başlıkta. mına kodumun at kafası seni. ama milleti etkilemeyi başarabilirsen senden kralı olmaz. eşek sikildiği yere gider hesabı bırakmayız peşini.
giriş 2: insanlar doğar, büyür eeh sikicem tanımını da cümlesini de.
bu isyankar ve sabırsız girişlere sahip arkadaşlar herşeye isyan, herşeye karşı olan arkadaşlardır. tanımı da siker, formatı da siker, moderasyonu da siker, yeterli olanaklar sağlanırsa kendisini bile siker. bu arkadaşlara sakin yaklaşmak gerekir. Çünkü sikilebilir şeyler listesinde nick altınız da vardır muhakkak. ne gerek var itle uğursuzla uğraşmaya. ulusun efenim.
giriş 3: öyle uzun ve hüzünlü bir geceydi ki..
olm kızlar piç erkeklerden hoşlanıyorlar artık. kim siker senin geceni, hüznünü?
giriş 4: şu ana kadar kendime bile itiraf edemediğim..
sen allahından bul yalancı, pis, köpek.
giriş 5: sevişmek ya da sevişmemek, işte tüm mesele buydu.
senin sevişme diye bir meselen olsaydı bile, sikimizde olmazdı inan. ama gene de dürüstlüğünden ötürü kutlarım seni çocuk. gözleri ala çocuk. bir gün sevişeceğini biliyorum. güzel günler görecek, motorları maviliklere süreceksin. yavaş kullan.
bi de entry'yi bitirme cümlesi var. o siktiminin cümlesini ben de henüz kuramadığım için önce bi öğrenmem lazım. sonra yazarım. selametle. canlarım benim ya..
- gel la adamım pes'te veriyim eline avcuna.
+ lan gene mi sen? bi siktir git oğlum belamısın, bidaa girmicen demedim mi lan ben sana buraya?
kabus her geçen gün daha da büyüyordu. ipini sapını koparan herkes gelmeye başlamıştı artık. batak, okey ve play station oynayanlarla, sabahtan akşama kadar çay içip sonra siktirolup gidenlerle ve en acısı da bir iki masa birleştirip saatlerce karı kız muhabbeti yapanlarla dolmuştu komün yaşam merkezim. bu topluluğu kontrol edemiyordum artık. batak masasından koparıp bir eylem, bir aktivite, bir reklam kampanyası için adam bulamaz olmuştum. oysa ilk zamanlarda böyle miydi, veya böyle mi hayal etmiştim bu güzelim yeri. en iyisi hikayeyi en baştan anlatmak pek devrimci komün kardeşlerim.
üniversite 7. sınıfta aklıma gelen bu dahiyane projeyi bütün arkadaşlarım büyük bir heyecanla karşılamış, mükemmel bir fikir olduğu konusunda birbirleri ile yarışmış, bu oluşumda bana maddi manevi her türlü desteği vereceklerini üst üste tekrarlamışlardı. onların bu heyecanı beni daha da coşturmuş, inceden olaya girmeye başlamıştım. bir komün yaşam merkezi kuracaktım. sabahtan akşama kadar cafelerde çay içen, batak oynayan, dergi okuyan ve muhabbet eden üniversite gençliği -ki ben kendilerine lüzumsuzlar diyorum- hedef kitlem idi. bir dükkanın, mağazanın açılış aktivitesi, bir ramazan eğlencesi, bir markanın 100 kişiyi kendi t-shirt'ünü giydirip şehire salarak yapacağı reklam, sevgilisine evlenme teklifi edecek, bir arkadaşına eşek şakası yapacak herhangi biri için istediği kadar adamı ve aktiviteyi sağlayacağım bir merkez kuracaktım. bu iş için hizmet vereceğim müşterilerden parayı alacak ve tüm merkez üyelerimin ücretsiz, veya çok az bir ücretle faydalanabileceği merkezime kitap, play station, çay ocağı, nargile, kağıt ve hatta araba alacaktım. üye kartı bile çıkaracaktım. üyelerim ve en önemlisi ben kesinlikle paradan yararlanmayacak, tüm para komün üyelerinin faydalanabileceği şeyleri satın almak için kullanılacaktı. üyelerin bu imkanlar karşılığında tek yapmaları gereken aldığım işlere katılmak olacaktı. akşama kadar öğrencilerin anasını belleyen cafeler, barlar siki tutacak, komün yaşam merkezim dolup taşacaktı. çalıştırdıkları adamın emeğine biçtikleri 5 kuruşluk parayı bile onlara çok gören küçük reklam ve organizasyon şirketleri öyle kolayca köşeyi dönemeyecekti. hepsinin amına koyacaktım. asıl amaç insanlar, daha doğrusu üniversite öğrencileri cafelerde ömür çürütmemeliydi, merkezimde kitap okumalı, tiyatro yapmalı, müzik dersi vermeli ve özgürce, yapılacak aktivitelerde rol almalıydı.
ilk hesaplamaları yaptım ve bu işe girmek için başlangıç olarak 10.000 lira gibi bir rakam gerektiğinde karar kıldım. ilk iş olarak pek muhterem kadim dostlarım ali ve utku'nun kapısını çaldım. direkt para mevzusuna girmeyecek, daha önceden defalarca üzerinde konuşup planlar yaptığımız komün yaşam projesi konusu kendiliğinden açılacak ve onlar heyecanlı heyecanlı tartışırken birden artık uygulama aşamasında olduğumuzu sevinçle haykıracaktım yüzlerine. konuyu ilk olarak onların açmasını bekledim. ama buluşmamızın üzerinden 1.5 saat geçmiş olmasına rağmen ne utku ne de ali şerefsizi bir türlü konuyu açmıyor, alakasız konulardan bahsediyorlardı. arasıra bana dönüp "hemi adamım" diyerekten konuştukları sikimtrak konuları onaylatıyor, bense içimden" he amına koduklarım he" diyerek onları onaylıyordum. en son ali ipnesi görüştüğü son işyerinden de olumsuz cevap aldığını anlatırken artık dayanamadım ve "olm siktiret işi gücü, kuruyoz mu komün yaşam merkezini?" diyerekten mevzuya daldım. utku şerefsizi ali'nin vereceği cevabı beklemeden hemen olumsuzlukları sıralamaya başladı. yok efendim yan gelirin olmadan karnını doyuramazmışsın, götün açıkta kalırmış, o kadar insanı kontrol edemezmişsin, merkeze alacağın arabaya kız atıp alem yaparlarmış diye hebele hübele konuşup resmen muhabbetin içine sıçtı. boka bakar gibi yüzüne bakıp "sen ne dersen de oğlum ben bu işe başlıyorum, hatta kiralayacağım yeri bile ayarladım" dedim. masada derin bir sessizlik oluştu. konunun para mevzusuna geleceğini ben daha cümlemi bitirmeden anlayan ali şerefsizinin ağzını bıçak açmıyor, o coşkulu, o projeperver devrimci kişilik telefonunun menüsünü anlamsızca karıştırıyordu. utku ipnesi ise bildiğin, yalandan birine mesaj yazıyordu. demek benim projem hakkında sadece yorum yapmış olmak için, gülüp eğlenmek için konuşup coşmuşlardı. uygulamaya geçeceğim ve bir gün kapılarını çalacağım bir an olsun akıllarına gelmemişti. hiçbir şey söylemeden sessizce kalktım masadan.
o sinirle asıl kadim dostum ismail'i aradım. ismail saygıdeğer bir kapitalist bankada çalışan ve zamanında projem hakkında olumlu yorumlar yapmış, çevresinde sevilip sayılan bir insandı. kendisine artık uygulamaya geçtiğimi ve 10.000 liralık bir krediye ihtiyacım olduğunu söyledim. bende sike sürülecek akıl olmadığını noktalama işareti olarak kullanarak cümlelerini tamamladı ama yine de yarın gelip krediyi çekebileceğimi söyledi. kendi işimi kendim görecektim. kimseye ihtiyacım yoktu.
