bahçeşehir üniversitesi kültür politikası ve sanat yönetimi yüksek lisans programının can hocası. iyi kalpli, tatlı dilli, entelektüel, on parmağında on marifet, dost canlısı, öğrenci sever yüce kişilik. *
Tüm üniversite öğrencilerine açık, ödüllü Tasarım Yarışması!
izmit Şirintepe Çamlık Parkı' nda oluşturulacak, Akıllı Park' ta sergilenmek üzere, tamamının veya bazı ögelerinin güneş ve/veya rüzgar enerjisi ile aydınlanma, hareket vb. özellikler kazanmış ve katı atık malzemelerden oluşturulacak eserin tasarımı.
Yarışma 1.sine 1000 TL
Yarışma 2.sine 750 TL
Yarışma 3.süne 500 TL
En Özgün Proje Ödülü 500 TL
Değerlendirme Kurulu Özel Ödülü 750 TL
ŞARTNAME ve AYRINTILI BiLGi iÇiN: akillipark.blogspot.com
1-15 ağustos tarihleri arasında, ücretsiz olarak selamiçeşme özgürlük parkı'nda gerçekleşecek, açıkhava tiyatro festivali.
program;
1. Ağustos 2008 Cuma TiYATRO KEDi KiBARLIK BUDALASI 21.00
2. Ağustos 2008 Cumartesi EVRENSEL KABARE DUYARLARSA OYARLAR 21.00
3. Ağustos 2008 Pazar BiZiM TiYATRO OLYA 21.00
4. Ağustos 2008 Pazartesi MÜJDAT GEZEN TiYATROSU BU SEN DEĞiLSiN 21.00
5. Ağustos 2008 Salı TUNCAY ÖZiNEL TiYATROSU NiCE YILLARA 21.00
6. Ağustos 2008 Çarşamba DURU TiYATRO AŞK HERYERDE 21.00
7. Ağustos 2008 Perşembe SU GÖSTERi SANATLARI SAHNESi SAKINCALI PiYADE 21.00
8. Ağustos 2008 Cuma TiYATRO KARE BABAMLA DANS 21.00
9. Ağustos 2008 Cumartesi KAKTÜS KABARE TiYATROSU iNSANIN iÇi iĞNELi FIÇI 21.00
10. Ağustos 2008 Pazar SADRi ALIŞIK TiYATROSU ÇAPRAZ AŞKLAR 21.00
11. Ağustos 2008 Pazartesi ALi POYRAZOĞLU TiYATROSU iÇiMDEKi TiMSAH 21.00
12. Ağustos 2008 Salı KARTAL SANAT TiYATROSU ALi AYŞEYi SEViYO 21.00
13. Ağustos 2008 Çarşamba ENiS FOSFOROĞLU TiYATROSU AYNA AYNA 21.00
14. Ağustos 2008 Perşembe TEVFiK GELENBE TiYATROSU DiŞi HOROZ 21.00
15. Ağustos 2008 Cuma ASUMAN DABAK TiYATROSU ŞAHANE DÜĞÜN 21.00
"Laissez faire, "Bırakınız yapsınlar" şeklinde çevrilen bu kalıp - deyiş kapitalist ekonomide müdahalenin olmaması gerekliliğini savunur. Fransızca "serbest bırakmak" anlamına gelen bir kalıptır. iktisadi anlamda Laissez Faire devletin ekonomi üzerinde olabildiğince az etkisi bulunması gerektiğini, böylece özel sektörün ve piyasa ekonomisinin ticaretin serbest kalmasıyla beraber ekonomik refaha kavuşacağını düşünür. Ekonominin Adam Smith'in de dediği gibi bir Görünmez el yardımı ile dengesini bulacağını ve etkin olarak işleyeceğini savunur. Bu düşünce özellikle Büyük Buhran sonrasında iktisadi çevrelerde popüler olmuştur. Bu popüler ekonomi mottosunun tamamı "Laissez faire, laissez aller, laissez passer" şeklindedir. Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakınız geçsinler anlamındadır."
