olayı, cm'deki futbolcu tanımlamalarına uyarlayarak açıklayalım: young olarak başlarsın. sonra promising, sonra wonderkid; world class derken bi bakmışsın, legendary olmuşsun.(henüz legendary olamadım. yaşım müsait değil.)
işte bu kademeler arasında kalan zaman dilimlerinden küçük anlar sunan bir hikaye. cm'nin bir gencin yaşam tarzı oluşunun hikayesi.
-dayı bu ne biçim oyun yeea? hiç sıkılmıyon mu bundan?
+öyle deme olm. bunu izlemesi değil, oynaması zevkli.
-neresi zevkli? mal gibi oturmuşun, ekrandaki noktaları izliyon. otistik misin dayı, iyi misin sen? konuş benimle.
+yükliyim mi senin bilgisayarına da?
+istemez. ben fifa 2003'ten başka oyun oynamam.
cm 03-04 fetişistleri bilir, cm'de altyapıdan gelen çoğu oyuncunun kişiliği değişken yapılıdır. benimki de işte ondan olduğundan dayımdan cm'yi benim bilgisayarıma da yüklemesini istedim. işin acı tarafı bunu, istemez dedikten bir-iki dakika sonra istedim. insanoğlu gerçekten çok garip...
koşar adım bizim eve gittik. yükledik oyunu, crack'ini, türkçe yamasını, bokunu püsürünü hallettikten sonra dayım beni, hayatımın oyunu olduğunu sonraları anlayacağım oyunla baş başa bıraktı. ilk takımım herkes gibi reel hayatımda renklerine gönül verdiğim takımımdı. galatasaray'dı... kurdum takımı, gittim hazırlık maçına. takımın oynadığı kepaze futbol karşısında frank riijkard çaresizliğindeydim. çaresizlikten ne yapacağımı şaşırmış olacağım ki, doktor serhan kurtulmuş'u sol beke koymak için olanca gücümü harcadım.
işin kokusu çok sonraları dayımın yardımıyla çıktı. oyuncuları mevkilerine uygun dizmeliymişim. oysa ben hakan şükür'den bir stoper, irfan başaran'dan da sağ bek yaratmıştım. aşağılamayın, futboldan bihaber süt çocuğu muamelesi yapmayın biraderlerim. henüz 12 yaşındaydım ve o zamana değin tek bildiğim fifa 2003'te real madrid'in halihazırdaki kadrosuyla semi-pro'da rastgele bir takımla maç yapmaktı. teknoloji bizim evlere geç ayak bastı, n'abarsın? şimdi bakıyorum da 8 yaşındaki kuzenim cm'de topçu keşfediyor. hepsini geçtim, google'a "hezelle evşan'ın öbüşme sahnesi" yazıp video arıyor. hey gidi, eskilerden sayılmasam da fukara mahallemde anca hustler'daki sikiş karelerinden haberdardım. hustler'ı da okan abi şehre indikçe getirirdi. işi bittikten sonra da "alın da bakın tüysüz ibneler, hihahahaa" deyu önümüze atıverirdi. laf lafı sikiyor, iyice saptık konudan amına koyim.(söylemeden geçemeyeceğim. orhan abi'nin tek kişilik ranzasını sikeyim. verdiği dergilerin sayfalarını çok zor açıyorduk.)
dayım bana taktikleri, oyuncuların özelliklerine nasıl bakılacağını, yanlarındaki iki ve üç harfli kısaltmaların ne işe yaradıklarını uzun uzadıya anlattıktan sonra, benle uğraşmaktan sıkılmış olacak ki topukları götünü döve döve kaçtı bizim evden.
dayım gittikten sonra hemen yeni bi oyun yarattım. desteklediğim takımdan hevesimi aldığım zamana denk geliyor bu. yine cm oynayanlar iyi bilir ki, tuttuğunuz takımla çok oynadıktan sonra alacağınız ilk takım real madrid'dir. real madrid'in o zamanlardaki onbiri: casillas salgado-helguera-pavon-r.carlos beckham-zidane-guti-figo raul-ronaldo. hatırlarsınız, florentino perez o zamanlarda da şimdiki gibi psikopata bağlamış ve dünya yıldızlarını takımına toplamıştı. o takıma iki tane stoper takviyesi yapsan ve helguera'yı dmc'ye çeksen başarıdan başarıya koşarsın. tabi bunu normal bi insan evladı yapar. bense gittim, dayımın şiddetle tavsiye ettiği, "hangi takıma gidersen git bu adamları getir. bu adamlar her takımda iş yapar" dediği sol bek jose julian de la cuesta'yı, forvet carlos daniel hidalgo'yu getirdim. de la cuesta'yı roberto carlos'un yerine; hidalgo'yu da oyunun belki de thierry henry'den sonraki en iyi oyuncusu raul'un yerine oynattım. işin trajikomik tarafı hidalgo'nun la liga'nın gol kralı olması ve la liga'da yılın oyuncusu seçilmesi. real madrid'e sezon ortasında yaptığım bomba transferi de size açıklamak istiyorum muhterem ve civanmert itü sözlük erkekleri: cafercan aksu! evet bro, cafer can aksu'yu getirdim takıma. niye biliyo musun? çünkü penaltı özelliği 20'ydi.(şu anda ben de gülüyorum o zamanki mantaliteme) istanbul'un varoşlarından büyüleyici madrid'e geleceğin yıldız sağ kanadı(!) olarak getirmiştim forvet cafercan'ı. beckham'ın yerine...(açık açık gerizekalı demesen iyiydi) ilk sezon 3 penaltı golü atarak istediğim performansı veren cafercan aksu'da ikinci sezon sıçışlar başlamıştı. sanırım madrid'in ortamı bozmuştu bu körpe delikanlıyı. satmaya çalıştım; kimse almadı. öyle ya, kim ne yapsın gariban cafer'i? başkan perez'le paylaştım bu durumu.
perez: cafer yetenekli çocuk. paspasçı neyin edelim bunu. tesisleri paspas eder her gün.
cafer'e perez'in teklifini sundum.
cafer: olmaz hocam. ben lise mezunuyum, paspasçılık yapmam. perez başkan beni yönetim kuruluna alsın.
bu anekdotumu da paylaştıktan sonra konuya dönüyorum. oyunda üçüncü sezona girmiştik. penaltı takıntımı atlatmıştım ancak tüm takıntılarımdan bir türlü arınamamıştım. yeni takıntım frikiklerdi. zidane, frikikleri dağlara taşlara vurmaktan stadda top bırakmamıştı. bu işe acilen bir çözüm bulmalıydım. derken şampiyonlar ligi grubundaki rakibim lyon'un ihtiyar yıldızı juninho'nun attığı frikik golünden sonra, "işte buuu, eveet işte aradığım adam. hemen getirmeliyim" dedim. lyon'la yaptığım sıkı pazarlıklar sonucu 48 trilyona anlaştım.(aklımı sikeyim) sol kanatta oynattım juninho'yu. tam olarak aml diyebiliriz.
üçüncü sezonumda ligde dördüncü sıradaydık ve ligin bitimine üç maç kalmıştı. bi önceki sezon ligi beşinci sırada bitirerek yönetimin sabrının sınırlarını zorlamıştım. sanırım ilk sezon ligi bala göte birinci bitirmemizin yüzü suyu hürmetine yönetim bana katlanıyordu.
yönetimden çatlak sesler çıkmaya başlamıştı. koltuğumun civarlarında zelzeleler oluyördu. kulüp güveni'ne tıkladığımda menajerliğimden utanıyordum. aslına bakarsanız riijkard tarzı haklı gerekçelerim de yok değildi. yönetimi karşıma alıp "bi önceki sezonu beşinci sırada bitirdik, şimdiyse dördüncü sıradayız. neyin artistliğini taslıyonuz hemi la ibineler?" diyecektim ki kendim istifa ettim. kovulmadım olm, kendim istifa ettim. yalan mı konuşuyom ben? allalla allalla.
sanırım, kovulmamdaki en önemli etkenlerden biri de takımım, real murcia'ya evinde 4-1 koyulduğunda onbirdeki tüm oyuncular hakkında medyaya ileri geri konuşmamdı.
florentino perez: ne pis herifmişsin sen be! mahalle karısı gibi car car car... sen kim oluyon da kraliyet takımı madrid'in oyuncularını gazetecilerle altın günü yapıp çekiştiyon. sigigit, sigigit ki sikmeyeyim kabileni diyerek sıfatıma tükürüğü ver eyledi. taraftarların yuhalamaları ve kafama ekledikleri domatesler eşliğinde madrid şehrini terk ettim.
bir diğer etkense zidane ve figo'nun sıçışıydı. figo'nun naaşını yakıp küllerini santiago barnebau'nun çimlerine serpmiştik. müslümanlığından kat'a şüphemiz olmayan zidane'nin cenaze namazını madrid ulu camii'nde ikindi nemağzına müteakkiben kılmıştık.
dayımı buldum, acılarla dolu madrid kariyerimi anlattım ve sordum:
-ela gözlerine gurban olduğum dayım, ben nerde yanlış yaptım?
