she and him adlı güzellerin 7 mart tarihinde çıkardıkları single ve aynı adlı şarkı. şu sağı sollu belli olmayan bahar arifesinde yemek sonrası sigara gibi geldi gerçekten.
kendisinin uludağ sözlük'teki sempatizanlarının çokluğunu farketmenin midemi bulandırdığı faşist. yıl oldu 2013, hala uslanmadı insanoğlu. hala kendini üstün görmeye takıntılı insanoğlu. kendini bir zühreden/topluluktan/ırktan üstün görürken, başka bir adamı düşünceleri için yücelten, kendinden de üstte tutan insanoğlu. ah be insanoğlu...
albert einstein'ın deyimiyle "ağaca tırmanma yeteneğine göre bir balığı sorgulayan zihniyet" tarafından yerin dibine sokulan kıvırcık.
bu adam, fm ağzıyla, mc diye tabir ettiğimiz bir oyuncuydu. bu seneye kadar da o bölgede, emre'yle yan yana gayet başarılı maçlar çıkartıyordu. rakip takım hücuma çıkarken önde basıyor, alan daraltıyordu. sonra bu adam hücumcu yanını keşfetmeye, ya da daha aktif olarak kullanmaya başladı. artık takım atağa kalkarken o da basketbolda "trailer" diye tabir ettiğimiz adam oluyordu. kaleyi karşısına alıp attığı gollerle bir çok maçı kurtardı.
alex'i takımda istemeyen aykut kocaman, hücum yönü ağır basmaya başlayan baroni'yi alex'in bölgesinde, fm oynayanların bildiği gibi, amc olarak oynatmaya başladı. artık baroni'yi alex'in veliahtı olarak atamıştı aykut hoca. forvete daha yakın oynamaya başlayan baroni de defansif görevlerini unutmanın ve boşlamanın yanı sıra, yeni bölgesine adapte olamadığı için hücuma da eskisi kadar katkı verememeye başladı. hayır, bu adamın oyununu beğendiğim ve adamı savunduğum sonucu çıkarılmasın bu entryden.
demem o ki sevgili sözlükçüler, bu adamın bu duruma düşmesinde sorumlu baroni'den olmadığı bir tip oyuncu çıkarmaya çalışan aykut hoca mıdır, yoksa bir türlü yeni rolüne alışamayan baroni mi? adama sallamadan önce bunu bir tartmak, ölçmek ve biçmek lazım.
büyük oyuncuları küçültmüş adamdır. gidişiyle kurban keseceğim, aha buraya da yazdım bakın. götünde motor varmışçasına koşturan, yorulmak bilmeyen kuyt gitti, 70. dakikada pili biten sarı bi çocuk geldi. büyük umutlarla transfer ettirdiği krasic'e adam gibi forma şansı vermeden "olmaz bu" diyerek kadroya bile dahil etmemeye başladı. chelsea ve liverpool günlerinden hatırladığımız "karıncayı sikip belini incitmeyen" meireles, bu adamın yönetiminde halı saha kasabına dönüştü. allahtan sow'a etki edemedi henüz. kesinlikle futbolcular üzerinde, takım üzerinde, camia üzerinde olumsuz etkileri var. giyinmeyi de bilmiyor ki arkadaş.
fenerbahçe'ye yakışmayan hareketlerin müsebbibi. bu adamın "ingiltere'de futbol daha teknik oynanıyor, burada daha duygusal. ingiltere'de oynamayı daha çok seviyorum ama buraya da alışıyorum" diye bir demeci vardı, bilen bilir. alışmayı çok yanlış anlamış kendisi. az biraz kulübede otursa da aklı başına gelse.
uzun bir duş molasından çıkan monkberry, güzelce kurulanır. fakat saçları çalı gibi olduğundan saçlarını aynanın karşısında tarayarak kurutmaya karar verir. aynanın karşısına geçip saçını taramaya başlar hazır ıslak ve uysalken. birden "oha bu beyazlar ne lan? ne ara geldi bunlar? bildiğin tutam tutam beyaz var olm" diye eli ayağı titrer. aynaya yaklaşınca aptallığının kendisinden ayrılıp farklı bir birey olma yolunda emin adımlarla yürüdüğünü farkeder. zira sevgili monkberry, saçları kolay açılsın diye kullandığı saç kremini yıkamadan duştan çıkmıştır. geri döner, lavaboda buz gibi suyla "skyim yaa" nidalarıyla saçını pür-ü pak eder. artık aptallığına ayrı bir oda vermesi gerektiğine karar vermiştir.
