''doğum gününde napıyoruz?'' diye sorarsan, istemez tabii. bir insanın kendi doğum günü partisini düzenlemesi kadar saçma bir şey çünkü. laaan iyiki doğdum diye parti mi yapılır? nasıl bir megolamanlıktır bu? ben iyiki doğdum tamam kabul de bakalım insanlar aynı şeyi düşünüyor mu? belki adam benim doğmuş olmamdan içten içe rahatsız, belli sebeplerden ötürü ( çıkar olur, iş, okul arkadaşlığı olur, akrabalık olur..) benimle arkadaşlık kuruyor. şimdi ben ayşe, mehmet, ali, hasan hadi gelin doğum günümü kutlayalım mı diyeyim bu adamlara?
işbu sebepten doğum günü kutlamasının doğan kişinin arkadaşları, ailesi veyahut sevgilisi vs.. tarafından doğumdan mutluluk duydular ise şayet bir araya gelip düzenlemeleri gerektiğini düşünmekteyim.
hee adam bundan da rahatsız olursa o zaman derinlerde bir yerde bununla ilgili bir yara var demektir ki daha hassasiyetle yaklaşılmalı o zaman. ürkütmemeli.
ilk başlarda , ''lütfen şöyle buyrun oturun'' diye yer gösterilen bu insanlar arsızlaştıkça ,kurulan nezaket cümlesi, '' geç otur şöyle''ye evrilir.
kurtulması zordur, ama çaresiz değil. bir tutam tuz alınır, evden gitmesi istenen kişi ya da kişilerin ayakkabılarına serpilir. çok dökmeyin ki belli olmasın. üç sefer yaptım, hepsinde de işe yaradı. çok zaman geçmeden kalktı adamlar. bir de süpürgeyi ters çevirin derler. ama tuz işe yaradığı için ona gerek görmedim.
kesinlikle şaka yapmıyorum. arsız misafir sinir bozucudur. tuz dökün kurtulun.
soktuğumun kağıt parçası hiç değişmiyor. insanlar bu kağıt için hala adam vuruyor, insan sömürüyor, savaş çıkartıyor. teknolojinin gelişmesinden ziyade sanırım insan evriminde bir sıçrama daha olması lazım.
ha birde: (bkz: ufo görüntüleri) inatla bulanık çıkmayı sürdürürler.
kişinin en temiz halidir kendini kasmadan güldüğü anlar. göreceli bir kavram bu ona itirazım yok fakat sırf bu yüzden daha az gülmeye çalışan, gittikçe ciddileşen insanlar tanıyorum. yapmayın.
tabi bir de içten gülmeyen insanlar var. ''sikeceğim olm sizi'' gülüşü gibi. melih gökçek'de sıklıkla görebiliyoruz mesela bu iddialı gülüş şeklini. bunlar iyice kategori dışı bence.
evin içinde buzdolabı ve yiyecek depolanmış her yeri karıştırmak ''bu değil, bu değil bu hiç değil'' diye içlenmektir.
buzdolabı maden çıktı rıza baba: açılmamış manchego peynir buldum. kendimi zengin sandığım bir gün alıp atmışım demek. istediğimin o olmadığını anlayana kadar yarısını yedim. bir de kazandibi buldum. onu da yedim, ama o da değil. içimdeki obur zıbarsa artık.
bilirsiniz bir aralar mısır arabaları sarmıştı dört bir tarafı. herkes mısır satıyordu. millet bardak bardak mısır yiyordu. sonra sıkıldık mısırdan, hepsi gdoluymuş zaten. şu aralar halen devam etmekte olan bir çiğköfte manyaklığı var. her köşe başında bir çiğköfteci. ama ufaktan onun da zamanı geçiyor gibi. ne dersinzi bir sonraki adım ne olur? next big thing'i bilen zengin olur bu dünyada, şurada 700 kişi bi kafa patlatım.
sizi bilmiyorum ama.bizim evde yılladır süregelen bir olaydır.
