üzerinde bulunduğu coğrafyayı kendi istedikleri gibi yönetmek isteyen 2 dinamiğin aynı bokun laciverti olmasıdır.
Herhalde bu aynı bokun laciverti olması olayını bilirsiniz, açmayayım.
cemaat dini ritüellerde kendi emrinde çalışacak köleler istemektedir, kemalizm liberal eğitim ile eğitilmiş köleler yetiştirmek istemektedir.
kemalizm ile liberalizm ne alaka demeden, liberal eğitim kavramına bir göz at. sözlüklerden değil, mümkünse kitaplardan göz at.
kemalizm aydınlanmanın rasyonel düşüncesinin irrasyonelliğinden kurtulamamıştır, cemaat ise aydınlanmanın rasyonel düşüncesine karşı olarak tutum sergilemesine karşılık, kendileri paranoyak muhafazakar olduklarından ayrı bir irrasyonel düşüncede ilerlemektedirler.
sonuçta her iki kesim de kendilerinden kopmayacak fedailer yetiştirerek, kendi yönetim tarzlarında egemen olmak istemektedirler.
her şey iktidar mücadelesidir, her şey egemen olmaktır.
foucault falan demiyeceğim. la dedim de cinselliğin tarihçesini yazmıştı bu adam. onu da okuyun la, araya sıkıştırayım bari.
Edit: lan bunu demesem olmaz, şimdi düşmeyin, solcu, marksist, dtp solcusu, kürt solcusu diye. hiçbiri değilim. ideolojik bir tutumum var da bunlarla gelmeyin lütfen.
karakter sınırlamasına takıldı hocu bu. "155 boyunda olup biscolata reklamlarındaki erkekleri kendisine layık gören kız" olacaktı.
şüphesiz ki anadolu ve avrupa kıtası'nın ufacık kısmına hitap eden coğrafyanın kızlarıdır bunlar.
çevremde var böyleleri oradan genelliyorum. 155 boyunda, makyaj yapmadan güzel, dar elbise giymeden seksi olamayan kızlardır. sorunca kendisine en layık olanın bu arkadaşlar olduğunu söylüyorlar.
hayır tamam biz erkeklerde genelde kendimize bakmadan, adriana'ya, scarlett'e falan layıkmışız gibi davranıyoruz, ama bunlar genelde arkadaşlar arası espridir. bu kızancıklar bildiğin ciddi ciddi o kaslara layık olduklarını düşünüyorlar. o herifin bir kolu senin götün kadar zaten.
aklımıza "akıl oyunları" geliyor ve herkes eş dağılım yaptığında bir sorun kalmıyor.
merhaba 155, sevişebiliriz. 190 boy var bende gerçi, ama çirkinim, felsefeye falan ilgiliyim. yinede en fazla bana layıksın bebeğim. ehehe.
dünya üzerinde inançlı olanların çoğunun farkında olmadan yaptığı hadise.
iş veren, yaptığın işin karşılığı olarak size belli bir ücret öder. tanrı'ya iş veren gözüyle bakan kişi, yaptığı ibadetin karşılığında ödül, ücret bekler.
çalıştığın işte bir sorun yaşarsın patrona söyler yardım istersin. yaşamında bir sekteye uğrarsın tanrıya dua edersin.
bunlar böyle çoğaltılabilir.
nerede ibrahim'in imanı, nerede iş verenci iman. *
iman şovalyesi falan diyeceğim de, bunu bambaşka yere çekileceğinden, işin özeti bu.
milliyetçilik, 1960 nasyonel furyasındaki fanatizmin ve aryan ırk kavramının kısmen çıkarılmış halidir.
edit: abbaaaaaouv, hala milliyetçiliği, ırkçılıktan ayıramayan insan falan deniliyor. şimdi dil-düşünce, dil-varlık girmeye gerek görmüyorum. neyse, öyle kafama göre yazıyorum bazı şeyleri, kesinlikle.