parayı çekmiş, mekanın ilk ay kirasını ödemiş ve geniş arkadaş çevrem ve onların arkadaşlarının da katıldığı mükemmel bir açılış yapmıştık. etrafta biriken kalabalık ne açıldığını zerre kadar anlamamış olsa da coşkumuza katılmış, ara sıra atılan "yaşasın komün yaşam merkezi" sloganlarına bile katılmıştı. ancak bu kalabalık ve bu devrimci sloganlardan sonra 5 adet çevik polis minibüsünün ve bir adet panzerin birden ortaya çıkıp sirenlerini çalarak kalabalığı dağıtması fazla uzun sürmedi. düşünülenin aksine bu durum benim ve merkezim için mükemmel bir reklam aracı olmuş, eskişehir gazeteleri ve televizyonlarında günlerce plan ve projelerimi anlatabileceğim bir imkanı karşıma çıkarmıştı. bu imkanı çok iyi bir şekilde kullanarak bütün şehrin konudan haberdar olmasını sağladım. üye sayımız her geçen gün artıyor, her geçen gün daha da popüler oluyorduk. ilk ayın sonunda 750 üye olmuştuk. tüm şehir bizden ve aktivitelerimizden bahsediyordu. mükemmel doğum günü ve evlilik teklifi süprizleri gerçekleştiriyor, harikulade renkli açılışlar ve halk eğlencelerinde boy gösteriyorduk. kazandığımız parayla merkeze 4 adet play station, mini bir kütüphane, bir bağlama, bir gitar ve en önemlisi bir adet çay ocağı almıştık. bir zamanlar sadece hayallerimi süsleyen bu merkez akıl almaz bir hızla gelişiyordu. 6 ayın sonunda üye sayımız 2500'ü bulmuş, komün yaşam merkezinin bulunduğu iş hanını komple merkeze dahil etmiş adeta bir komün yaşam kompleksi haline gelmiştik. özel televizyon kanalları, haber ve eğlence programları, radyolar, gazeteler bizden bahsediyor, hakkımızda akademik makaleler, sosyolojik tezler yazılıyordu. ben ise gelişmeleri sadece gülümseyerek takip ediyor, insanlara nasıl daha faydalı olabilirim, onlara daha nasıl imkanlar sağlayabilirimin peşinden koşuyordum. amaç paranın olmadığı kültürlü bir toplum yaratmaktı. kütüphanemize tolstoy, dostoyevski, marx, yaşar kemal ve daha bilimum nice yazarın sayısız kitabını dahil etmiş, toplu müzik kursları açmış, açık hava konserleri ve tiyatro gösterileri başlatmış, rutin olarak her cumartesi ülke meselelerinin konuşulduğu açık hava tartışma günleri etkinliğine start vermiştik. tüm şehir çok mutluydu.
tabi bu sırada zamanında eskişehir'in olmazsa olmazı olarak gösterilen öğrenci mekanları cafeler sinek avlar olmuştu. tehdit üstüne tehdit alıyordum. topluluğa yaptığım bir konuşmamda sarf ettiğim "duvarlara karikatürler yapıştırarak, ilginç aksesuarlar koyarak bir kültür yarattığını sanan ve bu sayede mekanını doldurarak 3.5 liraya sevgili öğrenci kardeşlerime çay satan oportünist cafe sahipleri" cümlesini üzerine alınarak ecasen’i (eskişehir cafe sahipleri sendikası) kuran 3 cafe sahibi beni adalar'da satırla kovalamış, karşıdan bando çalıp "eskişehirspor oleyyy" marşlarıyla yaklaşmakta olan komün yaşam merkezi üyelerinin beni farketmesi ile ölümden son anda kurtulmuştum. şu an bu uzun cümleyi kurabiliyor isem o arkadaşlar, daha doğrusu yanlarındaki çılgın eskişehirspor taraftarları saksafon, trompet ve trompet çalmakta kullanılan sopaları bir silah olarak ustaca kullanabildiği içindir.
2. yılımızın ilk günlerinin mutluluğunu yaşadığım günlerin birinde nerdeyse adlarını dahi unuttuğum ali ve utku isimli eski dostlarım ziyaretime geldi. onları mutlulukla karşıladım. çay ocağından üç çay söyleyerek koyu bir muhabbete daldık. eski günleri yad ettik. başarılarım için beni ısrarla tebrik edip sonunda esas mevzuya geldiler. satın alacakları portakal ve zeytin bahçeleri için benden borç para istiyorlardı. onlara yırtık cebimi göstererek ne bende ne de şirket hesabımda para olmadığını anlattım. ama bir türlü 3000 kişilik bir şirketin nasıl parasının olmayacağını kafaları almıyordu. onlara benim asıl amacımı hala anlayamamış oldukları için küfrettim. zaten ağzımı burnumu kırmak için küfretmemi bekleyen ve parasız olduğum için daha da cesaretlenen bu iki yavşak bana ve komün yaşam merkezime ağza alınmayacak hakaretler edip ağzıma ağzıma vurdular. kapıdan çıkarken "hakiki komün yaşam merkezi" adıyla rakip bir şirket kurarak beni sikerteceklerini de eklemeyi ihmal etmediler. o günden sonra onları bir daha görmeyeceğimi biliyordum, veya ben öyle sanmışım.
2 yılın sonlarına doğru işler boka sarmaya başladı. pek sevgili komün topluluğumun içindeki o kapitalist ve tüketici ruh uyanmıştı. o üreten topluluk gitmiş yerine akşama kadar oyun oynayan, televizyon izleyen, tolstoy yerine boxer dergisi okuyan, sağda solda yiyişen ve göbeğini kaşıyan bir topluluk gelmişti. geri dönülmez bir yola girdiğimizi hissetmeye başlamıştım. gene bir sabah bu düşüncelerle uğraşırken birden memed ali girdi içeri. memed ali merkezimizin çay işleri emekçisi idi. ama emeği takdir edilmemiş olsa gerek ağzı burnu kan içindeydi. durumu anladım. çay için verilen parayı almadığı için ikinci kez serhat ve arkadaşlarından dayak yemişti. serhat’ı yanıma çağırdım ve neden böyle bir şey yaptığını sordum. "artık para kazanmak ve kendi kazandığım parayla cafede yanımdaki kızlara hesap ödetmeden artizlik yapmak istiyorum abi, çok bunaldım ben böyle" dedi. hak verdim kendisine. odama, bilgisayarımın başına döndüm ve üyeler.xls dosyasından serhat’ın üyeliğini anasına söverek silerken birden akşamki etkinliği hatırladım. akşamki açılış için hala 20 adet ilave palyaço ayarlamam gerekiyordu. ama 3000 kişinin içinden 20 kişi bulamamıştım. endişe ile kapıya yönelip aşağıda türlü oyunlar oynayan topluluğa seslendim. kimse beni siklemeyince sesimi daha da yükselterek bu akşam için 20 gönüllü palyaçoya ihtiyacım olduğunu söyledim. ancak toplulukta homurdanma başladı. sıkılarak sikenimi arasınız, gınaa gelip sikenimi arasınız, yetti ulan deyip sikenimi ararsınız… derin bir üzüntüyle odama döndüm. çöküşe geçmiştik artık, bu çok belliydi. sonraki hafta toplu müzik kurslarımız sona erdi. bağlama ve gitar hocalarımız artık bar ve cafelerde çalıp para kazanmak için aramızdan ayrılmışlardı. siktiğimin palyaçoları ise kendi palyaço şirketlerini kurmuşlardı. nitelikli ne kadar adamım varsa birer birer kaybediyordum. kalan adamların nitelikleri ise bir zamanlar iyi vakit geçirilir düşüncesiyle aldığım kağıt, okey, play station gibi araçlarla köreliyordu. ne bir kültürel aktivitemiz ne de bir halk etkinliğimiz kalmıştı. içeri giren çıkan uğursuzun haddi hesabı yoktu. bir it sürüsüne dönüşmüştü güzelim topluluk. komün yaşam merkezim ise bir fare yuvasına.. evet tam bir fare yuvası olmuştu artık burası. aldığımız işler gözle görülür bir şekilde azalıyor, merkezde düzenlenen batak, tavla turnuvalarının sayısı ise ters istikamette hızla artıyordu. göz göre göre batıyorduk. batmamız değil de insanların yozlaşması ve kapitalist kültüre yenik düşmeleri içimi paralıyordu. derin bir üzüntüyle kütüphaneye yürüyüp marx'ın ölümsüz eseri das kapital'i yarım saatliğinede olsa okumak için arandım. ama bulamadım kitabı. kitapları çalıp satıyorlar mı ipneler diye düşünürken bir masanın üzerinde gördüm. nedense buna inanılmaz derecede sevindim. demek hala kendini bozmamış, das kapital okuyan kültürlü genç arkadaşlar vardı. kitabın rastgele bir sayfasını açtım. işçi sınıfı ve patron sınıfı arasındaki çıkar çatışmaları diye bir paragraf beklerken karşıma king ve batak puanları çıktı. it oğulları güzelim kitabın her bir sayfasını boşluk bırakmamacasına doldurmuş, yazılardan boş kalan yerleride cinsel organ resimleriyle tamamlamışlardı. üzüntüyle eve gittim, saatlerce uyudum.
