eski tarzlarından farklı, hafiften imagine dragons havası taşıyan çok hoş ve anlamlı bir şarkı. düşüncelerin hatalı da olsa insanları ele geçirip yayılabildiği ve esir aldığı fikri klipte zombi(?) benzetmesiyle verilmiş ve içine hapsolunan bir oyun yansıtılmış. bas kısmı da phantom of the opera‘yı andırıyor ki mükemmel bir melodidir zaten.
bu şarkıya kötü diyen, “eski muse’ü istiyoruz” vs şeklinde zırvalayanlar şov yapıyordur. evet çok netim bu konuda.
bir insan neden cinsiyetini saklama gereği duymalı? “biz sapığız, o yüzden eğer kadın olduğunuzu belli ederseniz demek ki ilgi manyağı bir salaksınız” demek fazla trajikomik değil mi? burada erkekler ünlü kadınlara yorum yaparken erkek olduklarını belli etmiş olmuyorlar mı? ama bir kadın şu adam ne yakışıklı dese ilgi manyağı veya kezban oluyor.
fotoğraf paylaşmak bence de gereksiz bir hareket. ama kimse aman kadın olduğum anlaşılmasın diye ojesini gizleme gibi aptalca stresler çekmek zorunda değil. düşündüğünüz kadar salaksa zaten ilgi de göstermemeniz gerekir. gösteriyorsanız salak olduğunu düşündüğünüz o kişiden daha salaksınız. öyleyse bu durum kadınların değil erkeklerin sorunu.
edit: başlık sahibi dalga geçer gibi bu entry’mi beğeniyor bi de. komedyen galiba.
kabullenmek isteseniz de istemeseniz de sadece güzel olduğu için bir kadını sevmekle aynı şey bu. hatta ondan daha bile anlamlı olduğunu düşünüyorum. belki kadın ilerideki çocuğun geleceğini düşünüyor olabilir. ya da o kadar maddi zorluk çekmiştir ki artık aşk adına bir beklentisi yoktur zaten, sadece rahat etmek istiyordur. ama sadece tipe bakıp seven insana en ufak bir duygusal açıklama bulamıyorum. ha eğer siz gerçekten duygusalsanız, gerçekten seviyorsanız o zaman garip bulabilirsiniz bu durumu. ama sanmıyorum.
bu kadar müthiş olmasının sebebinin nakarattaki çocuk vokali olduğunu düşündüğüm şarkı. hatta ne zamandır bu kadar uyumlu bir melodi ve geri vokal duymamıştım. (bkz: underrated)
bana benziyor, ben de kendimi geleceğin kölesi olarak görüyor ve üzülüyorum diyecektim ama trollmüş. allah bilir şömine başında şarabını falan yudumluyor şu an. bari mutsuzluğumuzla, tek asil duygumuzla dalga geçmeyin be. bi o kaldı.
buna her gün başka bir sebep bulabiliyorum güzelce, şu anki sebebim de hakkımın yenmesi.
ben çok kindarım ya, bu dünyada kindar olmamanın salaklık olduğunu düşünecek kadar kindarım. biri kötülük yaptıysa bu niye unutulsun? bir de adaletsizlik en dayanamadığım şey. hatta anlamıyorum bu dünya nasıl işliyor bunca adaletsizlikle, herkesin sinir katsayısı benim gibi olsa kaos olurdu. siz sinirlenmeden nasıl dayanıyorsunuz? o göz kararma anını bir ben mi yaşıyorum? neden kimse isyan etmiyor? buna sebep olan tiplerin kafamda sıralı tam listesi var. gitmiyorlar da. bir gün delirirsem bu insanların mutlu oluşunu izlerken olacak bu.
her yerde reklamı yapılan, çok söz edilen bir filmi yerin dibine sokarak eleştirince sizin alim veya film uzmanı olduğunuzu düşünmüyor kimse. bu kadar abartıp komik olmasanız keşke.
