eski fenerbahçe başkanı ali şen'in; aykut kocaman ve oğuz çetin'in fenerbahçeye verdiği zararlardan sonra, üst düzey futbol bilgisine sahip olduğunun bir kez daha ortaya çıkması durumudur.
trabzon'da, trabzon'u yenerek aldığımız 1996 yılı şampiyonluğundan sonra, maçın iki kahramanı aykut ve oğuz'u o sene takımdan göndermişti. bir çok fenerbahçeli gibi ben de çok sağlam eleştirmiştim ali şen'i. ama yıllar ali şen'i haklı çıkardı.
(köylü dediğimiz werner Lorant'ın takımdan gönderilmesinden sonra) 16. haftada beşiktaşı 4 puan geriden 31 puanla 2. olarak takip eden fenerbahçenin başına getirilen oğuz çetin, sezon sonunda takımı 51 puanla 6. sıraya ve şampiyonun 34 puan gerisine düşürmüştür. buradan anlaşılan, takımı sezon başında oğuz'a verselermiş küme düşürmeyi başarırmış.
aykut'a gelince, bugüne kadar çalıştırdığı tüm takımlar kayboldu gitti. istanbulspor, malatyaspor, konyaspor ve ankaraspor.
o dönemde bir spor yazarı aykut'un ayakkabı numarası gibi bir başlıkla (tam başlığı hatırlamıyorum böyle bir şeydi) ayağının uğursuzluğuna atıfta bulunan bir yazı yazmıştı. Aykut kocaman; şu anda elinde çok iyi bir kadro bulunmasına rağmen, ne kadro kurabilen, ne oyunu okuyabilen, ne de teknik-taktik bilgisi olan bir teknik direktördür. çok başarısız ve gerçekten kötü bir hocadır. hatta pardon, hoca bile değildir.
Bu iki ismin fenerbahçeye verdiği zararlar, net bir şekilde ortaya çıkmıştır.
dolayısı ile ali şen'in futbolu çok iyi bildiği gerçeği de bir kez daha kanıtlanmıştır.
27 Şubat 2011 Pazar günü vefat eden Milli Görüş Lideri ve Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın cenazesi,
1 Mart 2011 Salı günü öğlen namazını müteakip Fatih Camii'nde kılınacak cenaze namazı sonrasında
Zeytinburnu Merkezefendi Kabristanı'na defnedilecektir.
Yukarıdaki Entryleri giren yazarın inanılmaz bir şekilde eksi oylara boğulmasınının ardından korku ile girdiği (bkz: feridun düzağaç ismini duyunca kaçmak) entrysinin de eksilenmesi neticesinde, feridun düzağaç tarafından lanetlendiğine kesin kanaat getirmesidir.
Yok arkadaş ben olayı çözdüm. Feridun Düzağaç 15-20 değişik kullanıcı adıyla sözlükte dolaşıyo, operanın hayaleti gibi. eksileri de o veriyo bana. evet o burda, bizi izliyo...
Feridun düzağacın yaptığı müziği severek dinlemesine rağmen, söz konusu sanatçının bir şarkısının sözlerinde kendisini "kısaca f.d." şeklinde tanıtmasına esprili bir yaklaşımda bulunan yazarın, çekmediği çile kalmaması neticesinde vereceği tepkidir.
Arkadaş nedir benim bu çektiğim? hiç bir entry'den bu kadar eksi almadım feridun düzağaç ile ilgili entry'lerden aldığım eksiler kadar.
Bundan sonra feridun düzağaç ismi geçtiğinde o ortamdan koşarak uzaklaşırım arkadaş. ben orda durmam. Zaten istesem de duramam orada. Muhtemelen bu tepkiler çığ gibi büyür ve linç edilme durumuna dönüşür.
Affet beni "kısaca f.d." abi. Ya da "uzun uzun feridun düzağaç", ya da her neyse...
2010 yılı ramazan bayramı münasebetiyle, karşıt görüşlülerin en azından bugünlük birbirilerine sallamaması uygulamasıdır. Ya da biraz daha spesifik yaklaşırsak en azından bayram ile, ramazan ile ilgili hakaret içeren başlık yazılmaması, entry girilmemesidir.
Sözlük hepimiz için önemli bir yer kaplıyor hayatımızda. Ciddi zamanlar geçiriyoruz burada. Başlık düşünüyoruz, entry giriyoruz. Artılara eksilere takıyoruz bazen. herhangi bir görüş nedeni ile birbirimize zıt yazılar yazıyoruz çok zaman. Kimimiz özellikle bu zıtlaşmayı ortaya çıkaracak başlıklarla ekmek (popülarite) yiyor sözlükten. Kimimiz orta halli bir şeyler söylemeye çalışıyor. Kimi zaman tartışmanın konusu futbol, kimi zaman dünya görüşü. Kimi zaman cinsellikle ilgili yardırıyoruz entry'leri, kimi zaman uzun uzun yazanların yazılarıyla susuyoruz. Kimi zaman evetliyoruz mücadeleyi, kimi zaman onaylamayarak hayır diyoruz gidişata. Bazen de acılar paylaşılıyor burada, belki de hafifliyor paylaşınca...
Kısacası burada her duygu var, sinir var, endişe var, tebessüm var...
Edebiyatın her türü de var burada, şiir var, hikaye var, hatta atışma...
Hepimiz yazılarımızı sanki karşı karşıyaymış gibi yazıyoruz. Ya da tek kişilik bir oyun sergiler gibi...
Çoğunuz fakındadır, ya da değil. Ama sanal da olsa, bu sözlük yaşıyor. Canlı. Sözlüğün duyguları var resmen. Tepkileri var. Sözlük dünyası diyesim geliyor bazen. Bir çok insan tanışmış buradan yazılardan okuduğum kadarı ile. Ve bir çok insan özleyebiliyor bile birbirini. O derece alışmış bir çok yazar birbirine. Hatta bazen atışsalar bile, ya da yazdıkları birbirlerinin görüşünü yansıtmasa bile içten içe bekliyor yazarlar birbirlerinin yazılarını.
