sefa kaplan tarafından 1990 yılında yazılan , makalelerden oluşan, bir çırpıda okunup biten, anlatmak istediğini öz bir şekilde anlatıp,''bir de buradan bak''diyen kitap.
''...garip bir ülkede yaşıyoruz, değerler, kavramlar, varoluş biçimleri kolaylıkla, esen rüzgara göre yön değiştirebiliyor. kimi zaman da tam aksi oluyor, kör anlaşmaların sancısı bireysel ve toplumsal dengeleri alt-üst ediyor; kısa sürede içinden çıkılmaz karmaşalarla karşı karşıya kalabiliyoruz...''şeklinde önsözle başlayan kitapta sefa kaplan,
mesela diyor ki:
''...3.dünya savaşı çıkmayacak, çünkü dünya zaten öteden beri bir savaşın içinde yaşıyor. soğuk savaş da değil kastedilen , ne zaman, nerede, kimlerin göbeğine düşeceği bilinmeyen terör söz konusu olan...''
''...türkiye, bugün dünyada varolan birçok başka ülke gibi sömürgeleşme tarihi yaşamış değil. bu yara bereler, sömürgeleştirilen yabancı bir ülkenin bura halkına yaptıklarının sonucu değil; doğrudan doğruya devletin halkına yaptığının sonucu.
devlet kendi çıkarları için batılılaşmaya karar verir, bunu kimseye danışmaz.uygulamaya girişir. halk, kendi dışında verilmiş karara -ne olduğunu bile anlamadan- uymak zorundadır. hayatı toptan değişir, takvimden kılığına, buna da alışmalıdır...''
cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkedeki siyasetten hoşlanmayarak ve can güvenliğinden şüphe ederek yurtdışına çıkan , hayatı başarılarla ve fakat bu başarıların sümen altı edilmesiyle dolu olan, doktor siyasetçi rıza nur, hatıralarını anlattığı 3. ve son kitabında atatürk ile olan kavgasını anlatıyor.
öyle bir anlatıyor ki, atatürk hakkında bildiğiniz her şeyin adeta yalan, yanlış olduğunu iddia ediyor.
bu kitabın, vakti zamanında toplatılmasına şaşmamalı. zira atatürk hakkında öyle değerlendirmeleri ve yorumları var ki yenir yutulur cinsten değil. ve eğer yazdıkları doğruysa, cumhuriyet tarihimizi tamamen yanlış biliyoruz.
buraya kitaptan alıntılar yapamam. zira atatürk'e hakaret niteliği taşıyabilen bu ifadeler, maazallah hakkımda dava açılmasına bile sebep olabilir.
doğru bildiğim, bilmekten öte derinden inandığım bilgilerin doğruluğunu sorgulatan bu kitabı herkesin okumasını çok isterim.
okurken çok şaşıracaksınız. inanmakta güçlük çekeceksiniz. fakat rıza nur'un kitabı kaleme alış tarzı inandırıcı gibi gelecek. ama yine de aklınızda bir şüphe olacak.
sonuç itibariyle, birilerinin cumhuriyet tarihimiz hakkında yalan söylediğini göreceksiniz.
''bilinmeyen yönleriyle süleyman demirel'' alt başlığıyla , salim koçak tarafından yazılan, güçlü yayınları'ndan çıkan kitap.
salim koçak, süleyman demirel'in yasaklı yıllarında onun tarafını tutmuş, ülkeyi kalkındaracağına, geliştireceğine inanmış, hatta adeta biat etmiş. bu uğurda dergiler çıkarmış, masraflar etmiş. hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.
ama sonra zamanla süleymen demirel i yakından tanımaya başlamış. onun aslında gözünde yücelttiği kadar olmadığını görmüş. gözünde devleştirdiği, kahramanlaştırdığı insanın, bir süre sonra kendi çıkarını düşünen, başkasını düşünmeyen, kalp gözü kapanmış biri olduğunu görmüş.
bunu görmesiyle hayatını sürdürmesi de zorlaşmış. çünkü artık girdiği hiçbir işte tutunamamış. bir işe girmiş, bir süre sonra hiçbir gerekçe gösterilmeksizin çıkarılmış. kendisini büyük isteklerle işe alan işverenleri, bir süre sonra onunla muhabbeti kesmiş. bu durum defalarca yaşanmış.
fakirliğin sınırlarını zorlamış o ve ailesi. süleyman demirel den de eski günlerin hatırına yardım istemiş. kendisine iş bulmalarını rica etmiş. ama cevap olumsuz olmuş.
iş bulması aslında hiç de zor değilmiş. çünkü bir eğitimci ve çocuklarla ilgili gayet parlak projeleri var. seminerler, konferanslar veriyor, gazete, dergi çıkartıyor, televizyon programları hazırlıyor. ama başarıyla giriştiği tüm bu işlerden, bir süre sonra esrarengiz bir şekilde çıkartılıyor.
işte salim koçak, bunların sebebinin demirel olduğunu düşünüyor.
kitap, yer yer şiirlerle, ünlü filozafların, devlet adamlarının özdeyişleri ile bezeli. basit ötesi, yapyalın bir dille yazılmış.
salim koçak, kendisinin ne kadar doğrucu, dürüst, mert, yılmaz, haksızlığa gelemez, mazlum...olduğundan bahsetmiş. buradan yola çıkarak kendisine son kişot ünvanını yakıştırmış.
ayrıca yaşadığı tüm ezalara, cefalara rağmen allah a olan inancının azalmadığından, eşi ve çocukları ile olan aile bağlarının kuvvetinden dem vurmuş.
bu kitaı okuyarak, süleyman demirel in hiç bilinmeyen yönlerini öğrenmekten ziyade, salim koçak ın ne kadar ezilmiş olduğunu öğrendim. zira demirel den çok kendisinden bahsetmiş. hatta o kadar çok bahsetmiş ki kitabın sonlarına doğru birkaç sayfayı okumadan atladım.
rıza nur'un 3 kitaptan oluşan serisinin, inönü ile olan kavgasını ve lozan görüşmelerini anlattığı 2. kitabı. yer yer mustafa kemal hakkındaki yorumları da var. ve işte bu yorumlarladır ki kitap, ismet inönü ve özellikle mustafa kemal hakkındaki tüm bildiklerimizi sorgulatır cinsten. aşağıda kitaptan yaptığım bazı alıntıları okuyunca bunu anlayacaksınız.
ismet inönü'nün mevki hırsında olduğunu, sorumluluk almaktan kaçındığını, insanın yüzüne gülerken, arkasından işler çevirdiğini, düşman kazanmak istemediği için tüm pis işleri kendisine yaptırdığını söyleyen rıza nur, şunu da ekliyor :''...ismet, m.kemal'den allah gibi korkar. m.kemal'in izni olmadan abdesthaneye gidemez...''
kitapta uzun uzun lozan görüşmeleri anlatılmış. bu görüşmelerde nelerin yaşandığı, nasıl binbir güçlükle bağımsızlığa kavuşulduğu anlatılıyor.
lozan'a ismet inönü, rıza nur ve hasan bey gönderiliyor.
ancak lozan görüşmelerine bilindiği üzere türkiye'den hem istanbul, hem ankara heyeti davet edilmişti. bu çirkin durumu engellemek için rıza nur,- kitapta yazdığına göre- padişahlığı lağvetme fikrini ortaya atıyor. yani padişahlığı kaldırma fikri rıza nur'dan çıkmış. rıza nur'un bu fikri çok taraftar toplamış ve oy çokluğu ile kabul edilmiş. seksen vekil bunu mutlulukla imzalamış. en son m.kemal'in haberi olmuş. o da okuyup imzalamış.
yani aslında padişahlığı kaldıran , bu iddiaya göre m.kemal değil, rıza nur.
hatta mecliste padişahlığın kaldırılması celsesini izleyen fransız mümessili rıza nur'u tebrik etmiş ve demiş ki:''m. kemal izmir'e girdi, büyük zafer kazandı. evet, fakat bu senin yaptığın ondan çok büyüktür. bu millet m.kemal'i unutabilir, fakat seni unutamaz.''
işte rıza nur, padişahlığı kaldırmanın aslında kendi fikri olduğunu söylüyor ve diyor ki:
'' m.kemal'in nutukta söyledikleri yalandır. hem de kuyruklu yalan. bunun şerefini kendine alıyor. benim adımı bile takrir sahibi diye zikretmiyor. bu kadar sarih(açık) yalan söylemek için çok (...)*olmalıdır. bu ne hırs, ne şeref(...) , ne(...) !fakat bir yerde de'o takrirde benim de imzam var'diye kendisine şeref veriyor. hakikaten bu işte onun şerefi sade diğer seksen mebus gibi bir imzası olmaktan ibarettir. padişahlığın lağvından hele din ve devlet ayrılmasından hiçbir haberi bile yoktur.''