hayatını bok atmak üzerine kuranların başlıca uğrak noktası, canım şehrim. neymiş efendim, griymiş. denizi yokmuş. sanki bana doğma büyüme las palmas çocuğu pezevenk.
tanrı'nın gayet bencil olduğunu düşünürsek doğru kabul edilebilecek bir önermedir. lan bir güç var, sırf kendisine tapsınlar diye milyarlarca varlık yaratıyor. bir de onları mutsuz olmak için yaratıp yaratmadığını mı tartışacağız? ya bi yürü git.
anglo-sakson topraklarının son yıllarda dünyaya armağan ettiği en güzel meyvedir. ilk başlarda keyfimize keyif katarken, yaklaşık 2 yıldır hüznümüze ortak olmakta kendisi.** gerçi bu çocuk ileride böyle olacağının sinyallerini vermişti ilk zamanlarda da.
"eheheheh" diye dolaşırken laps diye cereyan eder. "kocaman adam oldun, laylaylom dolaşma artık" deme şeklidir hayatın. acıların ve iç sıkıntılarının oluşturduğu dünyaya hoşgeldiniz, sizi şöyle alalım.
Geceleri yavaş ölüyorum ben. Her zaman yavaş ölüyorum aslında. Savaş alanında bırakılmış, ya da hiç dikkat çekmemiş, kolları olmayan bir asker gibi. Ama geceleri daha da yavaş ölüyorum. Sonra şu bulutun öbür ucunda birileri var. Onları duyar gibi oluyorum. Onları en çok geceleri duyuyorum; bir şeyler fısıldıyorlar sanki. Birden onları özlemeye başlıyorum. Dediklerini anlayamadan sessizliğe kaçıyorlar; sessizliğin tekin kalesinin tekinsiz mahzenlerine. Onlar susunca ben bağırıyorum, tekrar fısıldasınlar diye. Sonra kollarım şişiyor balon gibi, ve anında iniyor. Kollarım uyuşmaya başlıyor, onları hissetmiyorum. Birden kolları olmayan o asker olduğumu hatırlıyorum. Bundan doğal ne var ki, kolların yok senin! diyorum kendime. Tam onların yokluğuna alışacakken kollarım geri geliyor. Ben kollarımla ne yapacağımı bilmiyorum. Sonra birden uçurumdan düşen bir kadın oluyorum. Hayır, yanılıyorum. Bir ağaçatan düşüyorum ben, gürültü etmiyorum ama. Dallara çarpıyorum düşerken, ağaç uzun. Çarptığım dallar durduramıyor beni, çok güçsüzler. Düşüşümü yavaşlatıyorlar sadece. Sonra kollarımı hatırlıyorum; biraz geç hatırlıyorum çünkü yokluğuna alışmıştım neredeyse. Uçlarında ellerim sarkıyor. Ben ellerimle ne yapacağımı da bilmiyorum ki! Bir ayakkabı cini kafamın içinde uyanıp, Dallara tutunsana şapşal! diyerek kıkırdıyor. Sonra burun deliklerimden kaçmaya çalışıyor. Kaçamıyor; genzimden mideme düşüyor. Asit onu bile eritti işte. Ayakkabı cinini dinlemeye karar veriyorum, tutunmaya çalışıyorum. Fakat gövdem ağır. Ellerim çok küçük; bir işe yaramıyorlar. Ben küçükken biri bana işe yaramadıklarını söylemişti. Hatırlayamıyorum kim olduğunu, ama hakkı varmış. Bir halta da yaramıyorlar be! Yavaşça düşüyorum. Ağaç uzun. Düşerken bulutun öbür ucundakiler aklıma düşüyor. Onlar olsa yardım ederdi diye düşünüyorum; eminim üzülüyorlardır bu halime. Gördüklerine eminim beni. Görmeseler nasıl fısıldarlar ki? Geceleri daha hızlı düşüyorum. Birileri ağlıyor bu sırada. Birileri umursamıyor; eski bir