1999 yılında vefat etmiş ispanyol tenor. hayatımın en iyi 5 tenoru arasında 3. sırada yer almaktadır.
bugüne dek başlığının dahi açılmaması, -hiç ihtiyatlı davranmayacağım- bu platform adına muazzam derecede bir utanç kaynağı olmalıdır. kraus aryalarıyla ağlamış bir insan tekebbürün denizlerinde ne kadar gezerse gezsin haklıdır.
bu seksimi sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
sözlükte "nesil" olarak adlandırdığımız merhalenin en sonunda yer alan, birkaç senelik sözlüğe verdiğimiz aranın ardından fütursuzca zuhur ettiklerine tanık olduğumuz, hala popolarında bulunan bebek bezine dahi aldırış etmeden birtakım polemiklere girişen, kendinden önceki atalarını görmezden gelerek meydanı boş bulduklarını sanan on birinci nesle ait bir beyefendiyi şehvet ve mütehassıs bir endamla becermek...
öyle bir becermek ki, uzvi bir makine gibi çalışıp şehvetin son raddesine gelmek. öyle bir hoplatmak ki o oğlan götü, kabil görünmeyen bir orgazmı dakikalarca yaşamak parmak uçlarında. o bembeyaz zemmetmeye kıyılamayacak dolgun popoyu okşadım dakikalarca, hafif tüylü olduğu görünen kuyruk sokumundan süzüldüm o iri loblara. oysaki "tolga çelimsiz erkek sever." diye isnat ederler... nasıl da yanılıyorlar bir bilseler. o bıngıl bıngıl kıllı meme uçları, neredeyse yağ bağlamakta olan göbeği; zerk olmak için zor tutuyordum kendimi. önce hayalarımı sürdüm o erkeksi ve sakallı yüzüne, ardından dudaklarının arasına iteledim minik pembe tolga'yı (mpt'yi).
ruhumun içindeki karanlığı çekip alıyordu sanki. bedenime hapsolmuş şehveti emiyordu dudaklarıyla. daha fazla dayanamadım... yüzüstü yatırdım yatağa. kulak deliklerine 100'er dolar tıkayıp uçlarını ateşe verdim. Para kül olmadan hızlıca becerecektim onu. poposunun sağ ve sol lobunun ayrıldığı o ateşli çizgiyi ayırdım parmaklarımla. pembe rüyamı usula bastırdım sevgi yoluna. hızlanan nefesini vücudumun her yerinde hissedebiliyordum. körpe bir gelincik gibi titriyordu. beni içinde istiyor, bedenini bana doğru itiyordu.
bir hışımla duhul oldum. tırnaklarını bacaklarıma geçirmeye çalışıyordu. kıçının içi fırın gibiydi... onu bir yandan beceriyor, bir yandan da darp ediyordum. içine yalnızca on bir defa girip çıktım. içinden çıktığım gibi kulaklarına akıttım menimi.
ben onun kulaklarındaki ateşi, o benim ruhumdaki ateşi söndürmüştü.
ne güzel şey on birinci nesil becermek. ne güzel şey bir erkeğin menfur bulunan mağarasına girmek.
ihtiraslara gebe kalmış bir aşkın kıvılcımına şahit olmak ne güzel şeymiş...
topuklarıma yapışmış bir muğlak,
küfrettiğim sevişmelere sirayet ediyor
ve on üç yaşımda hayallerime yapışmış duman,
meşakkatli bir cinayet gibi gülümsüyor durmadan
bu fikrimi sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ihtiyatlı ruhumuzu aşkın körpe tevazusundan koparan, kalbimizin ortasına devasa bir güven abidesi diken, aslında hiç güvenmememiz gerektiğini eski erkek arkadaşlarıyla yiyişme sayısından anlamamız gereken; fakat yine de hormonlarımızın gösterdiği aksülamele yenik düşerek güvendiğimiz, bizi bir emtia gibi değersizleştirerek eski erkek arkadaşına koşan sevgilimizi denize dökmek... izzeti tartışılmaz deryaların içinde alçak ruhunu ehlileştirmek, pişmanlık bilmez pespaye gözlerini denizin karanlık hüznünde öldürmek.
sanki iblislerin arasından temayüz etmiş bir sevgiliydi, oysaki meleklerle birlikte arp çaldığını sanırdım. ne kadar toymuşum, ne kadar da renksizmişim... gözlerimin önünde serpilen zehirli sarmaşığı görememişim; oysa bir papatyanın mütevazı ve akıbeti belirsiz hüznüyle sevmiştim onu. ah gaydaşlarım, eski sevgilisini de bir görseniz; flamingolara oral seks yapan bir kaplumbağa tipinde, jant kapakları hiç değiştirilmemiş 85 model peugeot minibüs görünümünde, karaktersizler tanrısının yardakçısı sanki.
evet, sevgilimin kullanılmış bedenini hidroflorik asitle erittim. plastik kaplara doldurup doldurup denize döktüm... sevgilimi denize döktüm. yok olup giden hayallerimizin eriyişine şahit oldum, hayal kırıklıklarının uhrevi kokusunu soludum. ruh hastası aşkımın deniz suyunda dağılışını, birtakım masum balıklara verdiğim zarara üzüldüm. sağ arka cebimden çıkardığım 100 dolarla gözyaşlarımı sildim.
sevgilimi denize dökmüştüm; fakat dünyalar çirkini sakallı eski sevgilisi hala dünyamıza zerk olmuş vaziyette yaşıyordu. sonra güldüm kendi kendime... oysaki eski sevgilisi bendim artık. bendim terk edilen, bendim pipisinin şehvetinden vazgeçilen. zemheri gecelerde yalnızlığıma teessüf eden bendim! "boş ver." dedim kendi kendime, boş ver be tolgişto...
bir ıslık tutturdum o sırada, 9.senfoni süzülüyordu dudaklarımda. gözyaşımla karışmış huzuruma "merhaba." dedim yeniden.
merhaba acının son raddesine gelmiş pişmanlık, merhaba benim renkli eski dostlarım, merhaba gaydaşlarım...
hoşça kal, en güzel yaşıma gem vurmuş eski arkadaşım.
topuklarıma yapışmış bir muğlak,
küfrettiğim sevişmelere sirayet ediyor
ve on üç yaşımda hayallerime yapışmış duman,
meşakkatli bir cinayet gibi gülümsüyor durmadan
bu mesajımı sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
Mefkuresine vakıf olamadığım, zaten muğlak içinde olan zihnimi bir fasıla daha arttıran, ruhumdaki pembe libidonun kıpraşmasına davetiye çıkaran müstehcen içerikli bir davet... bu mesaja binaen tahrik olacağımı tahmin edemeyen bir cühelanın düştüğü gaflet.
mülahazamı mazur görünüz; fakat bana cumartesi günleri selam veren herkes bir homoseksüel adayıdır. cumartesi günleri tüm günümü yavru zebraları konu alan belgesellere ayırmakta, meşreplerine teessüf ettiğim ruh hastası kadınların olmadığı bir dünya için allah baba'ya dualar etmekteydim. bu bağlamda, bu eşsiz ritüelimi sekteye uğratmak isteyen insanları fütursuzca becersem yeridir.
işte tam da böyle oldu sevgili gaydaşlarım...
ismini "bülük" koyduğum yavru bir zebranın amansız ve göz yaşartıcı hayatını konu alan belgeseli izlerken, bildirim sesi 'el bimbo' melodili olan telefonuma bir kısa mesaj geldiğini fark ettim. mesajda tam olarak şu yazıyordu:
"merhaba tolga nasilsin? cok sikildim, bu gece disarı cikalim mi?"
şaşkınlıktan hayalarımı çekiçle ezmek istemiştim. bu yıllardır poposunun hayalini kurduğum kerim'di. kerim... omuz çukurundan dilimi kullanarak bel bölgesinde gezinmeyi düşlediğim, ehveni şer göğüs uçlarını zımparayla tahriş etmeyi planladığım, poposunun sağ ve sol lobunu ayıran çizginin; yani "sevgi yolu" ismini verdiğim o kutsal boşluğun arasına maşa sokup ayırmayı dilediğim, göbek çukuruna kaynar su döküp tıraş köpüğüyle köpürtmek istediğim kerim... fırsat gelse ne de güzel sikerim.
fakat kerim, poposunu bir bankanın nakit kasası gibi muhafaza eden heteroseksüel bir beyefendiydi. hayatı boyunca kız arkadaşları eksik olmamış, gaydaşlarımla ona yaptığımız birtakım pipili şakalarda yüzü kızaran biriydi. onu ilkokuldan beri tanır, ilk önce hangimizin becereceğine dair çeşitli bahislere tutuşturduk. yıllardır elini bile tutamamıştık... şimdi neden durduk yere çok fazla sikildiğini ve gece benimle de birlikte olacağını ima edermişçesine benimle buluşmak istesin ki? işin en üzücü kısmı, benden önce onu kimler defalarca becermişti? on yıllardır poposunun akıbetini korumayı başarabilmiş bir adam neden ilk önce benimle sevişmemişti ki? tüm bunları düşünürken sinirleniyor, fakat nihayet doğru ciheti bularak benimle sevişecek olduğunu hatırlayıp teskin oluyordum.
" amaan tolgii neleri düşünüyorsun yahu?" demeden edemedim kendime. madem sevişmek istiyor, ben de pembe rüyayı ona empoze ederim geçerim. bu pozitif düşüncemden dolayı kendi yüzüme 2.000 dolar çarpıp hazırlanmaya başladım. şu an ne kadar mutlu olduğumu tahayyül edemezsiniz, yıllardır rüyalarımı süsleyen çocukluk ibnemle nihayet romantik bir gece geçirme fırsatı yakaladım.
benim için dua edin gaydaşlarım. buluşmanın nasıl geçtiğini yarın anlatırım size.
bu fikrimi sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
iffetini tenkit etmekten çekinmeyeceğim, ilişkiye başladığım günden itibaren gözleri kaslı ağyar arayan, güvenilmez olmasına karşın köhne yüreğimi bir serçenin göz yaşı misali ıslatan, bahusus aşkımızın en yüksek terakki gösterdiği zamanda terk etmesiyle birlikte; gözümde kalemi kırılmış bir mücrimden farkı olmayan eski sevgilinin anüsünden içeriye çimento dökmek... bir nevi laçkalaşmış paspal ruhunun içerisine kinimizi seyrana çıkarmak, duhul olmaya kıyamadığımız o berrak anüsünün içerisine iğfal edilmiş hayallerimizi hapsetmek... oysaki öyle bir sevmek ki onu; müzmin yalnızlığımızın içerisinde beliren yanakları yakut kırmızısı bir meleği sevmek gibi, hayalleri terk edilmiş bir sabinin hayal kırıklıklarından kuleler inşaat etmek gibi... yine de sevmek yetmiyor işte.
çok sevilmemek ne elim bir arafmış meğer.
evet öpmeye kıyamadığım, mavi gözlerinden huzurlar damıttığım yakışıklı sevgilimin anüsüne çimento dökmüştüm. aldatmıştı zira, aldatmamalıydı. hiç de pişman olmadım...
her şeyden haberdar olduğumu bilmiyordu, usulca uyuyordu koynumda. facebook'ta o oğlan beyle karşılıklı dürtüştüklerini görmedim sanıyordu. benim budala sevgilim, neden yaptın bunu bana?
