Genellikle ege sahil kesimlerinde ve şehirlerin burjuvazi semtlerinde yaşayan ellerinde küçük türk bayraklarını sallayarak onuncu yıl marşı ve izmirin dağlarında çiçekler açar vb.marşları söyleyen geneli kısa, sarı, veya kapalı bir kızıl rengi saçları olan kişiler. Bildiğin fabrikasyondan çıkmış gibi, genelde her türlü farklılığı, inancı ve kültürü cumhuriyete tehdit olarak gördükleri için kendilerini de tektipleşltirmişletdir.
Gurbet elde memleketinin plakasını yollarda, park edilmiş bir halde görmekten bahsettim dostlar. Ne koyar adama, arabanın sahibine sarılmak mı gelmez içinden.
Burukcadır, efkârlara daldırtır bazen de sevîndirendir.
bilmiyorum en son başkası için ayağınıza iyilik fırsatı gelmeden, zahmet ederek, kalkıp giderek, karşılık beklemeden, en azından bir kaç saatiliğinize düzeninizi bozarak gidip iyilik yaptınız mı diye bir sual gelse bir yerden.
bir insan disardaki kuslari dusunup evinin penceresinin pervazina, balkonuna ekmek kirintilari koyuyorsa o insan kotu olamaz.
bu insanı anlıyorum hadi, böyle bir karakteri var ve kendi iyilik hali için her boku yapıyor. ama bu bizim milletin böyle adamları çok sevmesi beni deli ediyor. 'vaay adam işini biliyor', 'sen ne çakal adamsın be helal olsun.' hayatımız namuslu namussuz filmine döndü.
herkes işini bilen üçkağıtçılara hayran. doğru yolda dürüst ve delikanlı insanları kimsenini konuştuğu yok.
yıllarca halkın anasını ağlatan, 1950 lerden beri darbe yapan, milletin arasına nifak sokan, faili meçhul cinayetler işleyen, aydınları öldüren, seçilmiş partilere, ülkeye bir şeyler katmaya çalışanları, yenilik yapmaya çalışanları fişleyen. her türlü kültürün, dilin, farklılığın önüne barikat koyan askerlere, ve diğer işbirlikçilere bugün hadleri bildirildi.
pkk ile mücadele ediyorlar mış mış mış. deveye bale yaptırdığını söyle inanırım da artık bu ucuz paşa kahramanlıklarına karnımız tok. pkk ile mücadele değil, kürt halkı ile mücadele etmişlerdir, köyleri yaktılar, boşalttılar, kürt dilini yasakladılar, konuşanın diline acı biber sürdüler, binlerce faili meçhul cinayet işlediler, diyarbakır da daha nice yerlerde bir sürü işkencehane kurdular, insanları kendi kanlarında boğdurttular.
ve bu şekilde pkk yı beslediler. bunlardan bıkan insanların dağa çıktı. ppk nın en çok militan aldığı dönem diyarbakır cezaevin de ana tahliyelerin başladığı dönemdir. kürtçenin en çok yasaklandığı dönemdir, dağların en çok yakıldığı dönemdir.
her halkın oyuyla gelen partiye, kamoyunda irtica algısı yaratarak etmediklerini bırakmadılar. sadece muhafazakar partilerden de bahsetmiyorum. halkın oyuyla gelen ecevit de bunların kurbanı oldu. ve bunların asıl meselesinin kendi çıkarlarına ters düşen bütün adamları çukura gömmeye çalışmak olduğu anlaşıldı.
millet soruyor şimdi. ' koca Türkiye cumhuriyetinin genelkurmay başkanı nasıl müebbet yer'
yav kardeşim senin ülkende;
koca Türkiye cumhuriyetinin başbakanı asıldı
koca Türkiye cumhuriyetinin 3 tane hükümeti devrildi
koca Türkiye cumhuriyetinin en büyük ilinin belediye başkanı şiir okudugu için hapis yattı.
inanın ak parti hükümeti ile bağdaşan çok az yanım vardır. bunları tarafsız bakış açısı ile söylüyorum.
dinin insanlar üzerinde etkisini emin olun muhafazakar partilerden çok bu adamlar kullandı. insanları aşırı dinci bir devlet yönetimi kurulacak korkusuyla ceplerini doldurdular, imparatorluklarını kurdular, hayatlarını yaşadılar.
olan kime oldu? mazlum halka...
