Antenleri yörüngeye ayarlayıp kanalları açık tuttuğunuzda ağınıza eninde sonunda bir balık mutlaka takılacaktır. Yeter ki her daim bir teyakkuz halinde bulunulsun. işte gafletten bir dem uzaklaşıp Rahmet-i Rabbaninin inayetiyle alıcı pozisyonunda olduğum bir vakit benim de ağlarıma öyle bir balık takıldı ki değerine paha biçilemez. Öyle ki uzun bir süre bunun sebep olduğu sevinç kalbimden kaybolmadı. Sürekli bu hazineleri alan kişilerin ne halde olduğunu bir nebze olsun anladığımı sanıyorum.
Ağıma takılan paha biçilmez şeyden bahsetmeden hemen önce son bir noktayı daha vurgulamak isterim. Sanırım çok az şey, bir camide güzel sesli ve uzun uzun okuyan bir imamın arkasında kılınan bir sabah namazı kadar hissiyatlarınızın daha hassas olmasına ve dolayısıyla radarınıza rahmet ve inayetin daha kolay takılmasına yardımcı olacaktır. Bu en verimli anın uykuda geçirilmesi, kendisine sunulan 86 karatlık kaşıkçı elmasını almak için elini uzatamayacak kadar tembel olan ve böylece bu büyük servetten mahrum kalan adamın hamakatından daha da büyük bir hamakatlıktır kanaatimce.
Al-i imran Suresi 159. Ayet.
işte o iki kapağın arasında keşfedilmeyi beklen yüzlerce hazineden sadece birisi bu ayet. Öyle bir servet ki karşılığında elmaslar verilse yeridir:
Allahın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allahtan bağışlama dile. iş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allaha tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
Bu ayet ister mikro ister makro anlamda olsun biz Müslümanların en muzdarib olduğu, becerisizliklerimizle birçok şeyi berbat ettiğimiz bir alan olan yönetim ve idarecilik alanında bizlere yol göstermekte, külli ve kati kurallar vaz ederek idarenin en temel prensiplerini gayet açık ve bir o kadar net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kurallar bir devlet başkanı için geçerli olduğu kadar bir şirket yöneticisi için de, bir takım kaptanı için de, bir baba için de geçerlidir.
Evvela yöneten kişi mutlak surette etbasına (veya işçisine, evladına, eşine vs.) karşı yumuşak davranmalı, kalbini kıracak üzecek, onurunu incitecek söz ve davranışlardan mutlak surette kaçınmalıdır. Çünkü idarede aslolan şefkattir. Baskı, hakaret, zorbalık yöneticilik değil tiranlıktır ve eninde sonunda bir açık bir patlak verecektir. Karşıdaki de bir insandır ve bir kişiliğe, bir ruha ve duygulara sahiptir. Bu manda hiçbir insan diğerinden farklı değildir. işte bu yaratılışa uygun olan ise ona yumuşak davranmak ve ona kendini değerli ve önemli hissetmesini sağlamaktır.
ilk madde genel anlamda yöneticinin yönetilene yaklaşım tarzını gösterirken ikinci madde bir hata ve kriz karşısında yapılması gerekeni göstermektedir. Aslında bu da ilk madde ile uyumludur. idaresi altındakiler yumuşak davranmayı kendisine prensip edinen bir yönetici bir hata karşısında öfke yolunu değil af yolunu seçecektir. istisnai durum ve kişilikler hariç, affetmek hep karşıdakinin kazanılması ile sonuçlanacak erdemli bir davranıştır. Kişi hatasını ancak affedildiğinde anlayacaktır. Suiistimal gibi durumlar dışta tutulduğunda bir daha bu hatayı tekrar etmemek, kendisini affedeni utandırmamak için sadece hata ettiği konuda değil topyekün bütün görev ve davranışlarında bir çeki düzene gidecek ve her zamankinden daha dikkatli ve titiz olacaktır.
Üçüncü kural istişare. insan aciz ve yetenekleri de sınırlı. Herşeyi bilmesinin imkansızlığını geçin tek bir alanda bile tam vukufiyet sahibi olduğun iddia edecek kimse çıkmaz bu dünyada. işte birbirine her bakımdan bağlı ve bağımlı insanoğlu daha iyiye ulaşabilmek için mutlaka birbirine danışmak zorunda. Bilimsel bir konuda uzmanlaşmaktan çok farklı bir alan olan yöneticilikte bu mecburiyet daha açık bir şekilde görülmektedir. idare ettiklerinin görüşleri çok zaman yönetici için değerli fırsatlar sunabilmektedir. En iyi yöneticilerin etrafında değil bir iki tane onlarca danışman olduğunu görürüz. Çünkü akıl akıldan üstündür ve başkasının aklını kullanmamak akılsızlıktır.
Son kaide ise yöneticinin bu danışmalarının neticesinde bir karar vermesi ve bu kararında sebat etmesidir. Kararlılık belki de çok az kişide bulunan bir vasıf. Bir çok değişkenin olduğu bir durumda istişare neticesinde yönetici son kararını verdikten sonra artık kararlılık göstermeli ve verdiği kararın sonucuna dair Allaha tevekkül etmelidir. Sürekli karar değiştirenler, bir karar üzere sebat edemeyenler etbası arasında bir güvensizliğin vücut bulmasına sebebiyet vermiş ve bu da beraberinde huzursuzluk ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. irade sahibi yöneticiler ince eleyip sık dokuduktan sonra kararlarını alırlar ve her değişen akıntı karşısında rotalarını şaşırmazlar. Gerektiğinde gerektiği kadar esnek olabilmek bu kararlı duruşun zıttı değildir asla. Elastikiyet aslında verilen kararın neticesinin daha iyi sonuçlanabilmesi için alınan tedbirlerdir.
Kemiyetin keyfiyete acımasızca kurban edildiği bir zaman dilimindeyiz. islam'ın insanlara ulaştırılması veyahut bir mü'min bilincinin topluma yerleştirilmesi niyetinin pratiğe dönüşmesinde sayının önemi çoğu zaman niceliği geride bırakmış ve çokluk hesabı amaca bile galebe çalacak bir saplantıya dönüşmüştür. Evrensel bir kural olmasa bile genellikle nicelikle makusen mütenasip olan nitelik artık çok da aranan ve arzulanan bir şey olmaktan çoktan çıkmış gibi görünmektedir.
Kur ani dinamiklerin benimsenmesi ve dahi özümsenmesi bağlamında en önemli görevi ifa eden islami cemaatler farkına varmadan (veyahut belki de farkında olarak) miktarı artırımı tuzağına düşmüş durumdadırlar maalesef. Her cemaat kendi toplantısına veya sair aktivitelerine hep daha fazla kişinin gelmesini arzulamakta, bütün enerjilerini bunun için tüketmektedirler. Bütün çabanızı bu amaca sarf ettiğinizde kaliteli şeyler ortaya koyma düşüncesi geride kalacak ve meydanı üstünkörü yapılmış faaliyetler kaplayacaktır. Bu da beraberinde kalitesi çok da yüksek olmayan bir bilince sahip kitlelerin teşekkülünden başka bir şeye yol açmayacaktır.