+cafercan mı, de la cuesta mı, hidalgo mu, juninho mu? ahaha naptın olm sen?
-iyi de dayı o topçuların ikisini sen söyledin. juninho'nun frikiği 20'ydi; cafercan'ın da penaltısı... duran topa vursunlar diye şeyettim onları ben.
+ahaha bi siktir git yaa. bak olm şimdi şöyle yapıcan. bık bık bık..
cm hakkında artık daha çok fikir sahibiydim ve ortalığın tozunu attırmamam için hiçbir engel yoktu. hemen yeni bi oyun yarattım. ancak madrid'e dönemezdim, kötü anılarım vardı orada. taraftarlar... taraftarlar beni takımın soyunma odasından alır, kralın asasına oturturdu. allah cc esirgesin"
hatırlayacaksınız, ünlü rus iş adamı roman abramoviç chelsea'yi o dönemde satın almıştı. chelsea'de para ganidir, yeni öğrendiğim transfer mantalitesini orada pratik eyleyeyim diyerekten chelsea menajeri oldum. adım:sir ferguson u sikeceğim. adım ve amacım çok netti. madrid'deki ilk sezonumda şampiyonlar ligi'nde ikinci turda bizi eleyen red devils'in menajerinin 496 yıllık saltanatını devirmek için gitmiştim londra'ya. götüm arşa değiyor tabi. transfere ayıktım ya, kim tutar beni!
chelsea'nin başına geçtiğimde ilk yaptığım iş, barry ferguson'u transfer etmek oldu. soyadı aynı olan bütün gavurları, heleki meslekleri benzerse abi-kardeş; baba-oğul sanırdık. aklım sıra bu transferle sir alex ferguson'u kızdıracağım. çocuk aklı işte. ehehe.
chelsea menajerliğimin ikinci sezonunda oyuna tam anlamıyla hakimdim. inciğini, boncuğunu öğrenmiştim oyunun. sonrası mı? bir yaşam tarzının adı koyuldu: cm 03-04.
çetrefilli yollardan geçtim bugünlere gelebilmek için. ezildim, hor görüldüm; yerin dibine geçirildim. yüceltildim de kimi zaman. milli takımları peşimden koşturdum. geleceği gördüm ben bu oyunda. 2030 yılını gördüm. oyunun başında 13 yaşında olan irfan başaran'ı baş antrenörüm yaptım olm. sen daha neyden bahsediyon?
sözlüklerde gezinmeye başlayalı futbol konulu tüm başlıklarda bu klişeleşmiş ifadeyle başlayan -galatasaray; fenerbahçe veya beşiktaş olarak değişebiliyor- milyonlarca cümle gördüm. anlamıyorum abi, sizin olayınız nedir?
bir galatasaraylı olarak söylüyorum, beşiktaş taraftarı şöyle.
bir fenerbahçeli olarak söylüyorum galatasaray bizden iyi takım.
ne yani? cümlenin başında hangi takımı desteklediğini belirtmenin ve devamında karşı takıma methiyeler düzmenin sana reel yahut sanal hayatta ne gibi getirisi olabilir? bir galatasaraylı olarak fenerbahçe'yi övdüğünde, bir fenerbahçeli bi tas sıcak suyla yanına gelip senin taşşaklarını ovmayacak abicim. aynı durum, tersi için de geçerli.
derdiniz karma puanınız mı? şayet öyleyse çekinmeyin, söyleyin bana. 8 farklı hesap açar, hepinizi fütursuzca şukelalarım. ama gözümde, ilkokul çocuğunun öğretmeninden imza almak için götünde dört döndüğü sahneler canlanır; hepinize kısa donlu ilkokul çocuğu muamelesi yaparım, bilesiniz.
bir sözlük yazarı olarak söylüyorum, bu sempatik görünme çabanızdan tiksindim.
dizinin hangi kısmında gülüneceğine, ağlanacağına, kıçın altına kaçan patlamış mısırın çıkarılacağına karar verirler. evet abi, bildiğin karar verirler.
sitcom senaristinin, yapımcısının, yönetmeninin bana verdiği yetkiye dayanarak size emrediyorum: gülünn!! birileri böyle diyor sanki. ve o iğrenç gülme efekti bir kasede kayıtlı. çaaat, basıyor düğmeye; o kahkaha küçük odamızı şenlendiriyor.(siktir)
adamın/bayanın biri türk dizi tarihinde en az elli kez söylenmiş bir repliği bir kez daha söyler; birinin yüzüne anlamlı anlamlı bakar, mal gibi güler veya duyma eşiğini zorlamak suretiyle osurur. hemen peşine gülme sesi gelir.(o ne illet, ne şirret bi sestir ki şu anda bile kulağımda çınlıyor hamna keym.) bu gelen gülme sesi bu noktada gülmek zorunda olduğunuzu, herkesin gülerken siz gülmediğiniz takdirde psikolojik ya da zihinsel sorunlarınız olabileceğini söyler. kalabalık bir grupla sitcom izlediyseniz bir düşünün. hiç de komik olmayan bir sahnede gülme efektinin ardından, ortamda ansızın kopan kahkaha tufanından etkilenip de gülmediniz mi? güldünüz, güldük, güldüler.
bu gülme mevzusundaki asıl sıkıntılı noktaysa, günümüzde neredeyse tüm sitcomların yapımcısının ve senaristinin birol güven oluşudur. çok açık söylüyorum dostoyevskim, "birol güven bizim çocukluğumuza/gençliğimize vurulmuş büyük bir darbedir" sana yemin ederim, iki gözüm önüme aksın ki bu adama ne kadar sövsem de rahatlayamam oğlum. adamın bütün dizilerinden illa ki en az üç dört bölüm izlemişimdir. ooğlum bu herif senin, benim üzerimizden dünyaları kazandı ama her dizisinde aynı repliklerle, aynı surat ifadeleriyle kazandı. la o yayvan kıçının üstünde bir saat daha fazla oturaydın da yeni şeyler yazaydın bari. bi kere lan, bi kere yapaydın.
aklıma geldikçe sinirlemiyom amına koyim. bi insan 10 replik, 5 mimikle 89 dizi senaryosu yazar mı?
*adamın biri uyuyor. iğrenç bir rüya görüyor, ağzını bütün bir kavunu yutacak kadar açarak "haaaağğğğyııııır" diye bağırarak uyanıyor. kaç kere yedirdin bunu bize birol can? ben diyim 50, sen de 60.
*ailelerin ve çocuklarının hayatlarını sosyolojik saptamalarınla aydınlatmak için bir dizi bölümünün son 20 dakikasını kaç kere bok ettin? valla sayamadım.
*birinin nefret ettiği bi olay olur. sonra o olay ona büyük bir korkuyla anlatılır. adam "hee tağam" der, yürümeye başlar. sonra kafasına dank eder. neeeeeeğğy? diyerek mendebur komşu hayriye kılığında hesap sorar. peki bu, bu kaç kere oldu?
****
siz şimdi birol güven'i siktir edin. vazgeçtim ben. beni asıl sikerten mevzu birol güven değil, bu gülme efektinin her dizide aynı olmasıymış. demin 1414143553764869'uncu kez duyduğum gülme efektinden sonra buna karar verdim. evet birazzcık geç oldu bunu fark etmem, takdirimi bu yönde belirtmem.
-ömer abi, bu gülme şeysi neden bütün dizilerde aynı?
+yurdum sitcom larına dünya üzerinde gülen sadece bir kişi var da ondan evlat.
****
şahan gökbakar'ın bir tiplemesinin imitasyonu şafak sezer'e selamlar. güya yıllarını sinemaya tiyatroya vermişmiş, saygın oyuncuymuşmuş. siktirin lan, daha dünkü çocuğu taklit ediyor basbayağı. hem de gözümüzün içine baka baka...
****
bu entry türk malı dizisindeki bitmek bilmeyen gülme efektlerinin odamda beni rahatsız etmesi üzerine yazılmıştır. imza toplayalım, dizi grevine girip dizi izlemeyelim. ne yapalım, edelim; şu gülme olayına bi son verelim, istirham ediyorum aziz sözlükçü...
"Bir yerlerden başlamalıyım ve bir şekilde tutunmalıyım hayata. Şimdi bana yarası ağır bir yürek lazım. Türlü acıları vücudunda toplamış ve bunlara tek başına göğüs geremeyen bir yürek... Sarıldığımızda tüm acılarımız birleşmeli ve beraber dindirmeliyiz hepsini. Yani şimdi bana terk edilmeye mahkûm bir yürek lazım. Kırmalıyım zincirlerini ve hiç bırakmayacakmışçasına sarmalıyım. Onu aşka mahkûm bir yüreği olduğuna inandırmalıyım. Uyuduğunda bile en güzel cümlelerimi fısıldamalıyım kulağına. Kimine göre imkânsız olsa da, imkânsızı başarmak için henüz zamanım var. Sonuçta hayatım, virgüllerle dolu olsa da, noktası konmamış bir cümle..." Bu haftaki yazısını böyle bitirmişti. Yerinden doğruldu, bir bardak su almak için mutfağa geçti. Tekrar oturacakken, müsvedde kağıtlarıyla kısa olan bacağını tamamladığı, büyük masasına çarptı. Yaşama amacının, yazdıklarının, sağa sola fütursuzca dağılışını izledi bir süre. Sonra hepsini topladı. Yegane mal varlığını dikkatlice, düzenleyerek yerine koydu.