%99'u müslüman olan bir ülkede, %99'luk kesimin %39'unu oluşturan elit olduğunu düşünen, argo tabiriyle concon, insanların ağzında duyabileceğiniz bir cümledir.
bu kesime (ayrımcılıktan değil, bir belirtme amaçlı) biraz tanrı ve kötülük probleminden bahsetmeye kalktığında hemen hemen hepsinin ağzından dökülecektir. çünkü beyin yoktur, çünkü kitap okumamıştır. serdar'da, murat boz'da eğlenmektedir, eğlenecektir. babası da uğraşsın dursun. garibim.
edit: en ufak şeyde şüpheye düşmesini eleştirirken, insanların "her okuyan ateist olur" anlayışına dur demeli.
sizde geriye kalan %60'ın %30'u da sizlersiniz, neyse.
hemen hemen her kültürde görülebilecek, sanatı kategorilere ayırırken (müzik, şiir, roman, resim) kategorilere ayrılmış olanı etnik olarak tekrardan kategoriye ayırmaktır.
lisede edebiyat dersinde görürsünüz; türk edebiyatı, rus edebiyatı, fransız edebiyatı diye.
bir şeyi kategorilere ayırmak, daha kolay ifadeyi sağlamak amaçlıdır. sanatta ne kolay ifadesi? sanat bu. umutsuzluktan, karanlıktan, acıdan doğar. türk'ten, fransız'dan, ingiliz'den değil.
bir yarışma olur, milliyetçi düşüncedekiler (aslında bunu "milliyetçi değilim" diyen birisi bile yapıyor, neyse)(2. bir şey, yarışma haline getirilen sanat, ne kadar sanattır o da tartışma konusu ya, anlatmak istediğim başka) yaptıkları değerlendirmede değerlendirdikleri şeyin hissettirdiğine değil, boyuna, kemik yapısına, doğduğu coğrafyasına bakarlar.
bir diğeri de siyasi sebepler ile yapılan değerlendirme. örneğin nazım hikmet, necip fazıl. nazım hikmet'ten gidelim; sosyalist şair. kendisi için burada balon diyecek onlarca kişi var. "onun yazdığını 10 yaşındaki oğlumda yazar." diyenler de olacaktır.
fakat bu değerlendirme tamamen siyasi sebeplerden dolayı yapılan değerlendirmedir. sanatsal bir değerlendirme değil. zaten pablo neruda'da bir boktan anlamayan insan. evet sayın milliyetçi.
neyse ki şili ile bir sorunumuz yok ha, yoksa neruda'da balon olacak.
tolstoy'un anarşist olduğundan bahsetmiyorum bile, okumayın, ne okuyacaksınız elin anarşistini.
milliyetçilik bir insanlık suçudur. doğduğun coğrafyanın insanını diğerlerinden farklı görmek, bir insanlık suçudur. etnik kökenini yüce görmek insanlık suçudur. azınlık diyerek yapılan bir başka pozitif ayrımcılığı hiç saymıyorum.
hele bunu sanatta kullanmak insanlık suçundan da ötedir.
türkiye'de oynanan super ligin ancak türkiye'de büyük sayılan takımlarıdır. galatasaray, fenerbahçe, beşiktaş, trabzonspor, belki bursaspor gibi takımlardır bunlar.
bu takımın taraftarları kendilerini avrupa'da da büyük takım olarak görürler, halbuki adam gibi avrupa'da başarıları yoktur.
yok "çeyrek final oynadık, yok yarı final oynadık, yok bir iki tane kupa kazandık sonra bırak gruptan çıkmayı avrupa kupalarına katılamaz olduk" avrupa'da söylesen biz büyük takımız diye, ciddiye alıp da bir daha dinlemezler bile.
büyük takım olmak sürekli başarıdan geçer, yarı final, çeyrek final, bala göte 1 kupa alıp da kendini efsaneden sayarak değil.
o kupalardan nottingham forest takımında da var, göteborg'da da var.
kendini büyük saymak başka, tuttuğun takıma gönülden bağlı olmak başka. bursaspor'un küme düşünce ya da şampiyonluk hayalleri başka bahara kaldığında doldurduğu stadı gördük. keza galatasaray, keza fenerbahçe, keza beşiktaş, trabzonspor.
ingiltere'de 2. ligde bile stada seyirci çekebiliyorlar.
tamam büyük takımsınız, ama bir cacığı olmayan türkiye'de.
ha bu arada klasik notu düşeyim: fenerbahçeli, galatasaraylı, beşiktaşlı, bursasporlu, trabzonsporlu falan değilim. tutup bir takımın taraftarına yüklemeyin bir şeyi.
hem muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaya çalışan, hem de yöntemin adı ile dalga geçen ikilemde kalmış kemalisttir.