önümde yüzükoyun uzanıyordu. iç çamaşırını yavaşça aşağıya indirdim, poposu cennetten doğmuş bir güneş gibi önümde parlıyordu.
iç çamaşırını diz kapaklarına kadar indirdikten sonra, poposunun sağ ve sol lobunu yavaşça sıkmaya başladım. her sıkışım hüznümü arttırıyor, her hüzün zerresi kinimi körüklüyordu. kim bilir bu masum deliğe kaç acımasız beyefendi sirayet etmişti? kim bilir kaç oğlan içine girmese bile parmaklamıştı?.. bunları düşündükçe delirecek gibi oluyordum. üstelik sevgilim önümde çırılçıplaktı ve ben ilk kez ona şehvetle bakmıyordum. tam bu sırada yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımı fark ettim. ağlıyordum... işaret parmağımla dokundum o inci tanelerine, parmağım acılarla bezenmiş gözyaşlarımla ıslanmıştı. parmağımın ucundaki gözyaşıma bir öpücük kondurup, minik dokunuşlarla birlikte o parmağımı sevgilimin anüsüne soktum... içi sıcacıktı, buz tutmuş kalbi keşke kıskanabilseydi onu.
parmağımı sokup çıkarttıkça bigane düşmüş sessizliği beni iyice üzmüştü. hissetmiyordu bile, benden önce kim bilir kaç parmak tırtıklamıştı melek yüzlü yarimi? bu kabul edilemez hissiyatla birlikte işe koyuldum ve mutfakta harcını hazırladığım çimentoyu sevgilimin yanına taşıdım. çimentoyu dökmeden önce, ona yazdığım ayrılık mektubumu ve ona ait tüm eşyaları da anüsünün içerisine hışımla attım. en çok da bana hediye ettiği pembe panter işlemeli bastonu atarken üzülmüştüm.
kısa bir aranın ardından tüm çimento harcını sevgilimin anüsünden içeriye boca ettim. artık aldatamazdı kimseyi.
o artık benim sevgilim değil; masumiyetini yitirmiş bir yarı heykeldi. hala uyuyordu... saatler sonra içi taş tutmuş poposuna, birlikte olduğumuz ilk çerçeveli fotoğrafı duvar çivisiyle çakmak istemiştim; fakat buna cesaret edemedim. o mutlu günlerdeki gülümseyişimizi, 'hiç ayrılmayacak' bakışlı gözlerimizi yeniden görmeye dayanamazdım. ağlayarak uzaklaştım eski heykel sevgilimden.
ağlıyordum işte.
müştereken kurduğumuz hayalleri de götürüyordum yanımda. henüz doğmamış çocuklarımızın yarınlarını kaçırıyordum senden, müteaddit yalnız insanların arasına koşuyordum. ağlıyordum da üstelik, hem de hiç utanmadan.
böyle başlamamış mıdır her kıyım? o bakmaya kıyılamayan minik dudaklardan süzülen en acı hatıra değil midir bu?
sanırsınız ki siz kanayınca o da kanayacak, gözyaşlarınız akarken onlara birer buse konduracak. en azından kıyamayacak...
o kadar çok seversiniz ki; inanırsınız. "kader" denilen o öldürmez tümörü görmek istemezsiniz. bilemezsiniz işte bir başlangıca mı, yoksa sona mı gittiğinizi. her yeni sabaha "onunla bir gün daha" diye uyanırsınız. nereden bilebilirsiniz ki onsuzluğa bir sabah daha yaklaştığınızı?
çok seversiniz. çok seversiniz işte ya!.. ama o her zaman daha az sever. çünkü birileri de sizden önce, onu daha az sevmiştir.
karanlığa şirk koşulmuş bir kervandır bu. bir de aranızda karekökü bilinmez kilometreler varsa...
kokusunu her an bedeninizde hissederken, ama ona dokunamamak... ne acıdır bu.
gözünüzü her kapadığınızda onu görür, onu özlersiniz uzaklarda. ama o gözlerini kapatırken siz onu göremezsiniz.
"mesafe" denilen kanatsız ejderhalar üzerinize yürümeye başlar bir süre sonra. savaşırsınız, ama kazanamazsınız.
sonra günlerden bir gün "kıyamam" melekleriniz kaybolur.
kıymaya başlar size. "kıyamam ya" denilen efsalsiz hatırların koynundan çıkmak zor gelir. hala sıcacıktır çünkü... gözlerinizden akan yaşlar da soğutamaz üstelik. elleri kanlı ejdarhaların koynunda bulursunuz kendinizi. kazanan yine onlardır. usulca uzaklaşan sevgisiz bir meleği izler gözleriniz. surete karışmış anılarınızı söküp alacak bir kerpeten yoktur. zaten kıyamazsınız da onlara.
gözyaşlarını öpüşünüz, o ilk kulağınıza hapsolan sesi, ilk benimseyişiniz, ilk göz göze gelişiniz, ilk ellerini öpüşünüz, dudaklarına yaklaştığınız ilk tedirginlik, ilk kavganız, ilk sarılışınız... ve hiçbir zaman doya doya olamayan o son sarılışınız.
her biri perilerin göğsünden sökülmüş bir acıyla çöker üzerinize.
ama siz kıyamazsınız yine de...
bu tespitimi sizlere hiçbir liriklerimle tasvir etmek istemedim.
merhaba,
ben pembe tolga
fenerbahçe spor kulübü'ne gönül vermiş gaydaşlarım kırılmasın ama; sizce de aziz yıldırım'a benzemiyor mu?
futbola ilgimin olmadığını herkes bilir. lütfen "fenerbahçe düşmanı pis pembe!" gibi yersiz ithamlarda bulunmayın. lütfen bu tesadüfi benzerlik için birtakım kalpler kırmayalım. sorsanız fenerbahçe'nin renklerini dahi bilmem... tüm pembeliğim üzerine yemin ederim.
bu söküşümü sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
Heyulalar arasında kaybettiğimiz dimağımızı bir nebze olsun teskin eden, içerimizdeki minik mahdumları gün yüzüne çıkarabilmeyi başarabilmiş, buhranlarla sarılı yüreğimize bizatihi ömür katan, müteferrik ruhumuzu gözlerinin içine toplayabilmiş melek yüzlü sevgilimizin herhangi bir uzvunu alıp bedenimize hapsetmek istemek... yetmezmiş gibi dişlerini söküp her birine doğmamış çocuklarımızın ismini vermek.
tanrım öyle bir sevmek ki onu; müphem kaderimizin akıbetini görmezden gelircesine aşık olmak... bir gelinciğin tüyünden sakınmak gözlerini, el değmemiş boynunun üzerinde kimsesiz bir melek gibi dans etmek istemek.
zinhar aşıktım ona.
bu aşk beni korkutuyordu da üstelik. bu tertemiz sevdamı bilahare uzun uzun düşünmeye karar vermiştim. bu denli muazzam bir ateşi ruhuma hapsedemiyordum, sığdıramıyordum yüreğime. kimse bir insana fazlasıyla bağlanmamalıydı... bu tabiatımıza aykırı mülahazadan uzaklaşmalıydım. fakat aşıktım ona. nasıl terk edebilirdim ki? bir yanım zemheri gecenin koynunda yetim kalmış bir çocuk gibi titrerken, diğer yanım kendi hükmünü veren bir lort kadar emindi.
sevgilittomu terk ettim. uyuyordu adı konulmamış masallar gibi... usul usul masumiyet ağlıyordu rüyasında.
dayanamadım bir tel saçını kopardım. hissetmemişti bile. bir tel saçıyla ömrümün sonuna kadar yetinme fikrine alışmaya çalıştım; fakat yapamadım. gözlerimi kısıp bir avuç dolusu saçını yoldum. verdiğim uyku ilacının etkisinden çıkmasına çok vakit vardı.
bir avuç saç da yetmemişti aşık bedenime. ekmek bıçağıyla serçe parmağını kopardım melek yüzlü sevgilimin... o an yatağın üzerinde süzülen kanların içerisinde boğulmak istemiştim onunla.
tanrım yetmiyordu... daha fazlasını istedim, daha fazlasını aldım. dudaklarını kestim, ayak topuklarını doldurum çantama.
yine de gidemiyordum. her parçasını, ruhunun her zerresini almak istiyordum yanıma. aşıktım ona... öyle kolayca kopup gidemiyordum. sıra en son o inci tanesi dişlerine gelmişti. kanayan dudaklarının arasında, üzgün bir meleğin gözyaşı gibi parlıyordu.
yarım kalmış dudaklarına bir öpücük kondurup, usulca ağzını araladım. çantamdan çıkardığım penseyle dişlerini teker teker yerinden sökmeye başladım. her bir dişine masum birer buse kondurup cebime attım.
geriye yalnızca köpek dişlerini bırakmıştım. adeta kanayan aşkımızın portresini betimleyen ressam bir vampire dönmüştü. tükenmiştik, muhteşem aşkımızın kanını emanet ettim o ressama. yutkunduğu her damlacık hayallerimizden akan birer zehirdi aslında. melek yüzlü sevdiceğimin bir ifrite dönüşmesiydi aşkın tanımı... kaçtım o günahlar sahnesinden.
hiç ardıma bakmadan kaçtım. cebime topladığım her bir dişi ayrı ayrı hatırası olan yerlere sakladım. yalnızlığa hapsettim onları.
yalnızca bir tanesi kaldı avuçlarımda. onu da sonsuza dek yumruklarımın arasında saklayacağım yarınsız aşklardan korkarcasına...
ve ben ruhuma saplanan mütereddit sabilerle ağladım. ağladım hayali bile kurulmamış dilsiz çocuklarımla...
kirli sahifelerde hapsolmuş kokun,
gözlerini öldürseydim elleri kan kokardı oğlunun
günahsız hicivleri diktim koynuma bir yalan gibi
ve kanıma hapsolmuş ifritlerin düşleri yapıştı sırtıma,
şimdi melekleri aldanmış bir bebek gibi ağlıyorum karanlığa;
karanlığımı yutan annem gülümsüyor günahların mezarlığında
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
Mukaddesattan uzak bir ailenin azametine yanaşır bir çocuktum. variyetli sülalemizin son erkek çocuğuydum. benden önce aristokrat ailemizin içinde dünyaya gözlerini açan tüm kız çocukları evlatlık olarak verilmiş, ya da birtakım karanlık güçler tarafından izale edilmişti. bu sebepten tüm aile fertleri üzerime titriyor, tüm varlıklarını eğitimime ve kişisel gelişimime harcıyordu. aldığım eğitimlerin muhteşem neticeleri saymakla bitmezdi. tek bir örnek vermem gerekirse; henüz doğalı birkaç hafta olmuşken bez kullanmayı bırakıp tuvalet ihtiyacımı kendi başıma tuvalette gidermeye başlamışım. dört haftalıkken de kendi kendime duş aldığım söylenir.
yaşım ilerledikçe aldığım eğitimlerin içeriği de değişmekteydi. anlatılanlara göre; köklü sülalemizin tek heteroseksüel evliliği annem ve babam arasında gerçekleşmiş. yüzyıllar boyunca tüm dedelerim ve ninelerim erkekmiş. meğer ailemize girmeyi başarabilen tek dişi organizma annemmiş.