Keyfiyet-kemiyet çıkmazının yanında bir büyük sorundan muzdaribiz: Allah Rasulunun bize bıraktığı ve sımsıkı sarıldığımız takdirde sapıtmayacağımız iki şey olan Kuran ve Sünnet kaynaklarıyla olan bağımızı iyice gevşeterek giderek bunlarla aramıza ciddi mesafeler koymamız. Sayıya odakladığımız bakışlarımızı biraz çevirip ciddi bir şekilde düşünmemiz ve dertlenmemiz gereken bir hakikat bu. Kaynaktan uzaklaştığınızda sıhhatli bilgilere ulaşmak zorlaşacak ve gerçeklerin içerisinde yalan ve yanlışlar karışmaya başlayacaktır. Bu da hakikatten daha fazla uzaklaşma kısır döngüsüne sebebiyet verecektir.
Özellikle Peygamberimizin yaşamımızın her aşaması için bir örneklik teşkil eden hayatının (ki sözlerini, davranışlarını hâsılı bir bütünü kastediyorum burada ve genel olarak sünnet diye adlandırıyorum bunu) salt bir tarihsel olguya indirilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bütün hayatında, bütün sünnetinde kıyamet kopana kadar hepimizin kendisine ışık bulabileceği Efendimiz çok eskiden yaşamış biri mesabesine indirilmişse eğer bunda birçok âlimin özverili çalışmaları neticesinde sıhhatli bir şekilde elimize ulaşan hadislere gerekli ilgiyi göstermeyişimiz önemli bir etkendir.
Bir diğer sebep (belki de birincisinin de sebebi) ise Kuran-Hadis ikilisin arasının bilinçli veya bilinçsizce ayrılmaya çalışılmasıdır. Sanki hadis vahiy dışı bir şeymiş gibi veyahut olmazsa da olurmuş gibi bir bakış açısı; Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, biz onu bunu bilmeyiz, Allahın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar derken bulmayayım! (Ebû Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, ilim 10; ibni Mâce, Mukaddime 2) diyen Efendimizin feraseti karşısında aslında çok net bir karşılık bulmuştur.
Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının! (Haşr Sûresi, 7), De ki: Allahı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın (Âl-i imrân Sûresi, 31), Allaha ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allahın Resûlünde güzel bir örnek vardır (Ahzâb Sûresi, 21) ve bunun gibi birçok ayet (Haşr Sûresi, 7, Âl-i imrân Sûresi, 31, Ahzâb Sûresi, 21, Nisâ Sûresi, 59, Nisâ Sûresi, 65, Şûra Sûresi, 52, Nûr Sûresi, 63) Peygamberimizin dolayısıyla sözlerinin, yaşayışının hangi önem derecesinde olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
Geçen gün Yusuf Kaplan Yeni Şafak Gazetesi'ndeki köşesinde ibn-i Teymiyeden bir alıntı yapmıştı: islamın bir bütün olarak ve kâmil manada idrak edilebilmesi çabasında, Efendimizin konumu Kuran-ı Kerimden önce gelir. Kafalarda şiddetli bir etkiye sebep olan ve üzerinde ciddi bir şekilde tefekkür edilmesi gereken harikulade bir tespit bu aslında. Peygamberimizin dolayısıyla Kuranın hayatımıza sokulması, ezanlar vesilesi ile her gün yüz binlerce defa yüksek sesle haykırılan, Peygamberimizin hepimizin hala capcanlı önderi olduğu hakikatinin pratiğe dönüştürülmesi her şeyden daha fazla aciliyet ve evveliyet arz etmektedir.
Bu amaca matuf olarak yapılabilecek şeylerden birisi Hadis Evleri teşekkül etmektir. Bunun için yapılacak tek şey, evlerimizi her hafta yarım saat hadis yarım saatte Peygamberimizin hayatının okunduğu evlere dönüştürebilmek ve bu toplantılara komşularımızı, akrabalarımızı, iş arkadaşlarımı davet etmek. Herkes kendi muhitinde bunu yapabilir. Ayrıca birçok cemaat evi var ve her hafta onlarca sohbet programları düzenleniyor. Bu programların bir kısmı veya evlerin bir kısmı sadece hadise hasredilebilir. Bunun gerçekleştirmek için hadis alimi olmaya gerek yok. imamı Nevevi Hazretlerinin muhteşem ve bir o kadar da kullanışlı eseri Riyazüssalihin ve Salih Suruçun Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Hayatı kitapları bu hadis evleri için kullanışlı iki eser.
Haftanın bir günü yatsı namazından sonra maksimum bir saatliğine sırf Peygamberimizi daha iyi anlayabilmek ve onun emirlerini hayatımıza geçirebilmek amacıyla bir araya gelmek, görünüşte basit gibi gelse de devam ettirildiği ve çoğaldığı takdirde Hakikat-ı Muhammediyenin bereketi ile büyük sonuçların hasılı olmasına yol açacaktır.
Her hafta okunacak hadisler kağıtlarla çoğaltılıp toplantıya iştirak edenlere dağıtılırsa dinleyiciler hem okunan hadisleri takip etme imkanı bulacak hem de evlerine döndüklerinde ailelerine aynı şekilde bu hadisleri okuyabileceklerdir. Böylece 15 kişinin katıldığı bir saatlik bir toplantı çarpan etkisiyle bunun iki veya üç katı kişiye ulaştırılmış olacaktır.
Bizlerin vesilesiyle bir kişinin dahi bir hadise ulaşması ve bunu hayatında tatbik etmesi kıyamete kadar bizim için bir sevap kaynağı olacaktır. Bir hayra vesile olmak, iyi bir şeye öncülük etmek ve böylece bu kubbe altında hoş bir seda bırakarak bu dünyadan gitmek ve Rahmanın huzurunda ileri sürebilecek bir şeyimizin olması sizce gayret edilmeye değer bir şey değil midir.
Yarından tezi yok hepimiz kendi mahallemizde, semtimizde bir hadis evi oluşturmak için çalışmalara başlamalıyız. Peygamberle komşu olmaya vesile olabilecek bu hayırlı girişimin, bilinçli müminlerin ve içimizdeki müşkülatları çözecek, müminleri tekrar ayağa kaldıracak, asrı saadet rüzgârlarını harap olmuş bağlarımızda estirecek, yitik medeniyetimizin dirilişine öncülük edecek sabikunların ortaya çıkmasına vesile olması Allahtan tek dileğimdir.
tanım: genç hacılar platformu web sitesindeki köşenin bu haftaki başlığı.
Camide kılınan namazın tadını tek başına hatta cami harici ev, dergâh, işyeri gibi bir mekânda kılınan namazda bulamazsınız.
Camilerin insanın ruhuna üflediği manevi esinti etkisini uzun bir süre daha hissettirir üzerimizde.