Bugün ramazan bayramı. Müslümanlar için bir sene içerisindeki en önemli günlerden biri. Eminim sözlükte herkesin karşıt görüşten de olsa hatrını kıramayacağı yazarlar vardır. O halde en azından yazılarını okuyarak hoşça vakit geçirilen ve ramazan hassasiyeti olan arkadaşların hatrına bugün için hakaret içeren bir yazı yazmasak. Uludağ sözlüğün tüm türkiye'nin dikkatini çeken bir sözlük olduğu ve sağcısı, solcusu, futbolcusu, duygusalı, komiği, müslümanı, gayrimüslimi yani sözlükteki her bir yazarın bir bütün olarak bu dikkati çektiği gerçeğini düşünsek. SAdece bir gün yapsak bunu. bugünlük sadece...
Ve hatırlatsak birbirimize, her ne kadar tartışsak da farklı şeyler de düşünsek, bir arada yaşabildiğimizi uludağ sözlükte...
At yarışı oynayan kişinin yakınlarına kupona yazmak üzere sorduğu at ismidir.
Tanımı yaptıktan sonra konuyla alakalı bir anı:
Üniversite zamanları. Garip bir arkadaşım vardı. Her gün at yarışı oynardı. Hatta at yarışı konusunda aşmış bir modeldi diyebilirim. 2-3 günde bir 2'liden iyi harçlık çıkarırdı kendine. At yarışı hastası olan babasının bulaştırdığını söylerdi. 5 yaşından beri babasıyla ganyana gider kupon yaparmış. çok defa bu konuda babasıyla telefon konuşmalarına şahit olduk. Bir konuşmalarını da hoparlörü açıp dinletmişti bize:
arkadaşın babası : Oğlum naber?
arkadaş : iyi baba, sen napıyosun?
a.b. : iyi be oğlum, bildiğin gibi.
a. : Baba 3. ayakta kimi yazdın?
a.b. : kimi yazcam olm, tek attım o ayağa, rüzgar gülü(atın ismini tam hatırlayamadım)
a. : Ya ne alakası var, eşşek o at hem de eşşoğlueşşek, tek atıyosun, eşşek yazılırmı?
a.b. : lan sttr git, ne eşşeği, çok gelişti o at, son yarışlarına bak hep ilk üçte. rakipleri düşüşte.
a. : sen bu işi biliyosan beni si... töbe töbe. konuşturcan beni. neyse o değil de bi 50 lira ateşlesene baba, yarına müthiş bi kuponum var.
a.b. : lan bak geçen seferki gibi olmasın?
a. : yok baba bu sefer tamam. hani bizim nihat vardı ya, veli efendiden, he işte ondan büyük tüyo aldım.
a.b. : bak gönderiyorum ama ortağız ona göre.
a. : tamam tamam
Biz ailemizle görüştüğümüzde telefonda falan, şehir dışında okuyoruz ya, "nasılsınız, iyi misiniz, evdekiler ne yapıyo, dersler nasıl, okul nasıl" falan gibi cümleler kurarak geçerdi konuşmalarımız. Hal hatır sorar dua alırdık. Arkadaşın babası ile konuşmaları hep bu minvaldeydi. Nadir de olsa babası dersleri de sorardı ama arkadşaın dersle alakası olmadığı için babasına hep aynı cevabı verirdi "baba son ayakta yattık yeaa"
Onun yüzünden okula gidip gelirken çok defa ganyan bayiine uğramışlığım vardır. Yine öyle bir gündü. Yine okuldan geliyorduk ve at yarışı oynayan arkadaş ganyana uğrayalım diye tutturdu her zamanki gibi. Kırmadım, girdik içeri. Aldı eline bülteni, başladı çalışmaya. 1. ayak, 2. ayak, 3. ayak derken bana döndü.
arkadaşım : lan kafam durdu resmen, bana bi at söylesene
ben : olm bilmiyor musun, ben ne anlarım at yarışından?
arkadaşım : ya sttr et, söyle bi isim şurdan, son 3 ayağa birer at söyle.
baktım bültene, ismi güzel gelen 3 atı söyledim 4., 5., 6. ayaklar için.
arkadaş atlara baktı baktı baktı. Bastı kahkahayı.
arkadaş : ha ahaha aha, olm bunlar ne len? 5 yaşındaki çocuğa söylesem daha sağlam atlar söylerdi. ahah ahahha
ben : olm ne bileyim ben, ismi güzel olanı söyledim, ne anlarım lan ben.
arkadaş : neyse neyse, tamam lan, bak şu iki atı yazıyorum. ama bunu yazamam olm, bu atı yazarsam beni ganyana sokmazlar bir daha.
akşama doğru kaavenin birinde oyun oynuyoruz, bi yandan da yarış sonuçlarına bakıyor arkadaş, ama nasıl keyifli ve çok da heyecanlı tabi:
arkadaş : olm 5'te 5 lan. senin iki at gelmiş lan, olm ne şanslı adamsın. bak son ayak kaldı, onu da tutturursam sana da bişeyler düşer hee. ehe eheheh.
Çay içiyordu, 6. ayağın sonuçları açıklanırken birden ağzından burnundan geri geldi çay, ortalık battı. bardağı yerine bırakırken elinden düşürdü, bardak kırıldı. bütün kaave döndü bize bakıyo. arkadaş başladı küfür etmeye:
arkadaş : lan o eşşek nasıl gelmiş, şike var. itiraz etsinler. olm, lan... itiraz edin lan, lan gitti paralar, aofgvevnelkjqfnvo (küfür kısmı)
Çıktı gitti kaaveden söylene söylene. koştuk peşinden, öğrendik ki benim söylediğim ve onun dalga geçtiği at gelmiş, ben anlamam ama söylediğine göre 200 küsür milyar kaybetmiş. 2-3 gün kendine gelemedi.