*haya ve şerefle ilgili hakaret anlamı taşıyan üç kelime metinden çıkarılmıştır
''...hilafet için de m. kemal'ben laik hükümet yaptım'diyor. o laik ne demek manasını bile bilmezdi. kelimeyi bile işitmemişti. diyor ki:'hilafet sarih bir hukuka malik olmaksızın bir müddet daha bırakıldı.öyle değil. sarih hukuk ile onu ben ipka ettim. isteseydim o galeyan içinde hilafet de giderdi. ben hilafetin şiddetle taraftarıydım. hala da öyleyim. halbuki hilafeti ilga etmek cinayet olmuştur. işte sade hilafetin ilgasıdır ki, sırf m.kemal'in işidir. şimdi roma'daki vatikan'a, mussolini'nin ona verdiği kuvvete baksın da m.kemal ibret alsın. hristyanlığın papalığı olsun da müslümanlığın buna mukabil olan halifeliği neden lağvedilsin. bu çılgınlıktır. m.kemal, hilafetin kuvvet olmadığını iddia ediyor. fakat bu iddiası yanlıştır. bu sayede bu harpte hintlilerden maddi ve manevi çok yardım gördük. bunu nasıl inkar ediyor. hilafet sade dini bir müessese değil. devlet ve vatan için maddi ve manevi mühim bir kuvvettir...''
''...m. kemal nutkunda 'muhalifler, benim saltanatı lağvedeceğim hakkında telaşlı ve heyecanlı propoganda yapıyorlardı.'diyor. tamamiyle yalandır. hiç de öyle şey yoktur. padişahlığın ılgası kimsenin aklında olan şey değildi. benim de yoktu. kimseden de işittiğim yoktu. bunu böyle demesinin şerefi bunu kendisine maletmek içindir...''
''...nutkunda'hilafetten ayırmaya ve evvela saltanatı lağva karar verdiğim zaman'diyor. bu adam hiç utanmaz. böyle bir şey hiç aklına gelmemişti. haberi bile yoktu...''
''...nutuk'ta'teşkilatı esasiye kanunuyla hukuku hükümraninin millete ait bulunduğunu ifade eden bir takrir hazırlandı. sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi. bu takrirde benim de imzam vardır'diyor.
'takrir hazırlandı' diyor. rıza nur düşünmüş, hazırlamış demiyor. 'sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi'diyor. güya kendisi imza ettirmiş. canım bunlar imzaya koşarken senin daha haberin yoktu. şükür ki kendi namına kaş yapayım derken göz çıkarmış.'bu takrirde benim de imzam var' diyor. bu cümleyi gafletle yazmış. çok iyi olmuş. bu cümle meseleyi izah ve itiraf ediyor. yok bunun da üstüne yatmaya çalışıyor. yatmaya çalşıyor ya, kendinin olsaydı imzası başta olurdu. hem'benim de imzam var'demek lüzumunu görmezdi. demek hiç olmazsa bunu kendi lehine bir kar saymış. mecliste celsede resmen buna rıza nur takriri adı verildi. bu nedenle üstüne tamamiyle yatmak imkanını bulamamış...''
''...lozan'a giderken bizde ne hazırlık var, ne dosya var, hiçbirşey yok. m. kemal, ismet ile beni bir tarafa çekti, dedi ki:'esaslarınız budur, baktınız ki, trakya'yı alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, terk edip sulhu yapın, hatta icap ederse, istanbul'dan vazgeçmek lazımdır. musul için hiç uğraşmayın' herife hayret ettim. trakya ile istanbul'un bizi terki meselesi olmuş bitmiş bir mesele halindeydi...''
''...ismet, lozan'da musul için daima bana:'canım gel şunu bırakalım da sulh yapalım'der beni zorlardı. ben'olmaz, bütün mukavemetleri yapalım'derdim. 'canım sonra boca ederiz, sulhü kaçırırız. verelim'derdi...''
''...nutku'nda''lozan'da behemehal sulhün yapılacağından emindim''diyor. bu adam daima ve her şeyde peygamber ve evliya gibi her şeyi evvelden bildiğini söyler. bunları işler bitmeden evvel söyleseydi ya...''
''...halk fırkasının adından bahsediyor. sonradan cumhuriyet kelimesini de ilave ettiğini söylüyor. sebebini söylemiyor. bu kelimenin ilavesi şöyle olmuştur: ikinci mecliste kazım karabekir'ler fırka yapıp, fırkalarının adına cumhuriyet kelimesini ilave etmiş olarak meydana çıkınca, mustafa kemal müthiş telaş etti. işte odan sonradır ki, kendi de bu kelimeyi kendi fırkasına ilave etti...''
''...mustafa kemal gazi ünvanını meclisten kendi istedi. meclis vermek istemedi. günlerce uğraştı. ve zorla aldı...''
''...m. kemal paşa (...),(...),(...),(.....)*zevk safaları, dahilik hevesleri ve emsaliyle cumhuriyetten beri millet ve devleti öyle berbat etmiş ki, türk anane ve harsını öyle yıkmıştır ki milleti ve devleti harsça, ilimce, ziraatça, sanatça, teşkilatça, yeni baştan tensik etmek zarureti hasıl olmuştur.
*cahillik ve baskı anlamı ifade eden dört kelime metinden çıkarılmıştır...''
kitabın etkisi hala üzerimde. zaten kitapta bu satırları okurken şok içinde kalmıştım. doğru okuyup okumadığımdan şüphe etmiş, tekrar tekrar okumuştum. eğr bu yazılanlar doğruysa...bize bunca zaman öğretilenler...yani....bilemiyorum....kafam karışık...
rıza nur, son padişahları, mustafa kemal'i, ismet inönü'yü görmüş, başarılı, eğitimli bir doktordur.
hekimlikte sensei seviyesine ulaşabilecekken siyasete atılır. bu süreçte dönemin siyasetinin iç yüzünü görür. politikacıların makam, mevki hırsıyla nasıl çirkinleştiklerine tanık olur. en çok da ülkenin cahil, ahmak, hodbin insanlara bırakılmasına üzülür.
rıza nur'un 3 ciltten oluşan ''hayat ve hatıratım'' serisinin ilkinde ''rıza nur kendini anlatıyor''
bu arada rıza nur'un bir karısı var ki, aman yarabbim, düşman başına.
bir de rıza nur, bu kitaptan anladığıma göre akıllı, zeki ama biraz saflığı da var. bir kere o karısını çekmesi, kendi tabiriyle namus derdine karısını boşamaması, obur ve bir dönem de morfinman olan karısını tedavi etmek ve ettirmek için insanüstü çaba sarfetmesi-ki bu kadın aynı zamanda feci şirret-, kendisine kötülük yapanlara iyilik yapması, iyilik yaptığı bu insanların sonra kendisine tekrar kötülük yapmasına rağmen yine iyilik yapması bildiğin saflıktır işte.
ayrıca kitapta o dönemlerde ülkedeki hukuksuzluklara, almanya'nın tıp konusundaki müthiş becerisine değinmiş.
alparslan türkeş'in 1992'den 1998'e kadar yaptığı konuşmaların derlendiği, kamer yayınları'ndan çıkan kitap.
kitapta türkeş'in çeşitli kurultaylarda yaptığı konuşmaları, ülkücü gençlere tavsiyeleri, milliyetçilik üzerine düşünceleri yer alıyor.