8-13 temmuz arası istanbul'da gerçekleşecek, belgesel festivali. belgesel gösterimleri, fransız kültür merkezi ve de pera müzesi'nde yapılacak, ücretsiz olarak sanırım.
işleyeceği otokrasi dersinden önce öğrencilerine: "almanya'da bir daha faşizm yaşanır mı?" diye soran ve sınıftan "hayır, asla yaşanmaz." cevabı alan "anarşist" öğretmenin, dersi- öğrenciler için- daha çekici kılmak adına başlattığı bir "oyun"u ve bu oyunun trajik sonunu anlatan, gerçek bir hikayeden esinlenerek çekilmiş *, insanların, yaşanmış acılara rağmen, "ait olma", "güce itaat" gibi güdülerinin asla değişmeyeceğini ve "normal" olan herkesin nasıl olup da robotlaşarak her şeyi yapabilir hale geleceğini ustalıkla anlatmış başarılı bir Dennis Gansel filmi. film ayrıca bizim kuşağın her daim yaşadığı, hissettiği "anlamsız boşluğu" ve bu boşluğu doldurma arzusunu da inceden inceye vermiştir, diyaloglar hepimizin yaşadıklarını yansıtması açısından da önemlidir.
iki genç tartışır:
+"neden biz böyleyiz?"
-"internette en çok tıklanan kim biliyor musun, paris hilton, bundan."
"oyun" bittiğinde, kendini, hayatını, varoluşunu, 18 sene boyunca bir boşlukta sallandırdıktan sonra "aidiyet" ve "işe yarama" hissine "dalga" sayesinde vakıf olan bir gencin intihar etmeden önce söylediği son söz : "dalga benim hayatımdı."
gösterimden kalkmadan muhakkak izlenmesi gereken film. *
biraz çekingen, yıpranmış, yorgun vücudunu gördüğünüzde ağlamak istersiniz önce, binbir yaramazlığınızı çekerek, sizi yıkadığı zamanlar gelir aklınıza ve o son soğuk dokunuş, son yorgun direniş..
susanna tamaro'nun, yüreğinin götürdüğü yere git adlı kitabının devamı olan bu kitap, artık genç bir kadın olan torunun, hayatı anlamlandırma, anlama çabaları sonucu çıktığı zihinsel ve bedensel yolculuğu anlatıyor.
Bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının 'üstüne bir şey al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı. Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç anlayamazlar. Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler: 'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'
Ben ne zaman bu konuyu düşünsem aklıma hep Amarcord filmindeki o sahne gelir.
Koca memeli bakkal kadın, köyün ufak oğlanlarından birini bakkal dükkanının arka tarafına çeker.
Hayatında hiç çıplak kadın görmemiş oğlanın meraktan ve heyecandan faltaşı gibi açılmış gözleri önünde o inanılmaz büyüklükteki memelerini çıkartır.
Kendisine bakan küçük oğlanın ağzına verir memelerinden birini.
Ve öfkeyle azarlar sonra oğlanı.
- Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
Kadınlarla erkeklerin konuşmalarının bir yerinde hep, 'üflemeyeceksin salak, emeceksin' tuhaflığının yaşandığını düşünürüm.
Kadınların bir şey söylediklerinde aslında başka bir şey söylemek istemiş olabileceklerini kendim mi farkettim yoksa bunu bana bazen usulca bazen sabırsızca sözleriyle kadınlar mı öğretti şimdi tam çıkartamıyorum.
Ama bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının, 'üstüne bir şey al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı.
Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç anlayamazlar.
Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler:
'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'
Sevgi ve şefkat eksikliğine hiç tahammül edemeyen, bunların 'açıkça' söylenerek elde edilmesinin ise elde edilenin değerini düşüreceğine inanan kadınların niye isteklerini düpedüz söylemedikleri ise erkekler için hep bir sırdır.
Duygularını göstermenin kadınlara özgü bir davranış olduğunu sanan erkekler, açıkça sevgilerini ve şefkatlerini göstermekten hep utanırlar.