pazar günü saat 11 de dağılmış saçlar ve iki ayağımın sadece birinde olan yarım yamalak giyilmiş çorap ile burnuma doğru gelen kokunun izini sürerim. ve kokular beni mutfağa götürür. bazen sucuklu yumurta da yanında iyi gider.
pazar günü koşuya çıkanlara inat,
yaşasın sucuklu yumurtalı hayat!.
sayısı müthiş bir hızla artmakta olan insandır bu. bununla muhabbet ederken açtığınız konunun doğru olarak anlaşılması için bilinmesi, hakim olunması gereken bir referans vardır ve siz muhabbete girmeden önce ''he mesela bilmemne filmini izlemiş miydin?'', ''falanca kitaptaki bilmemkim karakterini biliyo musun?'', ''zıkkımın kökü grubunu dinledin mi?'' gibi sorular sorarsınız ki sonradan anlatmayı planladığınız şeyin anlatılmasının bir manası var mı öğrenin. bu kişi işte bilmese de ''he biliyorum'' diyen insandır.
örnek:
-''kırık gerdan'' filmini izlemiş miydin?
-evet evet.
-ya ben onun sonundaki sahneyi tam anlamadım.
-ya aynen ben de. zaten çok oldu izleyeli. hatırlamıyorum tam.
-yönetmenin tarzı gerçi sonu o şekilde bırakmak ama... bi filmi vardı aynı adamın çamlıkta klip çeken metal grubunun iç hesaplaşmalarını anlatıyodu. ad neydi.
-a evet tam dilimin ucunda. neydi neydi?..
-heh şey. ''şeytanla mangal''dı adı.
-aynen aynen. şimdi hatırladım.
-sen hangi karakterin hikayesini sevmiştin onda.
-şey ya. siyah saçlı olan var ya. orta boylu böyle.
-tayfun mu?
-heh o. evet tayfun.
bu hikayade cevap veren kişi işte bu ''bir şeyi bilmediğini söyleyemeyen insan''dır. eleman her şeyi biliyor görünmek zorundadır. adam akıllı çıkıp da ''o ne aq ilk kez duyuyorum'' diyemez. ''evet biliyorum'' diyip muhabbeti karşı tarafa iteler. çağımızın salgını olan davranışlardan birini sergileyen kimsedir.
hayran olduğum, sırf yakalamak için yağmur altlarında dolaşıp ıslanıp 'defalarca' hasta olduğum.. bi ince montumla hele bir de kulaklığım yanımdaysa bana vereceği keyfi kimse veremez.
hayali bile güzel, üşütmeden esen hafif rüzgar, yanında da ince ince çiseleyen yağmur. omzuma vuruyor tıkır tıkır. kulağımda müzik...
her erkek gibi bende arabaları, araba kullanmayı severim. lakin bazı şahsiyetler yüzünden arabalardan soğuma derecesine geliyorum. üç beş arkadaş oturup muhabbet ediyoruz pat, araba lafı geçiyor kelimede ve bizim araba hastası arkadaş kendini ''araba'' kelimesinin derinliklerine bırakıyor ve balatasından girip beygirinden çıkıyor. yok şu kadar basıyormuş, yok geçen dirft atmış, yok 'mustang' hastasıymış. ulan böyle sıkıcı muhabbet yok uyuyorum resmen böyle konular açılınca. belki arabalar hakkında pek bilgim yok o yüzdendir. ama hakikatten bayıyor abi ya. o muhabbetin kapısını aralayanı dövesim geliyor.
benim içinde bulunduğum ve istemsiz olarak devam ettirdiğim eylemdir.
yemek yiyoruz masaya biraz dökülüyor ve benim o an surat ifademin, ağır çekimde ''haaaaayıııır'' diye bağıran aktörlerden hiç bir farkı yok. sonra hemen bi peçete almaca, orayı silmece felan. garson geliyo '' dökülsün abim biz sileriz'' diyor ama merdumgiriz laf dinler mi?.