Neyse sonra toparladı kendini. Ve at yarışı oynamayı da bıraktı.
Bu olay her aklımıza geldiğinde "eşeğin büyüğü benmişim, daha da oynamam ben bu kumarı" derdi.
Öğrencisi olduğunuz üniversiteden çeşitli gerekçelerle ayrılma nedenleridir.
Maddi ve manevi gerekçeler olabilir üniversiteyi bırakmak için.
Mesela benim de üniversite öğrencisi olduğum dönemlerde bir bırakma hikayem olmuştur;
Bir gün ağır bir sınavdan çıkmış okulun kantinine doğru yol almıştık arkadaşlarla. Elimde bir defter, içinde notlar falan. Gömlek cebinde kalem-silgi. Haziran ayındaydık, hava sıcak. Biz sınavlarla boğuşurken bir çok insan plajlarda, gezmelerde, orda burda keyif içinde. Hani ağır bir sınav dedim ya, ders ağır evet ama ilginç bir karakter olan dersin hocası yüzünden iğrençlik sınırlarını zorluyor adeta.
Kantinin önüne geldik, amacımız içeriden birer çay alıp gölgelikte nefeslenmek, sınav hakkında biraz yorum yapmak ve dersin hocasına saydıraraktan deşarj olmaktı. Tam kantinden içeri girecekken büyük bir afiş gördük girişteki panoda. Her zaman olurdu o panoda bişeyler. Hatta bazen arkadaşlara yaptığımız muziplikler için de kullanırdık o panoyu, mesela bir arkadaşı fakülte sekreteri çağırıyormuş gibi yazı asardık panoya ve arkadaşın tedirgin oluşunu, fakülte sekreterinden azarımsı sözler işitmesini gülerek izlerdik. Öyle bir panoydu yani bizim için. Genelde okulun etkinlikleri de o panodan bildirilirdi. Yine bir etkinlik bildiriliyordu bir yazı ile, büyük de bir resim vardı. Resim dikkatimizi çekti ilk başta zaten. Böyle karmakarışık, ne olduğuna anlam verilemeyecek derecede karışık bir resim. Hani böyle çığlık tablosu gibi. Hatta daha karışık. Belki de picassosever birinin hazırladığı bir tanıtım resmiydi. Yazıda da kantinde bir heykel sergisi olacağı bildiriliyordu. Tarihe baktık, o gündü. Yani birazdan çay almaya gideceğimiz yerde bir heykel sergisi vardı.
Benim için önemli bir fırsattı bu. Çünkü çok fazla kültürel faaliyetlerde bulunmuyordum. Bir üniversite öğrencisi olarak, ne sinemaya gidiyor, ne yeteri kadar kitap okuyordum. Ne sosyal sorumluluk, ne sergi, ne seminer, ne konser, ne müze, ne ören yeri... Hiç bişey yapmıyordum. Neyse ki bir tiyatrocu arkadaşım vardı da, kültürel eksikliğimi onun oyunlarına giderek azaltıyordum. daha doğrusu ortamlarda en birinci kültürlü oluyordum bir kaç tiyatro oyunu ve bir kaç şiirle. Ve şimdi bu ayağıma kadar gelen fırsatla, heykel konusunda da bilirkişi misali ahkam kesebilecek ve çokça prim yapabilecektim ortamlarda.
içeri girdik arkadaşlarla, içeride bi 20-30 kişi vardı sergiyi gezen. ilk başta fazla takılmadım heykellere. Önce etrafı süzdüm. Kendime done toplamaya çalışıyordum, insanlar nasıl davranıyor, bir sergi atmosferi nasıldır falan. Sıra geldi heykelleri incelemeye.
ilk incelediğim heykel ve sessiz düşüncelerim:
-eveeet, merhaba ilk heykeeeel. heykel mi? ne lan bu? bu ne olum? Nasıl heykel bu lan. Şimdi bir dakika... burası kadının gövdesi, burası saçları mı lan? Oha ağzından ayak çıkmış kadının...
ikinci heykel ve sessiz düşüncelerim:
-Dur bi sakin ol, çözeceksin bu işi. 1. heykeli unut. Onu çözemedik. Kafanı iyice toparla. Unutma iyi prim yapacaksın bu sanat-manat işlerinden. Eveet, bak bunu çözerim he. Adamla kadın var, birbirlerine bakıyorlar. Bak ne güzel çözüyorum. Lan ... Kadının elindeki... Oha...
Üçüncü heykel ve sessiz düşüncelerim:
-Lan iyice psikolojim bozuldu he. Eciş bücüş şeyler, onlar ne öyle lan. Bak bu heykel biraz daha derli toplu. Hatta bu heykel bir top. Anaa, bildiğin top lan bu. Adam top mu yapmış. Top yapmış lan taştan. Lan sağında solunda bişeyler vardır. Orda yok, burda da yok bişey. Lan... yusyuvarlak, olm hiç bişey yok ki?
Olm bunları ben de yaparım ki, hatta tornada çalışmışlığım da var, her türlü şekli veririm bu taşlara ben. O ne lan, hee altta notlar varmıış. Bak orada yazıyormuş ne oldukları. He bak bi de fiyat yazıyor. Peh, kim para verir lan bunlara. Du bakiim kaç paraymış.
Sessiz çığlığım : OOOOhaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
14.500 dolar mı? 14.500 amerikan doları. hem de bu şekilsiz taş.
Bu yaşadığım travmadan sonra, arkadaşların yanına gittim, elimdeki defteri yere fırlattım. hepsiyle vedalaşmaya başladım. Hepsiyle tokalaşıyor, haklarını helal etmelerini istiyordum. Şaşırdılar, hafif de bir korku oluştu bakışlarında. Her biri ayrı bir soru soruyordu:
Ben : Arkadaşlar hakkınızı helal edin, kendinize iyi bakın.