Yıllarca çocuklara kıçı kırık inkılap kitaplarında, insanlık dışı bir milliyetçilik yüklediler. artık ben bile bir süre sonra atatürk'e küfreden birini görsem boğup kara bir kuyuya atabilirim gözüyle bakıyordum ki. kendime geldim, asıl önemli olan insanın olduğu, manevi değerlerinin olduğu ve şu an nerde, nasıl yaşıyorsak her şeyi ona göre ayarlamak gerektiğini anladım.
ve son olarak;
asker artık şunu anlasın. senin görevin ülke güvenliğinin seçilmiş hükümetler emrinde korumak. sen başbakanın memurusun bunu unutma. halkına bütün iyi niyetinle yardım etmek olmalı senin görevin. kıçını koltuğa yayıp akşam haberlerinden sonra 'yeaaaa irtica geliiiii yeaaa bir şeler yapak' demek olmamalı.
Yatağından yeni kalkmışsındır. Bütün gece küçük bir odada durmuşsun, uyumuşsun. Sonra bir şey için dışarı çıkarsın işe gitmek için, bakkala gitmek için. Aniden bir rüzgardır yüzünü okşayan. Bir kokusu var o rüzgarın, o havaların. Güzel havaların, güneşi yakmayan havaların. Her şehirde, her ilçede bile ayrıdır o koku, o hava. Nereden geldiğini bilemezsin, neyin kokusu olduğunu bilemezsin neyin habercisi olduğunu da. Sadece bir kere daha tanrıya bu kokuyu almayı nasip etmesini istersin. Bu erguvan çiçeklerinin üzerine biraz lavanta serptirilmiş gibi kokan rüzgar. Ama betimi güzel diye böyle dedim. Yoksa bu çiçek kokusu değil, ağaç kokusu da değil. Ruhunun yeniden doğuş sancılarını başlatan. Ama bir o kadar anında unutulan. içinde ki bebeği direkt içeride kalmasını sağlayan bu hayat, bu kokuyu da unutturur günün büyümesi ile. Bu kadar cömertliği ile her zaman, hiç beklenmedik anda burun deliklerimden bir sel gibi geçen. Bu hayatı yaşanılabilir kılan şeyler silsilesinden. Güzel koku, cici koku. Bırakma beni hiçbir zaman. Yağmurla karışan koku, toprakla karışan koku. Kendine özgü koku. Senin bir adın yoktur. Bir şeye de benzemiyorsun. Adını ne koyayım senin. Limon yapraklı koku
Hayat, doğduğumdan beri yaşadığım, içinde bulunduğum şu şey,fazla ilginç. dostoveyski diyor ki; bir idam mahkumuna demişler seni okyanusların etrafını sardığı koca bir kayalık üzerinde sonsuza kadar tutacağız buna mı razısın yoksa ölmeye mi? adam hemen koyun demiş beni o kayanın üzerinde hayatta kalmak, ah şu havayı içime çekmek kafidir bana demiş. Adam her şeye rağmen hayatta kalmak istemiş. Dostoyevski her şeye rağmen hayatta kalmak istermiş.
Sonra dostoyevski yine diyor ki; anlamaya başlayınca ölmek istiyor insan. ne söyletiyor buna onu, nerde kocaman bir kayanın ortasında sonsuza kadar durma isteği, bütün insanlığa ölümden sonra hayat hayalini uydurtacak o sonsuza kadar yaşama isteği, neden bir gün öleceğini kabul edememişti de şimdi ölmek istiyordu. Sadece gerçekleri görmek ve anlamak onu intihar etmeye sürüklüyordu. Ben galiba bu sorunun yanıtı kendi zihnim ve bedenimde tahlil ettim. Yaşayarak, anladım galiba.