yemek bitiyor garson tabakları topluyor ''sen dur'' abi teması ile alip ben veriyorum. utanmasam kalkıp yerleri süpüreceğim lan.
en çok da annem ile beraber gittiğimizde üzülüyorum bu alışkanlığıma, çünkü kadın evde yapamadığım davranışı restoranlarda yapınca alınıyor/üzülüyor.
bu adam muhtemelen iş dünyasında büyük bir şirketin sahibi veya ceo'su falandır. çünkü etlerin pişip de ekmeğin hazır olmadığı, voleybol topunun mangalı devirdiği, tombalak çocukların pişenlere önceden pike yaptığı veya mangalı yakabilmek için rüzgara karşı karbonmonoksit manyağı olması gerektiği gibi durumlara karşı önceden hazırlıklıdır. kriz zamanında ne yapması gerektiğini bilen kişidir.
bir de çok güzel 'çizgili takım' giyer.
''gel sen de ye bizimle'' ısrarlarına rağmen ''siz beni beklemeyin ben sonra yerim'' deyip mangal yapmaya devam eden adamdır.
genelde mahalle arası kuaförlerin,düğüne giden hatunlara yaptıkları saç modelidir bu.sanki sözleşmişcesine hep aynı şekilde yapılır.yani kafanız elma gibi,ampul gibi,armut gibi olabilir ama model hep aynıdır.maşayla oldukça yapay bukleler yapıldıktan sonra saça eziyet edecek kadar sprey sıkılır,bu görüntüden dolayı saç, bal mumuna yatırılmış gibi yapış yapış ve pis bir görüntü kazanır.kuaför daha da mahalle arası kuaför ise misal televizyon izleyip,dergilere bakıp iki ünlünün saçını görüp,modayı takip edemeyecek kadar arada kalmışsa bir de o spreyli saçın üstüne simi boca eder ki o zaman tadından yenmez.genelde o kuaförlere gelin ve anası,bacısı,görümcesi beraber giderler ki çıktıklarında aynı fırından çıkmış ekmekler gibi aynı saç modeline,aynı oranda spreye ve sime sahip olurlar dolayısıyla düğünde bunları yan yana görmeseniz de aynı kuaföre gittiklerini dolayısıyla akraba olduklarını şıp diye anlarsınız.ha bir de bunlar havalı havalı sürekli pistte dolaşırlar. sanırım o anda kendilerini dünyanın en güzel insanı hissediyorlar. oysa ki çektir fönünü git mis gibi. en azından normal insana benzersin.ben düğünlere en çok bu tipleri seyretmeye giderim.
ancak iyi konsantre olup, doğru analiz sonrası, doğru sıfatla seslenerek garsonun dikkatini çeken insan. ses tonunu doğru ayarlama dışında; şefff, abisinin, ustaaa gibi usüllerden hangisinin doğru olduğunu karar vererek kararlı bir edayla seslenme püf noktasıdır. tereddüte düşüldüğü an hemen sezilir. açlığın verdiği gerginlik, kafada acaba ne zaman bakacak soru işaretleri, zorlu bir süreç çoktan başlamıştır artık.
bazı arkadaşlar sorunu bağırarak çözebileceklerini sanıyorlar, oldu olacak yere yatırıp iki tokat atın ? üstelik bağırdın duymadı tüm mekanda haybeye anlamsız bir gerginlik oluyor; ''acaba garsona sen duymadın şu ibne seni çağırıyor bilgin olsun'' şeklinde uyarsam/bilgilendirsem mi diye düşünüyor.
siz elemana bağırdığınızda adam size dönüp ''1 sn'' işareti yapıyorsa bunun meali; ''sizi duydum ve birazdan yanınıza gelicem'' değildir. tam tersi; ''denyo görmüyo musun sipariş alıyoruz adamı bırakıp senin yanına mı geleyim bekle iki dakka işte'' dir.