gerçekten kötü olan tek şey müzikleri bence. onca dandik film müzikleriyle anlam kazanıyorken hele ki böyle duygusal bir filmde akılda hiçbir melodi kalmayışı kötü. ha bir de dernekteki kadının korkunç ingilizce aksanı... “en son lisede konuştum” mesajı vermeyen başka türk oyuncu mu yoktu? hayır bi de oscar adayı film falan denince insan utanıyor, ben utandım şahsen.
bi de başroldeki beyefendi neden hiç yaşlanmıyor? sınav filmi çıkalı 10 yıl olmuş değişen tek şey bıyığı. ne yiyor neyle besleniyor ben bir hafta ders çalışsam çöküyorum aynaya bakasım gelmiyor. garip bir çekiciliği var çözemedim ama umarım yaşlanmamaya devam eder.
geç gelen tanım: gerçek hikaye olduğu için daha da sarsan, izlenilmesi gereken bir film. bitince ağlayarak kaçan ben değilmişim gibi özellikle böyle sinir bozucu alakasız yazdım ki hep yaptığım gibi duygusuz üstinsan profili çizeyfkdkm neyse.
gürbüz tam bir canavar, tüm sınıf ondan korkar. kapıda görünür görünmez, saklanır kekstralar. nazlı okul birincisi kekstra tek eğlencesi, kekstrasını tam yerken aaa, gürbüz yanına geldi. nazlı kafayı kullandı, kekstrayı ters çevirdi. jölesi altta kalınca, gürbüz onu kek sandı. gürbüz gittiği anda kek yine kekstra oldu, nazlı jöleli kremanın tadına yine doydu.
kendilerini çok sevdim, bu konserleri çok da güzel anı olurdu benim dışında seven arkadaş olsaydı. mutlu olmaya bu sefer çok yaklaşmıştım ve yine ne yazık ki kadere bak diyorum.
bu hayatta mutlu olmak için gerizekalı olmak lazım galiba. bunu her geçen gün biraz daha iyi anlıyorum ve tüm isteklerim gözümde değersizleşiyor. her şeye “peki bu gerçekten mutlu edecek mi sanki” diye yaklaşıyorum ve hiçbir şey çabaya değmezmiş gibi geliyor. zeki de sayılmam yani herkes gibiyim bence, kastettiğim şey olan seviyenin de altında olmak gerektiği. kafamıza taktığımız her şey -istisnasız her şey- o kadar değersiz ki, ne bileyim ölüp gideceğiz zaten. kaç kişi yokluğumuza çıkarı için değil gerçekten üzülür? ya da biz kaç kişiye gerçekten güveniyoruz? zaten güvenmek de bana imkansıza yakın bir şey gibi geliyor. hayat tabi ki sosyallikten ibaret değil ama yapılan çoğu şey egomuzu diğer insanlara karşı tatmin etmeye yönelik aslında. bir şeylerin gerisinde kalmamak için hep; genel kültür gibi mesela, para kazanmak gibi veya kariyer de olabilir. hepsinde ya kendini ispat çabası ya da başkalarına hükmedebilme, kendini onlardan üstün hissetme isteği var. yani neredeyse hiçbir şeyi tekil olarak yapmıyoruz ama yaptığımız hiçbir şey de onlara değmiyor. işte bunların hiçbirini düşünmemek isterdim. hatta şu an uyuyabiliyor olmak isterdim. her şeyi gözümde çok büyütmek, ulaşmak için deli gibi çalışmak isterdim. bi sürü hedefim olsun isterdim. bi sürü gereksiz ünlüye hayran olup her şeylerini takip etmek isterdim, karşılaşma hayalleri kurup sevinmek isterdim. daha aklıma gelmeyen bi sürü boş şeyle kendimi oyalamak isterdim. 2-3 sene öncesine kadar böyleydim de zaten ama yine mutlu hissetmiyordum, o zaman da istediklerim olmuyordu çünkü. keşke yine bir şeyleri istesem de onlar olmasa. dışarıdan garipsenmeyeyim diye bir şeyleri yapmaya devam eden robot gibi hissediyorum kendimi bazen. işte bu bile diğer insanlar için. bunu okuyup zaten gerizekalısın diyen olabilir öyleyse de sağ olsun.