Daha adımımızı attığımızda âlemin içinde farklı bir yere giriyormuşsunuz hissine kapılırsınız.
Bir dinginlik, bir huzur, bir sükûnet mekânı, bir gönül rahatlığı adası sanki bütün camiler
Hayatın hercü merci içerisinde sığınabileceğiniz bir limandır camiler. Hele kentlerde bu sığınağın önemi bir kat daha ziyadeleşir.
Kafanızı içeri sokmanızla manevi harikalar diyarı yolculuğunuz da başlar. Sirklerdeki korku tünelleri gibi... Dışarıdan farklı bir yere girersiniz ve çıktıktan sonra da uzun bir süre etkisini atamazsınız üzerinizden. Ama camiler korku değil mutluluk, sürur ve lezzet verir kalplerimize.
Öyle bir haz ki tadı damağınızdan hiç çıkmasın istersiniz. Oradan hiç çıkmak, dünyaya tekrar dönmek istemezsiniz. Bu yüzden bir sonraki namazı heyecanla, dört gözle, aşkla şevkle beklersiniz.
Camiye gidip cemaatle namaz kılmak ve bu hissiyatları yaşamak herkesin hakkı. Kimse ne kendini ne de başkasını bu lezzetten mahrum bırakmamalı.
Ama maalesef Allahın yüce hikmeti gereği bir imtihan olarak engelli doğan veya sonradan bu hale yakalanan insanlarımız bu haktan mahrum bırakılmaktadırlar.
Geçenlerde bir arkadaşım anlattı da daha dikkatli baktım ben de mevzuya: Neredeyse bütün camilerimiz merdivenle çıkılacak şekilde yapılmış ve neredeyse hiçbirinde engelliler için bir yol veya kolaylık düşünülmemiş.
Camilere uzun uzun merdiven yapmak artık moda olmuş.
Neden cami girişi zemine yapılmaz anlamış değilim.
Kimi camilerde alt katta dükkanlar olur kimilerinde de Kuran Kursları.
Alt katta dükkânlar yapıp kiraya vermek kadar sevimsiz, şekilsiz, ucube bir şey yok zaten kanımca. Bir bakıyorsunuz caminin altında market kondurmuş, kocaman tabelasını yanı başına dikmişler. Sanki cami marketin mescidiymiş gibi duruyor. Kimse caminin adını bilmez, herkes X marketin camisi der. Bu yeterince içimizi acıtıyor zaten.
Caminin altında Kuran Kursu meselesine gelince. Caminin bitişiğine yaparsınız olur biter. Yani illa katlı bir şey yapmak modern zamanın çarpık mimari anlayışının bir mahsulü.
Çok katlı evler yaptığımız gibi çok katlı camiler de yapıyoruz. Bir gün bir kendini bilmez çıkıp on katlı bir cami yapacağım derse hiç şaşırmayacağım.
Asıl mevzuya dönecek olursak, camilerin bu çarpık inşası engellilerin hesaba katılmaması ile birlikte daha içinden çıkılmaz ve can çıkıcı bir hal almış durumda.
Merdiven yürüyemeyen, tekerlekli sandalyeye mahkum birisine uygun yollar yapmamak insanları Allahın evinden men etmekle aynı anlama gelmektedir.
Maruz kaldığı engelin acısının en hafifleyeceği yerlerden bu kişileri mahrum etmek dertlerine bir kat dert katmak anlamına gelir. Cemaatle safa durduğunda bütün engelleri, rahatsızlıkları unutacak belki de bu insanlar.
Ama gel gör ki toplumda bu bilincin oluştuğunu söylemek çok zor. Engellilere bir engel de bizlerin olmaması gerektiği anlayışının halk içinde itibar görmemesi acı bir durum. Sadece acıyarak bakıyoruz onlara, o kadar. Ne bu bilincin oluşması için bir adım atıyoruz ne de cami, okul gibi kamusal alanlara engellilerin sorunsuzca girebilmeleri için bir şeyler yapıyoruz.
Cami özelinde bu konu evvela Diyanetin daha sonra da Müftülüklerin mesuliyeti altındadır. Camiler için belli başlı standartlar geliştirilmesi muhakkak gerekmektedir. Engelli yolu veya engelli ulaşımı bunların başında gelmektedir. Bundan sonra yapılacak bütün camilerde bu konuda azami hassasiyetin gösterilmesi için Diyanetin bir an evvel bir adım atması gerekmektedir.
Var olan ve engelliler için büyük engellerin olduğu camilerde de yeni düzenlemelerin yapılması için direktif verilmesi elzemdir. Bu konuda bir fizibilite çalışması yapılmalı ve engellilerin zorlandığı camiler tespit edilerek gerekli düzenlemelerin yapılması için müftülükler aracılığı ile derhal harekete geçilmelidir.
Unutmayalım! O kadar hassas bir denge üzerinde yaşıyoruz ki, bizlerin de engelli hale gelmememizin hiçbir garantisi yok. Yapacağımız şey biraz empati sadece. Arkası kolayca gelecektir, emin olun.
Kuranda iki sure benzer ifadelerle başlar: Ey örtüsüne bürünen
Müzzemmil ve Müddessir sureleri.
Birinde Ya Eyyuhel Müzzemmil diğerinde "Ya Eyyuhel Müddessir ifadeleri kullanılır.
Bunlar esas olarak Peygamberimize yapılan hitaplardır. Aslında vurgulu hitaplardır bunlar ve ardı sıra yapılması istenilen emirler gelir. Kuranın ilk inen ayetleridir de bunlar. Âlimler bu hitapların sebebi hakkında farklı görüşler serd etmişlerdir. Ancak daha sonra gelen ayetlerden anlam olarak nerdeyse aynı olan bu ifadelerin iniş sebepleri daha net görülebilecektir.
Büyük tefsir âlimlerinin de görüşlerinin yardımıyla bu iki hitap arasındaki farklılığı şöyle izah edebiliriz:
Peygamberimiz ilk vahyi aldıktan sonra korku ile evine gelmiş ve Hz. Haticeden kendisini örtmesini istemiştir. Korku ve heyecan halinin sebep olduğu üşüme ve titreme neticesinde üzerini örttüren Peygamberimiz bu arada hem başına gelenleri anlamlandırmaya hem de yaşadığı o şiddetli olayın etkisinden kurtulmaya çalışmıştır. işte Müddessir suresindeki ilk ayetlerin (ilk beş veya ilk on) bu sırada vahy edildiği söylenir.
ilk ayetten sonra, Efendimizin kalkması ve insanları uyarması emredilmektedir. Bu hitapla içinde bulunduğu korku halini bir an önce atması ve asli görevine başlaması istenmektedir. Aslında bir nevi, Hirada yaşadıklarının bir hayal mahsulü olmadığı ve gerçeğin te kendisi ile karşı karşıya olduğu aynı zamanda mesuliyeti çok büyük bir iş için kendisin seçildiği ve bu yüzden korkması, gizlenmesi değil kalkması ve Yüce Mesajı insanlığı bildirmesi emredilmektedir.