babam aldığı eğitimlere karşı gelerek gey atalarına ihanet etmiş. içerisindeki heteroseksüel canavarı henüz lise çağlarında sokağa salarak annemle karşılaşmış ve aşık olmuş. dedem, babamı her ne kadar evlatlıktan reddetmek istese de; babaannem olan mehmet nine dayanamayıp babamı affetmiş. ne de olsa ana yüreği... bu birliktelik her ne kadar tasvip edilmese de dünyaya benim gibi naif bir izzet bahşedildiğinden dolayı sürekli sineye çekilmiş. bu duruma göre de atalarımızdan süregelen sülalemizin tek evlatlık olmayan çocuğu bendim. bu mülahazaya binaen, beni çok sevmelerine şaşırmıyordum.
henüz o yıllarda atari icat edilmemişti... fakat bahçemizde mario besliyorduk. her gün mario'ya yem atıp kültür mantarlarıyla kavga edişini seyrediyordum. minik pembe bir çocuktum... robotum gri tlg bile henüz tasarlanmamıştı. onun yerine, gri tlg'nin dedesi olan "gri tlg1316mx" bize eşlik ediyordu. gri tlg1316mx; çift aküyle çalışan hantal bir robottu. fakat yine de vefalı ve vasıflı bir arkadaştı. bayramlarda elini bile öptüğümü hatırlar gibiyim.
zor bir çocukluk geçirdim... ailemizin büyüklerince "yasak ilişki" diye adlandırılan bir aşkın meyvesi olarak büyümenin zorlukları vardı. her sabah annemin fotoğrafının yerleştirildiği hedef tahtasına en az beş başarılı ok atışı atmalıydım. yoksa dedem tarafından iphone 6'ım elimden alınıyordu. her akşam uyumadan önce herkesi teker teker öptükten sonra anneme tükürmem gerekiyordu. yoksa müfit halam tarafından azarlanıyordum. kısacası annemden nefret ederek büyütüldüm.
Temayüz kişiliğimin temellerinin atıldığı ergenlik çağımda da değişen bir şey olmamıştı. annemden nefret ediyordum. neden diğer gaydaşlarımın annesi erkekti de benimki hanımefendi bir kadındı? üstelik iki çift de memesi vardı. ıyy...
neyse ki aile büyüklerimiz annem tarafımdan emzirilmeme göz yummamıştı. evde yüzünü görür görmez babam dışında herkes kafasına çuval geçiriyordu. üstelik bu durumdan hiç de şikayet etmiyordu. bu fütursuz yüzsüzlüğünden de nefret ediyordum. babama aşıktı, babam da ona aşıktı. kim bilir biz uyurken geceleri neler yapıyorlardı...
bir gün yeterince büyüdüğümü düşünen mehmet ninem ve dedem beni bir kenara çekip bu döngüye son vermemiz gerektiğini söyledi. onlarla hemfikirdim. artık annemin evden uzaklaşması gerekiyordu... ama nasıl? evden kovamazdık; babişkom da peşinden giderdi. öldürmezdik; babam da ölmek isteyebilirdi. babamı bir şekilde annemden soğutmamız gerekiyordu...
birçok seçenek düşündük. ama en etkili çözüm babaannemin fikriydi. anneme iftira atacaktık... babam aldatıldığını düşünerek annemden nefret edecekti. ne yalan söyleyeyim, bu kurnaz komploda rol alan müsebbiplerden biri olmaktan gurur duyuyordum. dedem, babaannem ve ben sevinçle pipilerimizi çıkarıp havada çarpıştırdık.
plan basitti: annem uyurken yanına altı tane kaslı ve bıyıklı erkek uzanacak, yeminli aile ressamımız tarafından bu an resmedilecek ve babama sunulacaktı. yeminli aile ressamımızın çok güzel bir huyu vardı; gördüğünü çizerdi. kesinlikle sorgulamazdı. fotoğraf makinesinden daha güvenilirdi. yolda depar atan 2400 tane penis resmi çizse tüm ailemiz koşulsuzca inanır, gerçekliğinden şüphe duymazdı.
hanımefendi annem öğle uykusuna yatar yatmaz kiralık bıyıklılar saklandıkları yerden zuhur ederek annemin yanına uzandılar. tam yeminli ressamımız odaya girecekken... o da ne! babam eve dönmüştü. derhal ressamı geri çağırıp odadan çıkardık. korkunç komplomuz başarısızlığa uğramak üzereydi. dedem kiralık bıyıklıları da odadan çıkarmak üzereyken ona mani oldum. "artık çok geç dedeykettom" dedim. gerçekten de öyleydi. babam her zamanki neşeli mizacıyla annemin uyuduğu odaya girmek üzereydi.
odaya girer girmez de ehveni şer bir ses duyuldu. babam eteği açılmış ortaokullu kızlar gibi çığlık atmıştı. çığlıktan korkan bıyıklılar da pencereden kaçmışlardı. babam gözyaşları içerisinde annemin yanına doğru ilerlerdi. annem hala uyuyordu... atılan korkunç çığlıklara rağmen uyumayı başarabilecek kadar yüzsüzdü. babam uzun uzun annemi uyurken izledi. saçlarını okşadı, alnına bir buse kondurdu ve onu nazikçe uyandırdı. biz de bu sırada kıkır kıkır gülüp dedemle birbirimizin omzuna vuruyorduk. uyanan annem "merhaba aşkım" diyerek tebessüm etti. babam bir süre annemin gözlerinin içine bakıp uzaklara daldı... ve ardından yüzüne tokat attı. annem şaşırmıştı. bu sırada biz de kahkaha atmamak için parmaklarımızı ısırıyorduk.
bir süre tartışmalar, kavgalar sürdü. annem gözyaşları içinde olan bitenden habersiz bir şekilde kendisini savunmaya çalışıyordu. babam tam inanacak gibiyken; yeminli ressamımızın yere düşürmüş olduğu tuvali gördü. bir an için annemin sevişirken kendini resmettirmek istediğini düşünerek, bunun bir fantezi olduğuna kanaat getirdi ve celallendi. artık aldatıldığına tamamen emindi. annemi hakaretler eşliğinde odadan kovdu. annemin odadan çıkmakta olduğunu görünce biz de salona koşup hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çaba gösterdik. cebimden çıkardığım piyanomu çalarken, annem de gözyaşları içerisinde odadan çıkıyordu.
yanına bavulunu dahi almamıştı. o güne dek hayatımda görebileceğim en üzgün kadındı. bu "hayat" adı verilen mizansene başka bir halde gelmiş olsaydım; belki ben de onunla ağlayabilirdim... ondan nefret ediyordum evet. o bir erkek değil; kadındı. akıttığı her damla yaş için kahkaha atmam gerekiyordu. ama gülümseyemedim bile... tanrım neden? neden o karşı gelinemez mütalaanı şimdi üflemiyorsun ruhuma? ilk kez ihtiyacım vardı buna.
annem gözlerimin içine bakarak yaklaştı yanıma. "tolga'm..." dedi. "benim minik pembe meleğim... izin ver, ilk ve son kez sarılayım sana. içime çekeyim kokunu" diye fısıldandı. istemsizce açıyordum kollarımı. dedem ellerimden tutup beni arkasına sakladı. annem muhtaç bakışlarıyla dedeme sessizce yalvarıyordu. izin vermedi dedem... yüzüne dahi bakmadı. anlaşılamaz şekilde dedemin ellerinden kurtulup anneme sarılmak istiyordum. bu duruma hangi istitrat çare olabilirdi ki...
ağlamamak için kıstığım gözlerimle, annemin kapıdan çıkışını izlemekten başka bir şey yapamıyordum. o da bir an olsun yaşlı gözlerini benden ayırmamıştı. artık sesini dahi duyamıyordum. yalnızca dudaklarını okuyabiliyordum. "seni seviyorum oğlum" diye fısıldıyordu. ben dudaklarımı oynatamadım. "ben de seni seviyorum anne! gitme..." diyemedim. ama içerimde kopan fırtınanın adı "gitme"ydi...
annemi seviyordum.
annemi sevdiğim için daha çok nefret ettim kadınlardan. nefret ettikçe kadınlardan; yıllar önce ölen annemi daha çok sevdim onlardan...
kirli sahifelerde hapsolmuş kokun,
gözlerini öldürseydim elleri kan kokardı oğlunun
günahsız hicivleri diktim koynuma bir yalan gibi
ve kanıma hapsolmuş ifritlerin düşleri yapıştı sırtıma,
şimdi melekleri aldanmış bir bebek gibi ağlıyorum karanlığa;
karanlığımı yutan annem gülümsüyor günahların mezarlığında
georges bizet'in yitirilmişliğin müstehzi hüznünü dini somutlarla betimlediği, içerisinde benim en sevdiğim arya olan "je crois entendre encore" gibi muhteşem bir eserin de yer aldığı opera.
kaybolmuşluğun inkıraz anında neşemize mugayir bir tatlı şölen gibi, ruhumuzdan tebahhur edilmiş karanlığın gözyaşları içinde kulağımıza fısıldanan bir rüya tadındadır. mümkünse 1863'teki orijinal hali dinlenmelidir.
bahsi geçen entry'de ne bir sözlük yazarı, ne de bir sözlük sitesi belirtilmiştir.
selam.
bu becerişimi sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
muhacir huzuruma mütekellim rüzgarlar gibi, intizamı kaybolmuş öfkelerin pembe tanrıları misali, yüreği tamah ve şehvetle kuduran bir porno yıldızı gibi, popo loblarına henüz istimlak emri verilmemiş "fatih" adında bir oğlan yazarı yakalayıp anüsünden becermek suretiyle ilişkiye girmektir.
öyle bir becermek ki; arkadaşlar arasında toplanıp münavebeyle iğfal etmek, tedbiri elden bırakmayarak o daracık anüsüne pipetle hava üfleyerek, tüysüz ve çelimsiz poposunu birkaç kişinin yardımıyla ayırarak, türkçeyi hunharca istihlak eden o gereksiz ağzının içerisine bir adet edebiyat öğretmeni penisi empoze ederek, bugüne dek içerisine duhul olunmamış anüsünün içerisine mpt'yi (minik pembe tolga'yı) iteleyerek... öyle bir becermek ki onu; ideoloji kargaşası yaşayan dimağını yerinden alıp kendimize aşık edercesine bir iz bırakmak.
ayıptır söylemesi ben geçen hafta böyle bir gaflete düştüm gaydaşlarım.
bu pembelik ve sempatiklik tanrısını zorla polemiğe çekerek misyonundan saptırma gayesine düşmüş, saldırılarına cevap alamadıkça -hahahahaha- sinirlenerek şuuru dönen bu toy oğlanı iğfal ettim. ta kendisini ettim, ne de güzel ettim...
geçen hafta şöyle bir mesaj aldım:
- puu allah belanı versin senin. sn nasıl bir adamsın lan? kadın düşmanı rezil adam. tayyip erdoğan'ın askeriyiz dua et. atatürk olmasaydı şu an kimin çocuğu olrdun ibne? hitler'den aldığımız bir terbiye var. ne de olsa stalin'in çocuklarıyız. senmisin bu sözlüğün sahipi he?
