Karakter sınırına takılmamış hali "yazdığı kitap anlatım bozukluğu ile dolu olan profesör" olan başlıkta kulağı çınlatılan profesördür.
Behey profesör, sen ki üniversitede rüzgarından yanından geçilmeyen, gözüne kestirdiğin öğrenciyi de dersinden geçirmeyen bir adamsın.
Evet, ömrünü bu ülkenin gençliğini aydınlatmaya adadın. En güzel yaşlarında sabrettin, azmettin ve bugünlere gelebilmek için dirsek çürüttün. Haklısın, eyvallah... ama...
Allah aşkına bu yazdığın kitaplardaki kurduğun cümleler nedir sayın profesör? Profesör olduğunuz için yüzünüze karşı bir şey söyleyebilecek cesaret bende yok ya hani, merak ediyorum çevrenizden ya da ailenizden birisi de merak edip bakmıyor mu kitabınıza sayın hocam?
Bir Allah'ın kulu da çıkıp utandırmıyor mu sizi "aga bu cümleler nedir!" deyip de?
"Cümlenin başı farklı, kıçı farklı hocu!" diyemiyor mu bir akademisyen kankanız? "Bu kadar da saçmalanmaz be baboli!" gibi laflarla hiç mi muhattap olmadınız? Yahu, madem kitabı yazdınız, lütfedip bir kere daha okusaydınız fena olmaz mıydı sizce de?
Bunca laf salatasından sonra gelmesi gereken tanım: yazdığı kitaptan faydalanmak zorunda kalan bir öğrenciye, yazdığı kitapta kullandığı ilkokul çocuğu seviyesindeki türkçe yüzünden saatlerce eziyet çektiren akademisyen tanesi.
Edit: hazretleri halihazırda istanbul üniversitesinde sözel bir bilim dalının başkanlığı görevini yurutmeye devam etmektedir.
Yahu dünyaya gelmeden ne kadar çok geç kalmışız böyle. Hayır ne işle meşgul olduğumu da hatırlamıyorum ki geç kalma sebebini öğreneyim. Hic imkan yok hatırlamaya da.
Ne çok ilginç şey olmuş tarihte, icatlar, savaşlar, felsefi akımlar...
Tamam tekerleğin icat edilmesi baya eski bir olay hatirlamiyor olabilirim de ya bu motorlu arabaların icat edilip üretildiği ilk günleri kacirmama ne demeli?
Konfüçyüs baya binlerce yaşa sahip olurdu yaşasaydı eğer tamam da kant ile olan çay sohbetlerimizi hatirlamamama sebep olan neydi? Lan cay mi ictiydik biz onla ben hatırlamıyorum bunu da?
Yahu Marilyn Monroe ile flörtleştigim günü nasıl hatırlamiyorum asıl.
Şaka şaka bu hiç olmadı tabi... içimde derin bir uktedir zaten buda maalesef asdafdaf.
Ya hakikaten filmin ortasında denk geldik biz galiba bu hayata.
Gelecekten haberi olan varsa spoiler versin birazcık.
Bunca içerik, turlu yazılar ve videolar olmasına rağmen oluşan bir gerçektir.
Artik bos zamanlarda oturup herhangi bir şey hakkında derinlemesine düşünmek o kadar zor ki teknolojinin bizim elimize tutuşturduğu modern tespihler sayesinde.
Artik iç sesimi daha az duyuyorum,
tavandaki nem ve gökteki bulutlar anlamlı şekillere dönemiyor zihnimde.
Duvara yansıyan golge de bir kus, kurt, kelebek seklinde görünmüyor.
Uzun uzun kuramiyorum kafamda o geçirdiğim günü.
Ben, oyunlarım, watsapp mesajlarım, instagram oturduk okey oynuyoruz facebook üzerinden.
Belki de gizli yalnizim. Bilemiyorum.
gözlerimizle görebildiğimiz gerçekler mi yoksa dusunebildigimiz gerçekler mi daha gerçek ?
yetişin a dostlar bir paradoks buldum.
bilimkurgu filmlerinden alıntı yapılmış bir sahne gibi düşünelim.