Kimi âlimler Müzzemmil suresindeki hitabın ilk vahiyden sonra yapıldığını söylemişlerdir. Ancak Müzzemmildeki hitaptan sonra gelen ifadeleri Müddessirdeki ifadelerle karşılaştırdığımızda Müddessirin daha önce nazil olduğunu söyleyen âlimlerin isabetli görüş belirttiğini düşünmekteyiz.
Müzzemmildeki ifadede ise bizce korku ve heyecan haliyle üzerin örtülmesi değil gece vakti uyurken üzerin örtülmesi kastedilmektedir. Burada örtüsünü ya da üzerini örttüğü şeyi sıkı sıkı sarılan, buna bürünen manası vardır. Bu durum kış geceleri için söz konusu olur. Yazın insanlar yatarken ya hiç örtü kullanmazlar veya ince bir örtü kullanırlar ki bunu da sıkı sıkıya bürünmezler. Kışın gecenin soğuğu örtüye veya yorgana iyice sarılmayı bürünmeyi gerektirir. Bu ayetten sonra gelen gecenin biraz dışında namaz kıl ifadesi son ayetteki gece ve gündüzün ölçüsünü belirleyen Allahtır ifadesi bu görüşü desteklemektedir. Burada şöyle denmek istenmiştir:
Evvela, kapayın gözlerinizi ve muhteşem bir orkestra düşünün. Popüler olması açısından söylüyorum: Türkiye'den Enbe Orkestrası veyahut tüm dünyada büyük bir saygınlığa sahip Prag Senfoni Orkestrası mesela yüzlerce kişilik koskocaman orkestra, o ahengi, o ritmi tam anlamıyla yakalamış, müthiş bir uyum içinde çalarken birden piyanistin veya bas gitaristin orkestra şefinin yönetiminden çıktığını, kendi başına, orkestradan bağımsız bir şekilde çaldığını düşünün aman Allahım..ne büyük bahtsızlık olur dimi o müzisyen için.
Bir Pazar gezisinin orkestrayla ne alakası var diyorsunuzdur eminim şu an...
Şimdi de hayvanıyla, bitkisiyle ve insanıyla, hatta tüm cansız ve iradesiz varlığıyla tüm kainatı düşünün. Sizce de kainat; Güneşiyle, Ayıyla, taşıyla, toprağıyla, hayvanıyla, bitkisiyle ve de insanıyla tam bir orkestra gibi değil midir?!
Yusabbihu lillahi ma fissemavati vel ard (yerde ve gökte her ne varsa, tamamı Allahı tesbih eder) ayeti gereğince sadece insan değil hatta sadece hayvan yada sadece bitkiler de değil etrafımızdaki tüm cansız nesnelerin bile kendisini tesbih edip, kendisinin yüceliğini dillendirdiğini belirtir yüce Allah Kuran-ı Kerimde. Tüm herkes ve herşey lisan-ı hal ile Onu tesbih eder, Onu yüceler. Bir tek insan müstesna
Bu muhteşem koroda aykırı ve çatlak sesi bir tek insanoğlu çıkarır yada o çatlak sesi çıkarma veyahut koroda mükemmel bir bütün oluşturma yada oluşturmama tercihi bir tek insanoğluna sunulmuştur.
işte tam da bu koroya katılmak, bitkilerle beraber Allahı tesbih ve takdis etmek için çok güzel bir fırsattır sabah namazları. Koroda çatlak bir ses olmadığının, aksine bilinçli bir şekilde o kainat korosuna katıldığının melekler huzurundaki isbatıdır sabah namazları.
Bence kendinize bir güzellik yapın ve gelecek Pazar günü sabah 3-4 arası yani sabah namazı vakti henüz girmeden uyanın. Güzelce bir abdest alın. Ama yıkadığınız her uzvunuzun cehennemde yanmayacağını, o uzuvlarla işlediğiniz her günahın affolunacağı ümidini ta iliklerinize kadar hissederek alın abdestinizi. Geçin sonra odanıza, açık olan lambayı söndürün ve ay ışığı seccadenize vuracak şekilde iki rekat teheccüd namazı niyetine serin seccadenizi. Beş vakit farz namaz, farz olmadan önce Peygamberimize farz olan ilk namazdır teheccüd namzı. Aslında sadece bir namaz değil, insanın nefis terbiyesi ve ruh tezkiyesi için muhteşem bir araçtır da aynı zamanda teheccüd!
Namazı kıldınız, ama erken daha hemen toplamayın seccadenizi. Perdeyi hafiften aralayıp dışarıya özellikle de koca koca dağlara ve parlak ışığıyla Aya ve yıldızlara bakın. Bakın ve Rahman Suresindeki ayeti hatırlayın, hani Rabbim diyor ya: Güneşi ve Ayı mükemmel bir hesapla yörüngelerinde hareket ettiren de Odur. Ve tefekkür edin biraz bu ayet üzerinde; insanın emrine ve hizmetine soktuğu Aya ve Güneşe bile düzen koyan Allah, bunları kendisine amade kıldığı insan için bir düzen koymasın mı? iradesiz varlıklar bile Ona boyun eğerken, iradeli insanın başkaldırması akıllılıkla bağdaşır mı?!
Büluğ çağına erdiğinizden bu yana işlediğiniz irili ufaklı günahları düşünün bir Aslında günah işlemekle başka kimseye değil, ta kendinize yazık ettiğinizi, kendi nefsinize zulmettiğinizi düşünün. Ha bu arada bunları düşünürken, ev arkadaşınızın veya aile bireylerinin uyuduğundan eminseniz çok sıkmayın kendinizi, göz yaşlarınıza hakim olmak zorunda değilsiniz bırakın seccadeniz ıslansın gözünüzden değil aksine kalbinizden akıttığınıza inandığım yaşlarla hatta eğer ağlamaklı bir ruh halinde değilseniz bile zorlayın kendinizi derim, zorlamayla da olsa dökün gönül gözünüzden bir kaç damla göz yaşı. Zira o damlalardır Büyük Günde bizim imdadımıza koşacak olan
Sonra Fezkuruni ezkurkum (siz beni anınki ben de sizi anayım) ayetini hatırlayın. An Onu gecenin en bereketli vaktinde ve unutma ki sen Allahı andın, Oda seni andı. Zaten asıl felaket senin Allahı unutmanda değil, asıl felaket Onun seni unutmasıdır. Senin Allahı anman hiç bir şey kazandırmaz Ona, ama senin kaygın O olduğunda Onun da kaygısı sen olursun. Sen Onu geniş zamanında anki O da seni dar zamanında ansın ve sana yardımını bahşetsin ve unutma ki Allah seni anarsa sorun ne? Allah seni anarsa gam ne?
