bir kumbaraya yapıştırılabilecek en güzel fotoğrafa sahip kumbaradır.
bir an olsun boş durmaz. küçük emrahın acıklı yüzünü gören vicdan sahibi her insan, muhakkak o kumbaraya para atacaktır, atmalıdır.
yardım dernekleri kendi logolarını yapıştırıp da kumbara dağıtacaklarına, bu şekilde kumbaralar üretseler ülkede aç insan kalmaz. yazık değil mi bunca insana. fırsatlar iyi değerlendirilmelidir.
boş koltuk biter, dert bitmez üstadım, dert bitmez.
efendim hepimiz biliriz ki, (her gün farklı bir özel araçla seyahat edenler istisna) toplu taşımalarda bol koltuk bulmak zordur.
yani beşer, daha otobüse binmeden kendini hazırlamalı, ayakta kalacağı ve yorulacağı için ayak cimnastiği yapıp, derin derin nefesler alıp vermelidir.
şimdi efendim,
toplu taşımalarda türlü türlü sırlı olaylar meydana gelmekte, bu sırlı olaylar karşısında insan tecrübesine tecrübe katmaktadır.
otobüse binildiği anda önce çaktırmadan içerisi gözle bir süzülür. bakılır ki boş yer var mıdır. aslında boş yere bakılmamalıdır, nasılsa boş yer yoktur. direk dalınız efendim bodoslama.
madem yer yok, bari bir köşeye kıvrılayım da öyle gideyim dersiniz lakin orada da size rahat vermezler. bu tip yer verme işlemleri her daim kadın ablalar yüzünden olur.. yani sizi otobüste de rahat bırakmazlar. ayakta durmaya müsayit en güzel yere de göz koyup, türlü türlü bahaneler ile sizden bu yeri almaya çalışırlar.
şimdi efendim gözünüzde, beyninizde canlandırın bu durumu.
- beyefennddiii benim çocuğum burada kayıp düşebilir. (çocuk dediğimiz 15,16 yaşlarında) siz oradan çekilseydiniz de çocuğum geçseydi?
+ kadın ablaa ben de çocuğum! ben de büyümedim! ben de kayabilir, düşebilirim.! benim de canım var, ben de insanım, gel sen acı bari, düşürme gama..
- aa aaa koskoca adama bakın a dostlar...
+ kadın abla la yürüyüp gidiniz. *
burada neyse de. çocuğu için istiyor en azından. ya kendisi için isteyenlere ne demeli? onlar hangi amaçlarla tırnağınızla kazıyıp bulduğunuz o yeri sizden isteyebilir?
yalnız burada mecbur kalma durumu, otobüs baskısı vardır.
onlar bir şey demese de, insan kendini bir kötü hisseder ve köşe kısmını kadın ablaya verir.
yani üstadım, boş koltuk biter, dert bitmez. ayakta bile rahat yok insana. yerinizden kalksanız, bu sefer de ayakta yer verme, vermeme mücadelesi başlar.
herkes bulunduğu yere razı olsun yahu. adamı hasta etmeyin. *
fakir insandır üstadım, toplu taşıma müdavimidir.
efendim biz milletçe sürekli gelişmemize rağmen, halen daha taksiye binmeye alışamadık. ticari taksiler bizim için van gölü canavarı gibidir. hiç görmemişizdir ama yine de korkarız.
efendim,
taksiye biner binmez gözler her daim taksimetrenin olduğu yere odaklanır. yani sol alt köşeye. bu nokta ki çoğu şaşı insanın şaşı olmasına neden olan sebeptir. birkaç saniyede bir gözün o noktaya kayması, insandaki gözün işlevini sorgulatmakta, isviçre'li bilim adamlarını zora sokmaktadır. yalnız son zamanlarda taksimetrenin yeri değişmiş, sol üst köşede, aynanın içinde yerini almıştır. bu da teknolojinin bir nimeti olarak görülebilir. saç düzeltme bahanesiyle taksimetreye doya doya bakılabilir, rakam üzerinde derin analizler yapılabilir. bu da ayrı bir mesele.
biz fakir insanlar için taksi çok lüks bir ihtiyaç olarak görülebilir. e doğrudur da. lakin madem taksiye biniyoruz, az kendimize dikkat edelim yahu. hayatında hiç taksiye binmemiş insanlar gibi hareket etmemeliyiz. bu durum, mübarek taksicileri de rahatsız ediyor. tedirgin olduğumuzu gördükleri için: ''hacı abi fazla tutmaz. 10 tl civarı bişe olur'' deyip karizmamızı çizer, biz de cüzdanı çıkartıp da içindeki paraları taksicinin ağzına sokup: ''be hey dürzü. sen beni fakir mi sandın. al sana para. hey gidi hey. ben senden bu taksiyi bile alırım. adama bak be'' deme yüzsüzlüğünde bulunuruz. iki durum da karşılıklı ilişkileri çorba eder.
yani ufo gören masum köylü moduna taksilerde girmemeliyiz. taksiye binince kazık yiyeceğimize baştan kendimizi alıştırmalı, yolculuk bitince de bunun hesabını yaparak arabadan inmeliyiz. taksiye bindin mi kazıklanacaksın arkadaş. o zaman daha bir kıymeti artıyor taksinin.
kırmızı ışıkta durduğunuzda yanınızda olan toplu taşımadaki yolculara: ''heey bakın ben ne kadar rahatım. siz orada birbirinizi ezin. ton ton ton dardanel ton. fakir insanlar sizi. hahaha'' bakışı atabilirsiniz. lakin yarın sabah sizin de orada olacağınız gerçeğini de düşünüp o anın tadını çıkarın.
türkiye'deki taksici profili hakkındaki yorumları ise depoda biriktiriyorum. ''korsana hayır'' tekrar gündeme geldiği zaman göstereceğim onlara korsana hayırı. hayır herifler.
bu da böyle bir düşüncemdir. ama gereksiz, ama zaman kaybı.
oğluna flüt alamayan adamın ülkücüsüdür üstadım, ccc'sidir.