Saate baktı. Güneş doğmak üzereydi. Gecenin ayazında camda beliriveren su buharları, su damlaları halinde gruplaştıktan sonra camda kendi yörüngesini çizerek ilerliyordu. Çocukluğunda camın buğusunu anlamlandırdığı geldi aklına. Annesinden işiteceği binbir türlü azarı göze alıp ismini cama yazışı... Cama yazı yazarken camdan çıkan o ses hala kulağını okşuyordu. Çocukluğu çok uzağa gitmiş olamazdı zira, o her şeyi hatırlıyordu. Ama takvim... Takvim, sen artık yalnız, işe yaramaz bir ihtiyarsın diyordu.
Hay aksi! Yine yazısını basıma vermek için çok az vakti kalmıştı. Öyküsünü bir kez daha gözden geçirdi, dosyasına yerleştirdi; siyah, uzun pardesüsünü askılıktan aldı. Pardesünün kemerini iyice sıktı, bu şekilde daha genç göründüğünü düşünüyordu. Aynaya uzun uzun baktı. "Neyse ki düzeltmek için uğraşacağım bir saçım yok. Yoksa basıma zor yetişirdi bu öykü." Diye geçirdi içinden. Pardesünün yakalarını düzeltti. Aynanın sağ üst köşesindeki siyah-beyaz fotoğrafına baktı, gülümsedi ve evden ağır adımlarla çıktı. Koşacak takati ve taksiye verecek parası olmayan bir ihtiyara göre fazla rahattı. Bu da çocukluktan kalma bir alışkanlığıydı, tıpkı sigara gibi...
Yürürken düşünmeyi çok seviyordu. Yürürken düşündüğünde yorgun bacaklarındaki yükün hafiflediğini hissediyordu. Kaldırım taşlarındaki çizgilere basamıyordu hala. Yolu ezberlediği için artık yola bakma ihtiyacı hissetmiyordu. Zaten uzun bir zamandır gittiği tek yer dergi binasıydı.
ilkokul yıllarını, lise yıllarını, ilk aşkını, son aşkını, doğup büyüdüğü varoş mahallesini her şeyi ama her şeyi hatırlıyordu ve bu yüzden her zaman dalıp gideceği, düşüneceği çok fazla şeyi oluyordu. Düşündükleri, özledikleri sık sık değişse de temaları hiç değişmiyordu: hayal kırıklığı ve başarısızlık. Sigarasından okkalı bir nefes çekti.
Fren sesiyle korna sesi çok yakından geliyordu. O kadar yakından geliyordu ki sanki her şey kulağının dibinde olup bitiyordu. Gözü kararmaya başladı. Midesi bulanıyordu ve kalbinde tarifsiz bir his oluşmuştu. Nefes almakta zorlandığını hissediyordu. Bir şeyi daha hissediyordu. Türlü duyguyu bir bünyede harmanlamıştı, hepsinin tadına bakmıştı ama bu başka bir şeydi. Çok başka... Yutkundu. Gözünü açtığında çevresinde büyük bir kalabalık gördü. Herkes büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordu. Biri, arabanın kenarına çökmüş, elleriyle yüzünü kapatarak: "ne yaptım ben?" diye boğazı yırtılacakmışçasına bağırıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Konuşacak gücü, kendinde zor buluyordu. "Kağıtlarım... Kağıtlarım nerde?" dedi. Kalabalığın içinden kısa boylu, afacan bir çocuk: "Buyur amca. Demin yere düşünce düştü elinden." Dedi. Gitgide kızaran ve rengini kaybeden gözleriyle çocuğa baktı. Gülümseyerek çocuğun yüzünü okşadı ve "teşekkür ederim çocuk." Dedi. Olanca gücüyle bağırdı: "Bu öykümü dergiye yetiştirebilecek olan var mı? Küçük çocuk direk atladı. "Ben götürürüm, nereye gidecek?" Yolu tarif etti ve cebindeki son parasını çocuğun eline verdi. "Hadi göreyim seni çocuk, herkese bu mahallede senden daha hızlı koşanın olmadığını göster."
Gözlerini açamıyordu. Gözlerini açamamasının güneşten olduğuna kendini tam inandıracaktı ki, nefes almanın da onun için ne kadar zor olduğunu anladı. Her nefes almaya çalıştığında boğazına bir şey düğümleniyordu. Ölümü hissetmek böyle bir şeydi. Hissederek yaşamıştı, hissederek ölüyordu. Hem de iliklerine kadar... Çevresindekiler için sadece sıradan bir ihtiyar can çekişiyordu. Ama onun tarafından bakıldığında dünya yıkılıyordu. Evler, arabalar, yollar, insanlar, her şey yok oluyordu. Her şey anlamsızlaşıyordu.
Yarım saat sonra gelen ambulans, onu sedyeye koydu. Kol saati, tam kırk yıldır boynundan çıkarmadığı yarım kalpli kolyesi ve ikinci sigarasını yakmak için eline aldığı çakmağı ayrı yerlere savrulmuştu. Yüzü ve saçları toz içindeydi. Rüzgarda uçuşan pardesüsü onu bırakmamakta kararlıydı.
Dergiye yazılarını bırakması için gönderdiği çocuk, heyecanla ve nefes nefese kalmış bir şekilde geldi. "Yazıyı dergiye bıraktım" diye bağırıyordu bir yandan. Çocuğa baktı ve "aferin çocuk. Şimdi bir kez daha koş. Ama bu kez koşacak zamanın ve gücün varken zamanı geldiğinde hareketsiz bedeninin başında ağlayan birkaç kişi edinmek için demin koştuğundan daha hızlı, çok daha hızlı koş. Hayatın, henüz noktası konmamış bir cümleyken en sevdiklerinin yanına koş."
Çocuk, anladım dercesine kafa salladı. "iyi uykular amca." Diyerek koşmaya, en sevdiklerinin yanına doğru koşmaya devam etti. Arkasında nedensizce kanının ısındığı, uyuduğunu sandığı yabancı ama sevecen bir amcayı bırakarak...
geçen gece, sanki başka hiç uğraşım yokmuş gibi bu interaktif sözlüklerin vaziyeti üzerine bir süre kafa patlattım. birkaç senedir sözlükleri takip eden ve sanal ortamın imkan verdiği ölçüde kendince yazarlık yapan biri olarak bu konuyu kendi içimde tartışmamı bayağı garipsedim. şimdi de bu konu üzerinde neden daha önce kafa patlatmadığım üzerine kafa patlatıyorum. bu, daha da ilginç...
hiç üşenmedim dostlarım, tarayıcımda yeni bir sekme açtım ve wikipedia dan tanımın tanımını buldum. wikipedia, bu konuya şöyle açıklık getiriyor: "Bir kavramın niteliklerini eksiksiz olarak belirten veya açıklayan cümle, tarif." şimdi, sözlüğün kuruluş yılından sonra yapılan tanımların kaçı bu tanıma uyuyor? sanırım hiçbiri. kaldı ki, tanımlanması gereken kavramlar zamanında bu sözlükte ve diğer sözlüklerde tanımlanmış. ben tanımı olmayan herhangi bir kelimeye ne bu sözlükte ne de diğer önde gelen sözlüklerde rastlamadım. yani, biz burada tanım yaptık diye aslında kendimizi kandırıyoruz. bir olayı, bir haberi, bir kişiyi tanımlamaya çalışıyoruz ve saçmalıyoruz.
sözlük alemi olarak ciddi anlamda bir kavram kargaşası yaşamaktayız. sonuna "-dır" ekini getirdiğimiz her cümleyi tanım sayıyoruz; bu da yetmezmiş gibi başından geçen herhangi bir olayı biraz abartarak, biraz süsleyerek veya tamamen hayal gücüne dayanarak yazan insandan hiç utanmadan tanım yapmasını istiyoruz. anının, hikayenin, ünlü veya sıradan birisinin tanımı mı olur be safım? yapma allasen... bir mekanı, bir kişiyi tanımlayamayız; ancak ve ancak betimleriz.
mantığımızın temelinde bir sorun var. diplomatik bir dil kullandığımız takdirde kendimizi bloglardan, forumlardan ayrı bir noktada konumlandırabileceğimize inanıyor ve bu doğrultuda kurallarımızı oluşturup, sözlüğün işlerliğini sağlamaya çalışıyoruz. sözlük formatındaki herhangi bir kuralda bile resmi bir üslup kullanıyoruz. misalen, "forum-chat tarzı entry ler silinir." bu aynen şuna benziyor: akademik alanda uzmanlaşmış bir adam, bir seminer veriyor. bahsettiği konu gerçekten çok önemli ve orada bulunan insanları çok yakından ilgilendiriyor. ama bu amcamızın fermuarı açık. söylesenize, orada bulunan kalabalığın yüzde kaçı adamın söylediklerine yoğunlaşabilir?