Arkadaşlar : Olm noldu lan? Hayırdır? Kötü bi şey mi oldu?
Ben : Arkadaşlar ben gidiyorum. Unutmayın beni, görüşürüz yine inşaallah.
Arkadaşlar : Lan saçmalama, ne gitmesi, nereye gidiyorsun. Noldu şimdi?
Ben : Ben bırakıyorum abi okulu, devam etmicem.
Arkadaşlar : Abi ne oldu anlatsana, lan manyadın iyice he. Sınavdandır sınavdan. Çay verin yiğidime, ehe ehe eh
Ben : yok olm, okulu bırakıyorum. bi numara olmaz bu okuldan.
Arkadaşlar : Olm biz de biliyoz bi nane olmayacağını, ama ne kaldı be olm, 1 sene nedir ki?
Ben : Yok abi ondan değil, adama bak olm, taşları yapıştırmış uhuyla, 14.500 dolar istiyo. Ben de heykeltraş olacam. Sanata adayacam kendimi. Bundan sonra bu konularla değil sanatımla gündeme gelmek istiyorum.
Güldük tabi, yorumlar yaptık, bi sanat atölyesi açalım. Önce oyun hamuruyla başlarız gibi fikirler, çayla birlikte iyi gitti sınavdan sonra bu muhabbet.
ama ben bir ara ciddi ciddi düşündüm bu işi. Sonra biraz araştırdım. Öyle değilmiş işin aslı tabi. Adamlar yıllarını veriyorlar, camiada kendilerini kabul ettiriyorlar falan filan. Yoksa benim o taş dediğim eserleri 1 dolara bile satamıyorsun.Gelmez bana bu kadar sanat.
Ben de okula devam ettim. Sanata bu sığ bakış açımla, çok da iyi ettim.
Öyle bir kızı seversin ki, mükemmeldir neredeyse. Hani bir de seviyorsun ya, daha bi mükemmel görünür gözüne. Hiç kusuru yokmuş gibi yani.
- Bu kız o kadar güzeldir ki; seninle ilgelenebileceğine, sana yakınlık gösterebileceğine ihtimal veremezsin. Onun o mükemmelliği karşısında sen kendini tipsiz bir mal olarak görürsün. Kendine güvenemezsin. Ne işi olur benim gibi bir tipsizle dersin ve vazgeçersin duygularını söyemekten.
- Bu kız o kadar zengindir ki; senin adını bile söylerken "vay anasını" çektiğin semtlerde oturur, dünyaca ünlü markaların mağazalarından alış veriş yapar. Tatillerini yurt dışında geçirir. Senin "ah ulan bi gidebilsem" dediğin tatil yörelerinde yüzüne bile bakmadığı yazlıkları olur. sense bir paket sigarayı zor alırsın. Akşama evinde bir tas çorba zor pişer. Çalışsan çabalasan, ona ailesinin verdiği imkanların 10'da birini bile veremezsin. Ve hatta fakir bir hayatı yaşamayı o mükemmelliğe konduramazsın biraz da. Ne işi olur benim gibi fakirle deyip vazgeçersin duygularını söylemekten.
- Bu kız o kadar aklı başındadır ki; hem derslerinde başarılıdır, hem çok kültürlüdür. 3-4 yabancı dil bilir. çok kitap okur, sosyal bir insandır. Hayatta hedefleri vardır ve o hedefleri gerçekleştirmek için mücadelesi. Sende ise daha okuldan mezun olabilecek bir ışık bile yoktur. "Ulan ben de bu kitabı okudum" diyebilmek için okumaya başladığın kitabın ilk sayfasında kenara atarsın. Kültür zaten hak getire, anca içmeyi, arabesk dinleyip sağa sola ahkam kesmeyi, kavga etmeyi bilirsin. Böyle bir kızın ne işi olur benim gibi bir maço-maganda zırvasıyla der, vazgeçersin duygularını söylemekten.
Çöktükçe çökersin. ama gidişatını değiştirmek şöyle dursun, kendini küçülttükçe daha bir batarsın. Sarhoş gezmeye başlarsın, okula bile öyle gidersin. En ufak bir aksi söz söyleyene hemen dalarsın. Kolundaki faça sayısı artar, Dinlediğin müslüm kasetleri gibi. Yaradana isyana doğru emin adımlarla yol alırsın.
Sen bunları yaşarken, o çok sevdiğin kız da düzgün bir hayat sürmeye, hayatını daha değerli hale getirmeye devam eder. Okul biter. Senin için de hayat biter. Artık onu göremezsin. Hep birilerinden haberini alırsın. Çok başarılı, çok iyi falan filan. Bu falan filanlar seni mutlu eder sırf sevdiğin kız mutlu diye. Kendini hiç layık görmediğin halde, bir ilişkisi olmaması uzaktan uzağa mutlu eder seni.
Sonra nişanlandığını duyarsın. Kahrolursun. Ama yine de bir pay çıkarırsın mutluluk için. "polyanna'dan neyim eksik lan, o mutluluğu hakediyor" deyip onun mutluluğundan sen de mutlu olursun. Ama bir yandan da eriyip gidersin. Dönüşü olmayan bir yoldur artık. Gitmiştir başkasına. Hayata küsmüşsündür. Elin-kolun kalkmaz hayatla mücadele etmeye.
Yıllar geçer, biraz kendini toparlarsın. Yara kabuk bağlamıştır belki de. Artık sen de bir şeyler başarmaya, düzgün bir hayat yaşamaya başlarsın. Okulu bitirirsin. içkiyi bırakırsın. Kolundaki façalardan utanıp, yazın bile uzun kollu gezmeye çalışırsın. iyi bir işe girersin. Güzel para kazanmaya başlarsın. Araba alırsın, ev alırsın. Hatta onun kadar sevemesen de bir kızdan hoşlanırsın. Ondan sonra hiç sevemediğin için, kabullenip evlilik planları yapmaya başlarsın.