biz ki yıllarca, oğluna flüt alamayan adamın derdiyle dertlenmiş, bu acı ve ızdırap ile hayatımızı idame etmeye çalışmış milletiz.
biz ki bu yüzden her flüt görüşümüzde derin duygulara kapılmış, saatlerce ağlamış bir milletiz.
böyle duygusal aktivitelerin yaşandığı hal ve hayallerde iken bir darbe daha yedik. yıkıldık, iplerimizi yaktık.
bu darbe ki bize devlet'imiz, bahçeli'miz tarafından atıldı. osmanlı tokadı hızında gelen bu acıklı durum yüzünden: ''ah biran önce seçim olsa da mhp'ye oy verebilsek, bahçeli babamızda çocuklara püskevit alsa'' düşüncesine girdik. lakin aklımıza, evde aylarca durup da kimsenin tenezül etmediği püskevitler geldi. bu püskevitler ki çaylara bile bandırılamayacak derecede bayatlamış, eski gücünü yitirmiş püskevitlerdi. el alem oğluna bir püskevit bile alamaz iken biz nasıl olur da bunlara tenezül etmezdik. üzüntü verici bir nokta da bu olsa gerek.
şimdi efendim,
devlet bahçeli bu üslup ile bir yere varamaz. çünkü bu liderimizde: ''istemdışı cem yılmaz oluverme'' sendromu var. elinde değil biliyoruz. ama bir anda oluveriyor işte.
adam, ciddi konuları bağıra bağıra en duygusal şekilde söylüyor lakin karşı taraf ise bu sözlere katıla katıla gülüyor. bu işte ters bir durum olduğu aşikar. sorunun hangi tarafta olduğu ise isviçre'li bilim adamlarının alanına giriyor. ölçsünler, tartsınlar da 40'ı bulsunlar.
şimdi de reklamlar:
akşamaaa babacığııııım, unutmaaaa püskevit getiiiir. *
biz ki bim'i fakirin dostu bilirdik.
biz ki bim deyince, cebimizdeki akrep kaçar: ''al ulen istediğini, izin veriyorum'' derdi. içimizden biriydi o. 7 den 70 e bütün insanlar orada toplaşır, cuma günleri yeni ve stokta sınırlı olan ürünleri alabilmek için büyük savaşlar eder, olası bir savaş haline hazırlıklı olurlardı.
severdik, sayardık. ''yarabbim, bim'e zeval verme.'' derdik.
ama güvendiğimiz dağlara kazık yağdırdı bim.
biz ki fiyat araştırması yapmadan: ''bim satıyorsa, piyasada kesin ondan ucuzu yoktur'' deyip sattığı ürünlere balıklama atlardık.
geçen cuma bir yazıcı sattı efendim. çok foksiyonlu hp yazıcı. hemen modelini bir kenara not edip, bir internetten bakıvereyim dedim. acaba arada fiyat farkı ne kadar? bim bize kaç tl lik bir kâr sağlayacak. bim sattıysa bir şey biliyordur herhalde. zaten eve 3. bir yazıcı lazımdı.
ama bir de ne göreyim.
google'ye markasını ve modelini yazınca, sürekli alışveriş yaptığım bir sanal mağazada bu yazıcının daha ucuz olduğunu gördüm. o an ki yaşadığım duyguları tarif etmem imkansızdır. ''sen de mi bimütüs'' dedim. sanki sırtımdan aşağı le cola dökülmüştü. bu duruma daha fazla dayanamadım ve kalktım bilgisayar başından.
evet efendim,
bim, sana kazıklar olsun. bundan sonra ne mal sattıysan, önce internette araştırmasını yapacağım. sana güvenmiyorum artık ey bim.
evet arkadaşlar,
''bim'dir, ne satsa ucuzdur.'' demeyin, şansınızı deneyin, milli piyango.
deli olduğu düşünülmemelidir üstadım, deli değildir.
''kendi kendine gülen, delidir'' diye bir saçmalama vardır. bu da geçmişten günümüze gelen kocakarı lafları ile eşdeğer bir sözdür.
yok efendim akşam tırnak kesilmez, yok efendim üçten fazla hapşırmayacaksın, yok efendim can sıkılınca tekerlekli ofis koltuğuyla birkaç tur atmayacaksın.
neden? nerede yazıyor bunların yapılmayacağı? bal gibi de yaparız efendim. kime ne?
yine böyle bir şey de gülme için kullanılır. illa yanımda birisi varken mi güleceğim ben? belki yüz cimnastiği yapıyorum?
üstadım böyle şeyler ile 3 günlük yaşam alanı kısıtlanmamalı. akşama gülebilirim kendi kendime. sonuçta nedensiz gülmüyoruz değil mi? vardır bir sebep. illa senle de paylaşmam mı gerekiyor?
ülkemiz sınırları içerisinde hayatını devam ettirmeye çalışan çoğu insan kiralık evlerde yaşar.
gerçi son zamanlarda toki, kiptaş sayesinde evi olmayan insan kalmamaya başladı ama yine de kirada oturan birçok vatandaşımız vardır. otursunlardır.
efendim biz ki daha kendi malına sahip çıkmayan, değerini bilmeyen bir zihniyete sahip olup vurdumduymaz tavırlar içerisine girerken, başkasının malının değerini nasıl bileceğiz ki?
bazı kiracılar vardır ki insanı çileden çıkarır resmen.
evi teslim ettiğinizde evinizde gayet normal, adam gibi bir kapı varken, evi tekrar teslim alırken kapının sadece sapı kalır elinizde.
evin duvarları, atış poligonundaki hedef tahtası gibi delik deşiktir.
tuvalet tuvaletliğinden utanır,
banyo ise günlerce yıkansa da temizlenemez.
böyle kiracılar varken bir insanın evini kiraya vermesi, kârdan çok zarar anlamına gelir.
elbette,
her şey karşılıklıdır. kiracı gibi ev sahibi de bazı konulara dikkat etmelidir.
ancak,
e be adam! evin son halini görenleri, senin hakkında: ''acaba burada insan mı oturuyordu?'' diye düşüncelere sevk ediyorsun? buna hakkın var mı? tabi suç ev sahibinde ki sana ev verdi, karda kışta aç soğuk bırakmadı da yaşamanı sağladı.
ev sahibim yapmış olduğu sitemlerde çok haklıydı. evet, evi biraz hor kullandım ama bir sorsun neden?
diğer kiracılarının kıymetini bilsin diye yaptım. sırf bu uğurda kendimi feda ettim. şimdi başta verdiğim depozitoyu da geri verirse çok memnun kalacağım. söz, parayı alınca oralardan kaçacağım.