"forum-chat tarzı entry" nedir yahu, öncelikle bana bunu açıklayın. bu cümleden kastınız yazım ve imlanın önemsenmediği kepaze sözcük yığınlarıysa, orada bir durun. kendimden yola çıkacak olursam, ben gerek msn'de biriyle yazışırken, gerekse forumlarda mesaj gönderirken, konu açarken yazım ve imlaya son derece dikkat eden bir insanım. ne yani, benim bütün entry'lerimi silecek misiniz şimdi?
lafı, "sözlük denen şey, forumlardan, bloglardan ve bilumum sosyal paylaşım sitelerinden daha farklı, daha nitelikli bir oluşumdur" demeye getiriyorsun. seni de anlıyorum ancak sözlük tüzüğüne böylesine saçma bir kural konmaz.
başladığım konudan biraz sapacağım şimdi zira aklıma şu "swh", "lmwh" ve bunların türevi olan gizli bakınızcıklar geldi. bu bakınızları veren sözlük yazarlarına cidden acıyorum. yazık lan, bu kişi entry ine ağız tadıyla bir "smiley" konduramayacak mı yazarlık ömrü boyunca? şekilden şekle giriyor yazarcağız. ne yani, gizli bakınız şeklinde "swh" yazdığında biz çok marjinal bir topluluk mu oluyoruz? smiley olayının önüne geçtiniz diye forum-chat tarzı entry lere mahal vermemiş mücahit bir sözlük komutanı muamelesi yapmam hiçbirinize, kusura bakmayın. entry in herhangi bir yerine koyulmuş smiley, bu sözlüğün değerini ne artırır ne de azaltır. şu sefil sözlükte düştüğümüz komik durumun biraz olsun önüne geçer sadece.
ben demiyorum ki, sözlük formatı diye bir şey olmasın. ben istiyorum ki, sadece bu sözlük fikrini ilk olarak ortaya atan kişinin sözlük adına oluşturduğu kurallara kayıtsız şartsız biat edilmesin. tanım zorunluluğunu kaldır misal. veya heyecanlı yazarın smiley kullanmasına müsaade et. "swh" gibi mide bulandıran iğrenç bakınızlar vermesine engel olmuş ol.
yok, ben bildiğimi okurum. kurulan ilk sözlüğün kuruluş aşamasındaki kurallarını buraya aktarmaya inatla devam ettireceğim. sözlük yazarlarının üzerinde dravdan bir otorite kuracağım dersen de, bir şey diyemem tabi. ama o zaman da, "sözlük klonu" lafı ağrına gitmeyecek abicim. zira, sen böyle yaptıkça sözlüğüne daha çoook klon diyen çıkar. hatta sana bile klon derler. ssg'nin klonu...
kral; anadan üryan dolanıyor ortalıkta. sizse "bayım, takım elbiseniz gerçekten çok hoş" diyorsunuz. yapmayın be oğlum, dönün bir daha bakın. daha iyi bakın. kral harbiden çıplak!
erol evgin'den ben imkansız aşklar için yaratılmışım'ı, tarkan'dan unutmamalı'yı ve badem'den bir an için'i peş peşe dinleyen dertli micheal'in yazdığı, bi boka benzemesi olasılık dahilinde olmayan garip bir şiir.
tamı tamına iki kişiydik
bu tiyatro hiç bu kadar kalabalık olmamıştı!
ve ortamı saran buğulu sessizlik
hiç bu kadar ürkütücü olmamıştı!
anlattığın o masal hala kulağımı okşuyor
fısıltın sırdaşım...
yüzünü okşayan soğuk el, artık sana yabancı
anlık mutluluklarımızsa mutsuzluğun tanımı
şu sıralar mutluyuz, hem de hiç olmadığımız kadar!
ıslık çalmayı unutmuşuz bu kargaşada
ayak seslerimiz, yol arkadaşımız...
önümüzde uzunca, çetrefilli bir yol
suratımıza çarpılan son kapı,
saçma sapan gururumuzun adı.
yürüdükçe yaklaşıyoruz sona
yaklaştıkça hızlanıyoruz
ve son perdeyi oynuyoruz bu salaş tiyatroda,
oyunun adı: mutsuzluğun tanımı
önce tanımı yapıyorum, sığ ve uzun cümlelerle
bakışlarım son defa gözlerini deliyor
acıklı sonu zorunlu karşılıyoruz
umursamaz insan kılığında...
ve iniyor perde,
kulağımızı tırmalayan bir sesle ve yavaşça
sen perdenin bir tarafında kalıyorsun,
bense diğer tarafında...
sonra karanlık oluyor her yer
sesin uzaklaşıyor ve yabancılaşıyor usul usul
bir yarım hala sende olsa da bakmıyorum ardından
veda perdesi kapandı korkudan
saat 2'yi geçerken kalktım. diğerleri, çoktan kalkmış; ortalığı temizlemişti. tuvalete girdiğimde, taşın üstünde, kule gibi duran bir bok kütlesiyle karşılaştım. "hamına koyim, kim sıçtı lan tuvaletin taşına, bööğk" diye bağırdım. gece, tuvalete gittiğimi ve sıçtığımı hayal meyal hatırlıyordum. yüksek ihtimal ben sıçmıştım tuvaletin taşına. ama bağıran, tepki veren ben olduğum için ikisi de birbirine iki düşman gibi bakmaya başladı. "kim sıçtı" sorusunun cevabını, "tuvaletin taşına ben sıçtım" cümlesindeki gizli öznenin aslında kim olduğunu bulmaya çalışıyorlardı. tuvaletin duvarlarına bir güzel işedikten sonra, yüzümü yıkadım ve çıkmam gerektiğini, diş hastanesine gideceğimi söyledim.
hem mali olarak, hem de hayat görüşü olarak özel kurumlara gidip para bayılmayı pek tercih etmiyorum. aslında salt mali olarak tercih etmiyorum da, sol görüşlü bi insan olduğum imajını çizersem şimdi, belki karı-kız beni karizmatik sanır. o yüzden öyle diyorum. akıllıca değil mi? bence de akıllıca. neyse, sonuçta diş hastanesine gideceğim. hem tanıdık bir doktor da var orada. işimizi bi şekilde halleder. işin kötü tarafıysa, doktor o günden sonra izne çıkıyor. o gün, gitmek zorundayım.
dolmuşa bindim. yan taraftaki kız, öylecene sikimin olduğu bölgeye bakıyordu. ben de tepeden aşağı süzdüm onu. aşağıda kaldım ama. tepeye çıkmadım daha. kısa etek giymişti, ne yapabilirdim ki? bizim ufaklık çok dikkat çekiyor herhalde diye düşündüm, tişörtümü çekiştirmeye başladım. o sırada tişörtümdeki kan lekesi dikkatimi çekti. kızın, kan lekesi dikkatini çekmiş meğersem. "lan şimdi yedi düvele kepaze olduk." diye içimden geçirirken, bu lekeden nasıl kurtulacağımı düşünmeye başladım. eve gidip, sonra diş hastanesine gitsem, yetişemem. yeni tişört alıp, bunu da çöpe atayım diye düşündüm. cebimde sadece yol param ve bi paket sigara param kalmıştı, yani bu yöntem de patladı. geriye tek bir seçenek kalmıştı: beyaz tişörtümü, lacivert-adidas eşofmanımın içine sokup öyle gezecektim. mecburiyetten soktuk.
indim dolmuştan. yan taraftaki büfeden sigara aldım. bi dal sigara içtikten sonra, hastaneye gideceğim dolmuşa bindim, hastaneye geçtim. hemen tandığım doktora sıra aldım. yanına girdim, direk muayene etti ve röntgen e gönderdi.
röntgen de sıra bana geldi. içeri girdim. girdiğime gireceğime pişman olmuştum. içeride kısa boylu, yüzü kırış kırış, saçı benimkinden kısa, sapsarı dişleri ve iğrenç sesiyle beni bekleyen mendebur mu mendebur, aşifte mi aşifte, paçavra mı paçavra bi karı vardı. girdiğimde hiçbir şey demedi bana. bir önceki hastanın filmini çekmiş, onu azarlıyordu. hasta, dışarı çıktıktan sonra sıra benim ağzıma gelmişti. bi temiz ağzıma sıçtı. filmimi çekti ve beni postaladı. röntgen sonuçları, 20 dakika içinde alınabilir yazısını gördüm ve bi dal sigara içmek için dışarı çıktım. hastaneden biraz uzaklaştım. tam elimi cebime attım ki arkadan, "hşşşt, eleman, hşşt" diye çağrıldığımı fark ettim. önce umursamayıp devam edeyim dedim. çağıran vatandaş, sesini daha da yükseltince çaresiz, "buyrun" dedim.