+ merhaba efendim, ben pembe tolga. kalifiye kişiliğimi bir kenara bırakıp size cevap vermem gerekirse; hadi yaşadığınız ideoloji karmaşasını da görmezden geldim... fakat avamdan gelme bu imla hatalarının kesafetiyle dolu cümlenize teessüf edemeden duramayacağım. naçizane bir tavsiye; soru edatları ayrı yazılmalıdır.
- lan sen ne kendini bğeenmiş adamsn?!! her kes im la hatası yapab ilir. yazık lan sana. gör bak sana ayar vericem.
bu tatsız diyaloğun ardından, kendi mahlasının altına 20 sayfa yorum girebilmiş bu asosyal oğlanı bir sözlük zirvesinde yakalayıp evime attım. zirvedeki birkaç gaydaşıma da rüşvet vererek bunu bir güzel becerdik. bir insan inlerken bile nasıl böylesine bozuk bir türkçeye sahip olur şaşıp kalmıştık. çok da çirkin bir surata sahipti.
yüzüne z*ll maskesi geçirip ancak o şekilde etkileşime girebildik.
bu kadayıfımı sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
behemehal bir tayın dinmek bilmez heyecanına sahip, ırmak kenarında açan bir aşüfte çiçek gibi salınan, ahenktar yüreğimize dokunan yaralı bir şiir gibi kanayan, dünyalar güzeli sevgilimizin ay parçası yanaklarından dökülen o kıvırcık saçlarından bir tutam almak, şerbete bulayıp kadayıf yapmak...
tanrım öyle bir sevmek ki onu; uğruna içimizde uyuyan hedonist mahluka veda etmek, ataerkil hiyerarşide büyümüş ruhunun burnuna minik öpücükler kondurmak... öyle bir sevmek ki onu; o kıvrım kıvrım saçlarına aşık olmak, yüreğimize dokunan birer uhrevi diken gibi onları koklamak.
hiç de utanmadım üstelik; herkesin ortasında tıraş makinesiyle kazıdım saçlarını. doldurdum bir poşetin içerisine. aidiyeti solmuş bir masal gibi kokuyordu buram buram. ağlamaya başladı... yanaklarına bir pipet dayadım, yudumladım kana kana. boşa gidemezdi o ıslak periler...
ben de gözyaşları içinde tuttum ellerinden. karşı kaldırımdaki pastahaneye doğru ilerledik.
pastahaneye vardığımızda bizi kel bir garson karşıladı. henüz yeni kel olmuş sevgilim bir de bunun için ağladı. poşette sakladığım saçlarını masanın üzerindeki tabaklara döktüm. "merhaba, ben pembe tolga. bu da pembe tolga'nın sevgilisi" diye seslendim garsona.
şaşkın gözlerle siparişimizi beklemeye başladı. "kadayıf şerbeti istiyorum" dedim. birkaç bin tl de harçlık çarptım suratına. kısa bir sürede şerbeti getirdi.
ah tanrım...
tabağın üzerinde bekleyen sevgilimin saçları ne de güzel kokuyordu. şerbeti dökmeden bile yiyebilirdim. çevredeki aleyhtar bakışlara aldırış etmeden saçları şerbetle karıştırdım. elimde tuttuğum çatala özenle saçları doladım ve yemeye başladım. aşkın tekebbür tadı damağıma sirayet ediyordu, biricik melek yüzlü yarenimin bedeninden ayrılan parçalar boğazımdan geçiyordu... nasıl mutlu olmayayım, nasıl azap çekmesin içimdeki aşksız ifrit? aşıktım işte ona. rüyalarımdan kopan o minik zemheri burnuna dokunabilmek, insanlardan uzak pembe aşiyanımıza bedenini çivilemek istemek... gözyaşları içerisinde bana bakıyordu. keltoş kafasına minik bir buse bıraktım.
çok mutluydum... aşktan midem gurulduyordu. belki de içimde ölen buhranların ağıdıydı bu.
merhaba mutluluk, merhaba yeniden. merhaba pembe hayaller, merhaba benim kadayıf saçlı meleğim...
bu yardımımı sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
Yunan mitolojisi'nde "denizlerin tanrısı" olarak bilinen, hilkatı gereği diğer tanrısal kardeşlerini erkeksi bedeniyle kıskandırmaktan gocunmayan, deryalar içerisinde geçen ömrünü spekülatif karizmasıyla taçlandıran, sakallı bir muhrip gibi denizin üzerinde güneşlenmekten çekinmeyen seksi bedenli deniz tanrısını yakalayıp ev imkanlarında beslemektir.
öncelikle pek değerli gaydaşlarım; yakaladığınız yavru bir poseidon ise derhal elindeki mızrağını alınız. henüz bebeklik dönemindeki poseidon'lar oldukça hırçın olabiliyor. elinize zarar vermesini istemezsiniz. her ne kadar yavru bir poseidon da olsa kesinlikle sakallarını kesmeyiniz. sakallarıyla sudaki olası ısı değişimlerini saptamaktadırlar.
poseidon akvaryumu için dikkat edilmesi gereken birkaç husus:
* büyük bir akvaryum poseidon'un bakımı için idealdir. yakaladığınız poseidon'u leğen ya da kovada beslemeye kalkışmayın.
* dış filtrenizin içerisindeki elyaflar 3 günde bir değiştirilmelidir. poseidon'lar midesi bozuk tanrılardır. suyu çok sık kirletirler. akvaryumda nitrat patlamasını bu şekilde önlemiş oluruz.
* Taban kumu için aragonit idealdir. "Ca" içerdiği için pH değerini dengelemekte yardımcı olacaktır.
* poseidon'lar tatlı suda yaşayamazlar. ya gerçek deniz suyu kullanmalısınız, ya da kullanılacak suyu reverse osmosis (RO) ile hazırlamalısınız. litre başına 40 gram tuz yeterlidir. bir adet de Tuz ölçer (Hydrometer) bulundurmanızda fayda var.
* su sıcaklığı 23 derecede sabitlenmelidir. aşırı ısı durumunda çiftleşme dönemlerinin zamanı ayarlamakta güçlük çekerler ve mercan kayalarıyla mastürbasyon yaparlar.
ek olarak; fazla elle sevmeye gelmezler. ara sıra attığı uhrevi naraları görmezden gelirseniz çok uysal canlılardır. fakat mümkün olduğunca evinizin ana elektrik sigortasından uzak tutmalısınız. mesela geçen ay prizin içerisinde bir adet zeus yakaladım... kardeşini kurtarmaya geliyordu. bu tür tedbirleri elden bırakmazsanız hiçbir zorlukları yok.
takıldığınız hususlar olursa rica ediyorum sormaktan çekinmeyin.
gözlerine revan cinayetlere gülümsedim,
saçları kaç mavi cehennem söndürmüştü kim bilir,
hüdanın koynunda terk edilmişti;
ifrite aşıktı sözleri,
geceyi yıkayan gözyaşlarına dokunsam;
hırpalanmış arşıma küfrederdi gözleri
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ne de güzel bir gündü oysaki... tanrım ne de güzel. nazende aşk tüccarlarımın meskenimde tüten şehvet kokuları, müteredditinden her gün biraz daha uzaklaşan yavru pelikanım, çeşitli arkadaşlarımca teyit edilen; eski sevgililerimin ölüm haberleri, sabah kahvaltımda osmotik basınç yardımıyla yudumladığım demlenmiş viskim... nasıl mutlu olmayayım ki, nasıl tebessüm etmeyeyim henüz tarumar edilmemiş bu pembe sabaha? neredeyse dış sitoplazmalarıma kadar vücudumu esbab-ı mucibesiz mutluluklar sarmıştı. bu önlenemez mutluluğumu çelimsiz loblu oğlanlarla paylaşmalıydım. tam da bu sırada, birtakım gaydaşlarımdan edindiğim istihbarat aklıma geldi: taksim gezi parkı'nda kafi derecede, enteresan loblu beyefendiler bulunmaktaymış. muteber benliğimin bu topluluğa katılmaması için hiçbir sebep göremiyordum. tanrım nasıl da göremiyordum...
kısa bir hazırlıktan sonra yola koyulmuştum. tedbir amaçlı, robotum gri tlg'yi de yanıma almayı ihmal etmedim. topluluk içerisinde dikkatleri üzerine çekmemesi ve de çalınmaması için yüzünü "v for venddetta" maskesiyle gizledim.
fakat aşiyanımızdan ayrılırken gri tlg beni uyardı:
- tolga bey lütfen mazur görünüz ama; yanımıza en azından bir adet gökkuşağı bayrağı almamız gerekmez mi?
+ hayır benim gri dostum... bir ideolojik çatışmanın içerisine değil, ütopik cezbeye sahip popişkoları avlamaya gidiyoruz.
ah benim mekanik dostum... her zamanki gibi kırmızı led gözlerinin voltajını kısarak gözlerimin içerisine bakmaya başladı, pistonlarını gıcırtarak boynunu büktü. hemen ardından da ağlamaya başladı. yanaklarından akan makine yağlarını silmesi için ona beethoven imzalı peçetemi uzattım. pembe yüreğim ağlamasına daha fazla dayanamazdı. "bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. ama yine de bayrağı alacağız" dedim. bunu duyar duymaz gövdesindeki hoparlörlerden kahkahalar atarak mutluluğunu ifade etti.
kısa bir süre sonra gezi parkı'na yaklaşmıştık. uzaklarda beliren yüzlerce gökkuşağı bayrağı burada birçok gaydaşımın olduğunu tesciller nitelikteydi. robotum gri tlg'ye maskesini kesinlikle çıkarmamasını tembihleyerek yürümeye devam ettim. gökyüzünde tevekkül edilemez bir kasvet vardı. burada hayatımın seyrinin değişeceğini nasıl tahmin edebilirdim ki...
yakınlardan bir kadın sesi duyuluyordu; feryatlar içerisinde yardım istiyordu. pembesel deparlarımı kullanarak sesin geldiği mihraka doğru yöneldim.
hamdüsenalar olsun... bu gerçekten de bir kadındı. yanındaki dört adet oğlan beyefendi tarafından "sikin şu çapulcuyu!" haykırışları arasında taciz ediliyordu. bu tenhada kıstırılmış hanımefendi oldukça hırpalanmıştı. ırkçılık kavgasına tutuşmuş bir su kaplumbağası kadar yaralıydı. sütyeninin bir kopçası kopmuş, beyaz pantolonun yarısı aşağı indirilmiş, saçları alaşağı edilmişti... beni fark etmelerine fırsat kalmadan olaya duhul oldum:
- merhaba oğlan dostlarım, ben pembe tolga. muahezekar benliğimi inanın görmezden gelmeye çalıştım; fakat muhayyileme sirayet edecek olan bu kınanası hadiseye kayıtsız kalamazdım. kalbinizi kırmak gibi olmasın ama; hiç utanmıyor musunuz acaba? gezide binlerce muazzam popolu erkek varken bu dişisel canlıya mütecaviz bir tutum sergilemek neden? size ne kadar teessüf etsem yeridir.