o muasır medeniyet dedikleriniz, aydınladanma döneminden itibaren liberal eğitim ile muasır medeniyet olmuşlardır.
ilk kavramları ve kavramların hangi anlamlar, hangi farklı anlamlar içerdiğini öğren kemalist, sonra dalga geçersin.
not: liberal değilim. "bir liboş ağlıyor" tarzı bkz ile ayar vermek için uğraşma hiç, kemalist. cemaatçi de değilim ha, "böyle buyurdu şakirt" falan da güme gidecek.
türkiye'de cumhuriyet tarihi boyunca yürütülen harekettir. 1920'lerden başlayıp, aydınlanmanın liberal eğitim kavramını türkiye'de de uygulamaya çalışma hareketidir.
not: bu liberal eğitim kavramını, ekonomik olarak bildiğiniz liberal kavramı ile karıştırmayın.
kemalistlerin liboş diye dalga geçtikleri insanlardan önce kendilerinin uygarlaşma için yapılan harekatın ne olduğuna bir bakmalarını tavsiye etmekteyim. *
liberal kavramı iki anlam ifade eder. ilki yaygın ve genel eğitim, ikincisi özgür insanın eğitimi. hümaniter disiplinlerle ilişkilendirilmektedir. liberal eğitimin, belli bir zihin eğilimi veya alışkanlığı geliştireceği söylenmektedir.
cumhuriyet tarihi boyunca yapılan uygarlaştırma harekatı, halkın her kesimine eğitim götürmeyi, halkın manevi ve maddiyatta, sanatta ve bilimde rol oynamasını hedeflemektedir. herkesi eşitlemektir, eşit olmayan insanları da eşitlemektir. sanatta ve sanatçıyı nasıl eşitleyebilirsin ki? bugün türkiye'de ferhan şensoy'a da sanatçı deniliyor, hülya avşar'a da.
neyse sorun bu kadar basit değil.
nietzsche, modern politikanın ve modern anlayışın, evrensellik üzerinde temellendiğini belirtip, insan topluluğunu modern politik araçlarla iyileştirmeye yönelik tüm girişimler beyhude çabalar olarak görmektedir. *
önemli olan nokta, uygarlaşma adında verilen eğitimin temelde bir iktidar sorunu olmasından kaynaklanmaktadır.
insanları eşitleyip, belli bir müfredat düzeyinde verilen eğitim, insanları belli bir bilince (buna ister medeniyet, ister uygarlık, ister avrupalaşma diyin) yönlendirme ve iktidarın temelini sağlamlaştırmaktır.
verilen eğitim bilimin eğitimidir. pozitivist bir gelenekten gelme eğitimdir. pozitivizm ne der? "bilimin bilgilerinden başka bilginin olanağı mümkün değildir."
hepiniz "hayatta en hakiki mürşit ilimdir." lafını biliyorsunuzdur.
bu söz "bilimden, fen bilimlerinden başka bilgi türü yoktur." anlamına gelmektedir.
avrupa aydınlanma etkisinde dini bilgilerin bu dünyanın bilgilerini doğru olarak aktarmadığını aksederek fen bilimlerine yönelmiş ve doğaya adeta saldırmıştır *. bugün bir çok pozitivizm eleştirisi mevcuttur.
verilen genel eğitimin sebebi modernleşmek, uygarlaşmaktı.
modern devlet, bireyselleştirme zemininde iktidarın pastoral hal almasının başka bir biçimidir.
örneğin ceza hukukunda yapılan değişim, cezalandıran iktidarı daha kalıcı, daha sistematik hale getirmek için hazırlanmıştır *.
Türkiye'de son yüzyıldır, avrupa'da da son 300 yıldır uygulanan uygulama modern çağın bireyinin üretimi ve disiplinci iktidarın itaat ettirme biçimidir.
karakter sınırlamasından dolayı kesilmiş başlığın orjinali; "hz. ibrahim'in oğlunu kurban etme hikayesini, mitosunu zaman ve mekanda gerçekten yaşanmış, tarihsel bir olay olarak gören insan." olacaktır.
aynı insan dini bilimsel önermelerle de açıklamaya çalışan insandır.