1 ygs sınavının da ilk adımının sonuna gelmiş bulunmanın haklı rahatına kavuştuk. neydi öyle sağda solda sınav konuşanlar, psikolojik travmaların çözümü üzerinde denek olarak kullanılacak, ellerinde kitaplarla deli dana gibi dolaşan öğrenciler. neyse biraz zaman rahat olacağız. şöyle bir nefes almalı da beyne oksijen çekmeli.
efendim bilirsiniz ki bu tip sınavlar güzelim haberlere malzeme olan konulardır. ''beyin bedava'' lafı yine bir sınav çıkışı sonucu söylenmiş ve marka haline gelmiştir.
bizim spikerler insanın en sıkıntılı zamanında kişiye olur olmaz sorular sorarak insanı anında psikopat ruhaliyetine sokabilecek kabiliyet ve cesarete sahiptirler. bu konuda ihtisas yapmışlardır.
hiçkimse sınav çıkışı bir anda spiker ile karşılaşıp: ''sınavınız nasıl geçti?'' sorusuna maruz kalmak istemez. istisnalar hariç. bunlar ki: ''beyin bedava'' lafı gibi lafları söylemeye meyilli insanlardır. bunlar mikrofon kurdudurlar.
çoğu öğrenci sınav çıkışı adımlarını söve söve atar. matematiği söver, edebiyatı söver, kimyayı, fiziği söver. adımları adedince sövgüye maruz kalır zavallı dersler.
evet efendim,
insanın böyle durumlarda ağzı japon yapıştırıcısı ile yapıştırılmış olur. sorulan sorulara ne diyeceğini bilemez: ''ne oluyor lan geldik mi?'' moduna girer.
bazılarımız durumdan o kadar koparız ki: ''sınav nasıl geçti?'' sorusuna: ''ne sınavı ya?'' diye cevap veriririz. yani anında unutulur az önce kan ter içinde çözülmeye çalışılan sorular, 1 yıldır beklenen sınav.
şimdi,
hal böyle iken sınavdan çıkan her öğrenci: ''spiker gören masum ygs öğrencisi''dir bizim için. sınavı berbat ettiğine mi yansın yoksa: ''sınav nasıl geçti?'' sorusuna: ''ne sınavı ya?'' diye cevap vermesine mi yansın. ah şu dertler, neden bir türlü bitmezler.
sevgili ygs öğrencileri.
siz siz olun, sınav çıkışı pusuya yatan spikerlerin yerlerini tespit edip öyle çıkın er meydanına. her an her şey olabilir.
ufo görmek, bazı insanlar için mukaddes bir olaydır. hele ki gördüğü kimliği belirlenememiş cismi videoya alıp onu tv lere satmak, işi ticarete dönüştürmek mükemmeldir.
yalnız,
bu durum da birtakım meslekler gibi mevsimsel olarak işler. yazın karpuz olması, kışın portakal olması gibi...
ufo görmek için öncelikle hava şartlarının buna müsayit olması gerekir. yağmur, kar yağması, havanın bulutlu, sisli olması görüş alanını daraltır ve ufo görmek, gördükten sonra onu videoya çekmek imkansız hale gelir.
başlığı: ''yani ufolar kışın kış uykusuna mı yatıyor da kışın görünmüyorlar'' olarak yorumlamayın. tamamen hava şartlarından kaynaklıdır demek istediklerim.
bu kanıya neden varmamız gerektiğini tv lere bakıp da görebiliriz.
soruyorum size, kışın kaç tane ufo ile alakalı haber yapıldı? hangi masum köylü kışın ufo gördü? onu sopayla kovaladı? kafasına taş attı?
ama kış mevsimi biter bitmez, daha birkaç gün önce haberlerde ufo görüntüleri yayınladılar.
yani bu bir nevi nevruz gibidir. bize kış mevsiminin bittiğini hatırlatır. şimdi gönül rahatlığı ile ufo videoları çekebilir, izleyebiliriz.
özünde iyi bir paylaşım olmakla birlikte yanlıştır üstadım, yanlıştır.
biz, merhametli bir milletiz. biz, yardımsever bir milletiz. türk milleti zekidir, türk milleti...
ortada acıklı bir durum varsa derhal olaya balıklama atlar, işin aslını sorup soruşturmadan hareket ederiz.
efendim facebook, kaybolan birini bulmada güzel bir mekandır. kaybolan bir akrabanız varsa, bunun son altı ayda çekilmiş bir adet vesikalık fotoğrafını facebook'a ekler, altına da telefon numaranızı yazar, merhametli milletimizin profillerinde bunu paylaşmasını sağlarsınız. güzeldir, hoştur, takdir edilesidir.
lakin,
bizim milletimiz aynı zamanda odundur da.
o fotoğraf sahibi hala kayıp mı, sağ mı, bulundumu düşünmeden, başkasında gördüğümüz için direk alır paylaşırız.
arkadaşım ne malum bulunmadığı?
