kendisi istanbul şehir üniversitesi'nde yaptığım yüksek lisans sırasında hocamdı. hatta yüksek lisansa kabul mülakatımda bulunan 2 akademisyenden biriydi. insani olarak değerlendirmek gerekirse son derece ukala, öğrencileri küçük gören bir yapısı vardı. boğaziçi mezunu olmasının getirdiği ayrı bir egosu olduğunu söyleyebilirim. akademisyen olarak iyiydi. çok şey öğrendim diyebilirim. ancak çok net söylemek isterim ki rektör olmayı, üstelik boğaziçi gibi bir üniversitenin rektörü olmayı hak etmiyor! üstelik geçmişinde akp milletvekili aday adaylığı da var. tamamen politik bir tercih olduğu her halinden belli.
size bugün mert özarslan’dan bahsetmek istiyorum. bu yazıyı yazmak için uzun süre düşündüm. nereden başlasam ve nasıl bir yöntem izlesem diye kafamda sürekli kurgular oluşturdum. sonunda en iyi yolun bir yerden başlamak olduğuna karar verdim. iyi niyetimiz ile kalkıştığımız bu yolda elbette bir şekilde destek buluruz diye düşünüyorum.
ibrahim özarslan (mert özarslan’ın babası) benim ortaokul ve lise çağlarımdan; izmir’den yakın bir arkadaşım. birkaç sene önce aslanlar gibi bir oğlu oldu. babası gibi yakışıklı olacağını kestirmenin zor olmayacağı yeğenimizin adı mert özarslan.
mert’in doğumundan bir süre sonra genetik ve çok nadir görülen bir hastalığı olduğu anlaşıldı. hastalığın adı alexander disease. ne yazık ki şu anda bu hastalığın bir tedavisi yok. mert özarslan 2 yaşına girmiş olmasına rağmen oturma, emekleme, yürüme, hareket etme ve konuşma kabiliyeti yok. daha da kötüsü ne yazık ki beslenme bozukluğu var. kısa bir süre önce midesine gastostomi tüpü takıldı. bu tüp sayesinde makine ile hazır sindirilmiş mama ile beslenebiliyor.
bu hastalık ile ilgili çalışma yapılmıyor değil. amerika birleşik devletlerinde bir hastanede üstelik türk bir doktor; can ficicioğlu’nun da içerisinde yer aldığı bir ekip alexander disease üzerine araştırmalar yapıyor. fareler üzerinde yaptıkları ilaç deneyinde başarılı da olmuşlar. ancak bu ilaç insanlar üzerinde henüz denenmemiş. amacımız mert özarslan’ın insanlar üzerinde yapılacak bu deney sırasında gönüllü olarak ilacı denemesi. böylelikle çaresi henüz olmayan bu hastalıktan bir nebzede olsa kurtulma şansı olacak.
dünya’da 100 kadar hasta olduğu için ilacın geliştirme süreci biraz yavaş ilerliyor. ayrıca gönüllü olacak ekibe seçilebilmek için biraz sesimizi duyurmamız gerekli. uzun lafın kısası kamuoyu oluşması, mert özarslan’ın haberlere çıkabilmesi ve amerika’daki ekibin bu sesi duyabilmesi için desteğe ihtiyacımız var.
mert özarslan’ın ınstagram hesabından kendisini takip edebilirsiniz. sosyal medyada paylaşarak gündem oluşmasını sağlayabilirsiniz. bir yerlerde haber yaptırma gücünüz varsa destek olabilirsiniz. blog yazıyorsanız bu hastalıktan ve yapmak istediklerimizden kısaca bahsedebilirsiniz. kısacası elinizden ne geliyorsa bizim için güzel ve anlamlı bir destek olacaktır.
verebileceğiniz destekler hakkında ya da soracağınız sorular olursa bana yazabilirsiniz.
1976, malatya doğumludur. moskova devlet üniversitesi ve karadeniz teknik üniversitesinde lisans düzeyinde eğitim aldıktan sonra, london school of economics and political science’da “ınternational economy” alanında y. lisans ve doktora çalışması yaptı. akademik eğitimin yanı sıra michael carroll ve carmen bostic st. clair gibi dünyaca ünlü eğitimcilerden dersler aldı. birkaç global şirkette üst düzey yöneticilik yapan özcan, halen londra’da, global şirketlere ve devlet kuruluşlarına “danışmanlık ve eğitim” hizmeti veren bir şirkette üst yöneticidir. birçok uluslararası iş ve düşünce kuruluşuna üyedir. ppl sahibidir, bas gitar çalar, sürekli okur. tarih ve futbol özel ilgi alanlarıdır. göztepelidir. ingilizce, rusça ve ispanyolca bilmektedir.