Bu bereketli ve feyiz dolu Zikrullahın ardından yola düşme vaktidir artık. Zira Üsküdar dışında oturuyorsanız yolunuz çok uzun. Çamlıcada, yeni açılan Fatih Sultan Mehmet Üniversitesinin hemen üstünde şirin mi şirin mütevazi mi mütevazi bir cami sizi bekliyor. Caminin adı Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri Çilehane Camii. Cami tam da ismiyle müsemma bir camidir. Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyazet ve mücahedeye giriştiği halvet yeridir bu Çilehane Camii.
Camiye biraz erken gitmenizi tavsiye ederim zira hem cami çok küçük olduğundan dışarda kalmamış olursunuz hem de namazdan önce okunan Kuran Mealini dinlemiş olursunuz.
Ancak bence bu camiyi emsali olan binlerce camiden ayıran, orayı özel bir yer yapan, iki unsur var; birincisi namaz ve tesbihattan sonra kimsenin yerinden ayrılmaması ve hemen önünüze üzerinde Evrad-ı Şerif bulunan bir rahlenin gelmesi. ikincisiyse namazı kıldıran ve Evrad-ı Şerifi okuyan Cami görevlisi Yahya Özkul Hocanın o naif sesi.
Namaz öyle bilinenin aksine on beş dakikada bitmiyor. Tesbihattan hemen sonra duha vakti girinceye dek sesli bir şekilde Evrad-ı Şerif okunuyor ve ardından Hatme-i Hacegan yapılıyor.
Tüm bunların ardından Güneş artık hızını alıp, semada yükselmeye başladığı an Yahya Hocanın o muazzam duası ve ordaki ak sakallı dedelerin ağlamaklı amin, amin sesleri kelimenin tam anlamıyla tüylerinizi diken diken ediyor. Yeryüzünde yaşanan onca zulüm, onca kötülük ve haksızlığa rağmen Rabb-i Rahim bu içinizi dağlayan dualar ve bu mubarek ak sakallıların hürmetine dünyanın altını üstüne getirmediğini şimdi daha iyi anlıyorsunuz. Bu hali görüp şükrediyor ve artık siz de daha bir içten amin demeye başlıyorsunuz yapılan duaya.
Duha namazı vaktinin girdiği an yani güneş doğduktan yaklaşık kırk beş dakika sonra hep beraber Duha namazı kılınıyor ve ardından hazır bulunan tüm cemaat çok samimi ve güler bir yüzle musafaha (tokalaşıp, kucaklaşmak) yapıyor sadece bayram namazlarında görmeye alıştığımız şekilde. Musafaha kısmı da tamamlandıktan sonra Yahya Hocanın ikram ettiği kuru üzümleri yiyip camiden ayrılıyoruz.
Sonradan öğreniyorum ki bu Nebevi gelenek senelerdir hiç aksatılmadan yapılıyormuş. Sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar zikirle meşgul olup, güneş doğunca da bir nafile hac ve umre sevabına eş değer olan Duha Namazı ve artık sadece bayram namazlarında görmeye başladığımız hatta bayram namazında bile yapmaktan imtina ettiğimiz harikulade bir sünnet olan musafahanın her gün her gün ve ilk günki güler yüzlülükle yapılması .ne büyük bir erdem, ne büyük bir bahtiyarlık..
Kutsal topraklara gitmek isteyenlerin sayısı her yıl artıyor. Bu yıl hac için başvuran vatandaşların sayısı 1 milyon 160 bine ulaştı.
Hac başvuruları, 12 Nisanda sona erdi. Diyanet işleri Başkanlığı Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğü verilerine göre bu yıl hac için başvuranların sayısı 1 milyon 160 bin 657ye yükseldi. islâmın beş şartından biri olan hac yükümlülüğünü yerine getirebilmek amacıyla bu yıl ilk kez ön kayıt yaptıran vatandaşların sayısı 291 bin 724 olurken, kayıt yenileyen vatandaşların sayısı ise 868 bin 933 olarak gerçekleşti.
En yaşlı hacı adayı 100 yaşında; en küçük hacı adayı 14 günlük
istatistikler, 2012 yılı hac müracaatları ile ilgili ilginç bilgiler de içeriyor. Kutsal topraklara gitmek için Bingöl, istanbul ve Konyadan müracaat eden 100 yaşındaki üç vatandaş, en yaşlı hacı adayları olurken; en küçük hacı adayları da henüz 14er günlük olan ve ebeveynleri tarafından Amasya, Ankara ve Kütahyadan müracaat edilen üç bebek oldu.
Başvurularda dikkat çeken diğer bir nokta da, kadın hacı adaylarının sayısının fazlalığı oldu. istatistiklere göre, kadın hacı adaylarının sayısı 624 bin 601e ulaşırken, erkeklerin sayısı ise 536 bin 56 olarak gerçekleşti.
kutsal kelimeler demektir. abdülhalik-i gücdüvani'ye ait 11 kelimedir.
vukûf-i zamâni : yaşadığın anın farkında ol.
çünkü farkında olursan yolda aklını şeytan çelemez. yaptığın işin, attığın adımın muhasebesini yap ki nefsinin esiri olma.
vukûf-i adedi: zikirde sayıya riayet et.
çünkü bu yolun yolcusu allah'ı üç gün anmasa kalbi hastalanır, derdi dermansızlaşır. allah'ı anmaya gafletsiz ve ara vermeden devam edersen kalbin mutmain olan kalplerden olur.
vukûf-i kalbi: kalbinin hallerini bil.
bil ki kalp ikidir. biri kalb-i hayvani, biri kalb-i insanidir. biri bir et parçası, diğeri iki dünya mutluluğunun anahtarıdır.
nazar ber kadem: dikkatini kendi adımlarına yönelt.
bırak başkası koşsun, öteki geride kalsın. ko yolun kenarında oturanlar otursun. ko yoldan çıkanlar gitsin, dilediği yere. sen adımlarını sabit, yürüyüşünü kavi kıl. başkası laf ile güzaf.
hûş der dem: her an allah'ın huzurunda olduğunu bil.
kalbin yeni doğmuş bir bebek gibidir. ona ne öğretirsen onu öğrenir. allah'ı zikri öğret kalbine ki hep o'nunla olasın. yolda hep o'nu an ki yolun sonunda selamete o eriştirsin seni.
sefer der-vatan: kötülükten iyiliğe doğru yolculuk halinde ol.
tevbeyi dilinden kalbine indir ki kötülük sen gördüğünde yönünü değiştirsin. i̇yilik uzaktaysa da gelsin bulsun seni.
halvet der encümen: halk içinde hak ile ol.
çarşıda , pazarda, evde, sokakta her dem her an kalbin allah'ı zikirle meşgul olsun.
yâdkerd: her an allah'ı hatırla.
çünkü allahı anmazsan kalbine o'nun nuru değil, şeytanın isi, kurumu gelir.
bâzgeşt: maksadın allah ve onun rızası olsun.