örneğin;
''...hangi okuldan çıkarsa çıksın, bir okuldan ayrılan memleket çocuğunun millet hayatına yük teşkil edecek bir vatandaş halinde değil, millet hayatına yeni değerler katacak, milletinin hayatına üretici olarak katılacak vasıfta yetiştirilmesi lazımdır...''
bu bağlamda günümüzde alelusül bir ilköğretim ve lise eğitiminden geçip, üniversiteye kapağı atan, mezun olunca da istihdam yetersizliği nedeniyle aldıkları eğitim üzerine çalışmak yerine, diplomalı işsizler kervanına katılanlara değinmiş. doğru demiş.
türkeş'in 1992 yılında yaptığı bir konuşmada enflasyonun %71den %65 düşmüş olması, her ne kadar yeterli bulunmasa da, sevindirici bir durum olarak değerlendiriliyor. hey gidi, bir zamanlar ülkenin durumu öyleydi tabi. o günle kıyaslayınca, epey yol almışız bu konuda.
türkeş'in ülkücü gençlere şöyle bir tavsiyesi var:
''...bazı gizli eller ülkücü gençlerle bölücü veya aykırı görüşte olan başka grupları dövüştürmek istemektedir. böylece bir taşla birkaç kuş vuracaklar. hem bölücü çevreleri baskı altına alacaklar, hem ülkücü gençliği vurup dağıtacaklar, hem de memlekette gelişmekte olan milliyetçi siyasi hareketimizi lekelemek isteyecektirler. buna meydan vermemek için tüm ülkücüler dersleri ile, kitapları ile meşgul olmalıdırlar. kavgaya girmemelidirler.kendilerine saldırıda bulunulsa bile cevap vermeyip, polisi yardıma çağırmalıdırlar...''
türkeş in bir de öngörüsü var o yıllarda:
''...türkiyemiz 60 milyonu aşan nüfusu, çok iyi yetişmiş kadroları, gelişmeciliğe açık, yenilikleri kabul eden toplumu ve tarihe damgasını vurmuş üstün kültürü ile 2000li yıllarda süper güçlerden biri olmaya adaydır...''
süper güç adaylığı mı? ah ahh.
bugün tartıştığımız sivil anayasa, 15 yıl önce de tartışılan bir konuymuş.''...bugün 1982 anayasasının değiştirilememiş olması, sivil bir anayasanın hazırlanamamış olması gerçekten demokrasimiz açısından büyük bir eksikliktir...''
pkk hakkında şunları söylemiş:
''...pkk terör örgütünün silahlı saldırılarının yanı sıra siyasi kanadının milletimize yutturmaya çalıştığı ''askeri çözüm bırakılmalı , artık siyasi çözüm olmalı.'' ''kürtçe eğitim ve televizyon verilmeli'' gibi propogandalara aldanarak bu paralelde bölücülüğün ortadan kalkacağına inanan siyasileri uyarıyorum. bunların bir tanesinin bile gerçekleştirilmesi bu ülkenin bölünmesi, parçalanması, unufak edilmesine başlangıç demektir...''
bu öngörüye göre parçalanmaya ramak kaldı.
alparslan türkeş, milliyetçi hareket partisini şöyle tanımlıyor:''...milliyetçi hareket, dünya üzerinde yaşayan her türk'ün partisidir, her türk vatandaşına açıktır. türkçülük, milliyetçilik anlayışımız, manevi şuurlanmaya dayanır. bu temel üzerinde türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ''ben türküm''diyen herkes türktür. türkçülük ve türkün tayininde , sapık ölçülere, özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyorum. başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık, türk milliyetçilik ülküsünün dışındadır. milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir...''
filmi böyle adıyla kullanınca muhtemelen anlaşılmayabilir. zaten eski türk filmlerinde böyle bir sorun var. adı söylenince hangi filmden bahsedildiği anlaşılmaz. ama desenizki''hani hülya koçyiğit'in fakir kız, ediz hun'un zengin erkek olduğu film var ya,o''.''ha o mu?''
hani ayşecik zeynep değirmencioğlu, korkuluk, teneke adam ve aslan'ın olduğu film.
filmin orijinali oz büyücüsü. gerçi bu da orijinal adı değil de orijinal adının türkçe karşılığı. o filmde daha gelişmiş teknikkler kullanılıyor. mesela oz büyücüsü ilüzyon şeklinde ortaya çıkıyor. yoğun bir duman arasında ürkütücü bir kafa silüeti canlanıyor. bizdeki versiyonda ise ulu sihirbaz keskin zeka, sadece bir kurukafa olarak ortaya çıkıyor. salt bir kuru kafa.
filmde ayşecik bir şekilde vatanından kopmuş.(filmin başını bilmiyorum. zaten hiçbir eski türk filminin en başını izleyemedim. rastgelmedim hiç. ama filmin orijinalinde doroty kuvvetli bir hortum sonucu evinden uzaklaşıyordu. bu filmde de herhalde öyledir.) gözünü açtiği ülkede yolda ilerlerken maceradan macereya koşar. bu esnada bir korkulukla, sonra bir teneke adamla, en nihayetinde de bir aslanla tanışır.
bu fantastik dörtlü ulu sihirbaz keskin zeka'ya ulaşmak isterler. ayşecik vatanına dönmek, korkuluk akıl, teneke adam kalp, aslan da cesaret ister.
bu arada ayşecik'in bir de sihirli cüceleri vardır. bildiğiniz 7 cücelerin üniformalı ve sihir yapabilen hali. hatta içlerinden birkaç tanesi hafif sapıktır da. özellikle neşeli olan. ayşecik'e bariz sulanır.''fıstığım, tatlım, çok güzelsin, benimle evlen, kıza bak be lokum lokum...vb''. hedef kitle açısından çocuklara hitap eden bir filmde bu tip ifadeleri kınıyorum.
neyse bunlar isteklerine ulaşabilmek için batının kötü cadısını öldürür, kuzeyin iylik perisine ulaşırlar. e mutlu sona da kavuşurlar.
film boyunca garip şarkılar ve ilginç dans figürleriyle karşılaşırız. film biraz müzikal öğeler içermektedir.
şin şin şin
yaşamak için
tik tak tik tak tik tak tak
ne güzelsin yaşamak...şeklinde sözleri olan şarkıya, artvin yöresinden dans figürleri eşlik etmektedir.
son olarak,korkuluk ve teneke adam rollerini başarıyla canlandıran oyuncuları ayakta alkışlıyorum.
her ne kadar filmi en başından izlemesem de filmin özünü anladım.
sezercik, hülya koçyiğit'in oğlu. baba galiba ölmüş. filmin o kısmını izlemedim. tahminim, babamız yıllar yıllar önce ölmüş olmalı.
sezercik ölümcül bir hastalığa duçar olmuş. bir an önce ameliyat olması gerekiyor. ama hülya koçyiğit'in, sezercik'i ameliyat ettirecek parası yok. e ameliyat olmazsa çocuk ölecek. bu çaresizlikte hülya koçyiğit'in aklına dahiyane bir fikir gelir. enfes bir plan yapar. hatta günümüz tabiriyle manyak bir plan.
hülya koçyiğit ve sezercik, istanbul'a gelirler. akşam, deniz kenarında hülya koçyiğit, sezercik'e planı anlatır:
-bak oğlum. biliyorsun hastasın, ameliyat olman gerekiyor. yoksa öleceksin.( bu kısmı sevdim, dobra dobra konuştu. ) ama paramız yok. bu sandala bin, sonra sandal alabora olacak, boğulacakmış gibi yap, bağırışların şu evden duyulacak. o evdeki amca seni kurtaracak, evine alacak. sana 'burada bu saatte ne işin var?'diye sorarsa ona'hastayım ameliyat olmam gerekiyor, ama annem kötü bir kadın , beni ameliyat ettirmiyor.ben de kaçtım ' diyeceksin.
-(ağlayarak) hayır, diyemem.
-( ağlayarak) diyeceksin. annenin kim olduğunu sorarsa, o kötü bir kadın diyeceksin. onun yanına dönmek istemiyorum diyeceksin. sonra o amca seni sevecek. sana benim oğlum olur musun? diyecek, kabul edeceksin.
-(çok ağlayarak) anne hayır.
-(çok ağlayarak) sadece ameliyat olana kadar. sonra yine birlikte olacağız. o amca seni ameliyat ettirecek. hadi oğlum, hadi yavrum.
sezercik atlar sandala. ve planda tıkır tıkır işler. onu kurtaran amca tarık akan'dır. tarık akan'ın çocuğu yıllar önce denizde boğulmuş. deniz onun bir oğlunu almış, şimdi bir oğul daha vermiş.
tarık akan, plandaki gibi sezercik'e annesini sorar. ''kötü bir kadın o , istemiyorum, sevmiyorum onu''der sezercik.
ameliyat için sezercik'in annesinin imzası gerekir. tarık akan, sezercik'e annesinin yerini sorar:
-annen nerede yavrum?
-bilmiyorum. o çok kötü bir kadın, nerede olduğunu bilmiyorum.