şüphesiz bu tip insan, yozlaşmış dini ahlakın *oyuncağı da olacaktır.
geçenlerde bir kafede oturmuş, sütlü ve şekerli kahvemi yudumlarken yan masaya, dini tartışmaların başladığı masaya, kulak misafiri oldum. kurban olayına geldi nokta ve eleman "hz. ibrahim'in oğlunu allah'a, allah istedi diye kurban ediyormuş, keseceği sırada gökten koç gelmiş ve onu kurban edilmesi istenmiş. hatta denemiş oğlunu kesmeyi, bıçak kesmemiş. kurban bu yüzden farzdır." dedi.
hikayede anlatılanı ontolojik olarak gerçekliğine inanmış ve olayı çok başka anlamıştır. bu hikaye semevi dinlerin hepsinde yer alır. eski ahit'ten, kuran'a kadar hepsinde. fakat hikaye dönüştürülmüştür orası ayrı. (bkz: agamemnon)
hikaye tanrı'nın *kendisine kurban istemesi için ve bunun farz olması için anlatılmaz. hikaye ibrahim'in tanrı'ya olan inancıyla açıklanması için anlatılır. hikaye, iman ve inanç kavramlarına göndermeleri olduğu için anlatılır. ramazandan 2 ay sonra tanrıya paganlardaki gibi kurban vermeniz için değil.
oğul ve baba arasındaki ilişki bir etik ilişkisidir. hikayede ise ibrahim etik kavramını aşar. o eyleminde tanrının kızgınlığını dindirme amacında veya halkını kurtarıp devletini sürdürmek için yapmamıştır. yaptığı eylem genel, evrensel değil, bireysel ve kendisine dayanır.
bu ve bunun gibi hikayeleri gerçekte ontolojik olarak var olmuş olarak görmek yanılmadır, bilimselleştirmedir.
Platon'un mitosa karşı çıktığı gibi şeyleri duyarsınız, sonra platon okursunuz ve diyaloglarında mitos kullanır. "amma çelişkili adam lan" dersiniz, halbuki platon, insanların bu mitosları gerçek olarak algılamalarına, yozlaştırmalarına karşı çıkmaktadır.
not: bu arada o inancı taşımayan birisiyim evet. farzlara falan uymuyorum.
sağlıcakla kalın.
not2: tabi bir de insanların, ulan bu teist görüşe katılmıyorsa kesin maymundan geldiğine inanıyordur diyen insanın ise türkçe'de "paragrafta anlatılan hangi şıkta verilmiştir" gibi sorularda zorluk çektiğine daha çok inancım var, evet.
not3: itinayla hikayenin gerçek olmadığına olan inancım sorgulanıyor. hikaye lan adı altında, mitos, sen bugün zeus'un dionyssos'u doğurma hikayesine nasıl bakıyorsan, bu da öyle hikaye. ontolojik olarak zaman ve mekanda olmamıştır, bir anlatımdır diyorum. hikayede anlatılanı da eleştirdiğimi zannediyor. yazık.
karakter sınırlamasına takıldığı için esas başlık "türkiye cumhuriyeti ve kültür düzeyindeki ülkelerde cumhuriyetçiliğin fazladan oy ve iktidar mücadelesi için yığınları kullanmak anlamına geliyor olması." olacaktı.
başlığın orjinalinde tanımı verilmiş olduğunu düşünüyorum, ekstra bir tanıma gerek yok herhalde.
not: kültür olarak kastettiğim şey bilgi, birikim, yorum anlamındaki kültürdür. frankfurt okulunun kültür endüstrisi kavramında kullandığı anlamındaki kültür değildir.
cumhuriyet genel tanımıyla; halkın halk tarafından, halkın seçimiyle yönetilmesi şeklinde olan devlet biçimidir. "demos" ve "kratos" kelimelerinden birleştirilerek oluşturulan demokrasinin bir uygulama biçimidir.
bundan yıllar önce aysun kayacı isimli manken, anlamını bilmediğini düşündüğüm bir cümle söylemişti; "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?". cumhuriyet mantığında evet, bir olmalı. çünkü insanlar eşittir ve eşit haklara sahip olmalıdırlar.