düşünceli bir şekilde merkeze doğru yürüdüğüm bir akşam şirket arabalarından birini merkezin arkasındaki sokakta park etmiş halde gördüm. içerisinde birilerinin olduğu belli oluyordu. selam komün kardeşlerim demek için yanaştım ve ne göreyim! grup olarak yaşama kavramını abartmış iki kız ve iki erkek delice sevişiyor ve arabayı adeta bir hallaç pamuğu gibi sallıyorlardı. demek utku haklıydı! işte o an çıldırdım. delirmiş bir halde merkeze girdim ve kapıyı son hızla arkamdan kapattım. noluyo amuğa goyiiim diyerekten batak masasından kalkan kafalar bana yöneldi. komün piçlerine hiddetle soluyarak baktım. huzursuzlandılar. sonra bende film kopmuş diye anlatıyorlar. deli gibi ordan oraya saldırmış, piçleri önüme katarak kovalamışım. hamamböceği gibi kaçışmışlar. bazılarını porsuğa kadar kovalayıp dereye döktüğümü söylüyorlar. hiçbirini hatırlamıyorum. küpeli ve uzun keçi sakallı bir yavşağın sakalını ateşe verip, omzuna çıkarak kafasını ısırdığımı sonradan beni çekmiş amatör bir kameranın videosunda izledim. fare yuvasını dağıtmıştım..
olmamıştı. insanın içindeki kapitalist ruhun ve kültürün asla ölmeyeceğini acı bir şekilde anladım. merkezi kapattım. elimde hiçbirşey kalmamıştı. koca şehre rezil olduğumdan ve 17500 liralık kira borcundan ise bahsetmek istemiyorum.
bir gün bir ağaç altında otururken az ilerimde üç adet bmw durdu. birinden ali, birinden utku, birinden ise ismail indi. konuşarak bana doğru yaklaşıyor, bu sırada da arabalarını ellerindeki anahtarlarla cılık cılık öttürerek eğleniyorlardı. beni fark etmediler. yanımdan geçerken ismail’in kıbrıs’taki yeni yatırımlar hakkında diğerlerine brifing verdiğini duydum. böğürerek ağlamaya başladım.
başka bir zaman olsaydı o kadın o kadar milletin arasında memesini çıkarıp kaşır mıydı?
işte bu rahatlıktan bahsediyorum. çoksa hamileliğin pek rahat bir tarafının olmadığını ben de tahmin edebiliyorum.
şu hormonlar yok mu.. dünyanın gidişatını belirliyor ipneler. insan davranışları üzerinde öyle keskin etkileri var ki.. kadın hamile kalınca da "bişey oluyo lan hadi salgılanalım amına koyim" diyerekten devreye giriyor şerefsizler. rahatlık ve dünya sikimde olmaz adlı hormonlar maksimum seviyeye ulaşıyor ve çıtı pıtı, bakımı makyajı kuaförü eksik olmayan, diyet bağımlısı alımlı ve çekici bir bayanı tanınmayacak hale getiriyor.
çocuğu doğurduktan sonra da devam eden rahatlıklar var ama şu an konumuz o olmadığı için pas geçiyorum.
ama ne olursa olsun çok sevimli görünüyorlar. tavsiyem zaten oldukları gibi rahat bırakılmalarıdır. çünkü aşırı alıngan ve akabinde saldırgan olabiliyorlar. ayak parmaklarını gözünüze sokup gece yatarken kasten üzerinize işeyebilirler. aman diyim.
askerliğin ilk günü sudan çıkmış balık gibi olur erkek. o ana kadarki entellektüel birikimi, sosyal yaşantısı, başarıları, başarısızlıkları, sarı saçı, mavi gözü tamamen önemsizdir. nizamiyeden girerken sayaç sıfırlanır ve herkes orijinden başlar oradaki hayatına.
Nizamiyeden girişte ilk olarak ne kadar elektronik alet edevatımız varsa onları aldılar. sonra sigorta için para yatırma kuyruğuna girdik. Askerde iken ölürsek ailelerimize yalan olmasın ama yaklaşık 30000 tl verileceğini beyan eden bir kağıdı imzaladıktan sonra muayene odalarına doğru yollandık. Belden yukarısını soyarak dövme ve jilet izi kontrolü yaptılar ve akabinde traşa ve duşa yönlendirildik. sırasıyla boşalan kabinlere girip ılık suyla yıkanıyor, kurulandıktan sonra bir sonraki istasyon olan aşı istasyonuna gidiyorduk. Evet istasyon. Seri üretim bandında ilerleyen boş kola şişeleri gibiydik. Her bir istasyonda durup, oradaki işlem tamamlandıktan sonra bir sonraki istasyona geçiyorduk. Evet tam bir asker üretim bandı mantığıyla çalışıyordu burası. Son olarak aşılar yapılıp askeri kıyafetleri giydikten sonra süreç tamamlandı ve normal bir insan olarak girdiğimiz nizamiyenin diğer kapısından şaşkın birer asker olarak çıktık.
insan askerdeyken özlüyor. Bazen neyi özlediğini bile bilmeden özlüyor. Ulan bi dışarda olsaydım.. diyor. Cümlenin devamı gelmiyor ama çoğu kez. Sigaranın tutuşan ucu dolduruyor o sessiz boşluğu. Bu yüzdendir ki ilk çarşı izni askerlikte kutsaldır. Silah namus ise ilk çarşı izni şereftir asker için. Daha çıkmadan günler önce başlar hayali, muhabbetleri.. herkes gideceği yerleri anlatır birbirine. Bir kısım eleman geneleve gideceği için bu grup bir süre sonra topluluktan ayrılıp ayrı bir yerde karı kız muhabbetine başlar. Bu grubun tüm üyeleri kendi şehirlerinin seks elçileri gibidir. askere geldikleri şehirdeki herkesi sikmek için uzun eleme turları sonucunda belirlenmiş olan seçilmiş insanlardır. Her biri o kadar çok sevişmiş ve o kadar çok hatunla beraber olmuştur ki muhabbet saatlerce sürer. Muhabbet sırasında iyice gaza gelen elemanlardan biri diğerini parmaklayınca muhabbet kavgaya dönüşür. Birbirlerini sikerler. Her iki haftada bir tekrarlanır bu döngü. ve kesinlikle önlem alınamaz, önüne geçilemez.