-gerekirse bütün kötü kadınlara sorar, annenin nerede olduğunu buluruz yavrum.
bu arada hülya koçyiğit, gözünü oğlunun üstünden ayırmaz. sandal kazasının ardından tarık akan, sezercik'i hastaneye götürünce hülya koçyiğit de gider peşlerinden. sezercik kan kaybetmiş, kana ihtiyacı var. hülya koçyiğit verir hemen kanını. sonra da ortadan kaybolur. tarık akan için hülya koçyiğit, sezercik'in hayatını kurtaran esrarengiz hanımdır. sezercik de plan gereği annesini, hayatını kurtaran esrarengiz teyze olarak anar.
-akşam yemeğine senin hayatını kurtaran esrarengiz teyzeyi çağırdım sezercik, der tarık akan. ve hülya koçyiğit, tarık akan, sezercik bir masada oturur, muhabbet eder.
neyse sezercik'in ameliyat vakti gelir. ameliyat için tabiki yurtdışına gider. tarık akan'ın yurtdışında bir akrabası vardır, -amcasıydı galiba, neyse yalan olmasın hatırlamıyorum o kısmı- o sezercik in ameliyatı ile ilgilenir.
sezercik orada ameliyat olurken, hülya koçyiğit ile tarık akan da mercimeği fırına vermektedir.
filmin sonunu izlemedim ama mutlu sonla bittiğinden şüphem yok.
filmin adı da oğlunun üstünden gözünü ayırmayan annenin, ameliyat için oğlunu yaban ellere atması, bu yolla onu azat etmesinden gelmektedir.
1979 da küçük bir kasabanın içme suyuna zehir karıştığı iddiası ortaya çıkar. bu yüzden çocuklar bile ölür.
kasabalılar, yıldızı yeni parlamış, başarılı ve hırslı avukat jan schlichtman ( john travolta ) dan yardım isterler. fazla para getirmeyeceğini düşünen jan, bu işi önce kabul etmez. sonra paranın kokusunu alınca kabul eder.
gerçekte yaşanmış bir kamu davasını ele alan 1998 yapımı bu filmde kasabalının hakkını savunan avukat rolündeki travolta, başarılı bir performans ortaya koymuş, yalnız film gereğinden fazla uzun olmuş
tabi bu eşzamanlı olguya bakarak bir neden-sonuç ilişkisi çıkarmak mantık çaısından hatalı olur. temelde ik olgu birbirinden bağımsızdı. kişioğlu yanlış ama küresel beslenmeye kurban gittiği için ve her gün hormonlu hamburger yemekten, maç seyrederken bol bira içmekten irileşiyor, daha doğrusu şekilsizleşiyordu. arabalara gelince: kentlerde onları koyacak yer kalmamıştı daha az yakıt kullanmaları da gerekiyordu. çünkü birkaç dev petrol şirketi, sudan bahanelerle benzin fiyatlarını alabildiğine artırmışlardı. sonuç olarak arabalar küçüldükçe küçüldü.
ancak, arabalar tosbağalar kadar bile kalsa, onlara yer bulmak kolay olmayacaktı. küçülen arabalara sığsınlar diye kişileri ufaltmak daha kolay oldu. küresel kraliyetçilerin emrindeki bilimciler, insan genleriyle oynayarak kişileri küçülttüler. bazı insanlar küçültülmeye karşı direndiler ama , o takımlardan olan kadınlar, yardım kuruluşlarınca doğum deneti yapıyoruz. yutturmacasıyla çaktırmadan kısırlaştırıldılar, bari iri çocuklar dünyaya gelmesin diye.
kitapta sina akşin, akp, için^^türkiye nin iran olmasını isteyen^^tanımını yapıyor ve ekliyor. ^^aslan seçmenimiz sağdan bunalınca almaşığı, avrupa daki gibi solda ya da aşırı solda değil de aşırı sağda buluyor. kuşkusuz bu bir az gelişmişlik durumudur.^^
yabancı dilde eğitime karşı çıkıyor ki bu konuda ben de öyle düşünüyorum:
^^yabancı dilde eğitim alan insanlar, türkçe okutan eğitim kurumlarından çıkmış kimselerle anlaşamazlar. türk halkıyla anlaşamazlar.^^
^^... bu denli anglosaksonlaşmış ( salt ingilizce bilmenin ötesinde) türk olmasaydı, amerikan emparyalizmi bu denli kolaylıkla ve köklüce girebilir miydi ülkemize?^^
^^... türkiye ye gelen öğretmenlerin daha iyi olduğu inancı çok kez yanlıştır. gerçi, o ülkelerin öğretmen düzeyinin bizdekinden çok daha yüksek olduğu kuşkusuzdur. ne var ki, buraya gelenler genellikle oranın döküntü öğretmenleridir. çünkü onların , kendilerin anayurtlarındakinden daha yüksek bir yaşam düzeyi sağlamayan türkiye deki bir okula gelmeleri için ya orada dikiş tutturamamış ya da macera heveslisi olmaları gerekir.'^^
bu yazdıkları tamam da, geri kalanına katılmıyorum.
mesela sayın akşin diyor ki:
^^inönü, 1945 te çok partili dizgeye geçme kararını almayacaktı. çokpartili dizge, örneğin on yıl sonra gelseydi, bugün belki bambaşka, çok olumlu bir noktada bulunabilirdik. çünkü türkiye nin temel sorunu ağalık ve şeyhlik yani feodalizm , yani ortaçağ ile hesabı kapatmamış olmasıdır.^^
çok partili dizgeye geçişi on yıl sonra gerçekleştirmiş olsaydık bambaşka bir noktada bulunacağımız muhakkaktı ama o noktanın olumlu olacağı konusunda ben olsam bu kadar kesin konuşmazdım. çok partili hayata geçiş, demokrasiye geçişin ilk adımıdır. tek partili bir düzenin, demokratik olduğu iddia edilemez. sayın akşin in bahsettiği gibi, çok partili dizgeye geçmek için ağalık-şeyhlik düzeninin tamamen ortadan kalkmasını beklemek yerine bu feodal yapı, çok partili düzen içerisinde, yani demokratik bir ortamda halledilmelidir. .
akşin, yukarıda çok partili dizgenin türkiye'ye erken geldiğini söylüyor ama öbür yandan ^^gelişmiş bir demokraside çok partili dizgenin varlığı önemlidir^^de diyerek bir çelişki ortaya koyuyor. madem önemlidir bu sürece ne kadar erken girersek, türk demokrasisi için o denli iyi olur anlamına gelmez mi bu? hal böyleyken,''keşke birkaç yıl sonra çok partili hayata geçseydik''demenin gereğini anlayamadım.
^^28 şubat müdahalesi, artık atatürk devrimi çizgisine dönmüş olan ordunun, aydınlanma devri felsefesine uygun, atatürkçü bir hareketidir.^^
bir darbeye atatürkçü hareket demek??? hiçbir (askeri) darbe atatürkçülükle bağdaşlaştırılamaz. zaten bilindiği üzere türkiye'deki tüm darbelerin kökeninde yabancı güçler, yabancı istihbaratlar vardır. bu durumda özünde dışarıdan beslenen darbelerin, bağımsızlığı şiar edinen atatürkçülükle ne bağlantısı olabilir? ki darbelerin, türk demokrasisinin gerilettiği de hesaba katılırsa darbe yanlısı olmak, muasır medeniyetler seviyesini aşmamızı dileyen bir liderin bu düşüncesine taban tabana zıt değil midir?
çok partili dizgeyi türkiye ye hala yakıştıramadığı sonucunu çıkardığım sayın akşin'in , çok partili hayatı törpüleme yönünde ortaya koyduğu çözüm önerileri şunlar:
1. ^^atatürkçü tek parti formülü.^^
tek partililiğin ne gibi bir demokrasi anlayışıyla , atatürkçülüğün hangi tarafıyla bağdaştırıldığını anlamak çok güç.
2. ^^sakıncaları giderilmiş bir çok partili dizge. yalnızca emperyalist karşıtı ve halkçı partilerden oluşan çok partili bir dizge. buna atatürkçü ve sosyalist partilerden oluşan bir dizge de diyebiliriz. bunu sağlamak için karşıdevrimci partilerin kapatılmasını kolaylaştıracak düzenlemeler yapılabilir. ayrıca yargıtay başsavcılığı, kapatmak için yeterli gerekçeler olmasa da program, söylem ve davranışlarıyla gerici olduğunu saptadığı kimi partilerin seçimlere katılmasının yasaklanmasını anayasa mahkemesi'nden isteyebilir.^^
bu farklı görüşlere yaşam hakkı tanımamak demektir ki anayasaya karşıdır. zira anayasada düşünce ve düşündüklerini savunma özgürlüğü vardır. benim bu çözüm önerisinden anladığım tek fikirli bir demokrasi(!)oluşturmak, böylece demokrasinin sacayağı olan çoksesliği yok etmek.