Farkında olmadan, onlar, bu duyguların gösterileceği tek yerin yatak odası olduğuna inandıklarından, kalabalıkların içinde sevgi ve şefkat gösterdiklerinde, herkesin seyrettiği bir yerde sevişiyorlarmış hissine kapılıp tedirgin olurlar.
Erkekler için duygular, kapalı yerlerde yaşanması gereken 'mahrem' şeylerdir, kadınlar ise bunu hayatın her anında yaşanması gereken bir şey olduğunu düşünürler.
Hemen hemen hepsi gizli bir 'derebeyi' olan erkekler, kadınların her isteğinde, her talebinde bir isyan, bir başkaldırı hatta bir hakaret görürler.
Erkeklerin bekledikleri, kadınların 'üşümeleri' ya da 'acıkmaları' değil, erkeğin yanında soğuğu ve açlığı hissetmeyecek kadar kendinden geçmiş bir aşka kapılmaları ve bu aşkı taleplerini dile getirmeyerek göstermeleridir.
Galiba o yüzden, erkeğin biraz kadınsılaştığı ve duygularını alabildiğine özgür bıraktığı aşkın ilk günleri geçtikten ve erkek yeniden erkekliğine döndüğünde, kadınlar 'üşümeye' başlarlar.
'Benim uykum geldi' dediğinde erkeğin onla beraber yatmamasını, perhize başladığı sırada aniden bir hoşluk yapma isteği duyan erkeğin ona sevdiği yemekleri almasını 'düşmanca' bulmaya koyulurlar.
Artık erkeğin her davranışı ince eleklerden geçirilip, onun sözlerinde ve davranışlarında 'sevgisizlik' işaretleri tek tek saptanır.
Ve o gizli dil daha sık ortaya çıkar.
Kendilerinden yakınırlar önce, 'çok şişmanladım,' 'çok yaşlandım,' 'çok çirkinleştim,' bunları söyledikten sonra erkeklerin ne söyleyeceklerine, ne yapacaklarına bakarlar.
Kendilerine büyük bir ilgi eksikliği olarak gözüken o anlayışsızlıkların, artık eskisi kadar beğenilmemelerinden ya da sevilmemelerinden mi kaynaklandığını anlamaya uğraşırlar.
Baştan savma verilecek her cevap, bakkal kadının öfkeli tepkisini hakeder.
- Üflemeyeceksin salak, emeceksin.
Ama erkekler bu durumlarda genellikle üflerler.
- Yoo, hiç de şişmanlamadın, iyisin, biraz kilo aldın belki ama önemli değil.
Bu yakınmalar onlara manasız ve çocukça gelir çünkü.
Kadınlar ise sinirlenmeye başlarlar.
- Sen beni eskisi kadar sevmiyorsun.
Bunun cevabı elbette, 'nerden çıkardın bunu, tabii ki seviyorum' değil, sıkı bir sarılış ve iyi bir öpüşmedir.
Bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını gören erkek ise, güzel bir hediye almanın ya da daha kestirmesi 'biraz para vermenin' zamanı geldiğini düşünür.
Onun için sorunun tedavisi öpüşmede değil paradadır.
Kabul etmeli ki, kendi değerini, gizliden gizliye kendine verilen parayla ölçmeye yatkın kadın için yapılacak 'fedakârlığın' miktarı bir zaman işe yarar, kadın, 'salağın' duygularını böyle ifade etmeye çalıştığını anlar.
Erkek ise, o düz vahşeti ve insafsızlığı ile 'ağlıyorsa biraz para ver,' çözümlemesini benimser.
Ama hediyelere ve paralara çabuk alışılır, sarılışların ve öpüşmelerin özlemi yeniden başlar.
Kadın 'üşür.'
Son bir iki deneme daha yapar, bazen güzelliği ve cinselliğiyle, bazen sinirli çıkışmalarıyla, erkeğe 'üşüdüğünde ona sarılınması gerektiğini' bir daha öğretmeye uğraşır.