aralarından en çelimsiz olan tecavüzcü bey sinirlenerek üzerime saldırdı. bu saldırıyı bertaraf etmesi için gri tlg'ye gülümsemem yetti; arka kasasından çıkardığı balyozu adamın başına vurarak epifizini oracıkta eziverdi. adamın diğer arkadaşları kaçmaya çalışırken aralarından en sakallı olanını yakalayıp yere yatırdım. robotum gri tlg de ellerine basarak kaçmasını engelledi. fırsattan istifade ederek derhal adamın şortunu aşağıya indirdim. önümde yalnızca derdini anlatabilecek kadar göt olan bir göt vardı. yerden bulduğum bir tahta parçasıyla poposunun sağ ve sol lobunu ayırmak suretiyle birkaç incelemede bulundum: poposunun sağ lobu, diğer sol lobuna nazaran daha fazla tüye sahipti. buradan yola çıkmak gerekirse; yaşadığı evin pencereleri doğuya bakıyor, ve sürekli oturduğu kanepesi de bu pencerelere paralel açıda yerleştirilmişti. bu kısa analizimden sonra mpt'yi (minik pembe tolga'yı) adamın içerisine empoze ettim. onu bir yandan beceriyor, diğer yandan da teessüf ediyordum. tam hazzın mutedil noktasına ulaşıyordum ki; "kahramanııım!" nidaları eşliğinde birisi boynuma sarıldı.
bu az önce taciz edilmekte olan günahkar kadındı. nasıl olur da onu darp etmeyi unutmuştum. kim bilir bu masum beylerin dimağına ne tür zehirli şehvetler sokmuştu; ölse üzülmezdim. becermekte olduğum beyefendiye birkaç bin tl harçlık verip kovdum. artık haddini aşmış bu kadınla yapayalnızdık. kim bilir onu nasıl teessüf edecek, memelerini kesip hangi kemirgenlere yedirecek, yüzüne ne tür asitler dökece... yüzü... tanrım yüzü...
tanrım sen beni ne tür bir müphemle sınıyorsun böyle... bu nasıl bir tenasüh, nasıl bir oyun böyle? ne ara karar verdin iblis yüzlü bir dişi yaratmamaya? hayatımda gördüğüm tek güzel kadındı. yüzüne sakal ektirsem evlenmekten gocunmazdım. neler söylüyorum böyle, nasıl bir gafletin içerisindeyim! herhangi bir gaydaşım bunları duysa beni kim bilir nerede recm ederdi. robotum gri tlg'nin yüzündeki maskeyi çıkarıp bu melek suratlı kadının yüzüne yerleştirdim. onu daha fazla görmek istemiyordum. temaşaya doyamadığım, kıvırcık saçları rüzgarda süzülüyordu. sanki tanrı kendi göğüs kıllarından yaratmıştı. saçlarına daha fazla bakmamak için sırtımı döndüm.
"merhaba" dedi. "merhaba ben ırmak. size ne kadar teşekkür etmem gerek bilemiyorum. beni bu hayvanların elinden kurtardınız" dedi.
kurtarmamıştım halbuki. taciz edilmeye dahi layık olmadığını düşünmüştüm. "hayvan" diye tasvir ettiği adamları asıl onun elinden kurtarmıştım. bunu itiraf edemedim ona, sustum.
omuzlarımdan tutup, beni yeniden kendisine doğru çevirdi. karşı koymadım, yüzüne tekme bile atmak istemedim. yavaşça maskesini çıkardı. gülümseyerek yaklaştı. "teşekkür ederim" dedi. yanağıma ıslak ve minik bir buse bıraktı. gözlerimi kapamıştım. yavaşça dudaklarıma yaklaşıyordu, dişlerimi sıktım. hayatımda ilk defa "kadın" denilen bir canlı dudaklarımın mührünü yırtmak üzereydi. intihar etsem yeriydi, ama karşı koyamadım. yaklaştı, yavaşça yaklaştı... bu ölüm çukuruna usulca kendimi bırakıyordum...
sağ kulağımın yanından geçen ılık havayla irkildim...
hemen ardından da gözlerim doldu. "kadın" denilen bir yaratığı öpmek üzere olduğum için vücudumun buna tepki verdiğini düşünmüştüm. yanılmıştım... bu bir biber gazıydı. beni hayatımın en ölümcül hatasını yapmaktan alıkoymuştu. beni bu hatadan kurtaran biber gazını yerden aldım ve içerisine 6.000 tl iliştirdikten sonra teşekkürlerimi sundum. fakat biber gazlarının ardı arkası kesilmek bilmiyordu. yaklaşık 50 metrelik mesafeden üzerimize onlarcası atılıyordu.
derhal arka cebimden çıkardığım tenis raketimle biber gazlarını karşılamaya başladım. her atılan biber gazını etkili forehand vuruşlarımla geri yolluyordum. adeta roland garros finalinde servis kırma puanı elde eden bir nadal gibi gururluydum. fakat karşımda en az 27 tane federer vardı; farkındaydım. artık her atışı karşılayamamaya başlamıştım. biteviye gerginlikleri sonlandırmak için tasarlanan toma'lar da kendilerini göstermeye başlamıştı. robotum gri tlg'ye kaçmasını söyledim. ıslanıp devrelerini yakmasına göz yumamazdım.
artık başka çarem kalmamıştı... robotum gri tlg ve şirret bayan çoktan kaybolmuştu. yürekleri adavet dolu kolluk kuvvetleriyle tek başıma çarpışmalıydım. zor günler için yanımda taşıdığım "teessüf atar" silahımı kullanmaktan başka çarem yoktu. teessüf atar; mühendislerimce kaos ortamlarında güvenliğimi sağlamak gayesiyle tasarlanan, görünümü minik bir su tabancasını andıran; fakat tetiğe basılmasıyla birlikte namlusundan mikroçiplerle çevrelenmiş minik hoparlörler fırlatan, isabet ettiği hedefe saniyede ağza alınmayacak 870 küfür etme tesirine sahip, düşmanı demoralize ederek etkisiz hale getiren mühendislik harikası silahımdı. bu silahı tasarladıkları için mühendislerimi becersem yeridir.
birkaç teessüf atışı atıp geri çekilmeye başladım. teessüf atar çoktan etkisini göstermeye başlamıştı bile. morali bozulan polislerde huzursuzlanmalar, amirlerine karşı öfke gözlenmeye başlamıştı. hatta aralarında ağlayanlar, istifa edenler de mevcuttu.
gökkuşağı bayrağımı yerden alıp koşmaya başladım. belki kaçıyordum, belki de aralarına taharri memurlarının karıştığı gaydaşlarım gurur duyuyordu benimle. kim bilir belki de renkli ruhlarının mümessiliydim, karanlık ruhlu müstevlilerin katiliydim onlar için. ne değişir ki? ne değiştirirdi gözümdeki yaşları? kifayet eder miydi kahramanlığa? o-klorobenzalmalononitril etkili gaz mı, yoksa gafletine teslim olmak zorunda olduğum sanrılar mı ağlatıyordu beni? bilmiyordum...
ben ağlıyordum yine.
neden bu öfke tanrım , neden bu tezahür?.. bilmiyorum işte.
ben ağlıyorum yine.
gözlerine revan cinayetlere gülümsedim,
saçları kaç mavi cehennem söndürmüştü kim bilir,
hüdanın koynunda terk edilmişti;
ifrite aşıktı sözleri,
geceyi yıkayan gözyaşlarına dokunsam;
hırpalanmış arşıma küfrederdi gözleri
bu tespitimi sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
basübadelmevti bekleyen hayatlarımızı fazla tafsilata girmeden neşelendirmeyi amaçlayan, birtakım gariban ailelerin tasvip edilmeyen birlikteliklerini konu edinerek -işlevsiz otomobiller uğruna- manasız yarışmalar düzenleyen, birbirinden çekici oğlanların bir o kadar gaflete düşmüş hanımefendimsi eşlerini görmek zorunda bırakıldığımız yarışma programının sunucusu olan ilker ayrık'ın; gotham şehrinin en loblu karakteri olarak da bilinen, 1992 yılının batman'indeki "penguen" karakterine benzemesidir.
ilker ayrık'a hayranlık besleyen oğlan dostlarımız lütfen bu pembe kardeşinizi mazur görsün. cebinizdeki müteferrikalar kadar bile değerim varsa affedin bu gaydaşınızı.
ilker ayrık'a yalnızca soyadından dolayı sempati duyduğumu, o teessüf edilmesi gereken yarışma programını da katiyen takip etmediğimi bu vesileyle deklare etmek isterim.
bu konuşmamı sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ruhani açıdan sorgulanması gereken vasıfsız erkeklerin temaşaya doyamadığı, tanrının bile yanlışlıkla yarattığına dair hakkında birtakım spekülasyonların döndüğü, cinsel ilişki öncesinde erkek anüsüne nazaran nefasete erememiş iğrenç sıvıların gözlendiği, biyolojik olarak birçok hataya elverişli olmalarına karşın; müşkülpesent yapılarıyla zaten cüzi boyutlarda olan samimiyetlerini de yitiren hanımefendi yaratıkların üreme organını karşımıza alıp sakince konuşmaya çabalamaktır.
ben hayatımda böylesine fütursuz bir organ görmedim gaydaşlarım: dili var, ağzı yok.
o ne şirret bir organ, muhteviyatı ne kadar manasız bir parça öyle... tasarımı dahi hasbelkader bitirilebilmiş olmalıydı.
bu lanetlenmiş uzuvla bir ömür biteviye yaşamak niye? her birinin içerisine çimento dökülmeli, ya da teessüf edilmeli habersizce.
artık bu sabah daha fazla dayanamadım... yoldan geçen bir hanımefendiyi durdurdum ve durumu izah ederek vajinasını ödünç aldım. vajinayı streç bir filme sarıp cebime koydum. hanımefendiye söz vermiştim; vajikettosunun kalbini kırmayacak, nazik davranacaktım. vajikettosunu elit bir restorana götürüp karşıma diktim. şerefsizce gözlerime bakıyordu. bir an için suratına çatal saplamak istesem de, kendimi derhal teskin ederek sükunetimi korudum. hatta "ne içersin?" diye de ekledim. sessizliğini koruyarak bu nazik adımımı görmezden geldi. belki de onu sahibesinden ayırdığım için bana öfke duyuyordu. daha fazla uzatmayarak konuya girdim:
- merhaba iğrenç mahluk, ben pembe tolga. bu müstesna üslubum sizi yanıltmasın; sizden nefret ediyorum. sessizliğinizle nüktedan bir kişiliğe sahip olduğunuz fikrine vasıl olmamı düşünüyorsanız size teessüf ederim. derhal aklınızdan bu fikri çıkarınız.
muhayyileme bile sığmıyor; kendinizi dünyanın incisi sanmaya utanmıyor musunuz? günahlarla bezenmiş bir organ oluşunuz hiç kahretmiyor mu sizi! ne utanmaz bir varlıksınız. sizin yüzünüzden çıkan binlerce savaş, katledilen onlarca oğlan beden, uğrunuza açılan zührevi hastalıklar polikliniği... bunların hesabını nasıl vereceksiniz cevap verin bana!
cevap veremedi...