aşık veysel'in kara toprağının geldiği muhteşem hal. her dinleyişte acayip gaza gelip mutlu oluyorum, zaten o kadar tanıdık geliyor ki sanki adam türkçe söylüyormuş gibi. vallaxi de aşık olduk.
link bırakılan ösym dökümanı 2016'ya ait, sayfanın sol altında görebilirsiniz. 200 puan alsan tıpa gideceksin diye bir şey de yok. o şöyle oluyor: herkes tercih yapıyor bir yerleri kazanıyor, sonra o kazananlardan bazıları gidip kaydolmuyor ve boş kontenjan kalıyor. onları doldurmak için de tekrar yerleştirme yapılıyor sonradan. 2017 ek kontenjanlar o yüzden liste olarak yayınlanmış olamaz, insanlar daha yeni gidip kaydoluyor.
az önce başıma gelen durum ve gerçekten yerin dibine geçtim. en son ne zaman bu kadar utandım hatırlamıyorum. üstte yazılanlar da moralimi bozdu, herkes eski sevgili vs yazmış, yani fotoğrafa bakarken falan. kimse sadece gerizekalılıktan ötürü aramamış benim gibi. telefon elimden düşecekti tutayım derken oldu. bahane olarak bu gerçeği de söyleyemedim çünkü hepten saçma. of.
bu arama tuşu sağ tarafa alınmış, resimle yan yana durmuyor o güzel ama keşke anında çaldırmasa. normal telefon bile 5 saniye sonra falan bağlanırken bu neyin acelesi? salise bile sürmedi resmen. mutlu musun şimdi mark abi, en az bir ay yüzüne bakamayacağım kesinleşti.
bunu doğru düzgün yazamamaktan korkuyorum aslında. ben bile çok açıklayamıyorum çünkü kendi içimde. genel olarak herkesin kötü gördüğü insanların iyi bi yönü de vardır deyip bulana kadar gereksizce gözlemliyorum. yani gidip arkadaş olmuyorum tabi ki veya olmak istemiyorum. yani niye durduk yere olmaya çalışayım, gözüme havalı falan geldikleri yok. ki sadece havalı gözükeyim diye öyle davranan da çok var onları konuşmaya bile değmez zaten. neyse işte. bu insanların ufak da olsa iyi bi hareketlerini gördüğümde saçma bi şekilde çok mutlu oluyorum, birine sırf o anlık bile olsa yardım ettiklerinde mesela veya yine birine çıkar için değil içlerinden geldiği için değer verdiklerini hissettiğimde. bu dediğim durum günlük hayatta oluyor, kitaplarda ve filmlerde daha da çok oluyor çünkü doğal olarak gerçekten kötü diyebileceğimiz tipler etrafta daha az var veya gözükmüyorlar varsa da, ki böylesi daha iyi zaten. ama gerçek veya hayali karakter fark etmiyor işte. çok önemsiz bir detaylarının farkına varınca bile ''aslında iyiymiş!'' diye heyecan yapıyorum. hani sanki her insan topluma kazandırılabilirmiş veya o kişi size iyilik de yapabilirmiş gibi. az önce yine başıma geldi hem de şans eseri denk geldiğim eski normal bi türk dizisinde. farkında olmadan 1 saat boyunca kötü adamın iyi yönünü görmeye çalıştım youtube'da sahne videolarını geze geze. evet hatta 70-80 dakika falan böyle çöp olmuş. sondan 3. bölümünde bi tane buldum. refleks olarak birini