^^tarih derslerinin öğrencilere yalnızca yüzyıllar önceki olayları değil, daha geçen yıl olan bitenleri de tanıtması gerekir. çünkü o da tarihtir.^^diyor ki cehalet midir-ki değildir koca profösör- yoksa hataen yanlış belirtilmiş bir ifade midir şaşırıyorum.
bir kere bir olayın tarih kitaplarının konusu olabilmesi için üzerinden en az 50 yıl geçmesi icap eder. çünkü bu süre zarfında olay hakkında gerekli incelemeler, belgeler, araştırmalar ancak tamam olur ve tarihçi objektifliğinde değerlendirilebilir konuma gelir.
olay üzerinden yalnızca bir yıl geçmesiyle tarih derslerinde tanıtılması, bizi yanlı değerlendirmelere götürür ki tarihin böyle anlaşılamayacağı açıktır.
şu cümlesini ise okuduğumda gülmekten kendimi alamadım.
^^kendisini atatürkçü sayan insanların, mesela cumhuriyet gazetesi okumaları gerekir her gün.^^
son olarak kitabın isminin son derece yanlış bir tercih olduğunu belirtmek isterim.
tarihin en sağlıklı sorgulanması objektif bir şekilde yapılır. tamamen yanlı fikirlerle, üstelik bu fikirlerin yanlış olabilme ihtimalini göz ardı ederek bir tarih sorgulaması yapılamaz. dolayısıyla bu kitap adında yazdığı üzere ne bir tarihi kitaptır, ne de sorgulayıcı. tamamen bir fikrin empoze edilmeye çalışılmasıdır. elbette zaten bu tür bütün kitaplar yazarın fikirlerini aşılar ama en azından adı, kitabın içeriğiyle hiç bir alakası olmayan''yakın tarihimizi sorgulamak''olmasaydı keşke.
kahraman inekler adıyla türkçeleştirilmiş, disney in uzun metrajlı 2004 yapımı çizgi filmi.
azılı bir hırsız tüm sığırları çalar. hayvanları çalındığı için masraflarını karşılayamayan çiftçilerin de çiftliklerini satın alır.
cennet bahçesi adlı çiftliğin sahibesi borçlarını ödeyemez ve iflasın eşiğine gelir. çiftliğin inekleri bu duruma bir çare bulmak isterler. düşünürler düşünürler ve akıllarına şu gelir. ünlü sığır hırsızını yakalamak. çünkü hırsızı bulana ödül verilecektir.
kahraman ineklerimiz hırsızın peşinde heyecanlı bir maceraya atılırlar...
animasyon olsaymış pek güzel olacakmış. bu haliyle ortalama bir çizgifilmi aşamamış. ancak 10 yaşından küçükler bu filmi izleyip eğlenebilir.
istanbul'un en güzel manzaralı yerlerindeki cafeler nasıl oluyor da köyden inmiş şehre tipli çok özür diliyorum ama krolar tarafından zaptedilebiliyor?
gülhane'deki en güzel manzaraya kuruluyorum. elime gazetemi alıyorum. çapulcu kıyafetli garson geliyor. abi, abla, ne yersin, ne içersin'li bir hitap kullanıyor. yanlış anlaşılmasın, burnu havalarda gezen biri değilim. ama efendim orası gülhane. turistik bir mekan. hadi ben senin dilini anlıyorum. ama azıcık diksiyonun düzgün olsa, azıcık üstüne başına dikkat etsen, birazcık ikinci coğul şahıslı hitaplar kullansan. ha bir de daha önemlisi o çay bardaklarını bulaşık makinesinde yıkasan da biraz temiz görünse.
şehrin en güzel manzaralı köşelerinden birinde hizmet sektörü içinde faaliyet gösteren garsonun köy kahvesi işletiyor havasında olması beni üzüntülere gark ediyor.
bu durumun daha fena bir örneğini eminönü'nde görmek mümkün. yeni caminin karşısındaki cafelerden bahsediyorum. o cafelerin garsonlarının görüş alanına girdiğiniz andan itibaren markaj altındasınız.''buyrun, aile salonumuz var. döner var, gözleme var.''
bir de bu cafeler yanyanadırlar ve birbirleriyle rekabet içindedirler. bir diğer cafeye doğru yaklaştığınızda gönül koyarlar.''aa buraya alalım sizi. daha güzel, manzaramız var.''(yalanına tüküreyim senin)
hatta utanmayıp müşterinin arkasından konuşanlar da vardır:''orası da aynı, burası da aynı. niye oraya gidiyor ki? bakıyor böyle, beğenmiyor, neyi beğenmiyorsa öbür tarafa gidiyor.''
neyi beğenmiyorum biliyor musun bay hanzo? seni, tipini, konuşma tarzını, hitabını, davranışlarını, senin ve türevlerinin istanbul'un en harika yerlerini zaptetmenizi...
guy ritchie'nin yönetmenliğini yaptığı 2002 yapımı bu filmde amber ( madonna) , zengin kocasının parası nedeniyle şımarmış, ukala, kibirli, bencil bir kadındır. o, eşi ve iki çift arkadaşlarıyla bir yat kiralarlar ve yunanistan'dan italya'ya doğru gezmeye koyulurlar. fakat amber yattan da personelden de memnun değildir. özellikle giuseppe den.
bir gün teknedekiler su altı mağaralarını incelemeye giderler. amber de daha sonra gitmek ister. giuseppe ye bu isteğini emreder. fakat giuseppe, akıntı olduğunu, motorun tam olarak çalışmadığını söyler fakat anlayan kim. ve yola koyulurlar.ancak giuseppe nin dediği olur, akıntı çıkar, üstüne fırtına da patlak verir ve kendilerini ıssız bir adada bulurlar.
sonra bu iki birbirinden nefret eder gibi görünen insan, filmi izlerken tahmin ettiğimiz üzere birbirlerine aşık olurlar. yalnız bu süreç bana kalırsa mide bulandırıcıdır. giuseppe, teknede kendisine emirler yağdıran, hakaretler savuran amber den intikam alma peşindedir. ıssız bir adada karnını doyurmaktan yoksun amber i köle gibi kullanır. bunu yaparken tekme atmaktan bile çekinmez. ki ilk dayaktan itibaren o adam kinimi kazanmıştır. hiçbir şey bir kadına dayak atılmasını nazarımda haklı gösteremez. film milm dinlemem. sevmedim o adamı. hele bir de sonra amber o adamın ayaklarını öptü ki işte çileden çıktığım sahne odur.
madonna'nın oynadığı bir filmin daha matah olabileceğini zannetmiştim. yanılmışım. ortalamayı aşamayan bir film.
ayrıca madonna, amber rolüyle, giuseppe ye aşık bir kadın olduğuna inandıramadı beni. bir türlü inanamadım onun aşkına.
diane lane'nin başrolde olduğu bu filmde,
kocasından ayrılan amerikalı bir yazar, tebdili mekanda ferahlık vardır diyerek alır eline bavulunu ve italya ya atar kendini. burada şirin bir ev satın alır. ev şirin mirin ama bir dünya da tamire ihtiyacı var. tutar üç tane işçi, hep birlikte evi onarırlar. bu arada yazarımız, yeni insanlarla tanışır. aslında yeniden aşık olmak isteğini barındırır içinde ama flört ettiği italyan erkekler genellikle evli çıkar. talihine küser ama yine de açık kapı bırakır.
bazen yabancı bir ülkede neden ev aldığını, orada bir başına ne işi olduğunu sorar kendine. isteği şudur. evinde bir düğün ve bir aile olsun. bu isteği de olur. ama ufak bir farkla...
aksiyonsuz, vurdusuz kırdısız, şiddetsiz, rtük'ün akıllı işaretlerine göre +13 bir filmdir.
yazarın adı françeska.(okunduğu gibi yazıyorum, zira gerçek yazılışı nasıldır bilmiyorum) ona kısaca fransis diyorlar. ama nedense dublajında sanki prenses diyorlar gibi geldi kulağıma.hatta filmin ilk dakikalarında''adı prenses mi bu kadının?hö!''şaşkolozluğu yaşadım.
diane lane çok şirin, çok tatlı bir profil çizmiş.
ayrıca filmdeki italya manzaraları çok etkileyici. hatta babam''italya da güzelmiş, gidelim oraya da.''bile dedi. tabi zaten biz ailecek, gideceğimiz ülkeleri televizyondan seçeriz.
bir de italyan erkeklerin yakışıklı olduğu fikrinden yola çıkılmış olsa gerek, filmdeki italyan erkeklerin hepsi ama istisnasız hepsi yakışıklıydı. ve de filmde yansıtılan şekliyle kırmızı ışıkta durmayan, güzel kadınlara laf atan, geniş aileleri olan italyanlar, bu haliyle biraz türklere mi benziyor ne.
dr osman özsoy tarafından, turgut özal ın vefatından 1 yıl sonra (nisan 1994) yazılan kitap.
kitapta kenan evren, mesut yılmaz, necmettin erbakan, sakıp sabancı, ertuğrul özkök, çetin altan, osman yağmurdereli, adnan şenses, bülent ersoy, mehmet barlas, fehmi koru...vb pek çok ünlü ismin turgut özal hakkındaki görüşlerine yer verilmekte.