önümüzde bir örnek, yani sorumuzun öznesi olan bir kimse var. bu arkadaşın oturduğu masada sınırsız yiyecek ve içecek var. ancak, olay şu ki bu arkadaşımız bir mideye sahip değil. dahası bunun farkında bile değil ve hala ısrarla yaşamaya devam ediyor. üstelik masaya oturtulmadan önce kesinlikle aç olduğunu düşünmekteydi.
bu halde, önündeki sınırsız yiyeceği tüketen arkadaşımız bir sure sonra damağından gecen lezzetler sebebiyle tok olduğu fikrine kapilacak mıdır?
yoksa ne kadar yiyebilirse yesin dolabilecek bir midesi bulunmadığı için aç olduğunu düşünerek yemeye devam etmek isteyecek midir?
tanım; işsizlik+ agzimin sağ tarafını işkence yerine çeviren aftlar sebebiyle ortaya atılmış bos insan sorusu
Eşit; elbette doyma organı ağız değildir, fakat yemek yediginin farkında olan bir zihin var orneklemimizde.
Gerçi patatesin 5, kıvırcığın 4 tl olduğu bir ülkede yaşıyoz ama yine de bence çok pahalı lan sandalyeler.
Bakiyosun en dandik, en basit sandalye 100 tl. Hoş sübliminal mesaj gibi olcak ama IKEA da vardı heralde 70 tl, ama baya boktan gibiydi onlar bana kalırsa.
Bir amına kodumun partisinin istanbul beykozdaki seçim propagandacısının halka hitap ettiği meydandaki sahneden yumurtladığı yumurta.
inanan çok olunca ben altın yumurtluyorum demek kolay tabii ki.
Bre dürzü, madem Türkiye deki asgari ücret daha iyi, gerçekleri konuşsana!
Senin asgari ücretlin haftada 6 gün günde 12 saat eşşek gibi çalışırken, avrupadaki asgari ücretli haftada 5 gün günde 8 saat çalışıyor, öğlen arasında siesta yapıyor. Dürüst olup bunu da soylesene.
Götün yiyosa söylesene.
Tabi amk, beykozun cahil halkı ne bilsin avrupayi. Salla ne kadar sallayabiliyosan götünden.
Avrupalının fakiri yazları türkiyeye geliyor tatil yapmak için, sen tatilde ancak memleketlerine el öpmeye giden insanlara doğruları soylesene.
Negatif bakış mı pozitif mi bilemedim. Biraz daha negatife yakin. Pozitif olsaydı mutluluğu olurdu.
Yani bir şeylere sahipsin ama bunu yeterli gormuyosun. Ama bakınca diyosun ki daha kötüsü de olabilirdi, çok şükür. Amenna. Ve yine bakiyosun ki aslında çok da iyi olamaz her şey aslında bulunduğun yerden. pek cok insanin luks dedikleri hayat bile cogunlukla kendilerince luks bence sikindirik kafelerde geciyor. imrenmiyorum dogrusu pek. Ama yine de dusunuyor insan acaba ne eksik diye.
Allah bereket versin ki beterin beteri var. Ve allah korusun. Eger her sey yolunda olsaydi herkes mutsuz olurdu.
Simdi en azindan birileri kendince mutlu.
Sabah okul var ama sorsana bana sende heves var mi yasamaya?
Güney kore her sene 80 milyar $'lık gemi inşa edip satıyor. Türkiye de ise bu rakam çoğunluğunluğu yat inşasına dayalı olduğu halde sadece 1 milyar dolar.
Türkiye'de butün parçaları türk malı olan bir bilgisayar yok bildiğim kadarıyla. Esas parçalar tayvandan çinden geliyor. Dişimizi sıksak biz neden üretemeyelim?
Araba üretiminden zaten laf bile etmiyorum.
2013 senesinde ihracat rakamımız 150 milyar $ seviyesindeymis.
Yani güney kore tek başına gemi inşa sektörüyle bizim ihracatımızın yarısını kazanıyor. Güney korenin ihracat rakam yine 2013te 600 milyar $.
Bizim 4 katımıza denk gelen bir üretim bu.
Düşünün bir bilgisayar markası tamamı türk. Üreteni de Sabancı koç ıvır zıvır değil. Bizzat Türkiye cumhuriyeti devleti. Neden olmuyor? Ürünün kalitesi iyi konumlandırması iyi teknik servisi iyi olsa iyi de pazarlansa kim tercih etmesin ki bu ürünü.
Dahası kim gurur duymasın?
