mealen; "acıyı siyasi propaganda malzemesi yapmayın. sorumlular giderse aç kalırım. ülkede istikrar var. istikrar için göt kılı olabilecek kadar şeref yoksunuyum. şerefli ama aç gezemem. şeref karnımı doyurmuyor. karnım doysun yeter. sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkarmak isteyen namuslu işçi için ağlıyorum şu an. bak valla gözümden yaş geliyor. bak kürt de ağlıyor çerkez de. hem gözyaşlarımızın rengi de aynı. acılıyız biz. acılı dedim de acıktım valla. bi adana mı söylesem ne yapsam.
başkaları ölüyor ben sadece acıyorum ve acıkıyorum."
şimdi bunların anası babası hastanede doktor hatasıyla ölsün ya da bir ihmalkarlıkla bak bakalım o zaman da acıyı kullanıyor mu kullanmıyor mu?
ne yazık ki hala kıyamet kopmadı. kopsa da kurtulsak bu dünyadan.
edit: başlık başa kalmış. sanırım vicdanına ağır geldi yazdıklarım ya da hafif kaldı vicdanı için.
devlet toplumun malını sattı. maalesef toplum olarak biz istedik bunun böyle olmasını. oradaki zenginliği toplumla paylaşacağımıza bir kişi/zümreyi zengin edip geri kalanı ona köle ettik.
evet devlet sattı bu madenleri. denetleme yetkisi ise kendindeydi. denetlemeye gelineceği gün önceden haber uçurulmuş, "aman bok üstünde yakalanmayalım. ağzımızın tadı kaçmasın" denmiş. denetçi herkesin denetleyeceğini bildiği bir yeri denetlemiş. güya raporunu tutmuş ama altına yüzlerce kişi ölür demeyi unutmuş. bunu "sehven" yapmamış.
evet sehven. bu ülkede idamlıkları idamdan kurtaran büyülü söz.
bu adamları biz öldürdük. kendi malımızı sattık çünkü. köle olduk. bitti.
hayat denen naneyle edilen mücadelenin temel sebebidir huzurlu yaşamak. fakat hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. her şey değişiyor. eğer hayatın ne kadar anlamsız olduğunu, edindiğiniz bütün mutlulukların gelip geçici bütün acıların ise delip geçici olduğunu anlamış bir insansanız, tanrı'ya güzel bir çalım atmaktan ibaret davranış biçimidir genç yaşta huzurevine yerleşmek.
sayısal anlam. insan ilişkilerinde çok ilginç sonuçlar bulmama sebebiyet vermiş bir kavramdır. örneğin 500 kadınla/erkekle yattım diyen bir insan düşünün. bu adam veya kadının derdinin dolaştığı tenlerin niteliği veya nitelikli tenlerden aldığı haz olmadığı çok açık. hülasa, nicelik peşinde koşanların, niteliklerinden ödün vermek zorunda kaldıkları ve bu ödünleri verdikçe başkalarının, niteliksiz insan niceliği istatistiklerine konu olduğunu unutmaları çok ilginçtir.
kimine göre yaratıldığımız, kimine göre varolduğumuz, kimine göre ise üretildiğimiz günden bu yana peşinden koştuğumuz tek şey mutluluk. bunca çalışmamız, didinmemiz, acı çekmemizin temelinde mutlu olma amacı var. mutluluğun peşinden adeta uzun bir maraton koşucusu gibi koşuyoruz ancak hayat hatasız yaşanmıyor.insanların bu amaca ulaşmada kullandıkları genelde iki yol var. kimi edinilmiş ezberleri esas alarak amacına ulaşmaya çalışır kimi acı çekerek daha büyük ve daha anlamlı mutluluklara ulaşmak ister. mutluluğun peşinden koştukça ya toplum tarafından belirlenen ahlaki normların yükselttiği duvarlara çarparız ya güven denen erdemin yakışmadığı insanların bencilliğine kurban gideriz ya da akıl ve mantıktan yoksun hareket ediyorsak söz konusu çaba acı sonuçlar doğurur. nefret ise mutlu olma çabasının umulmadık, hesaplanamayan sonuçlar doğurduğu durumlarda ortaya çıkar. bataklıktır ve hiç kimse bu bataklıktan yalnız başına kurtulamaz. bu bataklık çölde susuz kalan bir insanın gördüğü ve durmadan ardından koştuğu serap gibidir.hatalarımız, mutlu olmak için verdiğimiz mücadelede saptığımız yanlış yollardır. bir daha aynı yollara sapmamamız için biz koştukça onlarda peşimizden koşar.