-eleman, baksana yav. bi sigara versene.
nerden biliyon ki benim sigara içtiğimi, paket taşıdığımı? hem de ramazan ayındayız. bu ne amına koyim dedim içimden. sonra, bi sigara uzattım adama.
-gel otur yav, bişi sorucam sana.
+he abi.
-bu kanal tedavisi var ya, kanal tedavisi.
+he abi.
-kaç hafta sürüyo?
"şimdi abi, siz doktorla bi odaya çekiliyosunuz. takriben bir-iki hafta boyunca oradan dışarı çıkmıyorsunuz. işin bitince salıyorlar seni. he bi de amına koyim senin" dedim içimden. sonra;
-yok be abi. yarım saatlik işin var senin.
+harbi mi diyon yav?
-ekmek mushaf çarpsın, iki gözüm önüme aksın ki doğruyu söylüyom abi.
+tamam tamam inandım. hehe, espririkli şey seni.
-yav, bi şey daha sorucam?
+he abi.
-senin doktorun iyi mi?
+iyidir, bi zararını görmedim.
-yahu eleman, bu içerde bi tene garı var. amuna goduğumun garısı sabahtan beri bağırıyö bana.
+doğrudur abi.
-ben, doktorumu değiştirsem. senin doktora geçsem diyom.
"izin mi istiyon amına koyim. bi siktir git başımdan" dedim içimden. sonra;
+geç abi. iyidir bu doktor.
-en iyisi geçim ben.
+geç abi. hadi ben kalkıyom. benim film çıkmıştır.
-tamam eleman görüşürüz.
"allah göstermesin" dedim içimden. sonra;
+görüşürüz abi.
röntgen sonucunu aldım. doktorun, kapısının önünde, içerideki hastanın çıkmasını bekliyordum ki, birisi elini omzuma attı. yine o herifti. doktorunu değiştirmiş harbiden.
-yahu eleman, senin doktor hangisi?
+şu abi, bak yan tarafta.
baktı, göremedi. içeri girdi, doktora baktı. sırıtarak dışarı çıktı. yamacıma geldi yine. bütün millet, bu adama, dolayısıyla da bana bakıyordu. la bi şey değil, yan taraftaki kızla da fena kesişiyorduk. bu herif, çevremde dolanmaya başladıktan sonra kız, bakışlarını başka tarafa çevirdi.
içerideki hasta çıkınca içeri girdim. doktor, dişim üzerinde bir şeyler yaptı. tekrar röntgene gönderdi. oradaki mendebur, yine sıçtı ağzıma. gönderdi sonra. filmin çıkmasını beklerken, dışarıda bi sigara içeyim dedim. dışarı çıktım, banklardan birine oturdum ki yan tarafımda aynı herifi gördüm. bu sefer, ağzında sigara vardı. beni görünce, yanıma oturdu. elindeki sigarayı attı. "bu amına koduğumun sigarası çok hafif geldi. sen bana, seninkinden versene." bu adam, harbiden maldı. zira, elinde lark light vardı. yan tarafta oturan adamın da önünde lark light paketi vardı. sigarayı adamdan almıştı ve yanında bağıra bağıra, adama ve sigarasına sövüyordu. küfrü yiyen adamın minik kızı, moralimi biraz olsun düzeltti.
-baba, doktor sana iki saat, hiçbir şey yemeyeceksin, içmeyeceksin demedi mi?
+dedi.
-ee, niye sigara içiyosun o zaman. at şu sigarayı baba. lüütfeeen.
-röntgen sonucu çıkmıştır abi. ben kalkıyorum.
+tamam eleman görüşürüz.
röntgen sonucunu aldım. doktorun yanına girdim. bütün işlerimi hallettikten sonra, eve geçmeye karar verdim. tam hastaneden çıkıyordum ki, yine bir el dokundu omzuma.
-eleman, bi sigara ver de öyle git.
"al, allah ın belası al. paketi al. sonra da sal beni artık." dedim içimden. sonra da, bi dal sigara verdim. koşarak dolmuşa gittim.
***
sonraki günler, hoşlandığım kızla iki düşman olduk.
ülkücülerle tekme tokat birbirimize girdik.
pederle aramız bozuldu. beş parasız kaldım.
gecenin bir yarısı, köpeklerden bacaklarımı götüme çarptırarak kaçtım.
cebimdeki son parayı düşürdüm.
iddaa'da üst üste 5 kez tek maçtan yattım. (bugün 6 olacak inşallah. amin!)
ramazan'da içtik. ağzımız yüzümüz eğilmedi amma ondan beter olduk be abi. içenin de, içirenin de amına koyim bundan sonra.
öncelikle, maddi anlamda bir bedel veya meblağ kast edilmemektedir bu başlıkta.
içki içilirken ve içki içildikten sonra geçen bir-iki gün içinde, insanın başına envai çeşit musibetin gelmesi, ramazan da içki içmenin bedelidir. ben bu bedeli ödedim dostlarım. hem de çok ağır ödedim. o yüzden, kimse bana gelip de, ramazan da içki içmenin bedeli, paha biçilemez. geri kalan her şey için master card demesin.
her şey, iki tane sikko arkadaşın antalya ya öğrenim hayatını sürdürmeye gitmelerine bir gün kala başladı.
olaydan bir gece önce, yarın buluşmak için msn denen zımbırtı vasıtasıyla sözleştik. öğleden sonra, saat 4 sularında kalktım. buluşma yerine gittim. (buluşma yeri de iddaa bayii amına koyim) baktım, çocuklar yan taraflarındaki ihtiyarla derin maç analizleri yapmaktalar. rıdvan dilmen, bunlara kıyasla bir bok değil. rıdvan dilmen, golden birkaç saniye önce golün haberini veriyor. bunlarsa, ilk yarıda şu kadar gol olur; ikinci yarıda şu kadar gol olur. şu adam çok formda, biri ilk yarı, diğeri ikinci yarı olmak üzere iki tane atar falan diyorlar. onları derin analizleriyle baş başa bıraktım. hazır bayiye kadar gelmişken iki kupon yapayım, sonra da bizim tayfayı dürterim, dışarı çıkarız diye düşündüm. kuponlarımı yaptım, bizimkilerin sohbetini siktim ve dışarı çıktık.
hiçbirimiz de oruç tutmuyoruz. yaktık sigaraları tabi. sonra şehre indik, akşama kadar tavlaydı, yemekti, boktu püsürdü oyalandık. akşam oldu. hadi artık siktir olup gidelim evlere dedim. dur, biraz daha dolanalım, sonra geçeriz dediler. iyi bari dedim.
kaptan büfe'nin önünden geçiyorduk. herifin biri elinde büyük bir siyah poşetle çıktı. poşetin içindeki şişelerin birbirine çarpmasıyla ortaya çıkan melodik seslerle kendimizden geçtik. kendimize geldikten sonra, şom ağzına sıçtığımın ahmet i olm, yarın akşam gidiyoruz lan. kaç ay daha yokuz burada. sahilde son kez demlenmeden mi gitcez hamuna koyim dedi. içkiye, sigaraya düşkün, oruç tutmayan pis bir adam olmama rağmen, ramazan da hayatta içki içmemiş bir insan evladıydım. haliyle karşı çıktım. allem ettiler, kallem ettiler, beni içki içmeye bi şekilde ikna ettiler. kaptan büfe'ye girdik hemen. iki adet 70'lik viski aldık. üstüne de cila niyetine 3 şişe efes aldık. sonra da geçtik sahile.
samsun'da sahilde içki içmek yasak. hele bir de ramazan'da ulu orta içersek götümüzden kan alır bu millet diye korktuğumuz için, sahilin hemen yanındaki parkta, ışık almayan, ücra bir köşeye geçtik. kola şişelerinin yarısını boşalttık. bitter çikolatalarımızı erişebileceğimiz müsait bir yere koyduk. başladık içmeye.
birisi görecek diye götümüz tutuştuğu içün bayağı hızlı içtik. bardaktan içsek, sürekli fondip yapmış olurduk, o derece. viskiler bitti. hızlı içtiğimiz için pek bir şey hissetmiyordum. sonra, biralara geçtik. saat bayağı geç olmuştu. o yüzden sahil boyu yürüyerek biralarımızı yudumlamakta bir sakınca görmedik. kalktık ayağa. vurduk kendimizi yollara.