örneğin;
yıldırım aktürk ten gazetelere ekonomi sayfasının özal devrinden girdiğini öğreniyoruz.
sakıp sabancı:özal iş başına gelir gelmez, yurtdışına çıkıştaki tahsisi 200 dolardan 3000 dolaraçıkardı. eyvah, şimdi herkes üç bin dolar alır gider, memlekette döviz kıtlığı daha da artar diye düşündük. aksine azalacağına dövizimiz arttı. işte özal la aramızdaki fark burada. onun hayal ettiği şeylere bile bizler ulaşamadık.
can pulak: rahmetli cumhurbakanımız, büyük atatürk ten sonra türkiye nin gelmiş geçmiş en büyük inkılapçı lideri idi.
rahmetli özal ın kırıldğı, kızdığı, gücendiği kimseyi görmedim, mesut yılmaz hariç.
nilüfer göle: müslümandı, annesi kürttü, alaturka müziği, osmanlı şiirlerini sever, arabesk ve pop müikten geri kalmak istemez, hem osmanlı geçmişinde hem batı toplumlarında bugünün sorunlarının çözümüne dayanarak arardı.
osman yağmurdereli: cesur politikacının iki gömleği vardır: biri bayramlık, öbürü d eidamlık derdi.
gönül yazar: türk parasıyla ilgili çıkardığı kanun çok mühimdir. yurtdışında okuyan evladınıza para gönderemezdiniz. cebimde yurtdışına çıkarken dövizle yakalandığım için, beş yıl hapis istemiyle yargılanmıştım. bugün çoğumuzun bankalarda dolar hesabımız vardır.
orhan gencebay: telif hakları ve bandrol konusunda çıkardığı kanun, sanatçıların korunması yolunda atılan en önemli atılımı olmuştur.
levent kırca: programımın sansürlenmesinden yakınırken özal''geçtiğimiz günlerde buraya program çekimine geldiler, yarım saat makyaj için uğraştılar, zahmete katlandılar ve ben de enine boyuna konuştum. akşam televizyonda izlerken baktım çoğu yeri makaslamışlar. düşün ki ben başbakanım.''
ahmet tan : bundan sonra hiçbir politikacı uçakta atari oynamayacaktır herhalde.
şakir süter: gap ın altında benim imzam vardır. boğaz köprüsü nün de projesinin finansmanına kadar ben uğraştım.
hasan cemal: muzipliği sever özal. bir kalem çıkarır cebinden. tut bakayım şunu der. tutarsın, o anda elektrik çarpar, titrersin. başka birşey çıkarır. al bakayım elinde der. eline alıp bakarken, bu defa su fışkırır yüzüne. muzip muzip güler.
mehmet ali birand: özal bize ortadoğu yu, amerika yı ve türkiye yi anlatmaya başladı. öylesine ilginç saptamalar yapıyor., öylesine etkili sözler söylüyor ve öylesine farklı bşr bakışla gelişmeleri anlatıyordu ki biz donup kaldık. turgut özal bu toplantıdan sonra at komisyonu nun sözlerine en çok inandığı lider oldu.
hıncal uluç: özal bir devre adını veren devrimciydi.
sami kohen: özal ekonomide olduğu gibi, dış politikada da büyük ve cesur düşünen bir liderdi.
yılmaz öztuna: ikinci mahmud’tan bu yana gelen türk adamlarının en büyüklerinden biridir.
zafer gedik: konutundan ayrılırken önce dublörünü gönderir, onların peşinden giden gazeteciler saatler sonra yanına gelince dalgasını geçerdi.
ayrıca özal'ın''benim iki gömleğim var, biri bayramlık, diğeri idamlık.''diğini ve atatürk’ün bir tabu olmadığını ve şahısların ilahlaştırılmasını ancak ilkel kabilelerde görülebileceğini ilk kez onun söylediğini öğreniyoruz.
hakkında söylenenler dikkate alındığında yanlı bir kitap olduğu açıkça görülür. zira özal hakkında kimse kötü bir şey dememiş ya da demiş olduğu halde yazar buna kitapta yer vrememiş.
ehliyet, bildiğiniz üzere trafikte araç kullanabilmek için alınması gerekli olan sürücü belgesine verilen isimdir.
ülkemizde alınması fevkalade kolay olup, trafik kazalarının neden bu denli çok olduğunun bir göstergesidir aynı zamanda.
öncelikle bir sürücü kursuna başvurulur. kurs, sınavlardan geçmenizi sağlayacak tüm materyalleri verir. açıklamalı bir test kitabı, daha önceki sınavlarda çıkmış sorular ve cevapları vb.
kursa her ay dünyanın parasını verir ama birkez bile derslere katılma gereği duymazsınız. çünkü derste anlatılanlar, verilen kitapta ya da notlardaki ile birebir aynıdır. ha derste dinleyince daha etkili, daha akılda kalıcı olur o ayrı. ama akılda kalmasını isteyen kim?sınavdan geçeyim yeter.
motor, ilkyardım ve trafik olmak üzere üç ders vardır.
içlerinde en zoru motor dersidir. arabanın iç aksamını görür, arabanın neresine basılınca neresi etkileniyor, bu meret nasıl çalışıyor gibi şeyler öğrenilir.
ilkyardım dersi aslında en önemlisidir. zira söz konusu olan bir hayattır. suni teneffüs, kalp masajı vb hayat kurtarıcı faaliyetlerin cansız manken üzerinde denenmesi, pratik yapılması gereklidir. ama ne sürücü kursu böyle bir öğretme zahmetine katlanır, ne de kursun öğrencisi bunu öğrenme hevesindedir.. amaç sınavdan geçmek olunca bu hayat kurtarıcı faaliyetlerin kitaptan öğrenilmesi yeterlidir.
trafik dersinde trafik kuralları üzerinde durulur ve en kolay ders de budur. üstteki iki derse katılmak genel kültürünüz açısından size pek çok şey katabilecekken, bu derse katılmak zaman kaybı yaratır.
ehliyet alma sürecindeki ilk sınav, bu üç dersten olur. sınav tarihi ve sınav yeri belli olunca kurşun kaleminizle, silginizle öss benzeri mini bir sınav stresi yaşarsınız koca koca adamlar ve kadınlarla aynı ilkokul sıralarında.
bu sınav ortalama zekadaki her insanın ortalama bir çalışmayla geçebilceği kolaylıktadır. hatta sınavı geçeyim yeter mentalisinden bir an için çıktığınızda sora sora bunlar mı sorulur yani, yuh. diye düşünmeye başlar, soruların bu denli kolay olmasını şahsınıza yapılmış bir hakaret bile addedebilirsiniz.
ehliyet almak bu kadar kolay olursa tabiki bu ülkede hergün onlarca trafik kazası olur.
kağıt üzerindeki bu sınav atlatıldıktan sonra direksiyon dersine geçilir. işte ancak şimdi bir sürücü kursuna gittiğinizi, buraya neden para verdiğinizi idrak edersiniz. bugüne dek araba kullanmayı gözünde büyütmüş, bunun zor birşey olduğunu zannetmiş birini hayal kırıklığına uğratacak kadat kolaydır araba kullanmak. her biri yaklaşık 40 dakikadan oluşan 5-6 ders. yanınızdaki koltukta oturan,sürücü kursundan bir hocanın eşliğinde bu ders de bitirilir. ve sıra bunun sınavındadır.