Anlayınca ölmek istiyor insan, önce bir takım basit şeyleri anlıyorsun. Sonra dayanılmaz oluyor bu uçurumun derinliğinde ki karanlık. Okula başlıyorsun, tarih öğretiyorlar sana atalarımızın ne kadar şanlı olduğunu, onların ne kadar doğru işler yaptığını, vatan sevdası diye bir şeyler aşılıyorlar sana, başkalarının acılarını anlayamıyorsun bu yüzden. yaşadığın coğrafyanın güzelliğinin dünyadaki herkes tarafından göz ucuyla kesiliyor olduğunu anlatıyorlar, başka memleketlerde ki güzellikleri göremiyorsun bu yüzden. Okullar da dizilerde kibar, eli mürekkep görmüş insanlardan zarar gelmeyeceğini söylüyorlar, güveniyorsun arkandan vuruyorlar, o yüzden biraz geç anlıyorsun. iyi kalpli, yardım sever ve kibar olmanın bir işe yaramadığı, hükmeden, söz geçiren, kaba, bilgiçlik taslayan birkaç ciğersizin daha çok değer gördüğünü anlıyorsun. insanlara bir şey anlatmak istiyorsun, senden kaçtıklarını anlıyorsun, herkes sana kızıyor, hiç kimse seni sevmiyor, çünkü onlar gibi değilsin, onların güldüğü şeylere gülemiyorsun, onlarla tatile çıkamıyorsun, onların bu acımasızlığına ve para gözlülüğüne göz yumamıyorsun bu yüzden senden nefret ediyorlar. Çok yalnızım diyorsun, ne zaman başımdan gideceksin diyorlar. Sevmek istediğin bir kadınla birlikte bir şeylere başladığın zaman. Ona saygılı, ezmeyen, boğmayan, bir hayat birlikteliği sürmek istiyorsun, o istiyor ki bana hakim hükümdar olsun istiyor. he ya deveye diken insana siken. Öyle ya. En sonunda da insanların bu durumda kendi kanlarında boğulurcasına bir boşluğa düştüklerinde, tek sığınağı ve en kolayı, devletlerine ,vatanlarına sahip çıkmak babında milliyetçi pis ırkçı davranışlarına katlanmak zorunda oluyorsun. Beş para etmeyecek bir menfaat için, dostluklarını arkadaşlıklarını harcayanları, uyanık, zeki, işini biliyor gibi iltifatlarla daha da pohpohlandığını görüp kafayı yiyorsun. Anlayınca ölmek istiyor ya insan bu yüzdendir.
O yüzden bana göre de değil bu dünya dostoyevski, bir avuç, kendini bilmez, yalancı, iftiracı, yalaka, hırsız, duygusuz için yaratılmıştı bu dünya. Bana göre değil bu kabus. Velhasıl kıyamet kopması, ne kadar kötü olabilir ki bu hususta ve düzende.
bir internet sitesinde paylaşılan video, fotoğraf vardır. bu fotoğrafta veya video da çok sevdiğiniz birisinin ağladığını üzüldüğünü vs farz edelim. işte bunu beğenmekle beğenmemek arasında kalmaya sanal beğeni paradoksu denir.bu videonun paylaşılması görülmesi iyidir beğenilmelidir fakat bu video da sevdiğiniz biri üzülmektedir bunun paylaşıldığını mı beğenmiş olacağım yoksa orada ki insanın üzülmesini mi beğenmiş olacağım.
öncelikle belirteyim ki alçak gönüllü olan kişi de ki erdemi ve üstün davranışların neden böyle bir sıfat taşıdığını anlamıyorum. yani alçak gönüllü, 'alçak lanet gönüllü falan gibi geliyor. ilk ki o yüzdendir küçükken alçak gönüllünün kötü bir şey olduğunu sanardım. karnem hep hep pekiyi iken komşunun maşallah nasıl da zeki terbiyeli dediğinde ben de ne alakası var demiştim. 'maşallah pek alçak gönüllü' demişti sinir olmuştum. sensin alçak, pis karı demiştim içimden. o dönem de nasıl 5 geldi bütün dersler bilmiyorum, pek iç açıcı olmayan bir karne geçmişim vardır.
konuya gelecek olursak. alçak gönüllü olmak herhalde var olan erdemi davranışlar arasında pek bir zor olanıdır. 'alçak gönüllük pek çok soylunun evinde sadece bir hayalet değil midir?' demiştir gothe, genç wertherin acıları kitabında. modern ve eskimiş çağ insanların kanında olan kuvvetli, bulaşıcı bir hastalık bu kibirli olmak. herhalde çok şey başarabiliriz mükemmel bir kariyerimiz, çok güzel bir evimiz, çok güzel ve ya karizmatik bir eşimiz olabilir. peki bunları güzel yapan şeyler nelerdir aslında. yani güzeli güzel yapan sadece o anda hissettirdikleri midir bize? bence hayır. güzeli ve değerliyi değerli yapan şeyi şu sözün ardında saklanan bir hayaletin içinde arayacağız.