Bir gün eskilerden bir kız arkadaşınla arşılaşırsın. Bir yerlere oturup eskilerden bahsedersiniz. konuşurken, geçenlerde onu gördüğünü söyler. Okul yıllarından bahsettiklerini, uzun keyifli bir muhabbet döndüğünü, evli ve bir çocuğu olduğunu. "Biliyor musun?" der. "Biliyor musun?"... içinden biliyorum dersin. O mükemmeldi, bense eksik hayatın önde gideni. Arkadaşın devam eder konuşmaya. "o zamanlar seni çok sevmiş" der. Duyduğuna inanamazsın. "Ne?" dersin. Arkadaşın tekrar eder. "Evet çok sevmiş seni, ama sen arabesk filmlerden fırlamış gibi bir hayat sürdüğün ve ona hiç yakınlık göstermediğin için açıklamamış duygularını"
ona hiç yakınlık göstermediğin için...
ona hiç yakınlık göstermediğin için...
ona hiç yakınlık göstermediğin için...
Böyle yankılanır durur arkadaşının söyledikleri kulaklarında. Duyduklarına inanamazsın. Bir perde iner gözlerine, kararır birden her yer, her şey, herkes... Oysa daha yeni yeni ayağa kalkmıştın, oysa daha yeni yeni eksikliklerini kapatmıştın. iyi bir hayat kurmuştun ve evlenmek üzereydin.
Kendini naçar gördüğün zamanlarda, aslında çaresizliği kendi kendine oluşturduğunu anlarsın. Sürekli "olmaz" diyerek, mükemmel bir hayatı elinden kaçırdığını anlarsın.
Ve bir insana en büyük kötülüğü kendinin yapabileceğini...
Çocukluğumda gerçekleşen hadisedir. Tren yolunun karşısındaki esnaflardan Görgü şaitlerinin anlattığına göre Hikaye özetle şöyle;
Sevgililer tren yolunun kenarındaki çimenlerde bir süre otururlar. Bir süre sonra ayağa kalkarlar ve bağıra bağıra tartışmaya başlarlar.
kız : sen beni sevmiyorsun.
çocuk : ispat etmek için daha ne yapmam lazım, trenin önüne mi atlayayım?
kız : evet atla da görelim.
çocuk : iyi, seni seviyorum...
kız : git başımdan, sevmiyorsun beni işte
Çocuk raylara doğru yürür ve tam rayların kenarında durur, kız peşinden gider. tutar çocuğu kolundan ve çığlık çığlığa ağlamaya başlar, kenara çekmeye çalışır.
kız : dur saçmalama ne yapıyorsun?
çocuk : seni seviyorum sadece ve bunu görmeni istiyorum
kız : tamam, anladım, hadi ne olur bırak bu saçmalığı.
bu arada görgü şahidi olan esnaflar da olaya iyice dikkat kesilirler, ama çocuğun gerçekten böyle bir şey yapacağını düşünmediklerinden ve iki sevgili arasına girmek istemediklerinden yolun karşısından izlemeye devam ederler.
kız : aptaaal, tamam ben de seninle burada duracağım o zaman
çocuk : seni seviyorum.
tam bu sırada tren görünür, hızla yaklaşmaktadır. kız da çocuğun yanında durmaktadır. Esnaf artık tren sesinden sevgililerin ne konuştuklarını duyamaz.
iki sevgili rayların kenarında durur. Trenin gelmesine 10-15 metre kala, çocuk kızı kolundan tutup savurur kenara doğru ve kendini trenin önüne atar. Kız kenarda yere düşmüş ve çığlıklar atarken çocuk da sevgisini ispat eder.
Lüks restaurantlarda (şimdilerde orta halli mekanlarda da), sizi kapıda karşılayan garsonların yer göstermeden önce, uygun bir masa ayarlamak için sorduğu sorudur.
Aslında adamlar kendilerine öğretilenler ve iş tecrübeleri doğrultusunda kibarca müşterilerin kaç kişi olacağını sormaktadırlar. Ancak o kullandığı 1. çoğul şahıslı cümle yok mu? sana ne dedirtecek, kafa göz daldıracak cinstendir.- adeta.
Aslında bu garsonlara iyi bir cevap vermek gerekir, hani aynı kibarlıkla ve anlayacağı şekilde. Mesela;
Garson : Hoş geldiniz, kaç kişi olacağız efendim?
Müşteri : Sen de mi bizle yiyeceksin?
ben de başlık açarken karakter sınırına takılanlardanım. Demek ki harbiden çok karakterli bir başlık açacakmışım.
Aslında başlıktan ziyade söylemek istediğim, ucuz ve 3-5 çeşit yemek satılan lokantamsı yerlere gidip, garsona ya da işte içeride kim varsa "ne tavsiye edersiniz" diye sormak.
Yaşadığım bir olaydı. iş gereği şehir şehir dolaştım bir dönem. Aklınıza gelen her türlü lokanta-restaurant v.s. yerde yemek yedim neredeyse. En pahalısında da, en ucuzunda da, en markasında da, en tanınmayanında da, en gösterişli yerdekinde de, en kuytu köşesindekinde de...