şehrin 18. Yüzyıldan kalma yapılarının arasında gününü gün ediyor. Şarap onları daha da umursamaz yapmış belli ki. Keşke şarap içmeselerdi, belki umursarlardı o zaman. diye mırıldanıyorum. Sonra kimsenin düşüşüme gülmediğini farkediyorum aniden. Seviniyorum bu duruma, gülümsüyorum; balkabağı mucizesi beni de bulmuş gibi. Bu sırada dallar ciğerlerime saplanıp delip geçiyor. Kan çıkmıyor o yırtıklardan, küçük adamlar dağılıyor etrafa. Küçük adamlar ve kadınlar. Gelincik sepetleri var kadınların ellerinde. Erkekler kiraz ve elma taşıyorlar küfelerinde. Yorulmuşlar belli ki, yüzlerindeki ifadeye baksanıza! Hayır, yanlış anlamayın beni, emretmiyorum. Ama şu gülümselere bakın allahaşkına! Kurtulduklarına sevinen yorgun gülümsemeleri var. Herkes kan sanıyor onları, bulutların ötesindekiler bile. Hayır, onlar masum! diye bağıracak oluyorum. O anda bir dal saplanıyor tam çenemin altına. Tam da annemin küçükken beni hep öptüğü yere. O anda çektiğim acı aklıma gelmiyor bile. Annem görmez umarım, nasıl da üzülür yoksa. diyorum. Görmese de biliyordur gerçi; anneler herşeyi bilir. Küçükken ben, her şeyi anneme sorardım. Tandığım en zeki insandır annem. Gelincik taşıyan kadınlar kadar masum. Durun durun, onlardan daha da masumdur benim annem. Artık bağıramıyorum da, bunu da biliyor annem. Düştükçe acı çekiyorum, ciğerlerimden küçük insanlar kaçıştıkça acı çekiyorum. insanlar benden hep kaçıyor. Küçük bir çocukken bile sokakta hep tek başıma oynardım. Ama eve döndüğümde hep annem vardı, onunla oynardım ben. Kaçmazdı o çünkü. Bir gün onun da kaçıp gidecek olduğu aklıma geliyor ansızın. Ağlamaya başlıyorum. Tam ağlarken gözlerime dallar saplanıyor. Umursamıyorum, ağlamaya devam ediyorum. Babam geliyor sonra. Elinde poşetler. Poşetlerin içinde ekmek var, peynir var. Kola da almış diye seviniyorum, ama çenem dağıldığı için içemeyeceğim aklıma geliyor. Bakmayın, babam da amma zekidir. Yapamayacağı, elinden gelmeyecek iş yoktur. Sovyet döneminden kalma kurmalı bir cep saati gibi tıkır tıkır çalışır kafatasının içindeki mekanizma. O da tanıdığım en zeki insandır, ama onun zekası başka. 20. Yüzyılın endüstri devlerine, ekonomi simsarlarına ait bir zeka babamınki. Babam ağladığımı görüyor; poşetten ekmek ve peyniri çıkartıp onlarla gözyaşlarımı siliyor. Belli etmek istemiyor ama o da ağlıyor. Babalar ağlamaz, ağlamamalı. Ağlasa da bilinmemeli.
Ben artık düşmek istemiyorum. Bir dilek çaputu misali dallardan birine asılı kalayım, sivri dallardan biri omuriliğimi parçalayıp beni durdursun istiyorum. Bulutların ötesindeki insanlardan da ses yok gayrı. Artık daha başka sesler duyuyorum; ama bunlar farklı, ya! Daha anlaşılmaz, daha tiz. Ortaçağdan geliyor bu sesler. Korkutucu. Ama bunlar da kollarımı uyuşturuyor, görevini de iyi yapıyor ha! Ben ise kollarımın o halini unutup hala tutunmaya çalışıyorum. Beceremiyorum. Öyle ya, ben hiç akıllanmıyorum.