murakami’nin bugüne kadar hiçbir kitabını okumadığımı itiraf etmeliyim. sanırım murakami serisine en doğru noktadan başladım. kitap aslında murakami’nin koşmak üzerine deneyimlerini anlattığı bir kitap. otobiyografik tarzda bir kitap ama tam anlamıyla otobiyografi diyemeyiz. murakami hayatının belli bir dönemini anlatıyor. murakami 30 yaşlarına kadar bar işletmecisi. yaptığı işin doğası gereği sabaha kadar işlettiği barda bulunuyor. tüm müşterileri bardan ayrıldıktan sonra kasa sayma ve ortalığı toparlama işlerini yapıyor. hemen sonrasında yorgunluğunu atmak için biraz alkol ve sigara içiyor. bu dönemde aşırı kilo alıyor. iyi bir hayat yaşamadığının ve kötü bir rutini olduğunun farkında. bu yaşamdan rahatsızlık duyuyor. bu rahatsızlığın sonucunda bar işletmesini devredip roman yazarı olma kararı alıyor. bu yaşlarda ufak çaplı denemelerle yazarlığa adımını atıyor. fakat roman yazarlarının da sağlıksız bir hayat sürdüğünü ve bu hayatın değiştirilmesi gerektiğini düşünüyor. bu düşüncenin sonucunda koşmaya başlıyor. koşmaya başladığında birileri ile yarışma ya da şampiyon olma derdi yok. tek rakibi kendisi. hem zaman olarak kendisini aşabilmek, hem mesafeleri uzatabilmek en büyük amacı. yaşı ilerledikçe zorlaşan koşullara rağmen kendisi ile yarışmaya devam ediyor. bunun için de bir rutin tutturması ve bu rutinin dışına çıkmaması gerekir. rutin dışına çıkmamak için her gün aynı programı uyguluyor. sabah 05:00 gibi erken bir saatte uyanıp 2-3 saat roman yazıyor. bir roman yazarı için en önemli konunun odaklanma olduğunu söylüyor. bunu sadece roman yazarları için özelleştirmemekte fayda var. odaklana sorunu çağımızın en büyük vebalarından bir tanesi. ne yazık ki havalı deyim ile “multi tasking” bize modern dünyanın dayattığı en kötü eğilim. neyse biz konumuza dönelim; yazma sürecini tamamladıktan sonra yine sabahın erken saatlerinde koşmaya başlıyor. koşarken mutlaka kulağında kulaklık var ve müzik dinliyor. koşarken odaklanmak için de farklı yollar bulmuş. romanlarını düşünmek, müziğin sözlerine ve ritmine kendini kaptırmak bunların başında geliyor. aslında kitabın adı olan “koşmasaydım yazamazdım” buradan geliyor. murakami her gün düzenli olarak koşarak hem iç disiplinini sağlıyor hem de yazdığı romanın devamını nasıl getireceğini bu koşular sırasında düşünüyor. insanlarla iletişim konusunda çok başarılı olmadığını iddia etse de bu koşular sırasında bolca insan tanıyor. hatta çok ünlü maraton koşucuları ile sohbet etme imkânına sahip oluyor. murakami maraton yarışları için farklı ülkeleri ve şehirleri geziyor. hem yarış zamanında hem de yarıştan önce parkura alışmak için mutlaka o şehirde oluyor. kitapta bu parkurlarda gördüklerini ve parkurun zorluklarını da anlatıyor. belli bir süre sonra maraton ve hatta ultra maraton yeterli gelmiyor. üstelik bu yetersizlik duygusunu yaşadığı dönem 60’lı yaşlarına yaklaştığı dönem. yani birçok insanın artık hareket etmeye bile üşeneceği dönem. bunun üzerine triatlon yarışlarına katılmaya başlıyor. ilk yarışlarda parkuru erken terk etmek zorunda kalıyor. tam burada aslında benim de üzerinde çokça durduğum “sorunu parçalara bölmek” konusunda güzel bir örnek sergiliyor. parkur sırasında zorlandığı konuları tespit edip bu zorlukların üzerine tek tek gidiyor. örneğin yüzme konusunda yaşadığı sorunları tespit ettiğinde eşinin de yönlendirmesi ile yüzme dersleri almaya başlıyor. haruki murakami koşmasaydım yazamazdım kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. ben hafta sonu olmasından, dışarıda vakit geçirmemden ve kızımla ilgilenmem gerektiğinden ancak 24 saatte bitirebildim. fakat çok kalın bir kitap değil. üstelik tabiri caiz ise su gibi akıyor. daha kısa sürede okuyabileceğiniz harika bir kitap.
babam sana bir bilgisayar alsak mı dediği gün hemen yarım saat sonrasında 1 tane dergi aldım ve içinden çıkan cd'yi kenara koydum. sonra henüz bilgisayar alınmadan, demo cd içerisinde yer alan oyunları da satın aldım. elimde 1 adet demo cd ve 4 adet o cd içerisinde demo oyunu bulunan oyunun tam sürümü vardı. ama henüz bilgisayar yoktu. 5 tane cd'yi pamuklara sarıp sakladım. 2 hafta sonra bilgisayarım oldu :-)