ayağa kalkınca başım çok fena döndü. mert ten destek alayım diye elimi omzuna attım. ikimiz de yere kapaklandık. o benden daha fenaydı! neyse, güç bela kalktık ayağa. sahilde yürümeye başladık. çapraz yürüdüğümüz için 100 metre yolu takriben üç dakikada anca yürüdük. ahmet, çişi geldiğini söyledi. kenardaki lambanın dibine işemeye başladı. işediği esnada bana dönüp bir şey söylemeye, daha doğrusu bir şeyler gevelemeye başladı. hala işiyordu pezevenk. ayakkabıma doğru bilinçsizce işemeye başladı. sikini başka yöne çevirmeye çalışırken üzerime işedi. şimdi siktim sülaleni diyerek donumun ipini çözdüm ben de. başladım bunun üzerine işemeye. sidiğimden kaçarken arkasındaki banka takıldı, yere düştü. elini, bankın demiri sıyırdı. yerden envai çeşit orijinal küfürlerini benim güzel anama, çileli anama savurarak doğruldu. sen nasıl anama söversin lan diyerek boğazına yapıştım. yine kaçmaya çalıştı, yine düştü. kahkahalar atarak, baba kusura bakma ağzımdan kaçtı dedi. o esnada da, eliyle beni hafiften itmeye çabaladı. sarhoşla sarhoş olunmaz dedim, affettim fukarayı. yürümeye devam ettik. bira şişeleri hala elimizdeydi. ahmet in elinde yoktu ama. yere düşünce tuzla buz oldu güzelim şişe. mert, birasını bitirdi ve parka doğru şişeyi savurdu. şişe, parktaki lambaların birini teğet geçti. "hahaha, az daha kırıyodum la lambayı, hahaha" dedi. ahmet, "hadi la, şişeleri lambalara fırlatalım, hepsini kıralım" dedi. ben de "lan mal, senin şişe demin kırıldı zaten" dedim. o da, "haaa, o zaman sizin şişelerle kıralım" dedi. üç kişiydik ve elimizde sadece bir bira şişesi vardı. "alın kırın olm siz. beni bulaştırmayın" dedim. verdim ellerine şişeyi. birisi fırlattı, isabet ettiremedi. diğeri koştu, düşen şişeyi aldı. fırlattı, o da isabet ettiremedi. "verin lan, çok zevkliymiş. ben de yapıcam" dedim. fırlattım, isabet ettiremedim. en son, mert gitti şişeyi aldı. "beni izleyin şimdi, nasıl kırıcam lambayı, görün" dedi. baktım, çocuk sarhoş sarhoş lambanın direğine tırmanmaya çalışıyor. ilk denemesi hüsranla sonuçlandı. ikincisinde biraz tırmanabildi. şişeyi oradan beri fırlattı. yine tutturamadı. bu sefer ben aldım şişeyi elime. biraz tırmandım, fırlattım sonra. ardından çaaaat diye bir ses geldi ve lambanın parçaları üzerime doğru gelmeye başladı. can havliyle oradan yere atladım, ayağımı burktum. topallaya topallaya yürümeye devam ettim sonra.
ne güzel, efendi efendi yürümeye başladık. hemen ileride bi tane uyuz sokak iti vardı. ahmet, "gel lan buraya" dedi. köpek, tepki vermedi. o da, ona sinirlenmiş olsa gerek, köpeği kovalamaya başladı. ben de "çok zevkliymiş lan, ben de kovalayacağım" diyerek, köpeğin peşine takıldım. muvaffak olamadık. bu sevdadan vazgeçtik ve yürümeye devam ettik. en sonunda birimizin aklına, saatin kaç olduğuna bakmak geldi. "ananı sikiiiim, saat 11 olmuş laaan" dedi mert. ahmet de "hadi evlere dağılalım" dedi. "manyak mısın olm, ramazan ramazan, bu halde eve gidersem, peder yedi sülalemi siker. ben eve gidemem" dedim. sonra, kafa sallayarak beni anladıklarını belirttiler. sonra, biraz düşündüler ve onlar da eve gittikleri takdirde envai çeşit işkenceye maruz kalacaklarını fark ettiler. eve gitmeme konusunda mutabakata vardık. eve gitmeyecektik ama nerede sabahlayacaktık? bu büyük bir sorundu. mert, yazlıklarının anahtarının cebinde olduğunu söyledi. hemen dolmuşların kalktığı yere gittik.
dolmuşa bindiğimizde saat 11 i geçmişti. dolmuş tıklım tıklım dolu olmasına rağmen, şoför hala bekliyordu. dışarıda taşaktı, goygoydu vakit geçirerek hem kendi vaktini hem de bizim vaktimizi çalıyordu. uzun bir bekleyişin ardından dolmuş şoförü aramıza katıldı, kontağı çevirdi. o esnada saate baktım. 12 yi 3 dakika geçmişti. bu totoş meğersem saatin 12 yi geçmesini bekliyormuş. %50 zammı alacak ya 12 kişiden... ibne. söyleseydin, verirdik lan farkını. niye bekletiyon bizi? göt.
mert, pür dikkat yolu izliyordu. ben de onun yolu izlediğini görünce, yazlığa gidene kadar biraz kestireyim dedim...
mert'in dürtmeleriyle uyandım. "şşt kalk lan. çoktan geçmişiz bizim yazlığı. heeey, kime diyorum" diyerek uyandırdı beni. taa ebesinin amına kadar gelmişiz. indik dolmuştan. geri dönmek için dolmuş beklemeye başladık. bekle bekle, dolmuş gelmedi. yürümeye karar verdik biz de. takriben yarım saat yürüdük ve dolmuş geldi. bindik dolmuşa.
eve geçtik. ahmet, "habuk hol holm, habuk" gibisinden bir şeyler gevelemeye başladı. kapı açıldığı gibi, halıyı kusmuğa buladı. bi de pişkin pişkin, "ohh bee, rahatladım" demez mi? bizimki hepten çileden çıktı. "siktir et onu şimdi, sabah temizleriz. gel, şimdi yatalım." dedim. ve mert'i yatıştırdım. gittik uyuduk.
-Daha demin kızı evine bırakıp yanımıza gelmedin mi olm sen?
+napim kanka, mesaj atıyo kız, cevap atmasam olmaz şimdi.
Güya beraber bir şeyler yapmaya gelmişiz. Herkes birini bulmuş, mesajlaşıyor. işin kötü tarafı, taşşak da geçemiyorum. Ağzımı açsam arı gibi üşüşecekler.
Amınıza koyim lan sizin dedim, siklemediler. Sesimi biraz daha yükselterek dedim, yine siklemediler. Daha da yükselttim; en son birisi sikledi. Karşı masaya servis yapan eleman yanıma yaklaştı: "dostum sakin ol. Bayan müşteriler rahatsız olabilir" dedi. O an, can sıkıntısının verdiği mutsuzluk ve benimle konuşan birine rastlamamın mutluluğu birbirine karıştı.
Eleman, yanımdan hızlı adımlarla uzaklaştı. Peş peşe sigara yakıyorum sıkıntıdan.
boş boş etrafı izlemeye başladım ben de. Derken bir adet güzel kız, radara yakalandı. Beline kadar uzanan sarı saçları ve renkli gözleriyle dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Tek başınaydı. Belli ki birini bekliyordu. Tabi ya, erkek arkadaşını bekliyordu. Böylesine güzel bir kız, boşta kalır mıydı? Kızın yanına gidip, senin gibi kızı iki saattir bekleten erkeğin beyin loblarını sikeyim demek istedim bir an. iltifat olarak yani... Sonra vazgeçtim, utanmıştım sanırım.
bu şekilde kafamda bin tilki sikerken, arkadaşı geldi, yanına oturdu. Beklediği arkadaş kız imiş. iki saattir boşuna üzülmüştüm. Bu arada, sahiden de üzülmüştüm. Niyeyse artık...
kızı hafiften hafiften kesmeye başladım. önüme döndüğümde, o da bana bakıyordu. Kafamı çevirdiğimdeyse, önüne dönüyordu. Böyle, garip bir kovalamaca vardı aramızda...
Aradan biraz zaman geçtikten sonra, arkadaşının kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu fısıldamanın hemen ardından, arkadaşı bana dönüp baktı... demek ki kız da benden etkilenmişti. Bunu arkadaşıyla paylaşmıştı ve arkadaşı da bu yüzden bana alıcı gözüyle baktı. ince hesaplar yapıyorum. maksat, 12 den vurmak.
Devir, icraat devridir dostlar. Haydin, kızın yan tarafındaki tabureye çökelim. Biraz ilerletelim muhabbeti.
Bayağı bir ilerlettik muhabbeti. Betül, kalkmaları gerektiğini söyledi. Msn di, telefon numarasıydı alındı. Tekrar görüşme ümidiyle ayrıldık. Sonra arkadaşların yanına geçtim. Aynen bıraktığım gibilerdi...
-iki saattir yanınızda yokum lan! Hiç mi merak etmediniz nerdeyim diye?
+...
Akşam, msn e girdim. Baktım, biri beni eklemiş. Bir daha baktım, nicki betül dü. Yaklaşık 3 saat konuştuk. Bu, birkaç gün devam etti. Sonraları, mesajlaşmaya başladık. Artık niyetimi belli etmeye başlamıştım. O da bana karşı boş değildi. Olacaktı bu iş, hissediyordum. Nitekim oldu da...
ilk başlarda her şey çok güzeldi. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Hobilerimiz de hemen hemen aynıydı. Hepsinden önemlisi, birbirimizi seviyorduk. En azından ben seviyordum. Hem de öyle böyle değil be kanka...