çünkü niyetin hayr olursa akibetin de hayr olur. ve dersen ki "yarabbi, isteğim sensin ve maksadım da senin rızandır" dilinin bağı çözülür, kalbinin kiri dökülür.
nigâhdâşt: kalbini masivadan koru.
eğer kalbini yabancı şeylerin istilasına açık tutarsan yürüdüğün yolu bir manası kalmaz.
yâddaşt: her an allah'ın seni gördüğünü bil.
çünkü ancak böyle olursa yoldan geri dönülmez. çünkü "geri dönenler yoldayken geri dönenlerdir. kavuşanlar geri dönmez" denilmiştir. ve denilmiştir ki
"ölen hayvan imiş aşıklar ölmez."
Sözlükte barış, huzur ve esenlik anlamlarına gelen, yeryüzünde şiddeti, kargaşayı, zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırıp; doğruluk, adalet ve barışı tesis etmek için gönderilmiş olan islam ve şiddet kelimeleri günümüzde en çok ve sık yan yana kullanılan iki sözcük haline gelmiştir. Son dönemlerde islam coğrafyasında terör örgütlerinin varlık ve faaliyetlerinden yola çıkılarak islamın şiddet üreten bir din ve bu dinin Peygamberinin (a.s.m) de şiddet yanlısı biri olmakla itham edildiği, şiddetin islam inancının doğasında bulunduğu imajının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Yine terör ve intihar eylemlerine katılanların Müslüman kimliklerinin ölçü alınmasıyla, yapılan eylemlerin islami terör olarak nitelendirildiği ve bu bağlamda da bilinçli bir şekilde şiddetin islami öğretilerle ilişkilendirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
islamın şiddet ve terör eylemleriyle özdeşleştirildiği bir dönemi haber vermesi açısından 11 Eylülü uluslararası ilişkiler bağlamında bir milat (ya da kırılma noktası) olarak ele almak hiç de yanlış bir tespit olmaz. 11 Eylül sonrasında ABD hem eylem hem de söylem olarak küresel terörizmle savaş durumunu ortaya koymuş ve bu küresel savaş durumu Batı kolektif kimliğinin islamı ötekileştirerek, güvenlik bağlamında yeniden oluşmasına neden olmuştur. Ancak, Batı kolektif kimliğinin güvenlik önlemi üzerinden kötü Müslümana karşı yapılanması, Müslüman toplumların da Batıya karşıt bir söylem üzerinde kolektif olarak kurulmasına yol açmıştır. Londra, Madrid ve istanbuldaki terör saldırılarında da iyi Müslüman ve kötü Müslüman arasındaki sınırlar kaybolmuş ve tüm Müslümanların Batılıların nezdinde terörist olma olasılığının olduğu bir döneme girilmiştir. Batılı ve Müslüman kimliklerin bu şekilde çok keskin sınırlarla çizilmesi Samuel Huntingtonun medeniyetler çatışması senaryosunun gerçekleşmesine yol açmıştır. Böylece Müslüman toplumların Batı karşısında küresel boyutta yaşadığı psikolojik güvensizlik, siyasal dışlanmışlık, saldırıya maruz kalma, ekonomik geri kalmışlık ve yoksulluk bu toplumlarda ciddi bir onur kırıklığı duygusu yaratmıştır. Söz konusu duygu ise kendini savunma anlamında şiddet eylemlerinin artmasında önemli bir etken olmuştur. Ayrıca söz konusu saldırıların failleri eleştirileceğine, bunların mensup olduğu din, yani islam ve onun kutlu Elçisi (a.s.m) haksız bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Kısacası islam ve şiddet konusu gündeme gelince ilgili ilgisiz herkes islamın bu konudaki yaklaşımını, temel referanslara yönelmeden yorumlamaktadır.
Kuran-ı Kerim yaratılışın gayesini Allaha iman ve Onun rızasına uygun yaşama şeklinde belirler.(el-Bakara 2/21; ez-Zariyat 51/56; el-Mülk 67/2) Bu beşeri sorumluluğu kabul veya redde bağlı olarak insanları inananlar ve inanmayanlar diye iki gruba ayırır.(el-Araf 7/87; el-Kehf 18/29; et-Teğabun 64/2) Bu temel ayrım dışında islamiyet insanlar arasında ırk, renk, dil ve toprak esasına dayalı başka herhangi bir fark gözetmez. islam, dünya hayatında inananlarla inanmayanların gerek ayrı toplumlar gerekse aynı toplum içinde birlikte yaşamalarına imkan veren toplumsal bir çerçeve çizmektedir. Allah tüm kullarına yüklediği bu beşeri sorumluluğu yüklenebilmesi ve gereğini yerine getirebilmesi için bütün insanları özgür ve masum olarak yaratmış, can ve mal güvenliğine sahip kılmıştır; insan bu masumiyetle yaşar ve bu beşeri sorumluluğu bu sayede yüklenip yerine getirebilir. Aksi takdirde bir imtihandan söz edilemez; insan özgür, dokunulmaz ve korunmuş olmadıkça bu, başarılamaz. Aksi takdirde eğer insana temel özgürlük ve dokunulmazlık hakkı verilmemiş olsaydı Allahın dünyada insanı yaratmaktaki amacı olan imtihan gerçekleşmezdi. insanın dini seçimleri, islami öğretilerle çelişse bile onurlandırılmalıdır; onlar özgür irade ve düşüncenin yansımalarıdır. insan yaşamı korunmalıdır çünkü bu, inanmayan insanların ilahi davete yanıt vermeleri için tek yoldur. Kuran-ı Kerim makasıd-ı şeria ya da zaruriyyat olarak adlandırdığı altı temel prensibe dayanarak farklı dine mensup insanlarla beraber yaşamanın çerçevesini çizmiştir. Bunlar:
"allah, ancak ilimleriyle amel edenlere hakiki bilgiyi ihsan eder" rahmetli bilge mimar turgut cansever bir makalesini (islam mimarisi üzerine düşünceler, divan displinlerarası çalışmalar dergisi, 1996/1. http://www.divandergisi.com/ ) bu cümleyle sonlandırıyordu. ç;ok derin manalar ihtiva ediyor bu cümle. i̇lim tek başına insan için bir mana ifade etmiyor. bilginin bir anlam taşıması ancak pratiğe dökülmesi ile mümkün. aksi takdirde bu durum, bilgiyi yüklenmekten onun hamallığını çekmekten öteye geçmez. nitekim kuran bunu, kendilerine kitap yüklenmiş ama bunu taşımayan insanların durumuna benzetir.(cuma suresi, 62/5.) yani ilim var ama amel yok. ciltlerce kitabı yükleyip hakkın vermemek, bunları hakkıyla taşımamak bir haslet değil, çünkü yük taşıyabilen vasıtalar, hayvanlar da bunu yapabilir. o yüzden ayetin devamında bu kişilerin vaziyeti eşeğin durumuna benzetilir. kuranın dili, olayın vahameti ölçüsünde keskinleşir, ağırlaşır. bilgiyi elde edip de uygulamayan kişinin yol açacağı kötülüklerin toplumda ne derece büyük ve derin izler bırakacağı düşünüldüğünde kuranın bu kadar şiddetli bir şekilde uyarmasının hikmeti de biraz daha belirginleşiyor. aynı şekilde bunun tam tersinin, yani istenen durumun, ilim ile amel etmenin, bilginin pratiğe, uygulamaya dönüşmesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğu da bu ayetlerden zımnen çıkarılabilecek hükümlerdendir.