hiçbir şey göründüğü gibi değildir sözüyle arasında ciddi bir anlam farkı olan cümledir. herşey göründüğü gibi değildir derken; ama bazen bazı şeyler de göründüğü gibidir anlamı taşır ama diğerinde mümkünü yok göründüğü gibi olamaz anlamı vardır, ee diyelim sen arkadaşının hakkında ileri geri çirkin konuşmalar yaptığını duydun, birlikte olduğun insanı başka biriyle bastın, bunlar şimdi göründüğü gibi değil midir, sevgilinin içeceğine hap mı atıldı diye kuşkulanmak mı lazımdır yoksa kötü konuşan arkadaşın arkasında acaba silahlı biri var mıdır diye kuşkulanmak mı lazımdır, demekki bazı şeyler göründüğü gibidir yani herşey göründüğü gibi değildir daha doğru bir genellemedir hatta bana göre en doğru genellemedir.
size bu konuda 3 önerim var: hesabına pes oynamayın, oynamayın, oynamayın.
bugün, geçenlerde hesabına pes oynayıp bi güzel kerktiğim dostum bana '' ulan hadi var mısın yine hesabına pes oynamaya?'' dedi. ee bende dururmuyum '' ulan bu saat'ten sonra az dan az, çok dan çok gider'' diyerek ''yürü lan tamam'' dedim, demez olaydım. cumartesi olup haftalığımı almamın rahatlığı mı desem, yoksa önceden pes'te bu arkadaşın eline vermemin sağlamış olduğu rahatlıktan mı desem, '' yenilen kişi yanımızda oturan 2 kişinin hesabını da öder'' dedim. dilimi ısırıyorum şuan.
her neyse geçtik oturduk koltuğa açtık oyunu. ama bu o kadar rahat ki, kola felan söylüyor, tost yiyor, hesaba dahil ya. 3 maç yapacağız ve ilk maçı aldı bizim oğlan. ikinci maçı da ben aldım ve iş son maça aldı. bu dostum dediğim adam gidip bayern münich almasın mı?. neyse durum 4-4, dakika 87 de attı şerefsiz 5-4 yendi beni. zaten o son 3 dakika da gol atma heyecanını değil, hesabı ödemenin verdiği hüznü yaşadım. belim büküldü resmen, dilimi yuttum. arkadaşım bana bakarak ''aaggaaghaa'' diye gülüp sonra da ''üzülme kardeş kader'' diye teselli veriyor. ulan yenmişsin işte yaşa sevincini kader mader ne triplere giriyon.
hesabı ödemek için yetkili abinin yanına gidiyorum ama o nasıl gidiş. boynum bükük, elim cüzdanımda. adımlarımı yavaş atıyorum, belki arkadaşım insafa gelir de hesabı alman usulü öderiz diye ama yok. herifin resmen bi amuda kalkmadığı kaldı ne hesap ödemesi.
kasaya gittiğimde abicim bana ''yan masa ile beraber sizin hesap 38 tl olmuş'' demesin mi?. ayaklarıma kara sular indi, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. gözüm arkadaşımın gözlerinde idi. bir cümle duymak istiyordu bu kulaklar, bir cümle. ''kardeş istiyor isen beraber ödeyelim''. bu cümleyi duymak istiyordu ve duydu. evet evet duydu. arkadaşım '' kardeş gel beraber ödeyelim'' dedi ama ben, salak ben ne dedim biliyor musunuz?.
''yok kardeş olmaz öyle''. bunu dediğime inanamıyorum. 38 tl verdim çıktık. zaten ondan sonra dönen her muhabbette aklımın ucuna çivi gibi saplandı bu hesap işi. siz siz olun sakın ama sakın gaza gelip böyle işlere kalkışmayın. akıllı olun, uslu durun.