çok sinirlendim. sağ arka cebimden çıkardığım beyzbol sopamla klitorisine ölümcül bir darbe indirdim. içimdeki kin bitmek bilmiyor, ölümcül darbelerime bir yenisini ekliyordum. en sonunda adavetin coşkusuyla onu yere atıp topuklarımla çiğnedim. nihayet onu yenmiştim. vajinanın sahibi hanımefendi ise feryatlar içerisinde karşı kaldırımdan üzerime doğru koşmaya başladı. kahkahalar eşliğinde ona "nanik" işareti yaparak uzak diyarlara hicret ettim.
topuklarımda bir çift kan izinden başka hiçbir şey takip etmiyordu bedenimi. huzurumu yine kimseler iştira edememişti.
ne de güzel bir gündü oysaki... bilahare kaçtım, kaçtım ve kaçtım.
hiç de ağlamadım, gocunmadım.
her biri ölse keşke.
bu içişimi sizlere bu eserle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
avamdan gelmesine karşın sapyoseksüel duruşuyla istihfaf edilmekten muaf olan, onu yanlışlıkla aldatma gafletine düşmemizi fırsat bilip birtakım müeyyideleri uygulama hakkına erişen, yetmezmiş gibi de defalarca bize olan itimadını yitirdiğini beyan etmesiyle birlikte; yüreğimizdeki menfur sıcaklığı yok eden sevgilimizin -haklı olarak- yanaklarından akıttığı ab-ı çeşmlerini pipet yardımıyla içmektir.
öyle bir öpmek ki onu; mütereddit boynunda mezar olmayı dilemek, özlemle sulanmış dudaklarından damlayan maraz-ı mevtlere yalvarmak, her muvakkat sevgili gibi onun da ardında kalan bir çift saç teline sarılmak; onu koklamak. tanrım öyle bir öpmek ki onu, kimsesiz şiirlerin karanlığına hapsetmek gözlerini...
mukavemeti kırılan şehvetimin oyununa geldim, ihanet ettim yarenime. ben de istemezdim elbette. fakat müşerref olamadı aşkımız, tutunamadık işte.
bu sabah itiraf ettim ihanetimi. önce bir teessüf etti sinirle, sonra büktü uhrevi dudaklarını. konuşamadı, konuşturmadı da bu pembe adamı. bu defa evhama gelmiyordu, ağlıyordu umarsızca. bir an gözyaşlarını silmek istedim. kıyamadım...
aşkımızın günahları damlıyordu yanaklarından. ona dokunup mütecaviz bir güruh olmak istemedim, kirletmek istemedim bu masum meleği.
uzandım masaya, aldım pipeti. yumuldum gözlerinden damlayan "hoşça kal" tesirli yaşlara. içime çektim her bir damlasını, içimi soğuttum zemheri pişmanlıklarla.
utanmadım da hiç.
şaşkın bakışlara aldırış etmeden içtim. kendi gözyaşlarım da karıştı yalnızlığa. elimde bir pipet kaldı en sonunda...
sormayın, ne yaptığımı söylemem onunla.
musarrah günahların yemyeşil gözleri,
ihtişamı satılmış tanrıçaların kanlı vecizeleri
şehveti musaddak sabilerden birer kolye yaptım göğsüne;
olur da masumiyeti ihanete uğramış kalbini belki temizlersin diye
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
tanrım ne de güzel bir gündü oysaki... altlarına bebek bezi giyen kırlangıçların adab-ı muaşerete vakıf olmuş entelektüel uçuşları, ruhumuza hapsolmuş huzurun saçlarına "dınım dırım dınım dırım dınım dınım dıdıınım dınınınımm" vurgularıyla dokunan pink panther'in büyüleyici giriş müziği, son günlerde revaçta olan kadına yönelik şiddet haberleri, yurdun birtakım tekrim görmemiş köşelerinde artan oğlanlı grup seks antrenmanları... her biri içtimai değerlerimizi arşa tırmandırmaya yeten, binaenaleyh karamsar yarınlarımızın üzerine serpiştirilen birer umut çiçeği gibi pembe bugünlerimizin arasından sıyrılan köhne bir gündü; fakat ne de güzel bir gündü...
o sabah robotum gri tlg ile geleneksel hale getirdiğimiz bilek güreşi turnuvasına ev sahipliği yapıyorduk. ben, robotum gri tlg, sadık köpek balığımız beyaz münir ve yaklaşık yirmi gaydaşın katılım gösterdiği son derece aktöresel bir turnuvaydı.
robotum gri tlg ile, yarışmanın ilk turunda katılım gösteren tüm gaydaşları darp ederek evden kovduk ve direkt olarak yarı finale yükselme başarısını gösterdik. bu durumda köpekbalığımız beyaz münir de direkt olarak adını finale yazdırmıştı. bu kıran kırana geçen mücadeleden dolayı birbirimizi tebrik edip yeniden yarışmaya döndük:
karşımda son derece robot disipline sahip, işinin ehli bir rakip vardı. onu eleyip adımı finale yazdırmak hiç de kolay olmayacaktı. kırmızı led gözlerinin içindeki ciddiyeti görmezden gelemiyordum. müsabakaya başlamadan önce ben parmaklarımı kütleterek, o da kollarındaki vidaların somununu sıkarak göz dağı veriyordu. artık ikimiz de hazırdık...
birbirimize son bir kez şans diledikten sonra dirseklerimizi masanın üzerine yerleştirdik. krom elleri buz gibiydi, yüzünde hiçbir mimik yoktu. ve nihayet beyaz münir'in işaretiyle zorlu mücadeleye başladık. gri tlg'nin kollarında oluşan yaklaşık 2 tonluk tork gücüyle beni yere sermesini beklerken; fakat o da ne... henüz ne olduğunu dahi anlayamadan onu bir çırpıda yenivermiştim.
fütursuzca mızıkçılık yapmıştı! bilerek yenildiği için ona tüm pembeliğimle teessüf ettim. bu mızıkçılığından naşi, devrelerine 220 volt elektrik akımı versem yeridir. kısa süre içinde kendimizi tatsız bir tartışmanın içinde bulduk. birbirimize ağza alınmayacak hakaretler sarf etmeye başladık:
- son günlerde bu davranışını ne kadar tezyit ettiğinin farkında mısın gri? sana tüm pembeliğimle teessüf ediyorum. zamanında konsorsiyum içerisinde bulunduğum şirketlerden hiçbir farkın yok. bu şuh kuvözümüze nifak tohumları serpmeye devrelerin el veriyor mu? dağarcığımda beni ne denli müteessir eylediğini aksettirebileceğim hiçbir kelam yok.
+ tolga bey... gerçekten hakkınızla kazandınız efendim. kollarımdaki çarklarda kısa süreli amper kaybı yaşamış olmalıyım. ve siz de tam bu sırad...
- yeter artık gri! mahiyeti yitirilmiş yalanlarına artık daha fazla devam etme!
+ peki efendim... evet bilerek yenildim. ama bir sorun niye yenildim? :(
- (yüzüne 450 dolar çarparak) söyle bana bu afaki yalanının sebebi neydi?
+ efendim siz yenildiğiniz zaman renginiz atıyor, oldukça üzülüyorsunuz. aşk tüccarlarınızın ensesinde çekiç parçalıyorsunuz, kız evladı olan ailelerin evinin kapısına nitrogliserin yerleştiriyorsunuz, üniversiteye sınavına giden kadınların çantasından kalemlerini ve kalemtıraşlarını çalışıyorsunuz... kısacası etkisinden kurtulmanız günlerce sürebiliyor ve bu sizi agresifleştiriyor. haddim olmamasına rağmen buna izin vermek istemedim. affınıza sığınıyorum efendim. tıpkı geçen yıl bahçenizde beslediğiniz değerli flamingolarınızın beslenme çantasını hazırlamayı unuttuğum zamanki gibi, beni yine 2 haftalığına "pause" tuşuma basarak beklemeye alıp cezalandırabilirsiniz.
tam da bu sırada merdivenlerden ağlayarak inen yeşil halis'imi fark ettim. bağırışmalarımıza uyanmış olmalıydı. poposuna sarılı bebek bezinin üzerine düşerek tek tek basamaklardan iniyordu. "bu şiddet dolu oyunu oynarken sana aşağıya gelmeyeceksin demedim mi ben!" diye kızsam da, beni duymazdan gelerek aşağıya inmeye devam etti. baba yüreği işte... dayanamayıp onu kucağıma aldım ve pışpışlamaya başladım. bu sırada da köpekbalığım beyaz münir, "oynayacağınız oyunu sikeyim ben gidiyorum" hareketi çekerek havuzuna geri döndü. ayıptır söylemesi tüm oyun elimize ayağımıza dolanmıştı. gri tlg'nin gözlerinin içinde yağ birikmeye başladı. o da ağlamak üzereydi. turnuva iyiden iyiye sarpa sarınca robotum gri tlg'yi affederek inzivaya çekilmesini söyledim.
minik bebişim yeşil halis ise ağlamaya devam ediyordu. "neden ağlıyorsun bebeykettom?" diye sorduğumda da cevabı gecikmedi:
- babaycım babaycım! bu güyn hani oğuzhan aymcaylaya gidiyoyduyk? geçeyn hayfta biyzi daveyt eytmişti. unuyttun mu yoyksa?
hiihh!..
gerçekten de unutmuştum. oğuzhan amca; gaydaşlar cemiyetimizin en önde gelen kalifiye ibnelerinden biriydi. bu sabah, yani çarşamba günü oğlunu istemeye geleceklerdi. beni bizzat davet etmişti. tanrım bunu nasıl unuturum! evde toplanmalarına yaklaşık 20 dakikalık bir zaman kalmıştı. muhtemelen gecikecektim. derhal salonun ortasında bulunan "gecikme" butonuna basıp bir kenara çekildim.
gecikme butonu; mühendislerimce fevri durumlar için tasarlanan, içerisinde bulunan yapay zekayla söz konusu durumlarla ilgili en kısa sürede analiz yapma yetisine sahip, paralel olarak gps sistemine bağlı çalışarak varılacak hedefin trafik sirkülasyonu değerlendirmek suretiyle en kısa süred... her neyse, yeterince geç kalmıştım.
derhal "gecikme butonu"na basarak, kaybettiğim zamanı telafi ederek oğuzhan amcaların evine vardım.
ev tıklım tıklım gey kaynıyordu. beni kapıda oğuzhan amca ve eşi ibrahim abla karşıladı. birbirimizin loblarını havada çarpıştırarak tokalaştıktan sonra beni içeri buyur ettiler. az sonra istemeye gelecekleri oğuzhan amcanın oğlu hamza da heyecan içinde salonda geziniyordu. geldiğimi fark edince elimi öpüp "hoş geldin tolga abiş" dedi.