bizi bir yerden bir yere götüren arabamızın tekerleklerinin içindeki hava gibidir hayaller. tutulamayan ancak tutunulandır. hayaller bizi bir yerden bir yere götüren havadır dedik, fazla hava basarsanız ayaklarınızın yerle bağlantısını keser ve patlatır geleceğinizi, eksik basarsanız gideceğiniz yere herkesten daha geç ve daha fazla efor sarfederek gitmenize sebebiyet verir. hayallerinizin basıncını gerçeklerinize olan bağlılığınızla ölçün.
yapılan bir işin en önemli anında o işten vazgeçilmemesi ve o işin esası üzerinde değişiklik yapılmaması gerektiğini anlatan atasözü. örneğin binanın yarısını yaptıktan sonra temelini değiştirmeye çalışmak gibi.
hayatta arzuladığımız ve elde ettiğimiz her şey için bir bedel ödemek zorundayız. hatta o şeyin elimizden uçup gitmesinde bile bir bedel öderiz. bir şeye ne kadar çok değer verirseniz o şey size değerinden fazla külfet çıkarır. çok yemek, çok sevmek gibi. külfetini kaldıramayacağınız nimeti arzulamayın.
thales'e göre maddenin ilk ögesi. doğayı canlı tutan temel yapı taşlarından biri ve hatta ilk'i. en berrağımız, en temizimiz, en hayat verenimiz. işin ilginci canlı olana bağlılığı oranında, ölüye de saygılıdır. çünkü su arındırır canlıları, hatta cansızları bile. suyun maddi anlamının yanı sıra manevi anlamının daha önemli olduğu açık. "..fakat suyun pislikten arınması için beden ırmağını temizlemek arıtmak şarttır. bu suretle onda bir bulanıklık ve çer çöp kalmamalı ki yüzün, içine aksetsin görünsün. a adamcağız, bedeninde toprakla karışmış sudan başka ne var? söyle. a gönül düşmanı, suyu topraktan arıt. halbuki sen, her an yemekle, içmekle o dereye daha fazla toprak dökmede, o suyu daha fazla bulandırmadasın. o suyun içinde hiçbir şeycikler bulunmadığından yüzler, ona akseder orada görünür. halbuki senin için temizlenmemiş." (mesnevi, vi.cilt, bilgiler emen zahit)
insan arındıkça kendine dair gerçekler daha da belirginleşir. su bir anlamda gerçeklerin nefesidir. kendimizi yıkadıkça gerçek yaşar bizde çünkü her ne olursa olsun gerçek temizdir. suyun arındırdığı oranda gerçekler aşikâr bir hâl alır ve gerçek kendini unutturmaz.
yazmak, anladığını bir kez daha anlatmaktır kendine kelimelerle ve hiçbir anlama, yazıldıktan sonra yazıldığı gibi değildir artık. sonuç itibariyle, bir fenomenle ilgili olarak, olması gerekenleri bilen aynı zamanda olmaması gerekenleri de bilir. ama olmaması gerekenleri bilerek hareket etmek daima avantajlıdır. (buraya çöp dökmeyelim demekle, çevremizi temiz tutalım demek arasındaki fark gibi)konumuz yazarlık... yaşadığım her şey kendime dair bir konu başlığı şimdilik. işin açıkçası kendimin kendime ne kadar uzak ve yabancı olduğunu anladım yazdıkça. acılarınızı ve mutluluklarınızı yazamıyorsanız eğer onları yeterince yaşamamışsınız demektir. gerçi insan, en iyi acılarını anlatır, mutluluklarını ise yaşar. bunun içindir ki doktorlar şikayetimizi sorduğunda, "mutluluğum" demez hiç bir insan. yazdıkça, yazmakla okumak arasındaki farkı daha iyi anladım. mesela artık eskisi kadar saf ve duygusal değilim okuduklarıma karşı. kendimi yazdıkça okuduklarımın aslında kendi duygularım olmadığını, o duyguların hücrelerime dek işlemediğini öğrendim. yani o ağladıklarım, sızısını hissettiklerim, sevinçleriyle sevindiklerim aslında ben değildim yazdıkça. acılarımın ne kadar yavan olduğunu anladım.
yazar, yediklerinin dilinde bıraktığı tadı yazar. ayrıca yazar, yutamadığı yediklerinin posasını da yazar. bunun içindir ki, doymak nedir bilmez. sürekli aç gezer yediklerinin tadını daha iyi anlatabilmek için. doyan kişi ise yazar değildir. çünkü o duyguyu doyunca yaşamıştır. bir kadının kaçamak ama davetkâr bakışlarını yazmanın hazzı ile kadınınızın bakışlarını anlamlandıramamak gibi bir şey işte. yazar sahip olmayandır, sahip olmasına ramak kalmışken kaybedendir. işte yazar, yazar olabilmek için olmaması gerekenleri bildiği için kaybedendir.