direksiyon sınavı ehliyet almak için önünüzdeki sondan bir önceki sınavdır.(son sınav trafik şubesinde yaşanacaktır ki en saç baş yoldurtanı budur)
ehliyet almak isteyen yüzlerce kişi bir okulda toplaşır. tabiki denilen saatte sınav başlamaz, müfettişler beklenir. müfettişler geldikten sonra da sıranın size gelmesini beklersiniz. eğer şansınız var da ilk sıralardaysanız hemencecik sınavınızı olur ve gidersiniz. yok şansınızın kapalı olduğu bir günde iseniz 11.00da başlaması gereken sınav için ne olur ne olmaz diyerek 10.30da gelip saat 14.00 a kadar beklemeniz mümkündür.
sınava ilk girmenin dezavantajı ise afyonu yeni patlamış müfettişlerin gözlerinin ve dikkatlerinin en üst düzeyde olmasıdır. ilerleyen dakikalarda ise herkeste bir mayışmışlık başgöstereceğinden umursamamazlık ve bir an önce bitsincilik hissi başlar.
beş dakika bile sürmez bu direksiyon sınavı. bulunduğunuz okulun çevresinde bir tam tur atarsınız hepsi bu. sinyali yanlış vermişsiniz, stop etmişsiniz...hiç telaşa mahal yok. geçeceğinizin garantisini veriyorum. hayatında sadece 6 kez ve 6.sı da sınavda olmak üzere direksiyon başına geçmiş biri olarak ben bile bu sınavdan 90 almışsam, senin geçememen için hiçbir sebep yok ey okur.
hemen o günün akşamında öğrendiğin direksiyon sınavının olumlu sonucuyla birlikte artık ehliyet alma sürecinin çoğu gitmiş azı kalmıştır. şimdi mesele sürücü kursu ücretini tamamlamaka ve evraklarınızı teslim almaktadır.
içinde sınavlardan aldığınız notlar, adliye sicil kaydı, ikametgah belgesi, öğrenciyseniz öğrenci belgesi ve tabiki olmazsa olmaz vesikalık resimler...vb belgelerinizin bulunduğu dosyayı alır ve trafik şubesine doğru yol alırsınız. eğer devlet dairelerine işi pek düşmemiş dolayısıyla toy bir gençseniz ilk tavsiye: günün ilk ışılarında yola çık. zira sıra numarası denen bir meret var ki yenilmediği, içilmediği halde bu denli hızla biten birşey ahir ömrümde görmedim.
her yerdeki uygulama böyle midir yoksa benim rastladığım mı böyle bilmiyorum. sadece 110 adet sıra numarası var. yani atıyorum saat 10da geldin ve 110.sırayı aldıysan hemen bir saniye sonra arkandan gelen kişi için artık herşey için çok geç. onun işi yarına kalmış demektir.
sıra numaranı alır ve beklemeye koyulursun. öncesinde vezneye yatırman gereken bir harç var. onu yatır, makbuzunu da bir kenara iliştir. ha bir de yine heryerdeki bir uygulama mıdır yoksa benim rastladığım mı böyle tam olarak bilmemekle beraber şöförler odası vardır, dosyalarınıza bir dosya daha ekler, bu dosyaya nüfus kağıdınızdaki bilgileri yazar, sonra tüm bu dosyaları bir güzel toparlar, zımbalar, karton bir dosyaya yerleştirir, 10 ytl alır. bunun karşılığında makbuz mu?o da ne? e tabi genç ve toy bünye bilmiyor ki nedir, ne değildir? bunu da ehliyet alma sürecindeki resmi bir uygulama sanır.
saatler ve saatler süren bekleyişin sonunda sıra sana dur daha gelmemiştir. çünkü saat 12.00de öğle tatili. 1 saat de hariçten beklemen gerek. zamanın geçmek bilmediği anlardandır bu bekleyişler. gazete alırsın ve o zamana dek hiç okumadığın köşe yazarını bile okursun sırf zaman geçsin diye. arada sinirlenir söylenirsin, paranla rezil oluyorsun diye. bu sinir harbin sırasında kafan da daha farklı işlemeye başlar. gerçekleri görürsün bir bir. ehliyet almak için o motor, ilkyardım, trafik, direksiyon sınavlarında seni zorlamayan sistem, şimdi zorluyordur işte.''aman ehliyet almak çok kolaymış, çocuk oyuncağı''diyen sen misin? al bakalım işte sana zorluk.hatta aklınızdan daha fazla beklememek için rüşvet vermek bile geçer. ama daha bu alemde toysun. rüşvet vermeyi bilmiyorsun,kime verilir, ne zaman verilir, ne kadar vermek gerekir?
en nihayetinde sıra sana gelir, karşıdaki duvarın üstündeki monitörde sıra numaranı görünce mutluluk yağmuru altında şemsiyesiz kalmış gibi hissedersin kendini. bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen adımlarla içeri girer, dosyalarını verir''bitirin artık şu işi ve verin bana ehliyetimi''dersiniz. tabi bunu dedikten sonra az biraz da buraya para vereceksiniz. sadece birkaç dakika süren bir işlemin ardından''yarın saat15.00'te gelip alın''der masanın öbür yanındaki görevli.bir an''neyi yarın alayım?niye yarın alayım? nasıl ya? yine mi?yeniden mi buraya geleceğim? ama ama, ben sandım ki. yani hemencecik alabileceğim. ama tekrar mı? ben kimim? buraya nasıl geldim?''diye sorular kafanızda bir süreliğine resmi geçit yapar. sonra devlet işlerine karşı kıldan ince boynunuzla birlikte yarın gelmek üzere ortamı terkedersiniz. evet hepsi budur, bir dakikalık bir işlem için 5 saat sırada beklemişsinizdir.
yarın olduğunda artık ehliyetiniz kullanıma hazırdır.
gazeteci zeynep oral, kah hakkari den kah sivas tan, kah rize den izlenimlerini aktarır bu kitapta. ve öyle güzel anlatır ki gözlemlerini, kendisi adeta karşımızda oturmakta ve yaa işte böyle oldu genç dercesine samimi bir üslupla konuşmakta gibidir.
ayrıca bu kitap''yalın, içten, yapmacıksız bir yurt ve insan sevgisinin kağıtlara dökülmüş halidir.''
kitaptan, şu memleket manzarasını aktarmadan edemeyeceğim:
yazarımız, atatürk barajı nın suları altında kalacağı için boşaltılması gereken samsat köyündedir.köylüler, samsat ı boşaltıp söke ye gideceklerdir.toprak ve iskan müdürü, samsatlılara söke deki konutları anlatır.anlatması bitince köylülerin soru yağmuruna tutulur.
konutların duvar rengi ne?evler kaç metrekare? kaç oda? sıvalı mı sıvasız mı? oralarda iş var mı? iş olanakları neler?
müdür bütün soruları cevaplıyor.
-orada toprak nasıl kokar?
ötekilerden farklı bu soru, en öndeki yaşlı amcadan gelir.
müdür güzel kokar diyip soruyu geçiştirir.
sorular bitmez. evlerin bahçeleri var mı? bahçede ağaç var mı? çiçek var mı? hava nasıl?
-oranın suyu nasıl kokar?
aynı adam sormuştur.
müdür duymazlıktan gelir.öteki sorulara geçer.
okul var mı? okul kaç kilometre uzakta? orada kahvehane var mı? ya çay ocağı? ya sağlık ocağı?
-oranın limonu nasıl kokar?
müdür dayanamaz, ters ters sen benimle alay mı ediyorsun? diye çıkışır.
o anda ortalığı bir uğultu kaplar. müdür neye uğradığını şaşırır. bir kişi durumu açıklar:
-kusura bakmayın müdür bey, arkadaşımız kördür, göremez de.
içimi burkan bu anektottan sonra şu memleket manzarasını da aktarıp gidiyorum.
yazarımız doğu karadeniz bölgesindedir. şarıl şarıl yağan yağmurdan korunmak için bir kahveye sığınır ve kahvedekilerle birlikte televizyondan haberleri izler. spiker hava durumunu sunar:
yurdumuzun hiçbir bölgesinde, hafta sonundan önce yağış beklenmiyor
kahvede kahkahalar patlar.
-ha cemal, dişaruda yağmur yağmiir da, sen neden islaksun?
-ha sen puna yağmir mi dersun, pu denizun serpintisudur.
-hiç deniz serpintisu olur mi, pu trapisonlu nun bize su sikmasidur.
-ha sen mi daha iyi pileceksun, trt mu?
-ha duymadın mu, yurdumuzda dedular, purası yurt değul midur?
-lazistan hava raporunu da sen oku temel.