Daha önceden kafamda kararlaştırdığım gibi ilk çarşı iznimde, birliğin yüz metre ilerisindeki çocuk parkına gidip oturdum. Hava sıcaktı ama inceden ılık bir rüzgar esiyordu. Çocuklar henüz gelmemişti. Kendisi gibi yaşlı olan köpeğini gezdiren bir amcadan başka parkta kimsecikler yoktu. Hafifçe geriye yaslanarak gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. Parkta yetişmiş türlü çiçeklerin birbirine karışmış o keskin kokusunu doldurdum içime. Artık huzurluydum. Birlikteki keşmekeşliklerden, saçmalıklardan, gereksizliklerden ve insanı yoran hiçbir şeyden eser yoktu. Uzun süre oturdum o parkta. Gelip oynayan çocukları, el ele dolaşan sevgilileri ve denizi izledim. Akşam birliğe girmeden son bir sigara içebilmek için aynı parka uğrayacağıma dair kendime söz vererek ayrıldım oradan.
son giriş saati olan 17:30'a yaklaşık yarım saat kala parka geldim. Cehenneme girmeden önceki son cennet bahçesiydi benim için. Çocuk parkı tasarlayan insan psikolojisini düşündüm bir süre. tahterevalliler.. bir çocuk durduk yere neden böyle sikindirik bi oyuncağa binerdi acaba? Bak kaydırağı anlarım. Salıncağı anlarım ve saygı duyarım ama tahtera. demeye kalmadan suratımda bir top patladı. muhtemelen Parkta top oynayan çocuklardan biri topu zımbalamış ve top tam kulağımda patlamıştı. Sarsıntının şiddetinden elimdeki sigarayı düşürmüş olmama rağmen Gülümseyerek topu yerden aldım ve sevecenlikle "biraz daha dikkatli oynayın çocuklar" diyerek gerisin geriye çocuklara attım. "nasıl oynayacağımızı sana mı soracağız lan sikik" diye bir karşılık alınca şaşırdım biraz. 10-11 yaşlarında bir çocuktu. Muhtemelen sorunlu bir çocukluk dönemi geçirmiş ve büyük bir ihtimalle pek tekin olmayan bir mahallede yetişmişti. Gülümsememi hiç bozmadan "tamam devam edin çocuklar sorun yok" dedim. "korktun mu lan" dedi. "korktun mu lan piç?"
Ben aslında sakin bir insanım. Hele kendimden küçük birine öte git dediğim görülmemiştir. Ama yüce manitu şahidim olsun ki o çocuğu orada evire çevire döverken çok keyif aldım. Öyle güzel ele geliyordu ki, zevk için dövülmek, stres topu olarak tekme atılmak için yaratılmıştı. Ama insanın arsızı yok mu, akıllanmıyor. Elimden kurtulunca 20 metre ileride durup bir yandan ağlayarak beni dayısına siktireceğini söyleyip durdu. Saldım gitti sonra, peşlemedim.
akşamına kulede nöbet tutarken gördüm dayısıyla. Sokak sokak Beni arıyorlardı. Sonra iki kişi daha katıldı bunlara. Kolunun altındaki futbol topuyla dayısına ve kim olduğunu bilmediğim o iki kişinin önüne düşmüş, bir yandan beni tarif ediyor bir yandan dayak yediği yeri gösteriyordu. Nasıl bir kin, nasıl bir nefretti bu çocuktaki? Hiç mi insan sevgisi yoktu? Beni dayısı ve dayısının arkadaşlarına siktirince ne zevk alacaktı? Emre belözoğlu'nun çocukluğu olmalıydı bu. Başka bir açıklaması olamazdı bunun.
duygusal yazmayı pek sevmem ya, bu gar aklıma geldiğinde bile gözlerim doluyor, bırak içinde olmayı..
bir mekan ki, sevgiliyi gözü yaşlı bırakıp arkamda, kapısını zorlanarak açtığım, dönüp arkama bakamadığım, içerisinde attığım her bir adımın bir bıçak yarası gibi karnıma saplandığı.. tren biraz daha geciksin de aynı havayı biraz daha fazla soluyabileyim dediğim, tren gelince belki son bir kez görmek için gelir diye arkama baka baka yürüdüğüm..
ayaklarım geri geri gittiği halde bindim o trene. yerimi bulup oturdum, göz yaşlarım farkedilmesin diye yüzümü yapıştırdım cama. ama yazarken bile hala yalan söylüyorum kendime. belki koşarak gelirken görürüm onu, belki ona benzeyen birini görüp, o olma ihtimali ile mutlu olurum düşüncesiydi yüzümü cama yapıştıran. ama gelmedi, ona benzeyen birini de göremedim..
o makinist düdüğünü duyduğum an ne olduysa, içimden birşeyler artık kabına sığmayıp nasıl taştıysa her bir yanımdan, aldım sırt çantamı fırladım trenden. garın kapısına kadar koştum. soluk soluğa kalmış olsam da durmadım, hızla girdim içeri, uçarcasına katettim o ufacık mekanı. rüzgar gibi açtım garın dış kapısını. hızlı olursam, hiç durmadan koşarsam belki yetişebilirdim. ama işimi şansa bırakamazdım, garın önünde bekleyen taksilerden birine binersem doktorlar caddesinin bitiminde yakalayabilirdim onu.
bir taksi ayarlayabilmek için kaldırdım kafamı ve garın karşısında mavi bisikletine yaslanmış ağlarken gördüm onu. yerimden kımıldayamadım. allah taş yapar derler ya, aynen öyle kaldım bir süre. büyülenmiş gibi izledim bi süre ağlamasını. sonra o da kaldırdı kafasını, gardan tarafa doğru. gördü beni. o ana kadar neydi bilmiyorum ama o andan sonra benim için dünyadaki en güzel şey bir insanın ağlarken birden mutlulukla gülümsemeye başlamasıdır. gülmek bir insana bu kadar mı yakışırdı.. nasıl koştum yanına, nasıl sarıp sarmaladım onu garın ışıkları üstümüze vururken, bilmiyorum.. mutluluktan konuşamadık birkaç dakika, birbirine kilitlenmiş iki çift parlayan gözden başka birşey değildik..
2.5 yıl önceydi. şimdi ayrıyız. o parıldayan gözlerden eser yok şimdi. ama o gar hep orada duracak. hayatımın en hüzünlü ve en mutlu anını aynı gece yaşamama şahitlik eden o gar her seferinde hatırlatacak bana mavi bisikletli sevgiliyi..
çok kısa sürer. izin vermezler hacı o hissiyatı yaşamana.
yaş daha 8-9 o zamanlar. dedemlerin bahçesinin duvarına yaslanmış sokakta top oynayan abileri seyrediyordum. nasıl olduysa biri topa bir vurdu, top havadan dedemlerin bahçeye doğru uçmaya başladı. ani bir refleksle uzandım ve bir wakabayashi edasıyla topu bahçeye düşmeden yakaladım. olayı hepsi bu aslında. detaylara girelim.
dedem mahalle çocuklarının en nefret ettiği mahalle yaşlıları listesinde ilk sırada gelirdi. gözü gibi baktığı bahçesine düşen toplara zerre kadar acımaz, "haah koduklarım" diyerekten topa doğru seğirtir, topun oraya varınca önce eline alır bir inceler, top dandik bir şey ise keser atar, yok kaliteli bir şeyse babaannemlerin ekmek yaptığı dama koyar orada saklardı. birinde yanlışlıkla girdiğim ekmek damında gıcır gıcır futbol ve voleybol topları görmüştüm de bir tanesi vermemişti bana. bazıları pul, resim koleksiyonu yaparken, dedem mahalle çocuğu topu koleksiyonu yapardı. yakaladığım top ta aynı ekmek damındakiler gibi gıcır gıcır bir futbol topuydu. nasıl güzel bir hismiş o kahramanlık hissi. aynı süperman gibi hissediyordum kendimi. topu kesilmekten kurtardım lan boru mu? aldım koltuğumun altına, nasıl mutlu mutlu gülümsüyordum abilere..
koşup sevinçle bana sarılıp omuzlarda taşıyacaklar sanırken abilerden biri "atsana lan topu" gibisinden bir şey söyledi. kurtardığı çocuğun babasının süperman'e, "versene lan çocuğumu it" dediğini düşünsene. aynen öyle. yıkıldım resmen. neredeyse ağlayacaktım. "versene oğlum topu" diye sertçe söylendi tekrardan. kendime geldim ve "dedeeee" diye seslendim. dedem hep bahçenin girişindeki kayısı ağacının gölgesinde oturur ve sürekli ağzını oynatarak acayip sesler çıkarırdı. koşarak geldi duvarın kenarına. al diyerek attım güzelim topu dedeme. "oo güzelmiş, sağol torunum" gibisinden bir şeyler diyerek, avını yakalayıp deliğine sürükleyen bir örümcek gibi ekmek damına yöneldi. eve kaçtım hemen arkasından.
abiler sonra bi yerde sıkıştırdılar tabi beni. iflahımı sikti ibneler.