Bir gün, gayet basit bir nedenden ötürü kavga ettik. Kavga, büyüdükçe büyüdü. Oturup adam akıllı konuşacak fırsatı bulamadan araya yaz tatili girdi. O başka bir şehre gitti tatilde, ben başka bir şehre. her zaman ilk mesajı atan kız, artık attığım mesajlara bile cevap atmamaya başladı. Msn de de hiç çevrimiçi olmuyordu.
Okullar açılacaktı. ikimiz de tatilden döndük. Mesajlarıma cevap alamayınca, ben de mesaj atmamaya başlamıştım. Birkaç gün süren suskunluk, onun attığı mesajla bozuldu. Mesaj: "Bu akşam beni evden al. Sahilde dolanalım biraz. Konuşmamız gerekiyor." Ne söyleyeceğini az buçuk kestiriyordum.
Evinden aldım, yürümeye başladık.
-Betül, çok saçma bir nedenden ötürü kavga ettik. Sana karşı sesimi biraz yükselttim o sırada. Özür dilerim.
+Gerek yok Kadir.
-Neden?
+Kadir, bak, düşündüm de ayrılmamız ikimiz için de iyi olacak sanırım.
-...
+bir şey söylemeyecek misin?
-Ne dememi bekliyorsun?
Son kez evine bıraktım onu. Sonra sahile döndüm. O gece yalnız kalmak istemiyordum. Yanıma çok kral iki tane arkadaş buldum: bira ve sigara... bütün geceyi beraber geçirdik.
***
Aradan çok vakit geçti. Şimdi düşünüyorum da, aşkımız yaprak gibiydi bizim. incecik bir bağ ile bağlıydı kalplerimize... ilkbaharda açmıştı. Sonbaharda soldu... ilkbaharda başlamıştı bu aşk, sonbaharda bitti...
***
Başlarda hep sonunu düşledik,
Birkaç farklı mutlu son hazırladık hikayemize.
Sonuna geldik, başları özledik,
Hava çoktan kararmış, geriye dönemedik,
Hüzün temalı düşlere daldık, ilkbahara kadar...
Dudaklarından zoraki döküldü veda cümleleri.
Gölgem, gölgene gülümserken,
Açıldı yüreklerin ayrılığa bakan pencereleri.
Bundan böyle, ömrümden ömür versem nafile
Yaprağın ömrü, sonbahara kadar...
aah ah... allah ın her günü mahalle maçı yaptığımız dönemde, bir fitbol topumuz olmadı ki, sikimiz tavana vurdurulsun şu sefil mahallede. küçük emrah ın bile, montajla da olsa, futbol topuyla beraber poz verdiği fotoğrafları var. söyleyin olm, benim hiç öyle fotoğrafımı gördünüz mü? göremezsiniz işte...
bu ülkede, top sahibine tanınan ayrıcalıklar, mebuslara tanınmadı. bir kere, siksen kaleye geçmez bu çocuk. direk, ben orta sahayım olm der. herkes bilir ki, mahalle maçlarında ben orta sahayım diyen çocuk, forvette mal gibi top bekler. o esnada, canım sıkılmasın hesabı, kaleciye ve defansa ana bacı gider. yani, "ben orta saha oynayacağım" demek, "ben forvet oynayacağım huleaayn" lafının göğüste yumuşatıp, takımın diğer fertlerinin kulağına plaselemektir.
şimdi sorarsın sen bana: iyi de bu adam niye böyle bir şey yapıyor ki, istediği yerde oynar, kimse de bi sikim diyemez? bilmiyorum, bilmiyorum... benim topum olmadı. yaramı deşip durma... git top sahiplerine sor.
takımda kimlerin oynayacağını da, takımın taktiğini de bu çocuk belirler. kimin oynayacağı, nerede oynayacağı, ileri çıkıp çıkmayacağı bu çocuğun ağzından çıkacak iki kelimeye bağlıdır. bence, bir çok teknik direktörün küçükken topu vardı. çekirdekten yetişiyorlar yani, kapiş?
bakın, burası kesinlikle abartı değil. bu çocukla aranız iyi değilse, videolarınız maradona nın veliahtı adıyla youtube da yayınlansa bile oynatmaz sizi. takımda bir kişi eksikse ve etrafta sizden başka oynayacak adam yoksa, ancak o zaman sizi oyuna alır. o da kaleci olarak, daha fazlası değil. kaleci-oyuncu olmanıza da müsaade etmez lan.
aynı zamanda rüşvetçinin tekidir bu pezevenk. sırf beni de oynatsın diye, annenizin yaptığı, dumanı henüz üzerinde tüten poğaçalardaki hakkınızdan feragat edersiniz. ona, o güzel poğaçaları vaad edersiniz. ve yahut, yarın okulda sana karışık tost alacağım dersiniz. o da olmadı, misket, sporcu kağıdı ve sair teklif edersiniz. yine olmadı önünde domalırsınız, aletine dil atarsınız.(ohaa) bence, bir çok devlet memurunun küçükken topu vardı. çekirdekten yetişiyorlar yani, kapiş?
tahmin edeceğiniz üzere beni oyuna kolay kolay almazdı bu it eniği. alsa da, çakılı defans veya kaleci olmam koşuluyla alırdı. sanırım, artistik hareketlerimi çekemiyordu.
şişmandın olm sen. sen o götü kaldırana kadar, ben bizim kaleden topu alır; hepsini çalımlar, gol atardım lan. amatör kulüplerde top koşturuyordum ben, hey gidi. seni almamışlardı takıma göt herif. ondan sonra hiç oynatmadın beni.
her gece yatmadan evvel allah a dua ediyordum. "karıncaya can veren rabbım, şu göt oğlanının topuna bir tiken sok. onun da, topunun da havası iniversin bir anda." amin!
ey mahalle maçlarında top sahibi olan çocuk, kaç kalp kırdın, ananla ilgili ne fanteziler kurmamıza vesile oldun bilemezsin...
ey şimdiki mahalle maçlarında top sahibi olan çocuk, topunu kesicem olm senin. sen sen, kenarda boynu bükük forma bekleyen çocuk. gel lan buraya. sana da en güzelinden bir top alacağım.
akşam ezanı çoktan okundu, ananız babanız bekler. hadi, herkes evine...
yan yana inşa edilmiş iki işletmenin arasında kalan göt kadar yerde sigara içen insanı görmek için kıçını yırtmaktır.
bak güzel kardeşim, ben de elhamdülillah müslümanım. ama oruç tutmuyorum, tutamıyorum. iradem, sizin iradeniz kadar kuvvetli değil demek ki. gördüğünüz gibi, çok stresliyim, çok yoğunum gibi laflar atmıyorum ortaya. değilim zira.
hem, oruç tutan insanlar da hamağa uzanmış, taşaklarını serip iftarı bekleyen insanlar değil genellikle. beni, bu kesim ilgilendirmiyor. beni ilgilendiren kesim, akşama kadar o kahve senin, bu kahve benim dolaşan, yollarda, sözlüğe bir şeyler karalamak için model arayan acemi sözlük yazarları gibi gezinen ihtiyar kesimidir.
öyle böyle değil oğlum. sigara içenleri, çay, su içenleri tek tek bulur. her birine sikecekmişçesine bakar. yiyorsa teravih çıkışına gel oğlum bakışları atar. bu ihtiyar heyetinin seçtiği kurban bugünlük bendim. yok la, o anlamda kurban değil. sadece pis pis baktılar.
bu seneye kadar ramazanda dışarıda sigara içmezdim. yoldan geçen niyetli birinin canı ister, toptan siki tutarım diye. bu dumansız hava sahası muhabbeti yüzünden dışarıda içiyorum mecburen. oruç tutanlara saygı hesabı, kimsenin ilk bakışta beni fark edemeyeceği bir yere geçtim. sırtımı duvara verdim, yaktım sigaramı.
sana coğrafi konumumu şöyle izah edeyim babacan. ben, yoldan geçen kimseyi görmüyorum. gizlendim lan resmen. bir tıkırtı duysam söndüreceğim sigarayı, o derece. ailesinden gizli, bodrumda sigara içen çocuk kadar da korkuyorum biri beni görecek diye. of henry of, bu ne büyük bir azap... bu ne büyük bir çile.
iki büklüm sigara içerken adamın biri karşıma dikildi. vay babanı sikeyim, nereden çıktın sen? anam, ihtiyar la bu. kocaman da gözlükleri var. ağzımın içine kadar girdi. niyetli olmasa alt dudaktan kapacak amına koyim. dayıı, ben senin bildiğin erkeklerden değilim diyecekken döndü arkasını ve gitti.
tebrik ediyorum bey baba seni. beni yakaladın sigara içerken. amacına ulaştın, kral sensin. federal ajansın mübarek. de sırf meraktan soruyorum: beni yakalayıp da allah a mı şikayet etcen? niye bu kadar kastın?