şimdi o bulunan çocuğun psikolojisini düşünsenize. o paylaşımları görüp de: ''anne ben hala kayıp mıyım?'' , ''anne o fotoğraftaki kayıpsa, bana da benziyorsa ben kimim?'' , ''o fotoğraftaki bensem, kimi arıyorlar lan bunlar?'' diye düşünmez mi.
ortaya şöyle bir durum çıkar:
Facebook'da: ''kayıp aranıyor'' yazılı fotoğrafı yıllarca profilden profile dolaşan çocuk, bugün 18. yaş gününü kutladı.
belirgin özellikleri vardır üstadım, belirgin özellikleri vardır.
okumayı öğrendikten sonra okumayı bırakan bir millet olduğumuz için kitap kelimesi bize, uzanılamayan ciğer kökenli, ulaşılması imkansız bir hayal olarak görünür.
biz ki: ''en son hangi kitabı okudunuz?'' sorusuna adam gibi cevap veremeyen bir milletiz.
en son okuduğu kitap ''cin ali'' olan birisi ile en son okuduğu kitap ''nietzsche ağladığında'' olan birisi arasında elbette ki farklar olacaktır.
biri halen daha bazı şeyleri aşamadığından: ''cin ali'' kitabına: ''3 harfli ali'' diyecek,
biri kendini aştığından size nietzsche'den anlaşılması için bedava beyin isteyen laflar edecek.
efendim şimdi bu durum özellikle toplu taşıma araçlarında belirgin şekilde kendini gösteriyor.
nasıl mı?
çok kitap okuyan insa akbile bile farklı basıyor efendim. daha otobüse girer girmez duruşu ile, yaptığı hareketler ile tüm dikkatleri kendine çekiyor, okuduğu kitapların etkisi altına girdiğini hemencecik belli ediyor.
sürekli yolculuk ettiğim bir iett hattında benim gibi sürekli yolculuk eden kitap yüklü bir adamı inceleme fırsatı buldum. onu kendimle kıyasladım ve farkı gördüm.
- adam her gün elinde farklı bir kitap ile otobüse biniyor.
+ bense aceleden çorapları bile ters giydiğim için bana kitapla otobüse binmek sadece hayaldir.
- adamın duruşunda bir asalet var, dik duruyor, karizma bakıyor, sesi çok çıkıyor.
+ bense ufo gören masum köylü modundan çıkamıyor, garip garip sesler çıkarıyor, sürekli birilerin ayaklarına basıyor, özür bile dilemiyorum.
- adam boş yer gördüğünde sakin adımlar ile ilerliyor, gayet ciddi şekilde boş koltuğa oturuyor.
+ bense sanki cennetin kapısından girecekmiş gibi allah allah deyip koşar adımlarla koltuğa doğru koşuyor, önüme çıkan yolcuları bowling topu gibi deviriyorum.
- adam bir kadın gördüğünde centilmence yerinden kalkıp yerini kadına veriyor.
+ bense anında uyuma taklidi yapıyor, gerçekçi olsun diye horlama sesi bile çıkarıyorum.
evet efendim,
böyle ezikliklerin yaşandığı bir ortamda, kitap okuyan ile okumayan arasındaki farkı gördüm ve şu kanıya vardım: ''oğlum senden bir bok olmaz.''
karımız kendini cümle aleme bolca gösterdikten sonra artık insanlarımız kardan kendini muhafaza edecek yerler arıyorlar.
efendim biz çalışan, okuyan, gezmeyi seven bir milletiz. olmasak da olmalıyız. haliyle de bir yerden başka bir yere seyehat edebilmek için birtakım araçlardan yararlanmamız gerekiyor.
bu araçlardan biri de iett otobüsleridir. milletimizin çoğunluğu bu otobüsleri kullanır. keyfinden değil yani. mecburen.
yine böyle karlı bir günde, başa geleceklerden habersiz şekilde otobüse bineriz. yer bulmak imkansızdır, ayakta istiklal marşı okuyormuşcasına asil ve dik şekilde yolculuğumuz başlar. her şey gayet sıradandır. taa ki otobüsün içine kar yağmaya başladıktan sonra. bir anda: ''noluyo lan. ben en son otobüse binmiştim'' deyip irkilirsiniz. kafanızı kaldırırsınız ki otobüsün üst taraftaki açılan kısmı kırılmış ve kar hunharca otobüsün içine kağıyor. panik yapmazsınız. bu da geçer ya hu.. dersiniz ama nafile. kar otobüsün içine dolmaya, bir kardan adam yapacak kadar karın birikmesine başlar. bunu gören yolcular panikler, birbirlerine bakmaya başlar. fısıltılar gelir. elden de gelecek herhangi bir şey yoktur.
düşünürsünüz, düşünürsünüz ve dersiniz ki: ''sayın yolcu bacılar, abiler amcalar. madem kar yanımıza kadar geldi. haydiii otobüsün içinde kar topu oynayallııım.!'' önce biraz garip karşılanır ama akabinde ilk kar topunu kafaya yiyen siz olursunuz.
buradaki sonuç ne?
yani pek bir sonuç çıkarmayız mallıktan başka ama şöyle de diyebiliriz: ''olumsuzlukları olumlu kılmak, bizim elimizdedir.''
haydin kar topu oynamaya, ama otobüsün içinde değil tabii ki.
yıllarca düşünürsünüz, bir başlık açmaya karar verirsiniz. hemen başlığınızı yazıp, getir butonuna basarsınız.
ama hayallerinizi yıkan o gaybana uyarı yazısı gelir: ''bilmem ne başlığınız 50 karakterden uzun. (hemi de 1 karakter uzun. zuhahaha)
hay senin ebene atlayayım deyip de başlıktan bir şeyler kırpmak istersiniz ama ulan 1 harf. hangisinden neyi kırpacaksın. başlığın içinden 1 harfi alsan başlık boka saracak. eksik yazsan başlık açılır açılmaz yanlış açıldı diye silinecek. böyle çaresiz bir durumda ne yapılabilir ki.
düşünürsünüz, düşünürsünüz sonuç olarak basarsınız kalayı, başlığı yazmaktan da vazgeçersiniz.
bu 50 karakter kısıtlaması yazarlarının önünü kesiyor bilesiniz. hiç olmazsa 51 karakter sınırlandırması olsa da başlığı açabilsek.
mecburen kesilmiş başlığın tam hali: msn de iletisi ile avatarının uyumlu olmasına dikkat eden kız.
vardır üstadım böyle kızlar, vardır.
günlük hayatta giydikleri şeylerin baştan aşağıya kadar uyumlu olmasına dikkat eden kızlar, bunu sanal alemde de uygulama gereği duyuyorlar.
mesela: beyaz giyme toz olur, pembe giyme kız olur.. sözünü yazdıkları vakit, avatarlarında muhakkak beyaz ile pembe ağırlıklı bir resmin olması gerekiyor. yoksa rüküş bir msninin olduğunu düşünüyorlar.
temsil-i diyalog:
- ya nuktelivirgulsorunisareti, ben iletime: ''dünyanın en güzel gözleri eşeklerdedir'' yazdım ama profil resmi bulamıyorum ne koyayım?