köpek, kaz, hindi ve horoz en meşhurlarıdır bu şerefsizlerin. asabi hayvanlardır bunlar. şakaya gelmez, adamın götünü ısırırlar. ama çok şükür hiçbirisi tarafından kovalanmışlığım yoktur. ömrü hayatımda bir hayvan peşlemiştir beni, o da sevgilisini güneşli bir günde mercekle öldürdüğüm asil karıncadır.
bakkallarda çekilişler olurdu eskiden. şimdi var mı bilmiyorum. ilk oynadığım çekilişten yalım yalım parlayan plastik bir mercek çıkınca sevinçten çıldırdım. yaş daha 4-5. ta o zamandan varmış ki bir psikopatlık, zıplaya zıplaya soluğu bahçemizdeki karınca yuvasında aldım. büyük sarı karınca familyasındandı bunlar. az ısırmamıştı beni ipneler. iki tanesini kestirdim gözüme. büyükçe bir kırıntı bulmuş, yuvalarına götürmeye çalışıyorlardı. bir çocuk masumluğunda, ustaca mercekten geçen güneş ışığının yerdeki belirtisini bir nokta haline getirip verdim karıncanın beynine. 5 saniye geçmeden iş tamamdı. karınca beyin amcıklaması geçirmiş yığılıp kalmıştı toprağın üstüne. ötekini izlemeye koyuldum ne yapacak diye. muhtemelen sevgilisini, anası bacısı da olabilir bilemiyorum, koklayıp öldüğünden emin olduktan sonra koşu kararı, terlikten fışkıran çıplak ayaklarıma doğru saldırdı. az önce bir karıncayı vahşice, sadistçe katleden ben bildiğin çığlık attım korkudan. iki adım geri çekildim. baktım hala geliyor, iyice tırstım. elimdeki merceği fırlattım korkudan karıncaya, gelmedi. halbuki bas üstüne gebersin di mi. ama aklıma gelmiyor ki korkudan. döndüm geriye hızlı adımlarla yürümeye başladım eve doğru. ailesinin intikamıyla yanıp tutuşan karınca beni bildiğin eve kadar takip etti.
betim benzim atmış şekilde girdim içeri. annem beni o halde görünce korktu tabi. ağlamsı ağlamsı olayı özet geçtim anneme. inanmadı tabi bana. gül gül öldü kadıncağız. inanmıyorsan git bak dedim, kapıda bekliyor. güle güle gitti kapıyı açmaya. bende korkudan annemin bacağının arkasına saklanmış peşi sıra gidiyordum. sanki godzilla çıkacak kapıyı açınca amk. çocukluk işte. annem açtı kapıyı. oradaydı, beni bekliyordu. allah belamı versin ki dikmiş antenlerini bekliyordu. allah dil vermiş olsa kesin bağırıyor olurdu bana dışarıdan "erkeksen dışarı gelsene lan itin oğlu" diye. annem şaşırmış ama güler vaziyette bana döndü baktı "bundan mı korkuyorsun" der gibilerinden. sonra terlikte vurdu kafasına öldürdü hayvanı.
işini bilmeyen insandır. dokunmadan alamayan insandır. şöyle insandır böyle insandır. hangi birini yazayım amk. şu tanım olayını sikicem zaten az kaldı.
mağaza mağaza dolaşmaktan nefret eden biri ne yapar? açar internet sitesini, ürün kataloğuna bakar. bir, en fazla iki model beğenir ve gider alır di mi? yarak alır afedersin. yoksa ne demeye açayım bu konuyu.
biraz para biriktirmiş ve arkadaşının düğününde giymek için kendine x markadan güzel bir kıyafet almayı düşünen genç, mutlu bir kız hayal edin. böyle sarı saçlı, gözleri masmavi, dolgun göğ.
ne diyorum lan ben?
işte abartmadan hayal edin. açmış internet sitesini hanım kızımız. rocco siffredi üstadımız almış hatunu, evire çev..
hay sikicem.
neyse karşısında milyon tane ürün, zilyon tane kıyafet. 1 saat harcamış aramış taramış, arkadaşlarına göstermiş ve nihayet iki tane model beğenmiş siteden, yazmış modelini numarasını falan tutmuş mağazanın yolunu. ilk mağazada bulamamış, ikincide de yok, üçüncü ve son mağazaya sinir küpü halinde gelmiş.
+ hoşgeldiniz buyrun?
- merhabalar ben internet sitenizden 2 tane kıyafet beğendim de?
+ bizim ürünlerimizi beğenmeyen yoktur zaten ehehe. hangi kıyafetler acaba?
- bakın yazdım kodlarını buraya ben. bi görebilir miyim acaba?
+ yalnız bu kırmızı üründen kalmadı. siyah olandan depoda olacak. biraz beklerseniz hemen getirteyim.
- tabiki.
15 dakika beklersin. siyah abiye kıyafetinizi beklerken pembe bir elbise gelir.
+ siyahından kalmamış hanımefendi, pembesi de çok yakışır size.
- ama var demiştiniz?
+ ama yok.
- ama, ama ben siyah..
+ şu karşıdaki modelden versek size. deri size çok yakışır.
- kaç para o?
+ 685 tl hanımefendi. ama size 380e bırakırız.
- ama çok pahalı.
+ ama öyle.
- amana koyayım.
+ 675e bıraka. pardon?
- internet siteniz de götüme benzemiş.
+ ama lütfen..
- şimdi şu kabine sıçmaya gidiyorum.
+ güvenliik! güvenlik dedim!
yukarıdaki gibi bir şeye şahit olunca hak veriyorum böyle insanlara. bir şeye internetten bakıp direkt gidip almak mümkün olamayabiliyor. ama mağaza mağaza dolaşan tipler gene de çok itici.
her erkeğin hayatta en az 1 kere başına gelmiş bir kriz anıdır. hatun kısmısının sıkıştırmalarıyla stres tavan yapar. kız ayda yılda bir gelmiş şehirdışından boru mu. sevişilecek hacı.
- dur güzelim ayarlayacağım ben bir ev, bi sürü arkadaşımız var sonuçta.
+ ay hadi ali, 7 saattir kordondayız, arayacaksan ara şu arkadaşlarını.
akla ilk gelen arkadaş aranır.
- hakan?
+ akşam evde doğum günü var hacı olmaz.
- mert?
* olmaz kanka evde film izlicez hatunla.
- hakancım?
+ olmaz dedim ya hacı. sktirgit.
- ahmet?
** ailem geldi kanka, yoksa biliosun her zaman.
- biz bi odada idare ederdik hacı ya?
** oldu, yarında babamla sevişirsin artık, tövbe tövbe.
- hakan, nolur lan?
+ seni skerim çocuk. doğum günü süprizim olursun. arama lan artık!
erkek adamın her daim elinin altında boş evi olan, aşırı asosyal bi arkadaşı olacak hacı. olmuyor diğer türlü. ite köpeğe muhtaç oluyorsun. bu yaştan sonra ağız kokusu da çekilmiyor. hele hakan ve hakan gibileri hiç çekilmiyor. sokağın ortasında piç gibi kalıyorsun hatunla ve mütemadiyen tiksiniyor senden.
her konuda, her soruda aklınıza gelirse sıkıntı verecek bir olay. hele ki sevgiliniz size çektiren bir sevgiliyse.
fatma ablasından 5 yaş küçüktür. fatma doğduğunda..
- hay doğmaz olaydın fatma, allah belanı versin fatma!
fatma'nın 2500 lirası vardı. fatma 2500 lirasının 2 bölü 5'i ile kitap aldı. kalan parasının..
- yalan amk ne kitabı. hepsini ayakkabıya, çantaya, deri monta vermiştir kahrolasıca.
düşünüyorum öyleyse varım cümlesini hangi..
- fatma değildir kesin. satın alıyorum öyleyse varım olsa belki ama düşünmek, yok kesinlikle fatma değil..
iki musluk bir havuzu..
- o bikini olayını ayrıca konuşucaz fatma, unuttum sanıyorsan çok yanılıyorsun.
bir araba a şehrinden b şehrine 7 saatte, c şehrine 2 saatte gitmektedir. bu araba..