16-24 yaşları arasındaki esquire/max ve benzer dergilere müptela genç erkeklere sirayet eden amansız bir hastalıktır.
işin kötüsü, bu gençler izledikleri her filmde, başrollerde gezinen kadın oyuncuya aşık olur, hemen internet'te onun çıplak fotoğraflarını arar, başka filmlerini izleme gayretini girer, uludağ sözlük'lere adını yazar veya yazdırırlar. fakat hastalık öyledir ki, genç kişi, iki saat sonra başka bir film izlese, hemen onun başrolündeki kadına veya o filmde sık görünen enteresan bir tipe aşık olur.
bu gençler, sürekli böylesine makyajlanmış, süslenmiş, abartılmış tiplere, film kadınlarına olduklarından, bir kız arkadaşları olduğunda, ondan da filmlerdeki kadınlar gibi olmasını bekler, bunu bulamayınca da o kıza köpek muamelesi yapar, sürekli kavga ederler. mevzunun daha garip yanı köpek muamelesi gören kızların, bu tipleri ölesiye sevmeleri, bağlanmalarıdır.
hastalık sahibi genç, 24 yaşına kadar, zor şartlarla, insanlarla karşılaşmamış, etraftan bir kıza aşık olamamışsa, hastalık akut bir hal alır ve karakter haline gelir.
her 3 kornerde atılan penaltıyı, apış yediğinde yiyeceği dayağı, saklanmalı oyunlarda ismi yanlış telaffuz edildiğinde dans etmeyi ve çamlak çömlek patladı diye bağırmayı asla öğrenemeyecek çocuk. yazık vallahi. şu zamanlarda meşe, taso ve futbolcu kartı da piyasadan silinmişken, ne yapıyor bu çocuklar çözmüş değilim.
benim annem. senin annen. aslında hepimizin annesi o...
1 haftadır diken üstündeyim şu evde. 1 haftadır huzurum yok. resmen evimde rahat rahat oturamıyorum yahu. neyse baştan alayım ben en iyisi.. 1 hafta önce anneciğimin çok muhterem arkadaşlarının bize geleceği resmileşti. o gün başladı çilem, çilemiz.. önce temizlikçi kadın arama telaşı başladı sevgili annemin. tüm gün boyu sürdürdüğü görüşmeler sonucunda üst kat komşumuzun gündelikçisi kiralık olarak renklerimize bağlandı birkaç aylığına. daha sonra temizlik günü öncesi temizliği başladı. bu temizlik o kadar uzun sürdü, öyle bir itina ile yapıldı ki gelecek temizlikçi hanıma yan gelip yatmak kaldı sadece. tahmin edersiniz ki, temizlik yapıldığında işler bitmiyor. tüm günü orayı burayı ovalamakla, silmekle geçiren annenin yorgun düşmesiyle beraber son yılların en büyük terör olayları yaşanmaya başladı evimizde.
-annecim acıktım ben.
-bananeee! git yaaap! ne yersen yeee! bıktım sizdeeen! her yerim tutulduuu! bık bık bık bııııık!
-ama anne
-suuuus cevap vermeee! bık bık bık bııık!
-anne ben buraya saatimi koymuştum, gördün müü?
-bananee! git buuul! ben mi sakladıııım! ortaya koyup gidiyosuuun! dağınıksııın! eşşek kadar oldun hala topluyorum arkanııı! bık bık bık bıııık!
-ama?
-bık bık bık bıııık!
-anne hanım (babam anneme böyle hitap eder) maçımız var bugün, aç da izleyelim.