mutluluk ancak paylaşıldığı zaman mutluluktur.
mutluluk gerçekten de diğer insalarla paylaşınca bir anlam kazanıyor gibi. güzel bir okul kazandığınızda yeni bir araba aldığınızda, güzel bir işe girdiğinizde, güzel bir sevgiliniz olduğunda çevrenizdekiler ile onu paylaşmadan duramıyoruz. cem yılmaz diyor du ya ; 'ayağımı yerden kessin diye cabrio araba mı alınır lan. biri onu görecek ki aaa bak arabası var. diyecek.
bu birazda şeye benziyor. denir ki ; biz aslında birini sevmiyoruz, onun bizde yarattığı duyguyu seviyoruz. sevgilimin yüzünü her gördüğümde mutlu olmasam, onu öptüğümde güzel şeyler hissetmesem, onunla seviştiğimde zevk almasam, o güldüğünde içimde bir şeyler uçuşmasa yani ben mutlu olmasam niye seveyim, nasıl seveyim.
velhasıl bu kendimiz de var olanı paylaşma, gösterme, diğer insanların tepkilerini izleme insanoğlunun ademden beri gelen en büyük noksanlıklarından biridir. bir başarımızı, bir yeteneğimizi insanlara söylemek belirtmek, insanların senin hakkında ne düşüneceğini, düşünüp haz almak da en basitçe duygulardan biri gibidir. facebook da bu yüzden bu kadar popüler olmuştur ya. insanlar düşüncelerini, fotoğraflarını diğer insanlarla paylaşacak, yaptığı iyi ve ya kötü işlerin sürekli birileri tarafından göz önün de olması onların egolarını pohpohlayacak.
alçak gönüllü olmak zordur işte bu yüzden. en asil duyguların insanı bu alçak gönüllü insan herhalde.
buram buram sadelik ve derinlik kokan bir cümle. bu sözü niye daha önce kimseden duymadım. sürekli forever alone olduğum için değil. biri birine neden söylemedi hiç. şimdi çiçekler solar, kelebeklerin ömrü de bir gün gibi derinleştirmez isek olayı her halde çiçeğe, kelebeğe, böceğe verilen önemin azalmasından kaynaklanan bir durumdur. istanbulda yaşayanlar için kelebeklerin ne kadar azaldığını fark etmeleri çok mu zor en son ne zaman kelebek gördüğünü hatırlamaz, veya en son ne zaman yerdeki bir çiçeği alıp koklamış? onca gürültünün şehir trafiğinin, kornaların zartların zurtların içinde cebinden düşen demir paranın sesini duyuyoruz da yanından geçtiğimiz ağacın içinde ki kırlangıcın ötüşünü duyup biraz ona kulak vermek evvela zor.
aşık olacağım elbet. inanıyorum bu zırvaya. o zaman, sadece kurşun kalemden beyaz sayfaya geçen bir cümleden fazla ithaflığı olacak. birinin kulaklarında.
önceleri trt de yayınlanan ressam bob amcanın vazgeçilmez mottolarından biri. biz hala çöp adam çizemiyoruz bob amca, hala o çöp adamı çizemiyorum emin ol. velhasıl söylendiği gibi hayat bize silgi kullanma şansı vermiyor.
özellikle akşam 7 den sonra taksim, kadıköy, bakırköy vs de bulunan bütün taksicilerdir. çoğu ellerinizdeki bavulları görünce zaten durmazlar. hepsi barlar sokağına doğru kuyruk oluşturmuş yağlı müşteri kovalamacısındalar.
valla ülkede ne kadar bağımsız ve özerk olması gereken kurum ve ya herhangi bir şey varsa bir şeyin tekelinde mutlaka. ama bu adamlar son derece bağımsız, yapacağı işte herhangi bir kotası olmadan istediğime rest istediğime eyvallah şekilde çalışıyorlar. bu ancak belirli bir politika ve kuramsallıkla çözülebilir herhalde.