her fırsatta tekrarladığım bir hakikati burada yine vurgulamak isterim: islam milletinin kurtuluşu, ideal devlet ve toplum olan asr-ı saadet devrine benzemesi, hasılı arzulanan ve büyük bir iştiyakla sadece biz müslümanların değil, gerek maddi gerek manevi sıkıntılara, işkencelere maruz kalan herkesin, nerden nasıl geleceğini bilememesine rağmen tamamen fıtri olarak, suya hasret kalmış çölde yolunu kaybeden yolcunun suya olan hasretinden daha derin bir özlemle beklediği büyük islam medeniyetinin tarih sahnesine çıkabilmesinin yolu alimden geçer. ancak alimler, bizlerin bu arzu ve iştiyakını karşılayabilecek ve gönüllerimize sular serpebilecek salahiyete sahip kişilerdir. burada ele aldığımız nokta diğer yazılarımızdan farklı olarak alim yetişmesi gerekliliği üzerine değil, bir adım ötesi olan alimin sorumluluğu üzerinedir. neden ilmiyle amel etmeyen bilgi sahibi kişi allahın bu şedid hitabına maruz kalmıştır? çünkü, toplumun lokomotifi olan alimler insanların kalplerini ancak ve ancak davranışları ile fethedebilirler. ilim sahibi olduğu toplum tarafından kabullenilmiş kişilerin davranışları artık bireysellikten çıkmış, moda tabiriyle halka, topluma mal olmuştur. her hareketinin sonucu halk tarafından ilmine, düşüncesine ve fikirlerine hamledilir. yaptığı her kötü şeyde, kendisinden çok bilgisi hedef tahtasına konulur. sanki aldığı ilim kendisine bunu emrediyor düşüncesi yaygındır halk arasında. hemen hemen hiçbir zaman merkep değil sadece merkebin sırtındaki kitap görünür ve o kitap merkebi insan suretine sokan bir örtü bir maske vaziyetini alır. bu sebeple, o kadar kitabın içerisindeki mübarek şeylerin, o kitapları sadece taşıyan ama amel etmeyen kişiden beri, uzak olduğunu insanlara anlatmak çok zordur. çünkü insanların çoğu, o kitapları okumaz veya okusa da anlamaz, zaten böyle bir derdi de yoktur. onun gözünde bilgiyi tahsil eden kişi artık yürüyen bir kitaptır ve onunla yekvücut olmuştur. kuranın kitapların sadece hamallığını yapan insan tasviri ile cehaletin, her kitap okuyanı o kitaba nüfuz etmiş alim bakışı arasındaki derin uçuruma dikkatlerinizi çekerim. işte halkın bu genel karakterinden dolayı, alim kişinin sorumluluğunun ne kadar ağır olduğu ve dolayısıyla yukarıdaki ayetlerdeki sertliğin sebebi daha iyi anlaşılacaktır.
Ufuk yayınları tarafından Bediüzzaman hazretlerinin dev eseri Risale-i Nur külliyatının sadeleştirilmesi çalışmaları başlatılmıştır. Bu kapsamda ilk olarak Lem'alar sadeleştirilmiş, günümüz türkçesiyle hazırlanıp yayınlanmıştır. bunun üzerine müslüman camiada büyük bir gürültü kopmuş, taraf olanlar, karşı çıkanlar değişik şekilde argümanlarını ortaya koymuşlardır. bediüzzaman said nursînin talebelerinden mustafa sungur, abdullah yeğin, ahmet aytimur, said özdemir, salih özcan, hüsnü bayram, abdülkadir badıllı ve mehmet fırıncı, bir bildiri yayınlayarak sadeleştirme çalışmalarını çok ağır bir dille eleştirmişlerdir.
Bu konuda henüz bu kitap piyasaya çıkıp tartışmalar başlamadan önce 3 ocak'ta bir yazı yazmış (genç hacılar plaftormu'nun internet sayfasında: http://www.genchacilar.org ) ve sözlüğe de eklemiştim. şimdi sözlük olarak tartışmaya bir nebze canlılık katmak amacıyla yazımı tekrar ekliyorum:
risale-i nurların sadeleştirilmesi
said-i nursi'nin son dönemin en önemli alimlerinden birisi olduğu hususunda sanırım herkes hemfikirdir. en azından ilim erbabının bu konuda ittifak ettiğine inanıyorum. ardında bıraktığı binlerce sayfalık risale-i nur külliyatı, bu külliyata dahil edilmeyen başka kitapları, gazetelerde yazdığı yazılar ve tabi ki yaşadığı hayat hepimiz için çok önemli dersler ihtiva etmekte ve bizlerin hayatına ışıklar saçmaktadır. şu muazzam sözleri okuyup ta etkilenmeyen, kalbinin ta derinlerinde bunları hissetmeyen var mıdır acaba:
madem dünya fanidir
hem madem ömür kısadır
hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur
hem madem hayat ı ebediye burada kazanılacaktır
hem madem dünya sahipsiz değil
hem madem şu misafirhane i dünyanın gayet hakim ve kerim bir müdebbiri var
hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır
hem madem allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez (bakara/286) sırrınca takat getirilemeyecek bir mükellefiyet yükletilmez
hem madem zararsız yol zararlı yola tercih edilir
hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır
elbette en bahtiyar odur ki dünya için ahireti unutmasın ahiretini dünyaya feda etmesin, ebedi hayatını dünya hayatı için bozmasın, malayani (manasız boş) şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selametle kabir kapısını açıp ebedi saadete girsin.
memleketimizde bu kitapları görmeyen, duymayan en azından bunlardan birkaç kelime okumayan insan sayısı çok fazla değildir. aynı şekilde bu eserlerin tamamını okuyan veya bu kitapların talim edildiği evlere/dershanelere devam eden kişi sayısı da azımsanmayacak derecede fazladır. bu eserlere bu derece teveccüh allahın bir lütfüdür zira büyük islam medeniyetimiz bu külliyatlar gibi veya bunların fevkinde eserler verip de çok az insana ulaşabilmiş birçok alim çıkartmıştır. dertleri sadece allah rızasını kazanmak amacıyla bireyi ve toplumu ıslah etmek olan bu büyük zatların ve eserlerinin varlığı bizim gibi insanlar için gerçekten büyük şükür vesilesidir.