+ eşek koy.
- ay olur mu ya. ne eşeği öyle iğrenç.
+ ne mal bi kızsın ya. en güzel gözler eşeklerdedir diyorsun yoksa eşeğe iğrenç diyorsun.
- dur bi google'den pembe eşek bulayım. o çok güzel uyar.
+ pembe eşek mi? hey yarabbim ya.
efendim, kızlarımızın bu takıntıları sanal alemde bile devam edebiliyor ise, maalesef bu kızlar asla değişemezler. adamı da hasta ederler.
her canlının bir sabır sınırı vardır. bu sınır, tapu ve kadastro müdürlüğünce çizilmediği için kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir.
hele ki günümüz zirzop gençliğinin sınır anlayışı daha bir gevşedi ve en basit şeyde ummadığınız tepkiler ile karşılaşabiliyorsunuz.
şimdi üstadım, bazı sorular vardır ki gerçekten de insanı çileden çıkarır derecededir.
mesela: ''anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?'' sorusu. bu soru o kadar siktiriboktan bir sorudur ki insan ne cevap vereceğini bilemez, anlık afallamalar yaşar, işin içinden çıkmak için de sallama moduna girer.
şimdi bu soruyu soran bir ebeveyinsiz insan, şu tepkiler ile karşı karşıya kalabilir.
- anneni mi daha çok seviyorsun yoksa bab..
+ ya bi siktir git teyze ya.
- aaaaa ne terbiyesiz bi çocuk bu böyle. üstüme iyilik sağlık.
+ yiter ya. sürekli aynı soru. insan daha bilimsel sorular sorar. nasıl yaratıldık falan filan diye.
- aa aa aa böyle edepsiz çocuklarda varmış meğerrrr. vuhuuu.
+ siee..
evet, bu durum, dayanma kapasitesine göre farklılık gösterir.
- söyle bakalım senin adın ne? (aynı kişi tarafından, her yeni gelen insan için 89. defa aynı soru sorulur)
+ yarrammm.
- ney ney?
+ goduumun karısı. beni malzeme yapıp geyik ediyor bir de.
- ay bana bir şeyler oluyor. yetişin a dostlarr.
siz siz olun üstadım, böyle saçma sapan sorular sormayın zamane çocuklarına. ağzınız açık kalabilir.
biz insanlar, eğer çalışıyor isek, hiçbir zaman tam manası ile uykuya doyamayız, ölürken de uykuya hasret gideriz. otokontrol mekanizmamız da türk malı olduğu için her daim bozuktur ve bizi belli bir düzene sokamaz.
böyle aksaklıkların olduğu bir hayatta, dış görünüş olarak yüzde yüz normali sağlamak, neredeyse imkansızdır. muhakkak bir tarafımız fauldür.
kimisi fermuarını açık unutur,
kimisinin saçı başı birbirine girmiştir.
kimisin de yüzünde kalpli yastık izi vardır.
bu hadise o kadar normal görülür ki, yüzünde yastık izi olmayan insanlar ayıplanır: ''bak bak şunun yüzünde yastık izi yok. kesin çalışmıyordur tembel. izi gidene kadar evde sürtmüştür. oh ne ala memleket.'' diye kişinin arkasından gıybet edilir.
böyle sırlı olayların yaşandığı şu memlekette, yüzde yastık iziyle sokaklarda bilinçsizce dolaşmak, kişinin az uyuduğunu, çalışıyor olduğunu gösterir ki bundan daha iyi bir karizma çeşiti yok denecek kadar azdır.
aslında yüzde oluşan şu saçma salak izin de farklı versiyonları çıkarılmalı. yüzünüzde: ''çalışıyom ben ya'' diye iz kalsa daha iyi olmaz mı?
insanı daha bir insan yapar üstadım, daha bir insan yapar. *
atalarımızdan, dini, örfi liderlerimizden süre gelen maneviyatımız, örf ve adetlerimiz son derece gelişmiş, insancıl bir alt yapıya sahiptir.
bu nedenle önce insan endeksli hareket ederler, ona göre yaşamlarını şekillendirirler.
bizdeki: ''helal süt emme'' kavramını dünyanın başka hiçbir ülkesinde bulamazsınız.
süt olsun da çamurdan olsun zihniyetinin aksine, bizdeki amaç, içilen sütün geldiği kaynağın herhangi bir kötülüğe, haksızlığa karışmadan ağzımıza giriyor olmasıdır. çalınıp da içilen süt, kattiyen insana olumlu tesir etmez aksine insanı bok yoluna da götürebilir.
teknoloji geliştikçe, insanlar mağalardan çıkıp apartmanlara hapsoldukça, insanın içtiği sütün hangi inekten geldiğine dair bir bilgi edinme imkanı kalmıyor.
o inek, elin arsasına girip de ot yemişse, o ot da süt olmuş ise, o sütten insana bir halt yarar gelmez efendim gelmez. çünkü o inek kötü yola düşmüştür. kötü yola düşmüş ineği nasıl kabul edebilir ki bu bünye.
geçmişteki insanlarımız bu konulara çok dikkat ettikleri için uzun yaşadılar, hızlı yaşadılar, geç öldüler. şimdikiler öyle mi? değil tabii ki de.
bu konular hassas konulardır. helal süt vermiş ineğin ürünleriyle büyümeliyiz. yoksa durumumuz vahimdir.
bu vesile ile küçüklerimin ellerinden,
büyüklerimin gözlerinden,
rüştü'nün de her yerinden öpüyorum.
insanı şifre çözücü ile dolaşmaya zorlar üstadım, şifre çözücü ile dolaşmaya.