Savaşlardan yeni çıkmış haldeyken bile Etibank, Sümerbank, Paşabahçe gibi atılımlar yapabilmiş bir devletten bahsediyorum. Tamamıyla yerli, şu parçası bu parçası çinden tayvandan alınan mallar ile Türkiye de paketleyip üzerine mühür basmaktan bahsetmiyorum. Tamamıyla türk olan bir teknoloji sistemi atılımından bahsediyorum.
QNeden sik gibi binalar yapıp her sene kaldırım taşlarını yeniliyoruz ulan?
Dahası nasıl kabul edebiliyoruz bu kadar ufak kalmayı?
Tanıma falan gerek yok kardeşim. Ne dediğim gayet açık;
Tapu bir sosyal haktır. Bir vatandaşlık hakkıdır. Devlet vatandaşına kanunlarına uygun bir yerde barınma hakkını tanımalıdır.
Burada milyon metrekarelik arazilerden bahsetmiyorum elbette. bir evden bahsediyorum en masum olanından. Hani zaten halihazırda yapılmış olan, içinde insanların barındığı evler. işte onlar legal olmalı kardeşim. insanlar evleri ellerinden alınacak diye korkmasınlar, fena mı?
Bir devlet düzeni düşünün ki kendisini oluşturan halkın çok büyük bir kısmi "işgalci". Aha işte o devlet düzeninin bize en yakın örneği Türkiye'dir. Vatandaşlarının pek çoğu bu devletin gözünde bir çeşit işgalci veyahut mültecidir.
Tekrar söylüyorum tapu bir sosyal haktır ve devlet bunu vatandaşına ücretsiz olarak sağlamak zorundadır.
" biz bu vatanı kanla aldık, kanla veririz. " sözü en asil bir sözdür benim için.
Akıttığı kan karşılığında para isteyen bu devlet düzeni siktirsin gitsin.
Düzen böyle deyip susan her kim varsa da yazıklar olsun.
Selametle.
tanım: eve gelen noel babanın otlakçı arkadaş modeline evrilip de eve çöreklenmesinin ardından bitmek bilmeyen boş muhabbetler açan noel babaya söylenen cümlemsi.
başlık kendisini tanımlıyo arkadaş benim bişey dememe lüzum yok ki!...
herkes de bilir bunu zaten.
sahanda yumurta yapmışsındır misler gibi yiyosundur abi ohh bana bana, derken o da ne burnun tam ucu tatlı tatlı kaşınıyo... e eller yağlı abi, nasıl kaşıycan sen o burnu. gidip ellerini yıkasan ooo uzun iş. biticek hem illaki o yumurta abi. ama kaşıntı da geçmiyo. resmen yedek kulübesindeki semih şentürk gibi hep elinize bakıyo hatırlatıyo kendini, "hoca beni oyuna al, oyuna al" deyü. ızdırabı daha da artıyo hem de kaşımadıkça.
veya namaz kılarken abi ki bu da fena. insana hangi rekatta olduğunu unutturduğu vardır bu meredin eminim. hayır işin enteresanı sabredersin sabredersin de selam verdikten sonra kaşıntı kesilir kendiliğinden. sonra küfretmesen de öfkelenirsin durduk yere.
bak yine canımı sıktı haysiyetsiz. semih sen de bakma öyle, selam verdikten sonra alcam seni oyuna.
bugünden birkaç sene önce bir savcı tarafından açılan davayı sahiplenip, davayı kendisi açmış edasıyla "askeri vesayeti kaldırıyoruz" naraları eşliğinde gazetelere manşetler verdiren partidir.
bugün ise yine aynı savcı tarafından açılmış olduğu halde açılan yolsuzluk davası hakkında "birileri tuşa bastı, dış mihraklar rerörerö istiyor, faiz lobisi, fitnecilerin kirli oyunu" deyip tükürükler saçan partidir.
stadyumlarda siyaset içerikli slogan atılmasının yasaklandığı güzide ülkemizde, milli takımımızın başına gelecek kimseyi siyasi iradenin belirlediği gerçeği ile insanların gözü önüne serilen çarpık ilişki türü.