- kahrol fatma, 2 saatlik yolu gelmedin benim için, 7 saatlik yola konsere gittin.
sırf bu yüzden, kafayı toparlayabilmek için yegane tavsiye:
ızdırabın tecavüz edilecek cinsidir. tatil organizasyonları olsun, emös, temöb gibi üniversite öğrenci organizasyonları olsun, eğer organizatörler minimum 3 kişilik odalar ayarlamışsa kaçınılmaz bir durumdur. sevgilisi olmayan bir eleman sizin odanızda kalır.
öncelikle belirteyim bahsi geçen eleman kesinlikle kız arkadaşınızın kankasıdır. yani kızdır. hiçbir erkek, kankası sevgilisiyle aynı odada kalacaksa o odada kalmaz, katiyetle kalmaz. sokakta yatar, götü donar soğuktan, gider merdiven altında, köprü altında yatar ama sizinle kalmaz. halden anlar erkek, nadiren sevişme imkanı bulmanın ne demek olduğunu çok iyi bilir. kalması halinde geceleyin kendine ve annesine fısıltı halinde edilecek küfürleri de bilir.
neyse konuya dönelim. akşam olur gelirsiniz odanıza. sevgiliniz sizi kibarca dışarı çıkarır. çünkü lanet olasıca arkadaşı -hadi adı esra olsun- üstünü değiştirecektir. çıkarsın kapının önüne, gelip geçen otel müşterileri acıyarak bakar sana. görmemezlikten gelirsin, açar telefonunu anlamsızca karıştırırsın. neler düşündüklerini tahmin edersin:
- haha öküze bak sevgilisi dışarı çıkarmış..
- yazık ya garibim nasılda bekliyor enik gibi..
- yalandan telefonunu da karıştırıyor yazık..
- yazık, çok yazık..
esra senin amına koyayım ben. sana yazmayan, seni ayarlayamayan erkek ırkının topunun şirazesine kayayım. sevgilisiz geçirdiğin her günün ızdırabını şaapayım.
5 dakka olur, 10 dakka olur esranın giyinmesi bitmez. kapı tıklatılır.
- canım daha ne kadar beklicem ben?
+ esra duşa girdi canım ya.
- ee çıkana kadar gireyim o zaman, hem öpüşürüz?
+ olmaz canım, şimdi çıkar zaten.
fazla küfür edip günah sayısına tavan yaptırmamak için bu kısmı geçiyorum. akabinde gece olur yatağın birine siz, diğerine esra yatar. erkeğin zorlu bekleyişi başlar. yaklaşık yarım saat sonra erkek bünyesi dayanamaz, pes eder.
- canım esra uyumuş mudur?
+ bilmem ki aşkım uyumuştur herhalde.
- haydi bismillah o zaman..
+ şşşt duyucak napıon canım, çek elini, höt! uyanıcak şimdi.
- uyanmaz canım, gel bakim şöyle.
+ kesinlikle olmaz canım nolur yapma dur bak.
esracım, o gün benden yediğin beddualar bir gün gerçekleşecek. o gece uyumuyordun onu da biliyorum. sinsi bir yılan gibi bizi dinliyordun. biz sevişemedikçe sen mutlu oluyor, ben sinirden söylendikçe içinden kıkır kıkır gülüyordun. allahından bul ne diyeyim. insafsız karı.
vallahi de billahi de bilmiyordum. hadi ben bilmiyorum, dostlarım dediğim, yoldaşlarım, kadim samurai kardeşlerim dediğim ipne arkadaşlarımın biri de mi söylemez. yoksa ne haddimize 15-16 yaşımızla nazım hocanın kızına aşık olmak.
karate salonuna yazıldığım gün kıza da yazılmaya başladım. o da öğrencilerin arasındaydı. ne hocamız ne kendisi hiç çaktırmıyordu hoca kızı olduğunu. ders boyunca öküz gibi kıza bakarken, peşi sıra dolanıp "ince belde kara kuşak, gel öpeyim yavrum yumuşak yumuşak" diye türkü söylerken meğer ölümle yaşam arasındaki ince çizgide geziniyormuşum, çok sonradan dank etti kafama. soğuk terler akıttım her sonradan aklıma geldiğinde. kız çok da güzel değildi hani. ama savurduğu her tekmeyle, attığı her yumrukla daha da aşık olmuştum. çocukluk işte. çocukluk hayalleri.. "ulan bi sevgili olsak beraber mahallede sikertmedik çocuk bırakmayız" hayalleri.. ah o masum çocukluk hayallerim..
gözüne girmek için neler yapmadım ki. daha yukarı tekme sallayabilmek için yırttığım eşofman altları burdan köye yol olur. yırttığım lifleri ucuna eklemiyorum bile. ya o iki kişinin yüksekte tuttuğu ipi daha da yükseltip üzerinden atlarken ipe takılıp top gibi yuvarlanışlarım, sinirimden ipi tutan kırmızı kuşak abilere "adam gibi tutsanıza olm şu mına kodumun ipini" diye diklenip yediğim sopalar..
bir gün dayanamadım, ders arasında söyledim bir çırpıda. "ben seni seviyorum serpil" dedim. gülümsedi. "ama ben nazım hocanın kızıyım ali" dedi. başımdan aşağı kaynar sular döküldü resmen. suratımda aduketler, döner tekmeler patladı sanki.
bir an nazım hocanın öğrendiğini hayal ettim. salonun ortasında duruyordum. nazım hoca karşımda, gözleri aynı ülkücü bıyıkları gibi yandan aşağı doğru sarkmıştı. bildiğin "sikicem seni birazdan hazır ol" bakışı ile bakıyordu yüzünde. bir apçagi ile beni havalandırıp gelişine yopçagi ile vuruyordu. havada uçarken serpil ile göz göze geliyordum. buğulu gözlerle bakıyordu bana. sonra türk filmlerindeki karate salonları gibi tüm öğrenciler çullanıyordu üzerime. yere düşürmeden japon kale maç yapıyorlardı benimle..
irkilerek kaldırdım kafamı kurduğum hayalden. nazım hoca duyarsa beni ters çevirir düz siker diye düşündüm. evet mantıklı düşünebiliyordum artık. hiçbir şey söyleyemedim. sevecenlikle omzumu okşayıp kalktı yanımdan serpil. bakakaldım arkasından.
ince belde kara kuşak, yavşaksın nazım hoca, yavşak.
bilgisayar mühendisi bayan ile endüstri mühendisi erkeğin evliliğidir mesela. zor günlerin başlangıcıdır.
kabus dolu son iş görüşmemim ardından istanbul'daki eli öpülesi, eteğine yüz sürülesi sevgilimin gayretleri sonucu onun ik yazılımı satış danışmanı olarak çalıştığı iş yerinde "iş geliştirme ve verimlilik mühendisi" olarak işe başladım. eğer dibi ekmekle sıyrılacak kadar aklınız varsa böyle bir hata yapmayın pek sevgili endüstri mühendisi kardeşlerim, aynı yerde çalışmayın.
ilk günler her şeyde olduğu gibi çok güzeldi. sevgilimle uzaktan yakından birbirimize bakışıyor, anlamsız anlamsız sırıtıyorduk. çok mutluyduk lan. öylesine mutluyduk ki uzaktan uzaktan bizi izleyen, "vay uyanıklar, düğün evine dönderdiniz lan burayı diye" içten içe fesatlık düşünen, bir açığımızı arayan genel müdürün farkında değildik. lafı geçmişken genel müdür'ün tanımını yapmamak olmaz. efendim genel müdür demek hiçbir şeyi beğenmeyen ve birkaç nadir orospu çocuğunda bulunan bu özelliği nedeniyle en yüksek parayı alan kişiye denir. neyse burda ipnelerden bahsedecek değilim. zaten kovdu bizi pezevenk. halbuki hiçbir çalışanın performansı düşmesin, ilgileri işten başka birşeye kaymasın diye arşivde sevişiyorduk. asıl sebep bu basılma olayıydı sanırım ama bir ik yazılımı satış sözleşmesi anında, geçmiş ik hayal kırıklıklarımın etkisiyle müşterimiz olan ik müdürü bayanla tartışıp ona orospu dememin de mutlak etkisi vardır.