otobüsler ile seyahat etmek birçoğumuzun hoşuna giden, değişik, eksantrik bir olaydır. eksantriktir ki daha önce rastlamadığınız olaylara şahit olur, bebek ağlamalarına kaç saat dayanabileceğinizi tespit eder, ilerki dönemlerde bu tesbite göre evlenir ve çocuk yaparız.
sevilir yani otobüs seyahatleri. her ne kadar şikayetçi olsak da monoton, bir halt değişiklik yapamadığımız yaşantımıza farklı adrenalinler katarız. eğer biraz fazla sosyal isek, otobüsteki çocuklara bakıcılık bile yapar, bebekleri havaya fırlatır, fırlatır tutarız.
buraya kadar her şey güzeldir herhalde. değilse de öyle hayal edin.
sıkıntı yaratan konu hostlardır.
bu hostlar duraklama yapılacağı zaman, dinlenme tesislerine gelindiği zaman öyle garip bir ses tonu ile konuşurlar ki, dersiniz: ''ben aptal mıyım da anlamıyorum bunları. komşu yolculara sorarsınız, o da ''i don't understand.'' der.
bu sefer yolcular arası bir tedirginlik oluşur. herkes deve kuşu gibi kafasını kaldırır sağa sola bakar ki acaba bize ne dedi bu host.
- üstadım kaç dakika dedi?
+ valla üstadım 30 dakika duydum ben sanki. ama bana göre hareket etme, biletin yatar.
- olmaması lazım üstadım. 60 dakika dedi sanki. yani bu uzun mola. 60 dan aşağı kurtarmaz
+ efendim siz kaç dakika duydunuz? yardım ediniz, dakikalar ilerliyor.
% vallahi ben mola dedikten sonrakileri takip edemedim. bir dahaki sefere elimde kağıt kalem olacak. kaydedeceğim.
+ neyse bari bir işeyelim de yeter. şimdi bir de burada bırakırlar bizi allah muhafaza.
evet üstadım, maalesef mikrofon ağza sokulup da konuşulduğu için uğultudan başka bir şey duyamaz yolcularımız. bu konuya el atmaları gerekiyor bilim adamlarının.
geleceğin filozofudur üstadım bu çocuk, geleceğin filozofu.
biz çocukken annelerimiz, bizim sorduğumuz bilimsel sorulara cevap vermekte bir haylı zorlanırlar. kimisi soruları duymamazlıktan gelir, kimisi de klişe uydurma laflardan yararlanır.
''anne ben nasıl oldum?'' sorusunu annemiz, adam gibi gibi anlatsa, o anki beyin bunu kaldırmayıp çökebilir ve tekrar format atmalık hale gelebilir.
yalnız bu uydurma lafları da ciddiye alan filozof beyinli çocuklar olabilir. bu çocuklar: ''seni leylekler getirdi yavrum'' cevabını duyunca kendisinin üvey evlat olduğunu anlar ve kendini sokaklara atar. göklerde, evin çatılarında, denizde karada leylek arar. arar ki annesini bulabilsin, annesi ile hasret gidersin.
düşünür, onca leylek içinde acaba annem hangisi olabilir. oysa ki leyleklerin hepsi birbirine benzemektedir. bu işini daha da zorlaştırır. kendini perişan eder, içkiye, sigaraya kumara başlar. yemeklerini çöp kutularında kediler ile paylaşır.
bunları düşünmeli her anne baba.
''seni leylekler getirdi yavrum'' lafı, yabana atılacak bir laf değildir.
bunu düşünen çocuk var mıdır bilinmez ama varsa o kesinlikle geleceğin sokrates'i, aristotales'i olacaktır. tabi türkiye'de doğduğu için isim olarak fark eder ve: arif, asiye olarak filozofluk yaşantısına devam eder.
o değil de neden türkiye'den filozof çıkmadı biliyor musunuz? bunu da ayrı bir zamanda düşünmek lazım.
insanın ashabını bozmaktadır üstadım, bozmaktadır.
hepimiz küçükken, minicikken, mini mini birler iken her kar yağışında tarifi imkansız duygulara kapılır idik. bu duygular olgunlaşma çağına geldiğimizde de devam edip, öldüğümüz an sonlanır. yani bu durum bir ömürlüktür.
bir de karın yılda birkaç gün yağmasından mütevellit (bazı yerler müstesna) kar her daim özlenendir.
insan bünyesinde olumlu etki bıraktığından herkesçe sevilen karımız, yağmaya başladığı andan itibaren çocukça duygulara kapılmamıza neden olur.
kar yağışının artmasını beklerken açan güneş ise hayatımız boyunca sık yaşadığımız travmalardan biridir.
kar topu oynamak için sokağa döküldüğümüzde bir anda güneş açması, insanın ürkmesine neden olur ve: ''daha kara doyamadan güneş bu karları da alır götürürse?'' duygusu tüm ruh dengemizi alt üst eder. ama yine de oradaki arkadaşlar durumu toparlar ve: ''bu güneş kar topluyor olum. birazdan acayip kar yağacak.'' derler. güneşin kar toplaması da nasıl bir mantığa sığar bilinmez.
yaş sınırlaması olmaksızın her insan bu duruma bir hayli içerler.
kar yağmaya devam etmelidir ki yapılan kardan adam erimemelidir.
kar yağmaya devam etmelidir ki okullar tatil olmalıdır.
kar yağmaya devam etmelidir ki yollar kapanıp da işe gidilememelidir.
böyle hayaller kurarken açan güneş, insanın ashabını bozmaktadır üstadım, bozmaktadır.
geçmişten günümüze kadar gelen bütün filozoflar: ''maç izlerken küfür etmenin mantığı nedir acaba?'' diye düşünmüş, herkes farklı farklı fikirler ortaya atmıştır. isviçre'li bilim adamları ise halen bu konu üzerinde çalışıyor.
yurdum kahvehanelerinden herhangi birine girerseniz, bu sosyolojik, felsefik olayı daha derinden analiz etmek imkanına erişmiş olursunuz.