"spor siyasete karışamaz, ama siyaset spora karışır" argümanı bu ilişkide hakimdir.
not: akpliyim, ama ortadaki yanlışı, çifte standardı göremeyecek kadar kör değilim.
edit: yıllar sonr tekrar gördüm bu entryi. demek ki kör olmayınca isteyen herkes görebiliyor gerçekleri.
yurdum insanıdır. akşamları, hafta sonu tatilleri, bayramlar, düğün alışverişi, sevgiliyle dolaşmak, hediye almak, starbucks ta kahve içerken fotoğraf çektirmek vs. için fırsatını bulur bulmaz süslenip püslenip avm'lere doluşan binlerce insandan herhangi birisidir. buna rağmen, iş siyasi çıkar olduğunda avm tü kaka demekten de geri kalmazlar. yapmayın etmeyin, ikiyüzlülüktür bu kardeşim.
edit: avm hoştır ama benane. şaka maka avm değil sorun, avmlerin bu kadar çok olması aslında.
her yerde karşımıza çıkan/çıkacak olan insan tipidir. evde, okulda, işyerinde, parkta, kafede, kütüphanede...
her biri, kendilerine özel olarak, saygı görmesini gerekli kılan meziyetlerinin varlığından emindirler;
"çünkü senden yaşça daha büyüğüm!"
"burada patron benim!"
"sen yokken ben vardım burada!"
"bana saygı duymak zorundasın!"
saygı duyulmayı hakketmeyen birisine saygı gösterecek olursam eğer, kendime saygısızlık etmiş olurum.
bunu hakketmiyorsan eğer, üzgünüm, sana saygı duymuyorum.
annemin henüz ilk çocuğu kucağındayken, doğum ziyaretine gelen komşu teyze annemin kulağına eğilmiş ve demiş ki; "dilsizin çocuğu da dilsiz olur". işte bu cümleden sonra annem aylarca ilk kelimeyi duymayı beklemiş ilk çocuğundan. korkarak, endişeyle beklemiş o ilk kelimeyi.
neyse ki o ilk kelimeyi bir gün duymuş. ben annemin son çocuğuyum, bütün kardeşlerim de benim gibi gevezedir, çok şükür ki o komşu teyze yanılmıştı, annemi bir hiçle endişelendirdiğiyle kalmıştı.
ben, annem duyan-konuşan birisi olduğu için babamla el hareketleriyle konuşmayı pek de öğrenemedim, babamla konuşmam gerektiğinde annemi tercüman olarak kullandım hep.
birkaç dakika önce babam internette dilsizlerin oyun oynadığı bir videoyu izlerken görene dek anlamadım gerçeği.
gerçek şu ki, onlar özürlü değilller, sadece bizim dilimizden konuşmuyorlar.
bizim dilimizden konuşmuyorlar diye özürlü sayıyorsak eğer onları, sokakta görünce "calay!" diye çağıranlar varsa eğer hala onları, biz de özürlüyüz arkadaşım.
dediğim gibi, sadece bizim gibi konuşamıyorlar diye özürlü sayıyorsak eğer onları, biz de onlar gibi konuşamıyoruz, onların konuştuğunu anlamıyoruz.
özet geç piç diyecek olan arkadaşlar için özet: bu iki evlilik türü arasındaki en önemli fark sosyal statülerdir. kişi sosyal statüsüne uygun olan tarzda evlilik yapmaya daha fazla yatkındır.
görücü usülü evlilik anadolu toplumunda son yıllarda popülaritesi azalmış olmakla birlikte halen daha süregelen bir evlilik çeşididir. severek evlenmek ise teknolojinin gelişmesi ve genel ahlak kurallarının evrimleşmesi sonucunda yaygınlaşmaya devam etmektedir.
aslına bakılırsa aradaki temel fark, görücü usülünde evliliğin gerçekleşmesinde hegemon* gücün aile büyükleri, severek evlenmede ise kişilerin kendileri olmasıdır.
görücü usülü evliliği savunanlar, severek evlenenlerin kısa sürede boşanma oranlarının yüksek olmasını kendilerine argüman edinmişlerdir.
gerçek şu ki, görücü usülü evlilikler daha uzun sürelidir ve bu tip evliliklerde boşanma durumu nadir görülür.
bunun sebebi, görücü usülü evliliklerde taraflar daha pasif olduklarından ve aile büyüklerinin sözlerine itimat etmelerinden(veya çoluk çocuğumuz var demelerinden) dolayı boşanma durumu nadiren görülür.