neyse her işte bi hayır varmış demek ki ordan kovulunca kendi işimizi kurduk. deli para kazandığımız bir sektöre girmiştik. ben fabrikaların ihtiyacı olan programlar için veri topluyor, algoritmayı oluşturuyor biricik sevgilim ise bunu kodlara ve arayüzlere çeviriyordu. kısa sürede hayli para kazanınca sıra evliliğe geldi nihayet. rüya gibi bir düğünle evlendik. kabusmuş aslında ben rüya sanmışım.
cicim ayları geçip, haftalık sevişme sayısı 1.5'e düşünce iki mühendis evliliğinin acı gerçekleri gün yüzüne çıkmaya başladı. zaten ikimizde asosyal yaratıklardık. allah direkt belamızı vermek yerine bizi mühendisliğe yöneltmiş uzun ve acılı bir hayat süreceğimiz yetmezmiş gibi bir de üstüne evlilik kurumunda birleştirmişti bizi. lafı geçmişken evlilik kurumu'nun tanımını yapmamak olmaz. efendim evlilik kurumu kişilerin evlendikten sonra içlerinde biriken kurumdur. soba borusunu nasıl yılda bir kez kurumdan temizliyorsak evlilik kurumunu da yılda bir kez dışarı çıkartmak, hava aldırmak ve içini boşaltmak gerekir. ama bırak dışarı çıkmayı lanet karı camdan bile başını dışarı uzatmıyordu. her akşam eve geldiğimde onu aynı koltukta, aynı laptop ile, aynı saçlar, aynı yüz ifadesi ile buluyordum. kod yazmaktan parmakları nasır tutmuş, klavyedeki bütün harfler tuşlardan silinmişti. öyle seviyordu ki kod yazmayı sırf zevk için musluktan bardağa su dolduran bir robot kol bile programlamıştı. kavga çıkarmamak için mutfağa gittim, robotun düğmesine bastım. musluğu açtı pezevenk, bir bardak suyu taşırmadan tam kıvamında verdi. iyice uyuz oldum alete. resmen piç gibi suratıma bakıyordu. suyu içmek yerine "al amına kodumun aleti şimdi siki tuttun" diyerek üstüne boca ettim. lanet karım bunuda düşünmüş olsa gerek siktiğimin robotu kendisini daha dikkatli kullanmamız konusunda sesli uyarı verdi. o an gözüm karardı ve ağzıma ne geldiyse saydırmaya başladım. ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama başımı çevirdiğimde korkarak bana bakan karımı gördüm. kendime şöyle bir baktım. resmen musluğa doğru uzanmış, elektronik bir alete ana avrat küfrediyordum. aslında robotlaşan ve zerre kadar heyecanı kalmayan hayatımıza küfrediyordum ama karım bunu anlamaktan oldukça uzaktı artık.
sonraki haftalarda bende bokunu çıkardım. endüstri mühendisiyim lan ben, her işten anlarım diyerek evliliğin amına koyuyor, karıma bırak söz hakkı vermeyi, düşünme hakkı bile vermiyordum. değiştireceğimiz halıların rengine, perdelerin ışık geçirgenliğine bakarak ben karar veriyor, koltukları ergonomik olarak inceledikten sonra gene ben alıyordum. resmen bir yavşak olup çıkmıştım. en son karıma araba almaya karar verdiğimizde ipler koptu. mini cooper isteyen karımın karşısına, optimum verimde, fiyat performans lideri bir araç alacağım diye reno clio 1.5 dizel ile çıkınca çıldırdı. beni taksime kadar clio ile kovaladıktan sonra zar zor izimi kaybettirdim. o gün bu gündür avukatlarımız aracılığı ile iletişim kuruyoruz. hala tehdit mesajları alıyorum.
not: yakında evlenecek olan bir mühendisin gelecek kurgusudur efendim. o yüzden yalanını skiim demeyin, hassaslaşabiliyorum.
haklıydı bir bakıma. daha sık arar, daha sık konuşur olmuştu benimle. tek başına takılmalar, eve gelmemeler, oflayıp puflamalardan eser kalmamıştı. yeniden eskisi gibi olabilmemiz adına ciddi adımlar atıyordu.
emin misin diye sordum. son bir senedir yaşadığımız şeyleri biliyorsun?
emin olduğunu söyledi. yaşadığı o serkeş hayattan bıkmış gibi bir hali vardı. elinden tutup kendisini o dipsiz kuyudan çıkaracak birini bekliyordu. veya bana öyle geliyordu. en son değiştim dediğinde ve ben buna inandığımda gene terkedip gitmişti beni yağmurlu bir akşamüstü. yağmurun altında gidişine bakarken bu sefer son diye mırıldandığımı hatırlıyorum. ben kendisi için onca şeyden vazgeçmişken o bırakıp gidebiliyordu. onun için o kadar sıradan bir şeydi ki bu.. uyanıyor, yemek yiyor, yürüyor, konuşuyor ve bırakıp gidiyordu. emin olmak için sormam gereken şeyler vardı:
- olm bak bi daha batak masasında bırakıp giden top olsun mu?
+ top oğlu top olsun.
- babanı karıştırma.
+ tamam.
- halı sahada yağmur yağıyor diye maçı bırakırsan terazini sikeriz anlaştık mı?
+ anlaştık abi. bundan sonra sen ne dersen o.
- play station?
+ sabaha kadar. sen yeter ki iste.
- hadi lan kalk pese gidiyoruz o zaman.
+ hesap ödetmesine?
- aynen her zamanki gibi.
saatlerce oynadık. eline avcuna verdim pes 2009da. biraz küfür etse de bana, aldırmadım. ev arkadaşımı geri kazanmıştım. mutluyduk tekrardan. ölümüne kankaydık.
yerine göre zulüm yerine göre eğlencedir. bir arkadaşımın başına gelmiş. zulüm olanı.
diyalog olarak anlatmaya çalışayım.
- baba şimdi ilk önce kemerini takıp aynaları kontrol etmen gerekiyor tamam mı?
+ sırtımın arkasından geçirip taksam olmaz mı?
- ohoo baba naptın sen ya ilk dakikadan?
+ amcan öyle yapıyor. sen ondan iyi mi biliyorsun?
- 3 kere kaza yaptı herif, az daha ölüyordu baba.
+ he la bu amcan tam bi mal, neyse takalım bakalım. ee napıyoz şimdi?
- şimdi vitesi boşa al.
+ bizim vites 10 yıldır boşta be evlat ehehehe.
- öf baba bas şu soldaki pedala getir vites topuzunu ortaya.
+ tamam. sonra?
- çevir anahtarı, çalıştır.
+ oha çalıştı lan!
- tamam, bak şimdi vitesi bire al pedala basarak, hah evet orası bir. şimdi debriyajdan ayağını yavaşça kaldırırken gaza yüklen hafiften.
+ oğlum burasına çok zor diyorlar ya önce bi sigara içsek?
- kız mı kaçırıcaz baba niye stres yaptın şimdi? hadi göreyim sen yaparsın.
+ gaz pedalı nerde lan?
- aşağıda işte sağda baba, yav dur eğilme sağdaki işte.
+ buldum basıyom?
- önce kafayı kaldır.
+ kalkmadığını söylemiştim eheheh.
çocuğu delirtmiş ama çok komik lan. böyle babam olsa bildiğim her şeyi öğretirim.
- baba bak x'e basınca pas veriyor, kare'ye basınca da şut çekiyor. bak gol attım. aynen böyle işte.
+ öğreticem ayağına elimize veriyon evlat ne iş?
- öğrenesin diye şeyetmiştim?
+ 6-0 oldu lan?
hani bi ilçemiz vardı ya neydi adı.. bekar genç kızlar ve erkekler yılda bir gün sokağa çıkıyorlar, yürüyorlar, birbirleriyle tanışıyorlar, bazıları evleniyor falan. hah onun her gün yapılan köpekli versiyonunu düşün. köpekler bu yöntemle bildiğin sevgili ve one minute stand yapıyor adalarda. adalar o kadar popüler oldu ki köpekler için, bi arkadaşımın köpeği evin içinde kolunu ısırdı elemanın. itin gözlerindeki "beni adalara götür şerefsiz!" bakışını gördüm.
son gittiğimde ise şöyle bir şeye şahit oldum. gerçektir.