Aslında bir çok insana göre çok daha iyi şartlarda yaşayan bir insanın, hep daha fazlasını isterken; arka mahallelerde rastladığı içini acıtan hayatların yüzüne tokat gibi çarpmasıdır.
amansız bir hastalığa yakalanmıştı. hayatının son demlerini yaşıyordu. durumu, gittikçe kötüye gidiyordu. Gözümüzün önünde eriyip gidiyordu adeta ve biz elimiz kolumuz bağlı sadece izliyorduk anneannemi. Doktorlar da artık ümidi kesmiş; eve götürebileceğimizi söylemişti. Annemin onca ısrarına rağmen, kendi evinde kalacağını; dedemin o evde can verdiğini; kendisinin de o evde can vermesi gerektiğini söylüyordu. Allah tan yasemin abla vardı. onunla ilgileniyordu.
Bundan uzun zaman önce, bir akşam üstü anneannemin yanına gittik.
Anneannemin evi, herkesin birbirini tanıdığı, apartmanlardan ziyade, tek katlı veya iki katlı müstakil evlerin, gecekonduların olduğu bir mahalledeydi. Biz de şehrin merkezinde oturmuyorduk ama insan, yine de garipsiyordu. Sanki, herkes aynı anda, aynı tarihleri yaşamıyor gibiydi. O mahalleyle şehir merkezi arasında en az 20 yıllık bir fark vardı. Mp3 player imi kulağıma takmış; balkonda dışarıdaki insanları izlerken omzuma dokunan bir elle irkildim. Kulaklıklardan birini çıkardım.
-Oğlum, migros a gidip bir şeyler alabilir misin? Evde pek bir şey yok. Yemek yapacağım, hadi.
-Of anne, karşıda bakkal var ya. Oradan niye almıyoruz?
-Benim istediğim şeyler yok orada. Hadi oğlum, üzme beni.
-Tamam tamam. Ver parayı, of.
Migros a gitmek için yaklaşık yarım saatlik bir yol yürümem gerekiyordu. Çekilir mi şimdi o kadar yol? 17 yaşına geldik; peder bey hala arabayı vermiyor bize. Bizim evin kapısının önünde duruyor işte. Alsam götürsem ne olur sanki diye söylenerek yola koyuldum. Arkadaşlarım, babasının arabasını alıp geziyordu. Ben neden gezemiyordum? Böyle bir babam olduğu için onlardan daha talihsizdim. Böyle düşünüyordum o zamanlar. Yaşadığım hayatın ne kadar boktan olduğundan dem vuruyordum her fırsatta.
Evden uzaklaşınca bi sigara yaktım. O gün param azdı. Winston almıştım. Peder bey, harçlığı da az veriyordu bana. Arkadaşlarla bi yerlerde bir şeyler yesem, içsem para kalmayacaktı cebimde. Yine yaşadığım hayatın ne kadar boktan olduğunu düşündüm.
Migros a girdim. Annemin siparişlerini teker teker aldım. Eve dönerken yine söylenmeye başladım. Bu kadar şey elde taşınır mı? Amelelik yapıyordum resmen. Yine yaşadığım hayatın ne kadar boktan olduğunu düşündüm.
Hava iyice kararmıştı. Söylene söylene, ahlana vahlana eve giderken, arkadan birinin poşetimi tuttuğunu fark ettim. Ne oluyor lan diyerek arkamı döndüm. Karşımda, en fazla 9 yaşında, zayıflıktan yüzünün kemikleri çıkmış, eski püskü kıyafetli, esmer bir çocuk vardı. iki parmağım kalınlığında koluyla elimdeki çuval misali poşeti kaldırabileceğini iddia ediyordu.
- abi, ver poşetlerini bana. Ben taşırım.
- yok oğlum, ne gerek var?
- ver abi, taşıyim.
- taşıyamazsın. hem benim evim çok uzak. o kadar yolu nasıl geri döneceksin tek başına?
- dönerim abi. bir şey olmaz. ver poşetlerini bana, ben taşırım.
çocuk, mütemadiyen aynı sözü tekrarlayıp duruyordu. Az biraz geri zekalı olmamdan dolayı, jetonum geç düşmüştü.
gel, otur bakiyim şöyle yanıma diyerek kaldırıma çöktüm. Bir sigara yaktım ve çocuğu soru yağmuruna tuttum:
- söyle bakim, gecenin bi vakti ne işin var dışarıda?
Önüne baktı, cevap vermedi.
- niye taşımak istiyosun benim poşetlerimi?
Kafasını bile kaldırmadı, susmaya devam etti.
- annen baban kızmıyo mu senin bu saatte sokakta olmana?
Nihayet cevap verdi:
+ babam, ben doğmadan ölmüş.
- annenle mi kalıyosun?
Kafa salladı.
- annen çalışıyo mu?
+ ı ıh.
O an dalıp gittim uzaklara. Ben onun yaşındayken ne yapıyordum, düşünmeye başladım. sabahtan akşama kadar sokakta top oynuyordum. Komşumun kızına aşıktım. Annemin yaptığı böreği çöreği paylaşıyordum onunla. Top oynarken düşünce, dizim kanıyordu da babam rast gelirse, kucağına alıp eve kadar getiriyordu beni. Bu çocuksa, gecenin bir vakti sokağa çıkmış; ekmek kavgasına girişmişti bu yaşında. Gözlerim kızarsa da ağlamadım. Giden sevgililerin peşinden ağlıyordum da bu çocuğun hikayesine ağlamamıştım. Hala yontulmamışım.
Bir sigara daha yaktım. Çocuk, öylece bekliyordu yanımda. Sigaram bitince yere bıraktığım poşetleri aldım. Hadi gidiyoruz dedim.
- ne taraftan gidiyoruz abi?
- onu sen söyleyeceksin artık.
Bu da ne demekti şimdi dercesine gözlerime baktı.
- evin ne tarafta senin?
+ şurda abi. Şu evin arka tarafında.
- o zaman, o tarafa doğru gidiyoruz. Geç önüme, yolu göster.
-burası işte abi.
bana gösterdiği şey ev miydi? Bodrum katında bir viranede oturuyorlardı. Bizim kömürlük bile daha yaşanabilir bir yerdi. Zil nerde diye baktım. Zil yoktu. Önce kapıya vurmaya yeltendim. Sonra vazgeçtim. Kapı iyice eskimişti. Sert vursan kırılacak, o derece. Kapıya vurmasını söyledim çocuğa.
Annesi kapıyı açtı. Beni görünce bir hayli şaşırdı.
-buyrun, birine mi bakmıştınız?
- ııı şey... Ben... ben bunları size getirdim.
iki poşeti de kapının önüne bıraktım. Hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. anneannemin evinin karşısındaki markete girdim. 3 yumurta, bi kangal sucuk, 2 ekmek aldım. bir de annem, anneanneme yapar diye hazır çorba aldım. eve geçtim.
-oğlum, nerede aldığın şeyler?
-işte anne, burada.
-iyi de ben senden bunları istememiştim ki. Niye bunları aldın?
-uzun hikaye anne. Sonra konuşuruz. Hem benim karnım acıktı. Yumurta kır da yiyelim.
-iyi de sen yumurta yemezsin ki akşam yemeğ...
-yerim anne yerim. Sen yap, ben yerim.
O çocuğu görmeden birkaç dakika evvel ne diyordum? Benimki de hayat mı be?
Biz, türlü acılar yaşadık değil mi? Hayat, en ağır sillelerini hep bize vurdu.
*Giden sevgililerin ardından ağladık, zırladık; depresyona girdik. Sözüm ona acıların en büyüğünü yaşadık.
Biz birilerine aşkım demek isterken o çocuğun istediği tek şey belki de "baba" demekti. sarılacağı, arkadaşlarına "benim babam sizin babanızı döver. O çok güçlü" diye hava atacağı bir babaydı. Örnek alacağı, dünyanın en güçlü insanı sanacağı bir baba...
Peder, 17 yaşında arabayı kullanmamıza izin vermiyor diye kızdık, bağırdık; küfrettik
O çocuksa ömründe arabaya kaç kez binmiştir Allah bilir.
9-10 yaşlarındayken sokakta top oynadık akşam ezanına kadar. Düştük, dizimiz kanadı, elimiz kanadı top oynarken.
Onun elleriyse birilerinin yüklerini taşımaktan nasır tutmuştu. Kendi kilosundan ağır poşetleri kaldırmaya çalışırken düşmüştü; dizi kanamıştı.
akşam yemeğinde yumurta mı yenirmiş dedik. Pilava burun kıvırdık; etsiz kuru fasulye nedir bilmedik.
Bir parça ekmek, kiminin bir öğünüymüş; bilemedik.
Hep daha fazlasını istedik hayattan. Daha çok kazanma hırsıyla yandık tutuştuk; yetinmedik..
Aklımıza her esti kahpe kader dedik de biz, kahpe kader nedir; aslında hiç bilmedik.