bu ilişkide; toplum içerisinde daha baskın olan taraf(genellikle erkek tarafı), genellikle-istisnaları saymazsak- evlilik süresi boyunca en az bir kere aldatma fiiline teşebbüs etmiş veya aldatmıştır. bunun sebebini aile büyüklerinin etkisinden kurtuldukça kendi mutluluğunu tatmin etme güdüsü olarak tarif edebiliriz.
edilgen taraf ise genellikle aldatma vakasını "aman olur böyle şeyler, çoluk çocuk naparız, elalem ne der" türevi cümlelerle geçiştirir, görmezden gelir.
zaten, görücü usüldeki evliliklerin uzun sürmesinin temel sebebi budur.
severek evlenmede ise taraflar daha fazla erk sahibi olduklarından dolayı evlilik içerisinde yaşanabilecek her türlü olumsuz vakaya karşı daha tahammülsüz olup, bu tahammülsüzlük evliliğin bitmesine etki eden en önemli faktörlerdendir. gelişmekte olan toplumlarda artık daha fazla bireysel gelişimini öne çıkaran kadınların sayısının artması, bu evlilik türünün gelişmesine olanak sağlamıştır.
aynı zamanda, kadının toplum içerisindeki statüsünün yükselmesi ve ekonomik refahı daha iyi seviyede olabileceği için boşanma vakaları da artmıştır. severek evlenmelerdeki boşanma oranının, görücü usülüne göre evlenmelerden daha yüksek olması da işte bu sebeptendir.
gün itibariyle* 165 lira fiyat değerinde olan çeyrek altını kullanarak yılların klişeleşmiş davranışı olan pırlanta yüzük jestiyle evlenme teklif edilmesine başkaldırmaktır.
cüzdanına güvenen her romantik kimse yapmalı bence bunu, moda olmalı.*
not: çok romantik bir jestte bulunmak isterseniz beşibiryerde takın ağbi.
evet dostlarım, var böyle bir şey...
tahmin ediyorum ki vakti zamanında birçok kişi bu masalı anlatmış veya dinlemek durumunda kalmıştır, eminim.
efendim sözkonusu olay kişilerden birinin, sigara içmekte olan diğer kişiye; "neden sigara/alkol kullanıyosun?" sorusuyla başlar. madde kullanan şahıs da bu soruya cevap olarak "bu hayat bizi becerdi" der ve bunu derken de hani facebookta profil resmi çekmeye çalışan ergenler vardır ya, böyle manzaraya karşı etkilenmiş gibi bakarlar halbuki sadece o esnada fotoğrefı çektirip bir an evvel facebookta profil resmi yapmayı düşünür, işte o pozu veren ergen gibi bir tavır takınırlar. he sigara içmekteyse o esnada bir sigara dumanı salıverirler nefes olarak ya, neyse...*
+satılmış abi içme artık bu kadar sigara ya kendini harap ediyosun*
-sen karışma kamil, bu hayat bizi becerdi zaten*
+yapma abi ya ne alakası var hayatla, bırakamıyom desene sen*
-yok ulen istesem şu dakka bırakırım ama hayat bizi beceriyo be olum*
+ tamam abi anladım, hayat becerdikten sonra sen de keyif sigarası içiyosn yani anladım tamam*
yahu o değil de çok fena efkarlandım lan satılmış ağbiye. haklı lan belki de. dur ben de bi dal yakayım bari******
sloganın aslı şu; "istanbul böylesine kültür ve sanat dolu bir yıl yaşamamıştı" fakat ne diyelim, karakter sınırı. eciş bücüş bir hal aldırdı cümleye.
işin özü şu, malumunuz istanbul 2010 senesini avrupa kültür başkenti olarak geçirdi, bir dolu konser ve sanat etkinliği yapıldı. tamam kardeşim bunların hepsini kabul ediyorum ve bunlar güzel şeyler ama şu sıralar televizyonda dönen o reklama ne demeli yahu.
bu sloganı hazırlayan üstün zekalı arkadaşımız şöyle demeye mi getiriyordu yoksa bu reklamda;
"istanbul böylesine kültür sanat dolu bir yıl yaşamamıştı, bokun içinde yaşıyordu insanlar, senede bir kez yıkanıyorlardı hatta. kokudan geçilmiyordu şehr-i osmanide ama biz bu durumu değiştirdik, avrupadan sanatçı getirdik, bu aşağılık işe yaramaz şehri de kültür başkenti yaptık, yoksa burası hep viraneydi..."