koruyor, tuzağa düşmemesi için uyarıyor, sonraki kısımlarda yine o yaptığını unutturacak kadar iğrenç birine dönüşüyor ama. hem de iyilik yaptığı aynı kişiye karşı. içim çok garip oluyor böyle olunca her şey birbirine giriyor bende. yani anlayamadığımdan değil, biliyorum bariz kötü işte. dengesiz. ama içimdeki sevinç havada kalıyor ve iyi yön bulmak için çaba harcadıktan sonra fark ediyorum bulmaya çalıştığımı. bi de mesela birinin kaybedeceğini hissettiğim anda, yani ikili rekabetlerde özellikle, kaybedecek olanı tutmaya başlıyorum. sonra üzülüyorum. sonra diyorum bile bile neden onu seçtim de kendimi üzdüm? sonra yine aynı şeyi yapıyorum. ilkokuldaki gereksiz sınıf başkanlığı seçimlerinde bile böyleydim ben. şimdi şimdi parçaları birleştiriyorum. saf kötülük ve ezici bi galibiyete şahit olmayı kabullenemiyorum. ben bi şeyde kaybetsem öyle deli gibi üzülen biri de değilim aslında, bi 10 dakika üzülür sonra aman napayım elimden geleni yapmıştım derim, ya da herkese iyilik yapmaya çalışan herkesle aram iyi olsun diyen biri hiç değilim. istesem de olmaz ki. mutlaka birine bi şekilde gıcık olup terslerim ya da aramı soğuturum. rol yapamam ciddi bi yalan söyleyince kızarıyorum çünkü. kendi seçimimden de değil yani rol yapamamak default olarak gelmiş bana. kendi kişiliğimden tamamen bağımsız olarak böyle hissediyorum yine de. bu da böyle garip bi itiraf oldu.
okuldaki çok düşünceli müdür yardımcıları son sene çılgına dönüp dilekçeniz olsa bile çıkamazsınız lafları ediyordu kafalarına estiği zaman. ben de çareyi kaçmakta buldum. lisede 3 sene yatınca son sene nefes almamanız gerek. haftada 1 bazen 2 gün öğleden sonra çıkıyordum. okulun yanında bahçeden de girilebilen sinema vardı o zaman, şimdi kapanmış. müşteri gibi girip filmlere bakıp arka kapıdan çıkıyordum güvenliğin arkasının dönük olduğunu 500 kez kontrol ettikten sonra. ve en arka sırada hocalarca pek fark edilmeyen bi tip olduğum için bazen yok bile yazılmayıp aşırı mutlu oluyordum. son sene hayatımdaki tek aksiyon buydu zaten. sınıftakiler de doktora gittiğimi sanıyordu, çünkü birine söylesem herkes peşimden gelecekti. hem bi hocanın kulağına gitse inanmazdı bile. öyle sakin sinsi bi tipim. ama çok faydası oldu.
2 yıl önce pek beğenemeyip, bugün tekrar okuduğumda boğazımı düğümlemiş kitap. 2. okuyuşta daha farklı anlaşılacağına pek inanmazdım kitapların da, bugün anladım ki doğruymuş. kısacık kitabın çoğu cümlesi o kadar anlam yüklü ki 3-4 kez okunmayı hak ediyor zaten.
--spoiler--
nastenka'yı suçlayanları da anlamıyorum. kız baştan açık açık söylüyordu zaten her şeyi. daha ne yapsın? keşke seni sevseydim'in üstüne daha ne söylesin? insan bağlanmak istiyor ama o kişiyi seçemiyor işte, daha nasıl anlatılsın bu? keşke herkes bu kadar dürüst olsa.