çok kısa bir süre sonra da kapı çaldı. istemeye gelen gey aile de nihayet gelebilmişti. kapı zilini duyan toy hamza hemen mutfağa kaçtı. ne kadar da heyecanlıydı... gelen misafirleri yine oğuzhan amcayla eşi ibrahim karşıladı. gelir gelmez damat adayını inceledim. o da oldukça heyecanlı gözüküyordu. elinde devasal bir penisten yapılmış çikolata paketi vardı. çikolataları ibrahim ablaya verip ellerini öptü. bu hareketiyle benden +10 puan gey bonusu kazanmıştı.
velhasıl kelam, bir müddet yüzeysel sohbetten sonra damat geyin babası konuya girmek istedi:
- eveeeet... efendim ibneler birbirini sevmiş, beğenmiş. bize şu saatten sonra affedersiniz yarak yemek düşer.
tam da bu sırada elinde tuttuğu tepsiyle mutfaktan gelen hamza göründü. tepside, arpa maltından damıtarak ürettiği demlenmiş viskileri taşıyordu. viskileri hepimize servis ettikten sonra minik yudumlarla viskiyi tattık.
damadın annesi viskiye hayran kalmıştı. "tam ayarında, tam kıvamında olmuş. maşallah ibnemiz de pek hamaratmış" dedi. ufak çapta gülüşmelerle birlikte damat gey de tuzlu viskiyi inkisar etmeden, yüzünü buruşturarak içti. her şey yolunda ilerliyordu. bu genç gaydaşların mürüvvetini görecek ailelerin mutluluğunu paylaşmaktan dolayı kıvanç duyuyordum. her şey filhakika yolunda giderken, ne olduysa tam da bu anda oldu:
evde bıraktığım minik bebek cinim, yeşil halis'im bir anda salonun ortasında beliriverdi. damat geyin ailesi yeşil halis'i görür görmez çığlıklar içinde sağa sola koşuşturmaya başladılar. oğuzhan amca ve ailesi halis'i tanıdığı için olan biteni açıklamaya çalışıyordu. fakat nafile... hayatlarında ilk kez cin gören bu aile tam manasıyla ibrete tutulmuştu. "puu allah belanızı versin! bu yaratığın ne işi var evde! allaaaam bi de bebek bezi giymiş. defol mahlukat defooool!" naraları eşliğinde kaçmaya çalışıyorlardı.
bir baba olarak bu hakaretlere çok teessüf etmiştim. fakat işlerin iyiden iyiye çığırından çıkmaması için kendimi dizginleyip sustum. yeşil halis'im ise hüngür hüngür ağlıyordu. ah benim yeşil gayri muayyen bebeğim... ruhları adavet kaplı mülhidlerin kiniyle kırılan müşgin gözlü duygusal meleğim. onun ağlamasına daha fazla müsamaha gösteremezdim. evet belki bir insan olmayabilirdi, rengi onu herkesten ayırabilirdi, belki de bu dünyaya bile ait değildi; fakat hangimizin içinde vardı bu denli insan sevgisi? hangimizin yüreği pembeydi bu kadar?..
minik bebeğimi ağlatan damat geyin babasına dönerek, arka cebimden çıkardığım portatif tüfeğimi -bu tüfeği tasarladıkları için mühendislerimi siksem yeridir- saniyeler içinde kurarak beyninin sol lobuna ateş ederek patlattım. hemen akabinde damat ve oğuzhan amca üzerime çullanmaya kalkınca iki el de onlara ateş etmiş bulundum. zavallı gelin adayı hamza feryatlar içinde ağlıyordu. bu huzur dolu gün bir anda müphem bir katliama dönmüştü.
4 aylık yeşil bebeğimin ellerinden tutarak bu günahlar aşiyanından koşar adımlarla kaçtım. hiçbir suçu olmayan günahsız hamza'nın yüzüne de 6.000 dolar çarpmayı ihmal etmedim. tanrım nasıl da etmedim...
gözyaşları içinde uzaklaşıyorduk. ardımızda kalan istihraç edilememiş mutluluklardan kaçıyorduk. aslında hüviyeti yitirilmiş maktullerin nefretine koşuyorduk. koşuyorduk iğfal edilmiş vicdanımıza.
koşuyorduk evet;
ama ağlıyorduk yine de. ağlarken pek de dokunamıyorduk ihtiyatkar yüreğimizin kanlı nefsine.
musarrah günahların yemyeşil gözleri,
ihtişamı satılmış tanrıçaların kanlı vecizeleri
şehveti musaddak sabilerden birer kolye yaptım göğsüne;
olur da masumiyeti ihanete uğramış kalbini belki temizlersin diye
bu rehberimi sizlere hiçbir liriklerimle tasvir etmek istemedim.
merhaba,
ben pembe tolga
*sevgiliniz size soğuk mu davranıyor?
*sevgiliniz sizi aldattı mı?
*sevgiliniz manasız bir şekilde ayrılmak istediğini mi dile getirdi?
*yakın arkadaşınız sizden daha mı yakışıklı?
*yakın arkadaşınız sizden daha mı zengin?
*miras beklediğiniz akrabanız bir türlü ölmek bilmiyor mu?
*ilkokulda sürekli dayak yediğiniz o vicdansız çocuğa olan kininiz bir türlü bitmek tükenmek bilmedi mi?
*patronunuz size kötü mü davranıyor?
*şampiyonluk maçında takım arkadaşınız 90+2'de pas vermek yerine kaleyi uzaktan mı yokladı?
eğer yukarıdakilerden birisine bile "evet" cevabını verdiyseniz; işte bu rehber tam da size göre!
öncelikle birer profesyonel katil adayı olduğunuz gerçeğiyle yüzleşmenizi, ve de lüzumsuz endişelerinizden bir anca önce arınmanızı öneriyorum. itidali sekteye uğramamış titrek yüreklerinizi ürkütmemek gayesiyle, başlangıç olarak sizlere yanıcı ve de patlayıcı maddelere ilişkin cinayet tüyolarını sunacağım. patlayıcılar hem başlangıç için eğlenceli bir konu, hem de kan görmeye alışkın olmayan bünyelerinizin adaptasyonu bakımından ideal bir seçenek olacaktır.
bugünkü konumuza kısaca değinelim:
tercihimizi patlayıcı maddelerden yana kullandığımızdan dolayı, kurbanımızla gerçekleşebilecek olası bir münakaşa ya da arbede riskini de başımızdan savmış bulunuyoruz. ve buna ilişkin de kurbanın anatomik yapısıyla ilgili herhangi bir kaygımızın olması da söz konusu değil. şişman ya da zayıf olabilir, yaşlı ya da genç olabilir... bunlar artık göz önünde bulundurulması gereken detaylar değil.
öncelikle kendinizi şunu sormalısınız: "neden öldürüyorum?"
şayet cevabı "intikam" ise acılı bir ölüm, "kin" ise hızlı bir ölüm tercih edilmelidir. işte bu noktada da konumuz ikiye ayrılmaktadır. hızlı ve güçlü bir sonuç için nitrogliserin en vefalı dosttur.
hazırlanışı:
öncelikle saf nitrik asit ile sülfürik asidi karıştırarak (%40 nitrik, %60 sulifrik oranında) nitro karışımını elde ediyoruz. yaklaşık 30 dakika boyunca durmadan karıştırılmalı, ve nitrik asidin üzerine sulfrik asit ilave edilmelidir. sırası karışmamalı. hemen akabinde -dikkatli bir şekilde- nitro karışımının içerisine yavaş yavaş gliserin (ch2 oh-choh-ch2 oh) damlatıyoruz. bu damlatma aşaması bittikten sonra da nitrogliserinimizi elde etmiş oluyoruz. fakat üstünde durulması gereken en önemli husus; gliserini damlatırken son derece dikkatli, mümkünse de uzakta durulmalıdır. minik bir titreşim dahi patlamaya yol açabilir.
uygulama:
nitrogliserin taşınması riskli bir patlayıcı olduğundan, üretimi kurbana oldukça yakın bir bölgede yapılmalıdır. bana soracak olursanız, eğer loblarını havaya uçurmayı planladığınız dostunuzun bir garajı varsa; nitrogliserini garajının menteşelerine bırakıp kaçabilirsiniz. garajın kapısı açılır açılmaz, menteşeye sıkışan nitrogliserin devrilecek ve de patlama gerçekleşecektir. hızlı ve de acısız bir ölüm olacaktır. ama dikkat edin, oraya yerleştirmeden önce elinizde patlamasın bebeytolarım.
sıra geldi zor kısma; yani ağrılı ve de uzun bir ölümün hazırlanışına.
ama hemen endişelenmeyin, elimde bunun için de bir tarif var.
madem kurbanın acı çekmesini diliyorsunuz, bu kişi kin duyduğunuz birisi olmalı. ve elbette kin duyabileceğiniz kadar tanıdığınız insanlar da pek uzağınızda olamaz...
kurbanınızın, her gün evine rahatlıkla girip çıkabildiğiniz birisi olduğunu baz alarak devam etmek istiyorum. bu kişi sizi aldattığını öğrendiğiniz sevgiliniz olabilir, ya da yıllar önce size tecavüz eden bıyıklı amcanız...
tahmin ediyorum ki; yüzünü bile görmeye dayanamadığınız, her gördüğünüzde ruhunuzu adavet kaplayan bu şahsın yüzünü yakarak öldürmek hoşunuza gidecektir.
eğer bu fikir hoşunuza gittiyse, öncelikle bir kap sodyum klorat ediniyorsunuz. edindiğiniz sodyum klorat ile, %50'ye %50 oranda ufalanmış toz şekeri karıştırıyorsunuz. güzelce karıştıklarından emin olduktan sonra, karışımı kurbana zarar verebilecek stratejik bir noktaya yerleştiriyorsunuz. işte bundan sonraki kısım sizin kurbanla olan ilişkinize ve de yaratıcılığınıza kalıyor.
artık tek yapılması gereken; başka bir kapta bekleyen sülfürik asidin az önceki hazırladığınız karışımın içine dökülmesi.
bunu kurbanın kendisine de yaptırmanız mümkündür. zira tek yapmanız gereken birkaç damla sülfürik asidi, toz şeker görünümündeki karışıma dökmesini sağlamak.
bunu gerçekleştirdiği anda devasa bir ateş parıltısının içinde kalarak yüzü yanacaktır. parlamanın güçlü olmasına nazaran süresi 1-2 saniye olduğundan dolayı kurbanınız ölmeyecektir. fakat korunmasız ve de yüzünü kaybetmiş bir şekilde insafınızın himayesine girecektir. öldürmek ya da öldürmemek artık sizin elinizde...
gelecek sayıda ev yapımı işkence aletlerine değineceğiz.