bediüzzaman said nursinin mücadele, tefekkür, talim ve zühd dolu hayatına baktığınızda eserlerinin neden bu kadar içlerimize nüfuz edebildiğini daha iyi anlarsınız. bu bakımdan risale-i nurların okunmasına ve öğrenilmesine verilen önemin aynı şekilde bunların müellifinin hayatının anlatılmasına da verilmesi gerekir. karşımızda kendini bütünüyle allaha vermiş ve hayatını onun kelamını insanlara anlatma yoluna vakfetmiş bir büyük insanın herkese örnek olacak hepimiz için çok büyük dersler ihtiva eden yaşamı durmaktadır. özellikle zamanımızdaki alim ve alim adaylarının bu mübarek insanın hayatını didik didik incelemesi ve kendine hisseler çıkartabilecek yoğun bir araştırmanın içerisine girmesi gerekmektedir.
risale-i nurların, sadece okunmaktan ziyade üzerine derin tahliller yapılacak bir araştırma alanı haline getirilmesi zamanımızın önemli ihtiyaçlarındandır. aynı şekilde bu eserlerden daha fazla istifade edilebilmesinin sağlanmasının da yolları üzerinde yoğun bir şekilde düşünülmelidir. kısacası risale-i nur, biri akademik dünyaya biri de halk kesimine bakan yönüyle yeni bir çalışma konusu olmayı beklemektedir. zira artık klasik sürekli okuma metodunun miadına ulaştığını düşünmekteyiz. bu köşe bu hususta ayrıntılı bir şekilde argümanlarımızı anlatmaya uygun bir yer olmadığı için sadece üstten bir bakışla konuya değinmek zorunda kalacağız. bu bakış açımızdaki kilit nokta risale-i nurların daha iyi anlaşılabilmesine yönelik düşüncedir.
risale-i nurların dilinin ağır olması hususu ne zaman gündeme gelse mutlaka çok sert bir muhalefetle karşı karşıya kalınmaktadır. çok değişik savunma mekanizmaları geliştirilmekte ve bu konunun bir daha açılmamak üzere kapatılması istenmektedir. bu konuda özellikle risale-i nurların büyük abisi abdullah yeğin ağabeyin kendisinden dilin sadeleştirilmesi ile ilgili fikirlerini isteyenlere yazdığı mektup referans belge olarak alınmaktadır.
geçen gün, bu konuda önemli ağabeylerden rahmi erdem ağabeyimizle olan bir konuşmada da bu mevzu geçti. (rahmi erdem'in kısa bir otobiyografisi için: http://risale-inur.org/ye...ler/bolgeindex.php?id=151 ). entelektüel bilgisine ve tecrübesine güvendiğimiz ve saygı duyduğumuz rahmi ağabeyimizin de risalelerin dilinin günümüz türkçesine uygun hale getirilmesi hususunda katı görüşlere sahip olması bizleri gerçekten üzmüştür. ancak rahmi ağabeye de izah ettiğim gibi bu mevzu artık yok sayılacak, reddedilecek, hafifsenecek bir durum olmaktan çoktan çıkmıştır. o konuşmada sarf ettiğimiz görüşlerimi özet bir şekilde burada da belirtmek isterim:
1. evvela her yeni gelen nesil bir önceki nesilden daha az kelime kullanarak konuşmaktadır. özellikle yeni teknoloji nesli kısa mesaj diliyle konuşmakta ve neredeyse artık seslileri bile kullanmamaktadır. kendinden önceki neslinin değil kelimelerini kullanmak, anlamakta bile zorluklar yaşamaktadır. risale-i nur gibi kitaplar ise onun için yabancı dilde yazılmış bir kitap mahiyetindedir.
2. insanlar artık araştırmaya, kitap okumaya çok az zaman harcamaktadırlar. hem refahın artması hem de teknolojinin getirdiği kolaylıklar insanları büyük bir tembelliğin ve hazırcılığın içerisine atmıştır. elindeki normal 200-300 sayfalık bir kitabı bile bir hafta da güç bela bitiren birisinden daha ağır bir dille yazılmış kitabı okumasını, bilmediği kelimeler için lügate bakmasını istemek maalesef muhaldir.
3. zenginlik arttıkça insanların konformist bir yaşam sürmesi normal bir hale gelmiştir. bu kadar keyfine ve konforuna düşkün bir nesli kitap okuma programlarına çağırmak sadece bir zorlama olacaktır. hiçbir zorlamadan verim alınamayacağı tecrübelerle sabittir.
4. buna rağmen hepimiz şuna inanıyoruz ki, risale-i nurlardaki hakikat yağmurlarından herkes ıslanmayı hak etmektedir. bu peygamberi tebliğin esasıdır da aynı zamanda. madem kuran bilincini herkese aşılamayı görev ve murad edinmişiz o zaman bu yeni nesle bunları ulaştırmada yukarıda verili şartları göz önünde bulundurarak yeni yollar bulmalı yeni metodlar geliştirmeliyiz.
5. peygamberimiz herkese anladığı dilden konuşulmasını emretmiştir. herkes farklı zeka, anlayış, yaşayışa sahip olduğu için tebliği vazifesini yürütürken yukarıdaki peygamber emri ışığında şartlara uyum sağlayabilecek elastikiyete sahip olmamız bir mecburiyettir.
6. yukarıda beş madde halinde izah etmeye çalıştığımız şartlar çerçevesinde risale-i nurların insanlara ulaştırılması hususunda takip edilmesi gereken ve aklın ve mantığın kabul ettiği usul bu kitapların sadeleştirilerek herkesin anlayacağı bir dille insanların istifadesine sunulmasıdır.
aslında bu kadar önemli bir konu ile ilgili düşünceler 5-6 maddeyle sınırlandırılamaz ancak yukarıda da belirttiğim gibi bu, daha çok ilmi ve akademik bir yazının konusudur. abdullah yeğin ağabeyin mektubu üzerinden ve orada belirttiği maddeler üzerinden ifademi sunmayı çok istememe rağmen bu köşe maalesef buna uygun değildir.
risale-i nurların sadeleştirilmesi meselesine özellikle ve öncelikle kendilerini risale-i nurun yayılmasına adamış insanların eğilmesi ve mevzuyu sahiplenmesi gerekir. amaç daha çok insanın bu deryalardan faydalanması ise, bu amaca ulaştıracak vasıtalar üzerinde zamanın ruhuna uygun bir şekilde düzenlemeler ve değişiklikler yapmakta değil bir beis aramak bizatihi buna ivedilikle başvurmak gerekir.
şam ile vadilkura arasında yer alan tebük, medine'ye 700 km. uzaklıkta denız seviyesınden 800 m. yükseklikte bir şehirdır. islamiyet'in ilk yıllarında kudaa ve kelb kabilelerinin yoğun olarak yaşadığı tebük ve çevresi bizans hakimiyeti altındaydı ve halkının çoğu hıristiyandı. i̇slam hakimiyetine girdikten sonra hac güzergahlnın üzerinde yer alan tebük merkez olma özelliğini sürdürdü; osmanlılar döneminde yapılan hicaz demiryolunun ana istasyonlarından birisi de burada bulunuyordu. bugün ürdün'e sınır olan ve medine'ye otobanla bağlanan tebük suudi arabistan'ın önemli ziraat şehirlerinden biridir