--spoiler--
kütüphaneden almıştım kitabı, biri son sayfaya telefon numarası yazmış. tam duygulanacakken yine bi trollük gelip beni buluyor ya. neyse buna da şükür.
tv'de ilk defa bugün denk geldim ve korkunç bir sesi var, bu gerçek mi ya? şahsen kendi sesimden de iğrenen biriyim ama bu kadar rahatsız edici olanı ne kadın ne erkek kimsede duymamıştım. rol yapıyorsa vahim, gerçekse daha da vahim bir durum. allah yardımcısı olsun.
çok seviyorum ben bunu ya, uçak dışında kullanmadığım yer kalmadı nerdeyse. eskiden sadece şarj gitmesin diye kullanıyordum ama artık bağımlı gibi oldum, çünkü fark ettim ki çok rahat ediyorum. kimsenin size siz istemediğiniz sürece ulaşamama hissi çok güzel, dışarıda yalnızken daha da güzel oluyor. telefonu kapatmak bu hissi vermiyor, çünkü o zaman telefonun kendisinden de mahrum kalıyorsunuz. arada bi kafa dinlemek için muhteşem ötesi bi şey*
yoktur. yani yöntem sayılır mı bilemem ama artık hiç görmemeye başlayınca aklınıza gelmiyor bi süre sonra. öbür türlü zor.
ben 2 yıl aradan sonra gördüm geçenlerde, 5-6 ay kadar önce yolda yürürken. böyle nasıl desem, onu görünce bi karın ağrısı eşliğinde beynim sanki onun etrafındaki her şeyi flulaştırma filtresi uyguluyor gibi hissediyordum, yanında uzaylı belirse geç fark edecekmişim gibi. o gün görünce yine hissettim aynı şeyi, sonra hala mı diye kendime kızdım. 4-5 saniye elim ayağım birbirine dolaştığı için ne yapacağımı şaşırdım, en sonunda beni görmesin diye yolumu değiştirdim. bu eziyeti ruhu bile duymamış biri için yaşamak cidden garip ya. daha doğrusu trajikomik. bi de tamamen şansa çekilmiş, o an alelacele poz verdiğimiz bi fotoğrafımız var. bilgisayarın derinliklerine sakladım. bakmasam da silemedim, duruyor öyle.
6 yıldır sahip olduğum en güzel şey. olmasaydı ne yapardım gerçekten bilmiyorum. hani derler ya ''dertler paylaşınca azalır, mutluluk paylaşınca artar'', bunun doğruluğunu size en iyi o gösteriyor, anne baba değil; çünkü nesil farkı bazı şeylerin doğru algılanmasına engel oluyor, ve sizi susup gerçekten anlamaktansa öğüt vermeyi tercih ediyorlar çoğunlukla. bence bu yüzden en iyi arkadaş da insanın yemek içmek kadar temel bi ihtiyacı.
aramızda 310 km var(şu an google yardımıma yetişti, bunu ezberleyecek kadar sapıklaşmamıştım yanlış anlaşılmasın) ve ben kendisini birden aşırı özlediğimi fark ettim. bunları yazma sebebim de bu zaten sadece. hesabımı bilmiyor ama kendisine seslenmek istiyorum buradan: iyi ki varsın!
türkiye'de pek iyi bir şey olmayabiliyor. az yiyip doyunca insanlar takıntılı olduğunuzu ve sofradan aç kalktığınızı zannedip size acıyor hatta içten içe küçümseyenler de oluyor, dert ettiği şeye bak gibi. biraz kilolu yaşlı teyzeler otobüste büyük ihtimalle sizin yanınıza oturuyor, kendi rahat ediyor ve siz sıkışıyorsunuz. son olarak herhangi bi abur cuburu övmeye kalksanız insanlar size yiyip yiyip kilo almıyorum diye hava mı atıyorsun tarzı yaklaşıyor. halbuki sadece zayıfsınız.
bu cümleyi içinizden 50 kere tekrarlayın rahat girersiniz. iyi geçerse zaten o moralle lys'ye de rahat giriyorsunuz, geçmezse de tekrar önemli olan lys. klişedir ama ilaç gibidir.