'o kıyağı yaptı, şu işine yardım etti' sonuna getirebilecek her şey de aslında senden bir kar edeceği için yapılan kıyağı anlatır. ancak bu anda senin sarı saçına mavi gözüne daha yahşi kaçar heralde.
tuvalete gideceğini belirten cümlelerden biri. beton dökmek. oha mk. sonrasında tuz ruhu kezzap vs malzemelere savaşılması muhtemelen madde oluşturulacağı sinyali verir.
-ben bir beton döküp geleyim.
+tamam knk sonrasında ben de kat çıkarım üstüne.
diasporanın, abd konseyine soykırımı kabul ettirmek için yeni taktiklerinden biri. ilk başlarda biraz soğuk gelebilir ama zamanla çok seveceksiniz de der akabinde bence.
hayatta küçük ama çok gıcık eden detaylar vardır ya. onlardan biri işte bu. 'hiç aramıyorsun' mutlaka herkesin başına geliyordur. şu muhabbet en samimiyetsizinden şöyle geçer;
-oooo olum meto hiç aramıyorsun hayırsız.
+sanki sen çok arıyorsun hacı yaa.
- ahuhuhuhu
+ahuhuhuhu
bunu içmeden sıçamıyorum naralarında gülmeler, bu ne lan. ancak bu kadar samimiyetsiz olur. hayır mecbursun sende böyle cevap veriyorsun. gönül ister. lan gavat lise çağında mıyım bu kadar sosyal olayım, çok özlediysen sen ara. zamanım olsa kendimi arayıp bulsam beni , izimi tozumu sürsem yüzüm, ne olduğumu öğrensem, niye yaşadığımı öğrensem, bulsam mevlayı. ama kafamızı mı kaldırabiliyoruz para kazanıcağız, okuyacağız diye.
galiba adamın sinirini bozan şeylerden birisi. hoca çıkar 'efendim bakın böyle iken....' çat program kesilir. program spikerinin taraf olduğu görüşü sitümüle etmesi. nöronlarla birlikte saygı kabiliyetini de kaybetmişler.
hoca: efendim evrim öyle bir kaç günde gerçekleşecek bir şey değildir. çeşitli varyasyonlar, mutasyonlar bu kadar yılda meydana gelir vs. vs. vs...
diğer konuk: fakat kitapta açıkça belirtilmiştir ki insanlar adem ile havva dan gelmektedir. bunun dışında bir yaratılış söz konusu değildir.
sunucu: eee evet hocaaam buna ne diyeceksiniz peki. hıı?
devekuşları sayesinde mi yoksa insanın doğasından mı pek belli olmayan bir sanrı türüdür. gözlerini kapatınca, yorganın altına girince görünmediklerini sanan insanlar, günün bittiğini, ışığın söndüğünü, her şeyin yok olduğunu, olayın kapandığını zannederler. fakat o an sadece kendisi göremiyordur.
bu da güzel bir şeydir. sahip olduğumuz önemli özelliklerden biri. neden es geçelim ki? ağlamayı beceremeyenler, elbet becerirsiniz çekilin ıssız bir köşeye, asıl ağlamaması gerekenler sizsiniz ağlayın.
dünya malının ehemmiyetsizliğini anlatan bir deyim.
Bu dünya Sultan Süleymana kalmamış;
Ama size kalacak.
Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini;
Ama siz bileceksiniz.
Seveceksiniz, göreceksiniz, gezeceksiniz.
bu söz içkili ve hafif de ağır abi ayaklarında takılan kişi tarafından, gıcığına giden veya ters bir şey yaptığınız zaman, kızgın korkutucu ve gevrek bir sözle söylemek istediği zaman ağızdan çıkar.
bu ev arkadaşı ise evi hepten tiribe sokan hadisedir. hele arkadaş ile sevgilisi de manyak ise trajikomik hadiseler ortaya çıkıyor. küfürler, ağza alınmaz laflar daha 2 3 saat önce en sevdiğin insana söylenir. çok acayip durum.
bu durumdan 1 saat sonra eve tıngır tıngır bira şişesi sesleri ile gelen arkadaşın, anlattıkları dinlenir, tavsiyeler verilir, yeri gelir kafa ütülemesi olayına kadar gitse de sabırla dinlenir.