Bir dönem lüks restaurantlar çok denk gelmişti. Ucuz ve berbat yemek yemekten sıkılmıştım ve biraz kalite takılayım istedim. 3-5 ay kalite restaurantlarda yemek yemeye özen gösterdim. (tabi şirketin ödediğinden fazla yemek harcaması da cepten gidiyordu)Lüks yerlerde kalite daha içeri girmeden başlıyor malum. Gösterişli dış cepheler, havalı tabelalar falan. içeri girmeden kapıda karşılarlar, masanıza kadar eşlik ederler ve servis açarlar hemen. Sağdan-soldan servis kurallarına riayet ederler. Temiz tabaklar, çatallar-bıçaklar, muntazam katlanmış peçeteler, ışık ve müziğin iyi ayarlanmış olması. işte uzatmaya gerek yok bilirsiniz. Ben de bu lüks mekanlara yeni gitmeye başladığımdan ve normal şartlarda kebabist bir yapım olduğundan menüdeki ilginç isimli yemeklerden anlamazdım o zamanlar. Hemen kolayına kaçar bekleyen garsona "ne tavsiye edersiniz" diye sorardım. Ve genelde restaurant müşterilerinin de aynı şekilde sorduklarına şahit olurdum. Garson soruyu detaylı şekilde yemek isimleri ve pişirme usulleri ile cevaplardı. Ben de hem aydınlanmış olurdum, hem de sipariş verirken bir kazaya kurban gitmezdim.
Bir süre sonra yemek masrafı artık bütçeyi zorlamaya başladı. Ben de yine ucuza doyabileceğim mekanları tercih etmeye başladım. Anadolu da bir şehirde, ucuzdan da ucuz, hatta sudan ucuz bir yere gittim. Lokanta diyeceğim ama zor. Dekorasyon falan yok tabi, tabela da elle yazılmış, içeride bir kaç masa, arka tarafta yemek yaptıkları ve bulaşık yıkadıkları bir alan vardı. Yüksekçe bir rafa konmuş radyo tıngırdıyordu bir yandan. 3-5 çeşit yemek vardı. Klasik çorba, kuru, pilav, bir de salata vardı menüde. Bende alışkanlık yapmış ya:
hem garson, hem kasiyer, hem bulaşıkçı ve muhtemelen hem de aşçı olan adam :hghkhbmhaoa
hghkhbmhaoa : Abi ne vereyim?
ben : Ne tavsiye edersiniz?
hghkhbmhaoa : nasıl abi?
ben : işte menüde ne var?
hghkhbmhaoa : menü mü? he, işte kuru var abi, pilav var, bi de söğüş salata keseyim sana
ben : başka neler var?
hghkhbmhaoa : başka yok abi, bi de çorba var.
ben : pilav nasıl?(yani nasıl yapıldığını içinde neler olduğunu soruyorum, malum alışmışım ya safranlı mafranlı, artık ne çeşitse işte)
hghkhbmhaoa : abi pirinç pilavı, güzeldir pilav.
ben : fasülye nasıl? (Burada saçmaladığımı anlıyorum. Ve normale dönüyorum.)
hghkhbmhaoa : kuru fasülye, bol salça var abi, pul biber falan güzel oluyo, biz yiyoz.
ben : anladım, bi kuru, bi de pilav ver o zaman.
hghkhbmhaoa : hemen abi...
Adamın yüzündeki ifadeyi görmek gerek. Şaşkınlık, korku, tam bir "ne diyo la bu?" hali vardı bakışlarında. Hem güldüm hem de kızdım kendime, haybeden yere adamı da telşlandırmıştım. Takım elbiseli görünce mühim biri sanmıştı beni besbelli. Saygıda kusur etmedi sağolsun. Hatta yolun karşısındaki çay ocağından çay bile getirmişti.
Çocukken değil de biraz daha büyüyünce, yani ilk gençlik yılları da diyebiliriz, araba hayali kurarken çok şükür tofaş kartaldan kurtulmuştum. Ama başka bir tofaş arabaya sevdalanmıştım. Şahin. evet tofaş şahin. Doğan değil, hatta doğan görünümlü de değil. Direk şahin.
doğan değil dedim ama öyle düz şahin de değil, faça... şöyle 86-87 model düz kasalardan olacak. Ona bi cms jant atacaksın genişinden, lastikler de öyle tabi. tamponları çıkarıp, tampon yerine kaportaları şişireceksin. simsiyah olacak, ya da metalik parliament mavi. ön kaputun ortasına estetik bir havalandırma. Simsiyah deri döşeme koltuklar, sağlamından bir müzik tesisatı. direksiyon da hafif sportif ve ahşap. koltuk aralarına kolluklar yerleştireceksin. metalik marşpiyeller olacak, yaldır yaldır yanacak böyle jantlar gibi. Arabanın altına mavi iz ışıkları.
ilk gençlik yıllarımda vardı böyle arabalar, bizim civarda da 3-4 tane vardı yanılmıyorsam. Takıldığımız caddeden (cadde dediysem öyle cadde değil, araba yolu yani) Faça şahin geçerdi, bizim içimiz giderdi. Hayal kurardık, bir gün bizim de böyle bir arabamız olsa diye. ilk iş sevgilinin sokağına gitmek, teypte en damarından bir arabesk, sesi açtım mı, anlardı geldiğimi sevgili, çıkardı balkona.
Aradan yıllar geçti, yeni arabalar geldi memlekete, acayip isimler. renk renk, kendinden faça arabalar. soba boyasıyla boyanmamış yepisyeni jantlar var arabalarda şimdi.
Hani böyle nesli tükenen hayvanlar vardır ya, Tofaş kuş serisi de öyle galiba. o kuşların nesli tükendi. Eciş-bücüş saldırgan köpekler gibi, genleriyle oynanmış arabalar geldi sanki.
Yıllar kuş serisini silip süpürürken belleklerden, yeni arabaların teypleri için bilmem kaç bin tane şarkı koydu şimdilerde o belleklere.
O zamanlar bu arabaların hayalini kurardık ya, büyüdük. Çalıştık, para da kazandık ya biraz. Şimdi yüzüne bile bakmıyoruz o arabaların. Başka hayallerimiz var artık.
"Honda'nın yeni modelini gördün mü hacı abi?"
"O değil de, Porsche bir 4x4 çıkarmış deli deli"
bir kaç sene önce cem yılmaz bir hacı muratı (serçe) faça yapmıştı reklam filmi için. Hafif bir anı tazeleme oldu bir çok insana. belki bir kaç tofaş nasibini aldı o rüzgardan, toplandı, tekrar salınmaya başladı caddelerde.