çıtır bi hatun. 21-22 yaşlarında. bi tane köpeği almış gezdiriyor. köpek te çıtır. bir iki yaşlarında.
3 tane yavşak tipli herif. 24-25 yaşlarında. 3 tane köpeği almış gezdiriyorlar. köpekler de yavşak tipli. 4-5 yaşlarında.
eskişehir adalar'da twenty six'in yanında bi park vardır. park dediysem köpek tanışma ve kaynaşma merkezi. bunlar köpekleri saldılar birbirlerinden habersiz. ve kısa sürede erkek köpekler dişi köpeğin varlığını farkettiler ve bizim kızın zavallı itini aldılar araya. ve..
ben böyle birşey görmedim arkadaş.
zevkten inleyerek geldi sahibinin yanına kancık. kız olayın farkında değildi. kitabını okuyordu. sonra tekrardan 3 silahşörlerin yanına seğirtti it. 2. posta başladı. kız yavaşça kitabından kaldırdı başını. eline erkek eli değmemiş zavallı köpeğinin üç tane farklı cins köpek tarafından sırayla.. yok yazamayacağım, görünce bildiğin çığlık attı kız, o derece.
kız çırpınırcasına koşturdu köpeğine. tuttu boynundaki tasmadan, zar zor aldı muhteşem üçlünün elinden. ama 10 dakika önceki masum it bildiğin kaşarlı orospuya dönüşmüş, kızın elinden kurtulup kurtulup kaçıyordu muhteşem üçlüye. kıza yardım edecektim ama gülmekten kalkamadım yerimden. kız ağlıyor ben gülüyordum. diğer 3 köpeğin sahibi ise numaradan ayırmaya çalışıyordu köpekleri. onlarda zevke gelmiş sırıtıyordu şerefsizler.
3 muhteşemin ise keyfine diyecek yoktu. bi keyif sigarası yakmadıkları kaldı pezevenklerin. ne kendi sahipleriyle ne de dişi köpeğin sahibiyle polemiğe girmeden hallettiler işlerini.
kızın ağlamalarına yalvarmalarına dayanamayan üç şerefsiz sonunda köpeklerini alıp gitti. dişi it uzandı yere, dili bi karış dışarda, hafif buruk, izledi 3 muhteşemi arkalarından.. epey bi süre baktı..
biliyorum alakası yok ama bazen böyle hissettiğim oluyor. hissetsem gene neyse ama öyle davrandığımı farkediyorum.
mesela 5. nesil bir yazarla ilk mesajlaşma anında istemeden şu tarz bir şeyler yazmış olabiliyorum:
- abi çok güzel yazmışsınız, elinize kolunuza sağlık. evinize halil ibrahim bereketi olsun inşallah. saygılar.
herif sonra 20 yaşında çıkıyor iyi mi? -halil ibrahim kim lan, türkücü mü? diyor. itin eniği. diğeri daha kötü amk. 8. nesil yazara -naber lan sikik? diye mesaj atıyorum herif 35 yaşında çıkıyor. adres falan istiyor benden.
biliyorum alakası yok ama biri çıksın alakası yok desin tekrardan. güzelce anlatsın böyle durumu. artı vericem.
ortaokul ya da lise dönemi. zamanı çok net hatırlayamıyorum. hatırladığım tek şey havadan 50 milyon kapmak için 1 haftada nerdeyse tüm birikimimi harcamış olmam.
not: kentkart: izmir'de otobüslere tutulan kart.
not: eskiden de 5 milyon 50 milyona benzerdi.
izmir'de kentkart uygulamasının ilk başladığı günlerde, okula beraber gittiğimiz bir arkadaşla 5'er milyon doldurduk kentkartlarımıza, bindik otobüse. parasız günler sevgili sözlük, o 5 milyona 5 gün karnımızın doyduğunu bilirim okulda. neyse ilk ben tuttum kartı geçtim, sonra da arkadaşım. bi baktım pis pis sırıtarak geliyo arkamdan. sinsi sinsi ama, kendini gizleyerek.
ben: noldu lan ne gülüyon amk?
murat: sus sesini çıkarma, otur hemen bir yere ayakta kalma.
ben: noluyo olm?
murat: bi sus saklan amk, anlatıcam.
neyse otobüs kalktı ve bu derin bi soluk aldı. büfedeki yaşlı adam meğerse bunun 5 milyonu 50 milyon sanmış. karta yüklemiş 50 kağıdı. gariban yaşlı amcaya acıyacağıma nasıl kıskançlık kapladı beni. fazladan 45 kaat lan, büyük para o zaman bi öğrenciye. anaya babaya da söylemezsen durumu ayrıca al kentkart parasını babadan at cebe.
babadan bedavadan gelecek parayla murat'ın okulda her teneffüs yiyeceği dondurmaları, hamburger ve tostları birinci ağızdan dinledikten sonra kararımı verdim.
ertesi sabah soluğu büfenin önünde aldım.
- amca şurdan 50 milyon öğrenci yüklesene.
+ 45 milyon daha ver yükleyeyim.
- na, nası ya?
+ 5 milyon verdin itolit ne 50 milyonundan bahsediyon?
- pardon amca ya kafam dalgın kusura bakma.
ilk gün olmadı ama pes etmedim. ikinci gün daha yorgun bi anına denk getireyim diye akşam gittim.
- dayı şu kartı doldursana (parayı da uzatıp miktar telaffuz etmeden)
+ (dayı kartı doldurur, makbuzu verir) al yeğen.
- dayı burda dolum miktarı 5 milyon yazıyo?
+ sen kaç lira verdin?
- 5 milyon.
+ eeee?
- ben gideyim o zaman.
+ sktirgit.
bu sefer moralim bozulmuştu işte. sakalına sıçtığımın herifi. versene lan 50 milyonumu!
nasıl inandırdıysam kendimi o 50 milyonun hakkım olduğuna ana avrat sövüp sayıyorum herife.
allahın hakkı üçtür deyip 3 son sonra gene gittim büfeye.
- şunu yüklesene dayı benim karta.
+ kaç lira 5 milyonmu o?
- 5 milyon girsin götüne yükletmiyom lan kart mart. (vınnnnn....)
+ kaçma piç gel buraya!!!
1 aydır zar zor biriktirdiğim 15 milyondan kalan son 5 milyonumu da kentkarta yükleticek değildim. millet okulda tost yiyor ben kentkartla bakışıyorum amk!
allahından bul büfeci, evin barkın yıkılsın.
tanım: her genç kızın başına gelebilecek bir olaydır.
daha sonrasında daha çok zevk almak için zevki ertelemek, beklemek vs dir. sabır lazım ama, irade lazım.
hemen cinsel düşünmeyin. düşünsene koşmuş, koşmuş ve koşmuşsun. götünden terler akıyor afedersin. arkadaşın da elinde buz gibi bir kola, vermiş sana:
- dur içme hemen.
+ niye lan?
- pleasure delaying diye bir şey oğlum var hiç duymadın mı?
+ bırak lan içicem.
- abi bi dur. bu halde ne kadar çok beklersen, içerken o kadar çok zevk alacaksın.
+ beklerken götümü de parmaklayayım istersen?
- abi sen bekle, hak vereceksin bana.
+ kola ısınıyor lan?
o kadar ciddi ve kendinden emin bir ifade ki bu, hele de yazan sevgili olunca adamın korkudan eli ayağı titriyor. nasıl lan? nasıl bilebilir ki?
ama biliyordu işte. cevap yazsam bi dert yazmasam bir dert. yazsam beni gördüğün halde niye yazmıyorsun'a dönecek olay. sıçtın yani. yazmasam beni gördüğün ve üstüne mesaj attığım halde niye yazmıyorsun şeklinde kayacak. sıvadın.
dur lan şunun aklını alayım diyerek yazdım:
- yazmıyorsam sebebi var.. bana ne yaptığını, nasıl bir hale soktuğunu biliyor musun sen ha? yazmak, konuşmak istediğin halde konuşamamak nasıl bir acıdır biliyor musun sen?
30 saniye geçmeden cevap geldi.
- yemezler artık bu lafları. hem suçlu hem güçlü. geberesice it.
oğlum bu kızlar çok acayip lan. ciğerimizi biliyorlar.