Hayır, insanlar eşit değildir, insanlar eşitlenmemelidir. şöyle düşünelim, politika felsefesi üzerinde doktora yapmış, siyaset üzerine makaleleri bulunan bir üniversite prof.'u ile köy kahvesinde "yarın eve tarladan biber götüreyim de, menemen yaparız." düşüncesiyle yaşan emminin devletin geleceğine yön veren iktidarlık seçimlerinde verdikleri oy bir sayılıyor.
bu en basit mantık önermeleriyle kurulabilecek bir şey. köydeki emmiyi küçümsüyor muyum? tabii ki hayır. insan olma bakımından herkesin eşit olduğunu ben de düşünüyorum. fakat iktidar, politik mücadelede, sanatta, edebiyatta, bilgelikte kimse eşit değildir ve bu alanda yapılan bir seçimde oy vermek bir eşit hak değildir.
Nietzsche'nin sosyalizme karşı çıkışı, insanların bu alanlarda, özellikle sanat ve yaratım olanağını körelttiği düşüncesi ile, nokta burasıdır.
bu arada sosyalizm ne alaka diyen için? sosyalizm'in bireye bakış açısı, bugün cumhuriyet yönetimlerinde mevcuttur. "insanlar her yönüyle eşittir."
vay efendim cumhuriyet düşmanı denilecek, değil efendim, değil. ben diyorum ki, politika, felsefe, sosyoloji, siyaset bilen insanların, ama bu köydeki emmi olur, ama üniversitedeki hoca, seçmeye ve seçilmeye hakkı olmalıdır.
tabi nietzsche'nin halkın eğitimi konusundaki eşitlik kavramına karşı çıkışı da var. orası göz ardı edilmemelidir.
özgürlük konusu irdelendiğinde şüphesiz ki bu konu hakkında sorular soran ve cevaplamaya çalışan varoluşçu felsefeye ve varoluşçu felsefenin en önemli filozoflarından (bazılarına göre 20. yy.'ın model filozofu) jean paul sartre'a başvurmak insanın ufku için seçilebilecek en iyi yollardandır.
Sartre, insanın varoluşu dışında yalnızca hiçliğin bulunduğunu söyler. ona göre; şeyler insana göründükleri gibidirler, onların dışında hiçlikten başka bir şeyin olması söz konusu değildir. Bu yaklaşım şüphesiz ki Tanrının olmaması, önceden belirlenen bir özün *olmadığı, determinizmin mümkün olmadığı ve nesnel değerlerin bulunmaması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda bireyin özgür olduğunu ve bu özgürlüğe mahkum olduğunu dile getirir. ateizm ve insanın bırakılmışlığı, düşüncesi temelinde insan özgürlüğe mahkumdur. kendilerinin bilincine varır varmaz her şeyden sorumlu hale gelirler.
"Bizim karşı karşıya kaldığımız durumlara, içinde bulunduğumuz koşullara tabi olmadığımızı, koşullar tarafından belirlenip belirlenmemeye karar veren biz olduğumuz için bu koşulların bizim kararlarımıza bağlıdırlar."
sartre, insanın dünya ile arasındaki ilişki hiçlik kavramı kullanılmaksızın açıklanamayacağını dile getirir. hiçlik, kendisi için varlığa *özsel olan, bilinçli varlığın kendisinde olan bir şey olmak durumundadır. insanın eylemleriyle, düşünceleriyle doldurmaya çalıştığı şey, bu içindeki boşluk, hiçliktir. insanın kendine özgü potansiyeliyle tanımlar bunu. yani insan, varlığı gerçekleşmemiş bir potansiyeldir *; oysa bilince sahip olmayan kendinde varlık (masa, sandalye vb.) katı ve bütünüyle gerçekleşmiş şeydir.
insan kendinde böyle bir hiçliğin bulunduğunu fark ettiğinde ise istediği her şeyi yapmayı, istediği her şeyi düşünmek açısından mutlak özgürlüğe sahip olduğunu fark ettiği an, bundan endişe duyar ve bulantı içerisine düşer. Dolayısıyla insan, sınırsız özgürlük düşüncesini taşıyabilecek durumda değildir. Bu bunaltıdan kurtulmak için ise özgürlüğünü inkar etme noktasına gelir.
uludağ sözlüğe yeni gelmiş 9. nesil yazar. *
endüstriyel kültürün silahı olan teknolojinin kullanımını köle olmadan bilgi, birikim aktarımı yapma amacıyla kullanmaya çalışan bir birey olarak, bireysel tatmin amacıyla sözlük yazarlığı yapmaktadır.