Ya diğerleri, Diğer kuşlar... onlar geri dönmedi göçtükleri memleketlerden. Kimbilir hangi araba mezarlığına taşındılar, hangi sokak kenarında çürümeye terk edildiler, ya da hangi hurdacının rızkına dönüştüler, o yıllarca hayalini kurduğumuz faça şahinler...
"Ben bu yazıyı" diye başlayan entry'leri görünce, hem de her gün, öyle aklımdan tepkisel olarak geçen cümledir. Komik değildir. Gülünmez. Ağlanabilir, halimin vahametine...
Hoş bir kıza kur yaptığınız ve hareketlerle, bakışlarla karşılığını da aldığınız esnada, birden densiz bir şekilde çıkıp gelen arkadaştır. Maldır, Malın karesi hatta küpüdür.
Defalarca yaşamışımdır. Belki de hayatımın aşkını bulmama engel olan bu insanlardır. insan da demek istemiyorum artık onlara. Çünkü onlar mal, bir çeşit verimsiz sığır bunlar.
Mesela geçenlerde bir plajda halka güzel atlama teknikleri hususunda bir seminer vermekteydim. Efendim kırlangıç vurmalar, ters takla atmalar, yüksekten atlamalar artık ne ararsan var gösteri menüsünde. ben bunları yaparken bir yandan da gözüm plajda gördüğüm ve çok beğendiğim bir kızdaydı. Yanındaki arkadaşı ile beni izliyorlar ve gülüşüyorlardı şaşkın bakışlarla. Artık ben tekniğimin en üst seviyesinde artistik pozlarla falan kızlardan gerekli elektriği almıştım. Geriye birkaç başlangıç cümlesi sarfetmek kalmıştı. Gösteri bittikten sonra yürümeye başladım, hoşlandığım kızın olduğu tarafa doğru. Baktım ki kızlar denizde yengeç bulunduğundan falan bahsediyorlar. Hemen girdim konuya.
"korkar mısınız yengeçten" dedim. Kızlar da
"ay evet, burada çok varmış" dediler. Ben de en kadir inanır halimle
"korkmanıza gerek yok, bişey yapmazlar" şeklinde çok bilimsel bir yorum getirdim duruma.
Bu şekilde bir girizgahtan sonra, Artık diyaloglar isimlerin öğrenilmesi, okul-iş falan filan devam etti. Kıza baktıkça aklım gidiyor, gözlerimin içi gülüyordu. Belki de bu kız hayatımın aşkıydı. Taa ki o arkadaşım, daha doğrusu o artık benim arkadaşım değil, o mal gelene kadar.
"Homuğa goyum la var ya, fdogjkrwjbvrbfdlömfv"
evet tam olarak böyle dedi gelirken, bir şeyler anlatmak istiyordu ama ben ilk kelimesinden sonra elimden uçup gidecek olan hayatımın aşkını, yaşadıklarımızı, zihnimde güneşli bir gün fonu ile anılaştırmaya başlamıştım bile. Dolayısı ile artık ne dediğini anlamıyordum.
Gel, canım kardeşim gel tabi, ama gelirken bir bak. Neler oluyor orada, ne yapıyor bu adam orada bir bak değil mi? Bak yani. Kim var kim yok etrafında. Dikkat et. Hem belki sana da bir ekmek çıkar oradan, bak yengenin yanında da arkadaşı var.
Ama yok illa cinsini belli edecek şekilde gelecek. illa gerizekalı bir hareket yapacak.
Ve zaten kızlara dönüp baktığımda çoktan yol almaya başlamışlardı benim hüzünlü limanımdan. Muhtemelen "bu da arkadaşı gibi maldır diye düşünmüşlerdir.
insanların dinsel inançlarını alaya alarak, bu inançlarla dalga geçerek açılan başlıklara bir çok yazarın destek veya tepki amaçlı teşrif etmesi neticesinde, başlığı açan kişinin kendini iyi bir yazar sanması durumudur.
Bu durum sadece müslümanlar için değil, diğer dinlere mensub veya inancı inançsızlık olan sözlük yazarları için de geçerlidir. Bu şekilde davranarak iyi bir yazar olunmaz. Tabii iyi bir yazarın nasıl olması gerektiğini söylemek benim haddime değil. Ancak sürekli birilerinin inancıyla dalga geçmenin de yazarlıkla alakası olmadığını söylemek haddimedir.
Kıyafet zorunluluğu (takım elbise v.s.) olan kurumlarda, Kıyafet serbestisinin çalışanlar ve müşteriler üzerindeki olumlu veya olumsuz muhtemel etkilerdir.
Ticaret hayatında yapılmayanı yaparak veya yapılanı farklı bir şekilde sunarak, piyasadaki iş hacmini genişleten ve aynı zamanda da büyük kazançlar sağlayan tüccarlardır.
Örnek:
Bir milyoncular: Bir dönem ülkemizde mantar gibi türeyen ve kafayı kullananların şimdilerde avm'lere dönüştüğü ticaret şeklidir. Bu işletmelerin ilk kuruldukları yıllardaki çalışma stratejisi, özellikle ucuz çin malları üzerine kurulmuştur.
Araştırmalara göre ilk kez 1824 yılında Almanya'nın Hannover kentinde "Johann Wolfgang von Bimilyon" tarafından uygulanmış ve büyük başarı sağlamıştır.
Özellikle sevgiliyle çıkılan iftarlarda yaşanır. Çünkü erkek tek başına ya da arkadaşları ile çıktıysa yemeğe cebine göre hareket eder, ihtiyatlı davranır. Gerekirse bir mekanda iftar açmaz da, dışarıda takılır.
Bir çok erkeğin olduğu gibi, benim de başıma çok defa gelmiştir.