şimdilik görüşmek üzere bebeytocuklar...
vasıfları umuduna yenilmiş bir vefa,
telaffuzu teferruata karışmış hınçlar misali ömür bir mübalağa,
ve darda kalan yarınlara ihanet eden fuzuli gözlerin;
bir tecil misali özgürlüğüne koşan semalar yorgun,
yorgunluğa dem vuran her cesedin son secdesi,
son gürbüz umutların son ertesi,
ve yersiz geberişlerin son teatral perdesi...
bu hüznümü sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
vahameti ertelenemez mükellef hayallerimizi kanatan, bir mülteci edasıyla koynumuza utanmadan sığınan, becerilmekten de geri kalmayarak pembe yüreğimizi bir nebze olsun sükunet altında tutan, otonomi bir ilişkinin birinci tekil şahsiyeti olmaktan oldukça gurur duyan, tüm bunlar yetmezmiş gibi de birtakım yeni ilişkilere mütemayil güvensiz duruşuyla oldukça tepkimizi çeken, rütbesini becerdiğimin statik duruşuyla gönlümüzde kapanmaz bir yaraya vesile olan, tüm bu şehvetten yoksun ve babacan sevdamıza rağmen; elalemin lobları tanınmaz birtakım bireyleriyle gününü gün eden eski yarenin cinsel üreme organını bir hışımda imha etmek, ve de kalıtsal yetersizliklerini göz önünden silmek gayesiyle vuku bulan, yetinmeyerek alaşağı olan organcığı levye yardımıyla parçalamak ve de üzerine balyozla vurmak suretiyle son bulan gerekli bir ritüelin ilk evresi olup, gerçekleşmesinin ardından huzurla karışık gözyaşlarımıza sebebiyet veren intikamsı bir hamledir.
bu anımı sizlere bu linkle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
içerisinde bulunduğum buhrandan bir nebze olsun uzaklaşabilmek adına, yine "uludağ sözlük" adı verilen çeşitli günahların döndüğü internet platformunda gezinmekteydim. birtakım kadınsal dişilerin heteroseksüellik muallimeliğine soyunduğu bu bedbaht yuvasında gezinirken, "özel msj" butonunun yandığını fark ettim. bunu görür görmez hızlı bir şekilde mesajı açtım. fakat nereden bilebilirdim ki uludağ sözlük'ün alamet i farikasıyla karşılaşacağımı... gelen mesaj bir gaydaşıma aitti. ve tam olarak şunlar yazıyordu:
"merhaba tolga abi nasılsın? seni çok beğeniyoz biz. imzalı dildonu hala saklıyom. abi ne dicem sana, bizim ibnelerle kendi aramızda toplanıp bi ev grubu yapalım dedik. sayımız şu an 29 civarı. başımızda bi büyük ibne bulunsun istedik abi. malum bu organizasyonları pek bilmiyoz biz. sen de gelirsen inşallah 30'a tamamlarız. ne diyon abi? bu alemdeki müthiş ibneliklerini tanımayan yoktur. bi yol yordam göster şu kardeşlerine..." dedi.
hemen ardından ben de tüm pembeliğimle cevap verdim:
"merhaba minik gaydaşım, ben pembe tolga. hassasiyetime ilişkin kurallarıma ittiba edeceğinize dair hiç şüphem yok. berdevam gençliğinizin heyecanlı itiyatlarına kendinizi kaptırmanıza elbette şaşırmıyorum; fakat mihveri sapmamış uygun loblara nail değilseniz size çok teessüf etmek durumunda kalabilirim. eğer ki bu korkunç keyfiyetin gerçekleşmeyeceğine dair şahsıma söz verirseniz, kabul etmemem için elimde hiçbir sebep kalmaz. evin adresini veriniz." dedim ve adresi altıktan sonra da yola koyuldum.
kasvetli ve bir o kadar da yağmurlu bir gündü. garajdan hafif pembeye çalan kırmızı renkli spor otomobilimi seçtim. çok sıkıcı bir yolculuktu... özellikle de şehirler arası yollardaki hareketsizlik pembesel dimağımı fazlasıyla huzursuz etmişti. bir az olsun neşe kazanabilmek maksadıyla yolda gördüğüm optimist yaşlı ninelerin üzerine otomobilimle su sıçratıp kahkahalar atsam da bu yeterli olmuyordu.
ve en sonunda dayanamayarak bir belediye otobüsünün yolunu kesmek durumunda kaldım. günüme vecit katacak ilk adımı atarak, otomobilimden inip şaşkın gözlerle beni izleyen otobüs şoförüne yöneldim. endişeli bir şekilde haykırdı:
- hoop birader hayvan mısın la! noluyor lan!
+ merhaba, ben pembe tolga. bu mutsuz günün siluetinde ruhumuza sirayet eden şu şaibeli yolda yollarımızın kesişmesi sizce de tesadüf olabilir mi?
- birader manyak mısın nesin yürü git lan sabah sabah siktirme ecdadını!
+ beni cezbetmenize daha fazla mahal vermeden konuya gelmek istiyorum; otobüs tamamen doluyken kaça gidiyorsunuz?
- 400 lira falan. neden ki?
suratına 1400 tl çarparak;
- şu andan itibaren hiçbir şekilde otobüse yolcu almayacaksınız. yağmurda ıslansın fakirler. olur da aldığınızı görürsem popo loblarınızdan kendime kumbara yaparım.
+ tamam beyim merak etme. allah bereket versin. rahat ol sen.
bu adi şoförün çirkin suratına tükürüp hareket etmesini söyledim. ben de otobüsün ardından sinsice takip etmeye başladım.
otobüse alınmayan her yolcu adayının yanına yaklaşıp, kahkahalar eşliğinde onlara dil çıkarıp kaçtım. huzuru suistimal edilmiş pembe ruhum en sonunda neşelenmeyi başarmıştı. bu birkaç kilometre daha bu şekilde devam ettim.
muteber benliğim yine sıkılmıştı. ama bu sefer nasıl olduysa omuzlarımda patinaj çeken iyilik meleklerimi dinlemeye karar verdim. ve hemen yolun sağında ıslanmakta olan oğlan bir beyefendinin yanında durdum. camı açıp seslenerek; "merhaba, ben pembe tolga. bu yağmurlu havada daha fazla ıslanmanıza göz yummayacağım. bana katılmak ister misiniz?" diye sordum. "haha dostum kafayı mı yedin sen? arabanın üstü açık lan. şu haline bak götüne kadar ıslanmışsın. bi de yağmurdan beni kurtaracakmış ahaha. neyin kafasını yaşıyorsun dost?" diye cevapladı.
bir süre dudağımı büktükten sonra dayanamayıp otomobilime binmek zorunda kaldı. uzun saçlı ve sakalları örülmüş bir oğlansı baydı. kafasındaki berenin markasını inceleyecek olursak, babasını en son 13 yaşlarında görmüş olmalıydı. sırt çantasındaki boya izlerine göre de 6-7 arkadaşıyla aynı evde yaşıyor, iktisat bölümünde henüz ikinci senesi, ve sabah evden çıkarken anahtarı kapının üzerinde unutmuştu.
yolculuğumuz sırasında lob lobu açtı, laf lafı kapadı. her ne kadar şahsım için son derece elzem olsa da, hala iyiliğimden ödün vererek bu genç oğlanı becermemiştim. ona sivas'a doğru gittiğimi ve çılgın bir partiye katılacağımı söyledim. partinin içeriğini bilmediğinden dolayı o da katılmak istediğini dile getirdi. bu isteğini hiç düşünmeden kabul ettim. zira sözlükçü gaydaşlarıma güzel bir sürpriz yapacaktım. henüz iğfal edilmemiş bakir erkeği gördüklerine sevineceklerinden emindim. kim bilir bu jestimden dolayı nick altıma neler yazacaklardı...
sivas'a vardığımızı belirten "sivas" tabelasının üzerine 400 dolar çarptıktan sonra şehir merkezine ilerledik. yolda karşılaştığım birkaç kangal yavrusunu sevip, onların da tasmalarının arasına 200'er dolar iliştirdim. hemen ardından, benimle iletişime geçmiş olan sözlükçü gaydaşımla daha önceden kararlaştırdığımız parkta buluştuk. yanımdaki çıtır delikanlıyı görünce bana mutlu bir şekilde göz kırptı. ben de poposunu çimdikleyerek ona karşılık verdim.
partinin gerçekleştirileceği eve vardığımızda kahkaha atamadan edemedim. adeta 28 tane erkek piranha çırılçıplak vaziyette önlerine atılacak olası bir yemi bekliyordu. benim geldiğimi gördüklerinde penislerini masaya vurarak tempo tutup şahsımın gururlanmasına vesile olacak birtakım sloganlar attılar. yanımdaki genç oğlan henüz içine düştüğü durumu kavrayamadan, onu bir anda acımasız piranhaların üzerine atıverdim. azgın kalabalık onu saniyeler içinde yatırıp becermeye başladı. işaretimle birlikte, boşta kalanlar da becermekte olanları becermeye başladı. ben de bu sırada yanımdaki iletişimci gaydaşımı hoplatmaya başladım.
fakat o da ne...
bir süre sonra kalabalığın içerisinden öfkeli uğultular duyulmaya başladı. eşcinsel kalabalık bir anda galeyana gelmeye başlamıştı. olan biteni henüz anlayamadan, üzerime fırlatılan soda şişelerinden kendimi korumak için masanın altına saklandım. sesler iyiden iyiye yükseliyordu. aradan tek tük duyulan, "herif kadın çıktı! tolga şerefimizle oynadı. gebertin pembe şerefsizi!" naralarını duymaya başlamıştım.
fakat nasıl olur... o kalın ses, o örülmüş uzun sakallar, yağ bağlamış pis göbek... nasıl kadın olabilirdi ki? fakat kafamı masanın arkasından uzattığımda çarpıcı gerçekle yüzleştim; yanımda getirdiğim oğlansı bay gerçekten de bir kadınmış. yaralanmış vajikettosu ve sönmüş memeleriyle öylece yatıyordu. yanlışlıkla gaydaşlarıma biyolojik hata ürünü bir kadını becertmiştim. ne kadar öfkelenseler haklarıydı.
olan biten bu elim tabloyu açıklamama fırsat dahi kalmadan, kadın bir boşluk bulup kapıdan kaçıverdi. "sizi öldürçem şeyefsizler! hayatınız bitti adi herifler! jandarmaya gidiyorum şimdi" haykırışları eşliğinde evden kaçtı. beni linç etmeye kalkışan gaydan adamların üzerine ne kadar para saçsam da tesir etmedi. onuru zedelenmiş geyler kadar dünyada hiçbir şey tehlikeli olamazdı. tam kaderime razı olmuşken; aralarındaki en heybetli gaydaşın sevgilisine iftira atıp, kargaşada kendisini bir başka geye ellettiğini iddia ettim. ve rast gele bir geyi işaret ettim.
bir anda ortalık karışıverdi. heybetli gey, iftira attığım geye saldırdı. diğer geyler olayı ayırmaya çalışırken birbirlerini sikmeye başladılar. olaylar iyice çığırından çıktı. 5-6 gey ölesiye kavgaya tutuşurken, diğerleri de birbirini hoplatıyordu. bu kargaşadan yararlanarak kendimi dışarıya attım. hemen ardımdan da jandarmalar eve baskın yaptı. sonra öğrendim ki, birbirlerini öldürmeye çalışan 6 gaydaşımı tutuklayıp mahkemeye sevk etmişler. tecavüze uğrayan kadını jandarmalar da erkek sanmış. hala daha erkek olmadığını inandıramamış. peki benim suçum ne?
hiçbir şey gözümde değil, yalnızca mahcup olduğum gaydaşlarıma üzülüyorum. nick altıma verecekleri ayarlardan çekiniyorum.
böyle olmasını diler miydim sanıyorsunuz? hayır elbette. şecaat gerektiren benliğimi bu uhrevi hata ne kadar zedeledi bilemezsiniz.
satırlara karışan ab-ı çeşmlerde boğuluyor mutluluğum. ağlıyorum.
ben yine ağlıyorum işte...
ve sonra öğrendim ki,
o otobüs şoförü kimmiş dersiniz?