Ama erkek hâlâ, emeceğine üflüyorsa, o tehlikeli sapak yaklaştı demektir.
Ya kadın kadere rıza gösterip teselliyi hediyelerde, parada, çocuklarında, kendisine sağlanan güvende aramaya razı olur ve arada sırada tutan 'ben çok yalnızım' yakınmaları ve ağlama nöbetleriyle hayatını sürdürür ya da 'üşümeye' fazla dayanamayıp, 'sarılmasını bilen' biri var mı diye etrafa bakınmaya koyulur.
'Sarılmasını bilenler' bu sapaktaki kadınları keskinleşmiş radarlarıyla hemen bulurlar.
Bir vakit işler iyi gider.
Ama sarılmasını bilenler de bir süre sonra kaçınılmaz erkekliklerine geri dönüp, üşüyen kadına, üstüne bir hırka almasını söylerler.
Ve, bu, hem acıklı hem eğlenceli süreci başlatan ilk uyarı da, her kadının kendi özel lisanında hemen söylenir.
ortaokul ve lisede, baharın gelmesiyle, kızların gri ya da siyah külotlu çorap yerine giymeye başladığı ayrıca lise çağındaki erkekleri mutluluktan deliye döndüren çoraptır. müdür yardımcınızın cuma günü, istiklal marşı töreninde bu durumu anons etmesi * okulun tüm erkekleri tarafından her daim alkış, çığlık ve ıslıklarla, sevinçle karşılanır.
sabahın erken saatiydi, hastanedeydim, canım sıkkındı, uykum kaçmıştı bir kere, dışarı çıktım odadan, servisin önünde dolaşıyordum. bir anda hastaneye bir güruh girdi, bağrışlar çağrışlar eşliğinde. olayı anlamaya çalışırken, üstü başı darmadağın, ağlayan bir kadın gördüm o gözü dönmüş insan(!) kalabalığının arasında, yalvarıyordu, titriyordu. adamın biri bağırmaya başladı sonra "doktor getirin ulan" diye... hastanede olan herkes şaşkın şaşkın durumu anlamaya çalışıyordu ki adamın ikinci cümlesi döküldü ağzından "bu o.punun ne mal olduğunu anlayacağım"... **
zordur köprüleri yakmak,
siradan sabahlarin mahmurluguna alismislar için,
bir safak vakti aniden geçmisinden ve bugününden vazgeçmek,
ve içinde her nasilsa saklamayi basarmis bir yarin heyecaninin kanadina
tutunarak havalanmak cesaret ister.
kurulu düzen öylesine rahat, öylesine huzur doludur ki,
ruhuna gömülü çocugu, yillarca kininda beklemis keskin bir kiliç gibi
uyandirip dort nala ilerlemek, yaman bir karara dönüsür.
zordur insanin onca zaman bunca emekle kurdugu ne varsa hiçe sayip, maglup
ama magrur bir komutan edasiyla yeni seferlere niyetlenmesi,
bugüne yenik düsenler, yarini sadece hos bir hayal olarak düsleyip, dünde
yasarlar.
bedel ödemeyi göze alanlar ise, yelkenleri atlastan gemilerle, arkalarinda
külden köprüler birakarak, meçhul bir istikbale dogru dümen kirarlar,
yikilan sirat köprüsüdür,
geçer ve orada kalirsiniz,
cennetse cennet, cehennemse cehennem,
dönüsü yoktur...
güzelim türkçemizi piç etmek için kullanılan bir saçma söz öbeği daha... nüfuz etmek anlamına gelen ingilizce penetrate sözcüğü, arkasına türkçe etmek fiili getirilmek suretiyle penetre etmek gibi kırma, melez bir "şey" e dönüştürülüyor. içeri penetre etmek ise içeri nüfuz etmek gibi saçma bir anlama geliyor. ve böyle yapılarak aslında türkçemizin içerisine penetre ediliyor!!! **
ukteyi veren: notrinova (07.05.2008 18:50)