Ama en acısı Sultan Ahmet'te yaşadığımdır. Yıllar önce manevi atmosferinden dolayı kız arkadaşımla Sultan Ahmet'te iftar yapmaya gitmiştik. Bir mekana oturduk, yemek söyledik. Zaten o civarda fix menü kültürü almış başını gitmiş. Hiç dokunmayacağınız çeşitler de vardır iftar menüsünde. Mesela salatalar; her iftarda masalara konur, ama bir çoğu önceki günden ve hatta belki de önceki haftadan kalmadır. Üzeri ıslatılır limonlanır tekrar masaya konur. O saydıkları 5-6 çeşit iftar menüsünden 1-2'sine takılırsınız ve karşılığında Les Ottomans'da yenilebilecek iftar menü fiyatını ödersiniz.
Burdan sözlüğün bayan yazarlarına çağrı yapıyorum. böyle bir durumu sezdiğinizde kesinlikle erkek arkadaşınızı oradan çıkarın, çok pahalı olduğunu söyleyin. Hatta erkek arkadaşınız benim gibi gurur yapıp da "yok canım paalı değil, yapalım iftarımızı işte" dese bile onu ikna edin. Yazıktır verilen paraya.
Uçak ile yapılan yolculuklarda yaşanan/yşanması muhtemel maceralardır. Bir çok insanın bir uçuş macerası vardır. O maceralarda da değişik duygular. Bu duygular herkeste farklı tezahür eder.
Bende korku şeklinde kendini göstermektedir. Güzel hostesler ve sakinleştirici ilaçlar dahi bu durumu değiştirememektedir. Defalarca uçak yolculuğu yapmış olmama rağmen hala her uçağa binişimde aklım gitmektedir. Sanırım son binişimden sonra giden aklım geri gelmemiştir.
Öyle bir türbülans yaşadık ki, artık hostesler bile kendilerini nereye atacaklarını şaşırmışlardı. Uçaktaki tüm ışıklar kapandı, ne kadar aşağı düştük hiç bir fikrim yok. Kelime-i şehadet getirenler, ağlayanlar, bağıra bağıra dua edenler ve bu azaptan sığınmak için Allah'ın ismini, belki de ilk kez yürekten zikredenler.
Daha neler neler.
BBP istanbul il başkanlığının, Sümela Manastırındaki 1 günlük ayinden sonra kültür bakanına yaptığı çağrıdır. Açıklamada, Pontus Rum devletinin 15 ağustos 1461 ylında fethedildiğine, 2010 yılında da fetih yıldönümünde ibadete açıldığına dikkat çekilmiştir.
Eğer hassasiyetler söz konusu ise, büyük çoğunluğu müslüman olan bir devletin kültür bakanının aynı hassasiyeti Ramazan bayramı namazı için müslümanlara da göstermesi gerektiği de ayrıca vurgulanmıştır.
Sanırım artık Niang'ı da bomba transferlerden sayabiliriz. Evet adamla ilgili çok fazla övgü dolu söze rastlayabiliyoruz internet ortamlarında. Ama istatistiklerine bakıldğında Guiza ile bile yarışmasının zor olduğunu görüyoruz, üstelik Guiza'dan da yaşlı.
Şimdiden Niang'ı bomba olarak nitelendirebiliriz. Ya şampiyonluklar yaşatan cinsten, ya da elde patlayan cinsten...
Kişinin sevdiceği ile; gezmek, hava almak, stres atmak, piknik yapmak için gerçekleştirebileceği, genelde kısa mesafeli seyahatlerdir kır gezileri. Kır gezisi, kırsal bir alana düzenlenir, yeşillik olur, biraz yüksekte olması efdaldir.
Neler yaşanır neler, böyle bir gezide. Birlikte yemek yenir, birlikte kırlara uzanılır. Birlikte gülünür, birlikte ağaçların arasında koşulup türk filmi sahnelerinin benzerleri yaşanır.
Her şey çok güzeldir, eğlence tavana vurmuştur. Fazla oksijenden beyin uyuşmuştur. Sevgiliye çiçeklerden taç yapılır, romantik sözler söylenir, kuş sesleri daha bir güzeldir. Güneş daha bir samimi daha bir sıcaktır sanki.
Malumu aliniz, mahyalar; cami minareleri arasına özellikle ramazan aylarında, insanlara yaşanmakta olan mübarek ramazan ayı ile ilgili mesaj vermek üzere ışıklarla yazılan yazılardır. genellikle aşağıda örneklerine yer verildiği gibi her sene aynı yazılar yazar:
"oruç tut, sıhhat bul"
"Hoşgeldin ya şehr-i ramazan"
"Elveda ya şehr-i ramazan"
gibi.
Alternatif sözlerin amacı ise, tekdüzelikten sıyrılıp yeni ve anlamlı sözler bulma çabasıdır. Düşünsenize, bir mahya okuyorsunuz ve olduğunuz yere çivileniyorsunuz. işte bu hissi hangi yazı verebilir?
Beşiktaşlı futbolcu ibrahim Üzülmez'in "hızıyla o kadar adamı geçiyor, sıfıra kadar inip geri dönüyor, orta yapmıyor" şeklindeki eleştirilere verdiği cevaptır.
Duyanların duymayanlara iletmesi gereken felsefi bir yaklaşımdır. ibrahim Üzülmez'i tebrik ediyor, sıfırdan geri dönüşlerinin devamını diliyoruz.
Kıyamet ile ilgili başlıkların yoğunluğundan dolayı öylesine ortaya attığım fikir.
Katılan olur mu bilmem, ama hakikaten bu gece çok var bu başlıklardan. Kopacağı zamanı bilemeyiz ama bir an önce hazırlıklara başlasak iyi olur gibi gibi...
Yeni yeni yetişen gençlerin, yaptıkları saçmalıklara zamanında müdahale ederek insanların hayatını kolaylaştırması amacıyla kurulmasını istediğim polis birimi.