bizim konumuz elbette ki neden küfür edildiğine dair değil. daha önce hiç duymadığınız küfürleri duymanıza dair.
bizim milletimiz bu tip konularda üreten bir millettir.
iş küfür etmeye gelince, saniyede 89 tane küfür sayar, siz onları kavramaya çalışırken de filozof olursunuz.
dünyadan bihaber yaşayan, sürekli tüketen kişiler ise, bu tip küfürleri duyduklarında maç izleme işini bir kenara bırakıp: ''lan evde izlerim maçı. bunları bi kenara kaydedeyim. bir dahaki maç kullanırım'' düşüncesine girerler.
akla hayale gelmeyecek küfürlerin duyulduğu bu ortamda, maç izleme işi ikinci plana atılır. o üstün zeka taraftara doğru 180 derece dönülür ve dedikleri pür dikkat dinlenilir.
bunlardan bir tane örnek verecek olur isek: ''sahadaki çimlerin sayısı adedince dötüne düdük girsin hakeeemmm'' olacaktır. buradan da anlayacağımız gibi taraftarımız bir hayli sinirlenmiştir ki sahadaki çimlerin sayısı adedince lafını kullanmıştır.
üstadım, bu tip taraftarlarımızı koruma altına almalıyız. ya da bırakalım da nesilleri tükensin.
onu gördüğümüz vakit, içimizi bir huzur kaplar. kocaman ses ile areeeeff diye bağırmak isteriz.
onun yapmış olduğu her hareket, bir mucize ile eş değerdir. o yücü bir varlıktır.
onu kıskananlar çoktur. bir gösterisinde de kıskançları çatlatmalıdır. bunu isteriz.
onun hakkında türlü türlü geyikler yaparız, kakara kikiri güleriz.
garip tipi ile insanları ürküttüğü gibi bir yandan da yakışıklı görünür. bu da bir nevi göz yanılması demek ki. yoksa bu aref efendi hazretlerini nasıl yakışıklı görürler anlamış değilim.
aref işi iyi yapan bir çocuktur. şirinleri görmüşlüğü vardır.
işini iyi yaptığından dolayı, izlenildiği anda yaptıklarının nasıl olduğuna dair kimse akıl sır erdiremez.
bizim boş beleş milletimizin arayıp da bulduğu meşgalelerden biridir aref efendi hazretleri.
istese hepimizi kaybedebilir.
çünkü biz buna inanır, bunu söyleriz.
üstadım,
aref e tarif gerekmez. çünkü o bir yüce kişiliktir. onun açıklarını aramak, tuvalette bok aramak gibidir.
milletimiz, yeni yeni meşgaleler buluncaya değin, aref'in yaptıkları kurcalanmamalıdır. görevini ifa edip de gündemden düştükten sonra ufo göre masum köylü moduna girebilir, aref efendi hazretlerine istediğinizi diyebilirsiniz.
ama yine de aref e tarif gerekmez üstadım, gerekmez.
not: ironiden anlamayan nesle aşina olmadığımı da belirtir, küçüklerin ellerinden, büyüklerin gözlerinden, rüştü'nün de her yerinden öperim.
facebook'un boku çıkarıldıktan sonra, facebook'a üye olan her insan, potantisel abazan olarak görülmektedir. bunun birçok sosyolojik açıklaması vardır ki bu konulara girmeyelim.
facebook yönetimi ise her geçen gün yeni yeni yenilikler ortaya çıkararak yurdum insanını gaza getirmekte, hava atmasına zemin hazırlamaktadır.
mesela şu tip etiketlenmeler insanı çileden çıkarır:
- berberde saçını sıfıra kestirmiş hödüğün kel kafasının fotoğrafını çekip facebook'a eklemesi, akabinde sizi o fotoğrafa etiketlemesi.
bu arkadaşa sormak lazım: arkadaşım şimdi bu fotoğrafa neden etiketledin beni? saatler olsun diyeyim diye mi? o kel kafana zıçayım diye mi? oo dostum bu halinle götüme benzedin diyeyim diye mi? yani buradaki ulvi amaç ne?
- play station'da bir kazmayı 68-0 yendiği maçın fotoğrafını çekip facebook'a eklemesi, akabinde sizi o fotoğrafa etiketlemesi.
- herhangi bir dizinin kahramanlarının olduğu fotoğrafı facebook'a eklemesi, akabinde de sizi o karakterlerden birine etiketlemesi.
bu durum genelde şu şekilde olur. dizinin esas oğlanı etiketleyenin kendisi olur. esas kızı, hoşlandığı kız olur. size ise siktiriboktan bir karakter düşer. yani güzel bir tipe etiketlenseniz amenna. ama buradaki maksat, etiketleyenin kendini başrol yapmasıdır.
örneklerin fazlalığı, yazının heba olmasına neden olacaktır ki, ilerki dönemlerde devam edebilmek için 3 nokta bırakıp susulmalıdır.
mağduruz üstadım, mağduruz.
facebook'un da ağası değiliz ki kaldıralım şu haltları.
hepimiz biliriz ki, rüyamıza giren ak sakallı dedemiz göçebe bir hayat tarzı ile yaşamaktadır. bir gece sana, bir gece hizmetçiye, diğer gün ise hepimize girmektedir. bunun nedeni, daha önce evlenmemiş, ev bark sahibi olmamış, ileriye dönük herhangi bir yatırımda bulunmamış olmasıdır.
kendisi, gayet efendi, yüzü, gözü sakalı düzgün, artı olarak beyaz giyinen edepli bir dededir.
böyle bir dedemizin sürekli rüyadan rüyaya atlamasına nasıl vicdanımız razı geliyor?
yaşı kemale ermiş bir dedeyi neden yoruyoruz bu kadar. bunun çaresini de düşünmüş: isviçre'li bilim adamları.
bu dedemizi huzur evine yerleştirsek, orada helal süt emmiş bir ninemiz ile baş göz olsa, iyi olmaz mı?
her gece hırlısı, hırsızı belli olmayan kişilerin rüyasına girip neden tehlikeye atarız bu pamuk dedemizi?