ülkemizde sağlık sisteminin kötü işlemesi, insanların acil servislerde bile sıra beklediği, aylar sonrasına randevu alabildiği hastanelerin bulunması, doktorların hastayla ilgilenmek için çok kısıtlı zamanlarının olması ve bu nedenle verimli bir tedaviye ulaşılamaması vb nedenlerle halk arasında yerleşmiş bir söz öbeğidir.
bu yüzden''allah kimseyi hastaneye düşürmesin''temennisinde bulunulur.
buna göre hastane, gidilip tedavi olmak için gerekli olan bir yerden ziyade, mümkün mertebe gidilmemesi, düşülmemesi gereken bir yerdir.
kadınların, herkesin içinde abdest alması, özellikle de camide namaz kılmak isteyen başı kapalı kadınların bunu yapması hoş bir manzara değildir onlar için, rahatsız edicidir. bu nedenle genellikle caminin tuvaletinde abdest almaları reva görülür. ki buranın koşulları takdir edersiniz ki hiç de hijyenik değildir. üstelik bunun için bir de üstüne para vermek durumunda kalınır.
0-5 yaş danaların gittiği okul öncesi eğitim yuvası.
tamam uydurma bir tanım yaptım. doğrusu şu:
büyükbaş hayvanlar belli bir ücret karşılığı adına dana bank da denilen bir yere veriliyor. burada dışkıları otomotik makinayla temizlenen, yumuşak plastik yataklarda uyuyan, beslenme düzenleri ve süt verileri bilgisayarla takip edilen danalardan maksimum verim sağlanıyor.
üç iki bir [ters labirentlerde final ] bir mahir kaynak kitabıdır.
kısa, su gibi okunup giden makalelerden oluşur.
mahir kaynak yine ilginç ve isabetli tespitlerde bulunmuştur.
'' halk siyasi iktidarlarda ilke ve tutarlılık aramaz. kendisine yalan söyleyen komşusu ile dargın kalabilir ama siyasetçisini alkışlar.''
''yüzyıllarca başarıyı toprak kazanmak, yenilgiyi bir kısım topraklarını başkalarına bırakmak olarak algılayan türk halkı ve yöneticileri , kıbrıs 'ın anlamsız topraklarına gözünü dikmiş, önündeki ufkun farkına bile varmadan , eşelenip duruyor.
kıbrıs'ta koşulları ne olursa olsun kurulacak bir federasyon , adadaki etkinliğimizin yok olması ile sonuçlanır. federasyon tezi türkiye'nin çıkarlarına aykırıdır. kaldı ki olmusuzluğun üzerine bir de çözümsüzlük eklenmektedir. yani hedef yanlıştır ve buna bile ulaşmak için yirmi yıldır bedel ödenmektedir .''
''halk su gibidir. önüne engel konunca akacak başka bir mecra bulur.''
''bugünkü haliyle chp'nin başarısızlığını kimse engelleyemez. bu ülkenin de hayrınadır. çünkü türkiye'nin gerçek bir sosyal demokrat partiye ihtiyacı var.''
sonuçlardan sebeplere [ sebeplerden faillere ] bir mahir kaynak kitabıdır.
kitapta prof. dr mahir kaynak türkiye 'nin politikada edilgen konumdan etken konuma geçmesi gerektiğini ve bu konuda yol gösterebilecek gözlemlerini yazmıştır.
ekonomi, politika, abd ve ab ilişkilerini ele alır.
kitaba göre: '' türkiye'de laikçilik diye anılan dünya görüşü, yanlış olduğu için değil, etkisiz olduğu için zemin kaybetmektedir. kitlelerin beklentisi ile onların verdikleri arasında uyum yoktur. halk maddi ve manevi alanda daha iyi bir hayat sürmek istemektedir. ilericiler maddi refahı tamamen unutmuş görünmekte ve kendilerini törensel bir dünyaya hapsetmektedir. halk onların söylemlerinde gelecek değil, övünülecek bir geçmiş bulmaktadır. dünya ne kadar değişirse değişsin, bakış açıları aynı kalmaktadır. ''
özellikle çocuk başrollerden oluşan dizileri istisna tutarak;
ekranlarımızdaki diziler genellikle aşk, entrika, ihtiras, töre, mafya...vb konular etrafında döndüğünden bu dizilerde çocuklara aktif olarak pek yer yoktur. onlar genellikle kaçırılır ve karşılığında fidye istenir ya da boşanmış anne ve babasının arasında kalır.
işte böyle ebeveynlerinin heyecan içinde maceradan maceraya koştuğu dizilerdeki çocuklar hep mi uslu, sessiz sakin olmak zorundadır.
-hadi yavrum, sen odana çık.
-peki anne.
-bizi annenle yalnız bırak.
-peki baba.
-hadi sen dışarı çıkıp oyna.
-tamam.
hayır sonra olan bize oluyor. gerçek dünyadaki anne babalar-bilhassa anneler- kötü etkileniyor.
-bak çocuğa, ne güzel, annesi odana git dedi gitti. bizimkilere öyle birşey desen aman aman öldür allah gitmezler.
annenin birkaç günlüğüne de olsa terk-i diyar eylemesi sonucu evde başbaşa kalan baba ve çocuğunun, hayatta kalmak için mutfağa girmeleri sonucu yaptıkları eylemdir.
anne varken mutfağa sadece yemek yemek için giren baba ve çocuk, anne yokken artık sadece yemek yemek için değil aynı zamanda onu yapmak için de mutfağın yolunu tutar.
yemek yapma beceri katsayısı birbirine eşit olan baba ve çocuk aralarında zımni bir görev bölüşümü yapmışlardır. baba her zaman olduğu gibi emir veren komuttadır. malzemeleri tezgaha getiren çocuktur.
adeta bir ameliyethanedeki doktorlar gibidirler.
baba sırayla ister:
-domates
-biber
-soğan
-tuz
soğan doğrama işini baba üstlenmiştir. yavrusunu soğanın gözyaşartıcı dış etkisinden korur. domateslerle çocuk ilgilenir. sonra biri ocağa koyduğu tencerenin içindekileri karıştırır. diğeri kesme, doğrama işini yapar.
en nihayetinde yemek sonuçlanıp yenir hale geldiğinde ikisinde de muzaffer bir komutan edası vardır. zor bir işi başarmışlardır kendilerince. yaptıkları yemek menemen olsa bile.
çoğu geleneksel türk ailesinde baba, çocuğuna olan sevgisini sözleriyle belli etmez ya da edemez. ama çocuk yine de anlar onun kendisini sevdiğini. işte onu anladığını anlardan biridir bu da.
bir akvaryum canlısının yaşadığı evde düzenli aralıklarla yapılan işlemdir.
her ne kadar akla ilk balık akvaryumu gelse de kaplumbağaların da akvaryumları gözden ırak tutulmamalıdır. o akvaryumu baz alırsak
öncelikle elde akvaryumla lavaboya gidilir. akvaryum canlısı kaplumbağamız (ki adı maaşallah'tır. köpeklerine köpek denmesine kızıp ''o köpek değil, boby''diyenlere nazire olsun ''o kaplumbağa değil, maaşallah'') geçici istirahatgahı olarak bir kaba koyulur. o orada dinlenirken akvaryumundaki pis su boşaltılır.
akvaryum musluğun altına tutulup iyice çalkalandıktan sonra sıra temiz suyu koyma aşamasına gelir.asla, kata, zinhar musluk suyu kullanılmaz. madem bir canlının bakımını üstlendiniz azıcık paraya kıymayı bileceksiniz. litresine onca ytl saydığınız erikli içme suyundan, onu mahrum bırakmayacaksınız. ya da tamam bazen aile bütçesine katkı olması açısından dinlenmiş su da kullanılabilir.
ardından akvaryum aksesuarları( minik renkli taşlar, deniz kabuğu, palmiye ağacı...vb) müsait yerlere yerleştirilir. sonra akvaryum canlısı (olayımızda maaşallah) geçici istirahatgahından avuçlanarak kaldırılır, ''hanimiş benim yavrum, oy oy oyy kuzum benim, aman aman maaşallah, agucu bugucu''vb seslerden oluşan bir seremoni ile ana mekanına yerleştirilir.
seçimlere az bir zaman kala ortaya çıkan, yükses ses kapasitesiyle donatılmış, partinin o seçim zamanı için seçtiği şarkıyı fütursuzca, bangır bangır çalarak sokaklardan geçen; üzerinde partinin amblemi, logosu olan, kanımca son derece gereksiz propoganda aracı.