insanoğlunun türlü türlü çeşidi vardır. bunlar kendi aralarında değişik kategorilere ayrılırlar.
türlü kategoriye ayrılan insanoğlunun en nefret edilesi cinsi, her daim sizden para isteyen, bir halta yaramayan insan türüdür. bu tip insanlar ile karşılaştığınızda konuşmaya başladıkları giriş cümlesi şudur: ''abi biraz para versene.''
böyle bir halta yaramayan insanları bir stadyuma doldurup da topluca yakamayacağımıza göre, bunlara iş imkanı sağlamak gerekir. ama bu tip insanlar: ''ne iş olsa yaparım'' lafını da pek sevmezler. yemek seçer gibi iş seçerler. bunlara iş beğendirmek de zordur üstadım.
bunlara en uygun iş, dilenmeyi öğretmektir. başka da bir iş yapamazlar.
en azından sizi gördüklerinde sürekli para isteyeceklerine, giderler bir cami avlusuna da değişik atraksyonlar yaparlar.
örf ve adetlerin bitmediği, aile ortamının tam manası ile sağlandığı apartmanlar, günümüz saçma düzeninde çok da yerini bulamaz, nesli tükenmeye başlamıştır.
yalnız genelleme de yapamayız.
çünkü bu ortamın halen daha var olduğu güzide apartmanlarımız, ve orada yaşayan değerli abilerimiz, ablalarımız, teyzelerimiz, amcalarımız vs vardır.
yine böyle bir apartmanda, komşular, evlerinde yaptıkları tatlıları diğer apartman sakinleri ile de paylaşmak isterler. bu gayet insani bir davranıştır.
insani olmayan davranışı, tatlı getirilen evin mensupları yaparlar.
kapı çalınır da karşısında tatlı gören aile bireyi tatlıyı alıp kafasını döner dönmez, evde garip, sırlı olaylar yaşanmaya başlar.
sanki daha önce hiç tatlı yememiş moduna giren aile bireyimiz, elinde tabak olan diğer aile bireyine koşar adımlarla gider ve sorar: ''ne getirdi, ne getirdi?'' cevap gelir: ''bok getirdi afedersin, tövbe yarabbim.''
bunu duyan diğer aşiret üyeleri ise bir anda failin yanında toplaşırlar. herkesin tek amacı, tabaktan bir şey kapabilmektir. o anda olanlar olur ve tabak yere düşer kırılır, tabağı tutan ise linç edilir.
hiçbir şeyden haberi olmayan iyiliksever komşu ise yeni yeni tatlılar yapmaya, yeni yeni linç girişimlerine zemin hazırlamaya devam eder.
siz siz olun üstadım, asla ve asla komşunun getirdiği tatlıyı elinize almayın. sonrası pek iç açıcı olmaz.
artık gelenek haline gelip, herkes tarafından günün belli saatlerinde: ''facebook paralı olacakmış'' lafını sağda solda deklare eden aklıevvel milletimiz, birtakım ergenlerin sosyal sıkıntıya girmesine neden olmuştur.
yegane iletişim ve fantezi aracı olarak gördüğü facebook, kendisi için büyük anlamlar ifade etmektedir. lisede gördüğü aslının donlu haline orada rastlayabilir, sınıfındaki sibel'in bikinili fotoğrafını facebook da doya doya seyredebilir. sıfır veren hocasının açıklarını arayıp, ilerki dönemlerde onu tehdit edebilir.
facebook bu yüzden büyük sosyal hazlar veren bir platformdur.
yalnız, facebook'un paralı olacağı fısıltı gazetesinde de yayınlandıktan sonra, liseli ergen kardeşlerimiz, elini pantolonun içine sokmaya başlamış durumda.
büyük bir dertleri var: ''bu parasızlık zamanında ya facebook paralı olursa? o zaman ne bok yeriz?''
bu duruma çare arayan liseli kardeşlerimiz, büyük sorumluluk ve azim ile para yığma işine başlamışlar efendim. paralarını yığıyorlar ki olası bir paralı olma durumunda paralarını derhal belirtilen hesaplara havale edecekler ve aslı'nın donunu, sibel'in bikinisini doya doya izleyecekler.
bundan büyük zevk olabilir mi? 3,5 kuruşun bunun yanında lafı bile olur mu?
biriktirsinler üstadım, biriktirsinler.
belki ilerde şirinleri gördükleri gibi gizem'im kıçını da görebilirler.
tam başlık: hocanın okulda öğrencilerden topladığı tasoları, ertesi günü tekrar öğrencilere satmak.
haktır üstadım, haktır.
tasolar, bir dönemin eğlence kaynaklarından biri idi.
öğrenciler, ellerindeki tasolar ile karşılıklı müsabakalar ederek işi rekabete dönüştürür, galip geldikleri vakit ise mağlup olanın tasosunu alırlardı. akabinde büyük kavgalar başlar, en büyük aşklar tasoyla başlardı.
bu duruma bir hayli içerleyen okulun ileri gelenleri yani hocalar, bu öğrencilerin ellerinden tasoları alır, götlerine tekmeyi basardı. buraya kadar ise her şey normaldi.
bunu bir de ticarete dönüştüren sivri zekalı öğrenciler vardır. bu öğrencilerin kimisi öğretmen çocuğu, kimisi de öğretmen komşusuydular. bu zekalı çocuklar her akşam düzenli olarak hocaların topladıkları tasoları türlü türlü bahaneler ile alır, ertesi gün ise bu tasoları tekrar öğrencilere satarlardı.
gündüz hocalar toplar, ertesi gün öğrenciler tekrar satar durumu böyle devam ettikçe, ticaret eden öğrenciler zenginleşir ve artık okula bisiklet ile gelmeye başlar, oynanan oyunlardaki bütün topların sahibi ticaretci çocuklar olurdu.
bu düzen, okul bitene kadar devam ederdi.
haktır üstadım, haktır.
varsa böyle çocuklar, kıymetlerini bilin. onlar ilerinin iş adamları olacaklardır. şimdiden kafaya alın da ilerde para otlanırsınız.