-bananeee! git dışarda izlee! salonu hep sen kirletiyorsuuun! belim koptu her yeri süpürene kadaar! emeğe azıcık saygınınız olsuuun! bundan sonra kimse girmeyecek salonaaa! bık bık bık bııık!
bir süre sonra annenin ağzından çıkan her ne olursa olsun 'bık bık bık bık' olarak yorumlanıyor beyninizde bu zaman dilimi içerisinde, neyse.. temizlik günü geldi çattı. o gün sabahın köründe kaçtım evden. resmen kaçtım. annemin temizlikçi kadıncağıza neler yaşattığını tahmin edemiyorum. düşünmek bile istemiyorum hatta şu anda.
temizlik telaşı bittiği günden beri aynı sandalyede, aynı odada oturuyorum sözlük.. salona giremiyorum, mutfağa gidip yemek hazırlayamıyorum kendime. sırf yere bir kırıntı dökerim de annem başımı giyotinde vurur diye.. balkona çıkamıyorum, annemin günler öncesinden hazırladığı gün yiyeceklerine bir zararım dokunmasın, kellem yerinde kalsın diye.. elinden gelse tuvalete de sokmayacak aslında bizi biliyorum ama bu konu burada kalsın, pisleşmeyelim..
temizlik boyutundan başka işin pasta, börek, çörek hazırlama boyutu var bir de. gerçekten bu boyutu anlatacak gücüm kalmadı. yazdıkça rahatlamak yerine içim sıkıldı. bu boyutu başka bir güne, başka bir entryye saklıyorum müsadenizle..
tüm bu baskı ve yıldırmalara karşı koyamayan babacığım ve ben, terkettik evimizi sonunda.. gözünü açmasıyla kendini dışarı atan babacığım ve bu lanetli gün geçene kadar kendini buz gibi konya sokaklarına vuran ben, akşamdan akşama, yatmadan yatmaya görüşebiliyoruz artık. varsın, böyle olsun.
yarın, büyük gün. yarın esaretimizin sona erdiği, bağımsızlığımıza ulaşacağımız kutsal gün. yarın, en son misafir kapımızdan dışarı ayağını attığı an, annenin yakıp yıktığı, bizi terketmek zorunda bıraktığı vatanımıza dönüyoruz çilekeş babacığımla. ve döndüğümüz vakit salon senin, mutfak benim, yatak odaları sizin, banyo bizim, adım atmadığımız, düzenini bozmadığımız bir karış toprak kalmayacak bu evde.
varlığımız eve misafir geleceği zaman psikopata bağlayan anne kurbanlarına armağan olsun! anne, görürsün sen!
google'dan fazla şey beklendiğini gösteren ayrıca yaşanmış gerçek bir olaydır. ismi lazım olmayan kişi, duyduğu ama ismini ve kimin söylediğini bilmediği bir şarkıyı, google'a ''dım dım dı dımm dı dımm'' yazarak bulmaya çalışmış ve etraftaki herkesin aklını almıştır.
türk eğitim sisteminin özenle yetiştirdiği, hiç kitap okumayan, gazete, dergi denince kuaförde okuduğu sabah ve hülya, film denince recep ivedik aklına gelen, futbol ve diyet kutu kola bağımlısı, daha çok kazanmak ve harcamak için her türlü aymazlığa sesini çıkartmayıp daha da körükleyen, insanları giydikleri kıyafetlerin markaları bindikleri araba ve oturdukları semt ile değerlendiren, üretmeye değil kredi kartına 727 taksit tüketmeye inanan suçu kendinde değil çocukta arayıp psikolog psikolog gezdiren bir ebeveyn olun gerisi kendisi gelir zaten, üzülmeyin. o birey onsekizine gelmeden emekli maaş kartınızı ve arabanızı sormadan alıp, nereye gidiyorsun sorusuna ..benin ..mına diyince altmışiki yaşınızda kalp krizi geçirip öldüğünüze ise hiç ahlanmayın, vahlanmayın.
susma anı coşkun bir sel gibi akan spikerin, kurumuş bir dereye döndüğü andır. özellikle avrupa kupası deplasman maçlarında ve milli maçlarda gol yenilir, hemen akabinde ev sahibi taraftarın sesi yükselirken spiker süner, susar, pusar. çocukluğumuzda böyle kazınmıştır zihinlere. kendi evimizdeki maçlarda ise spiker taraftarla beraber senkronize susar. matem havası yayılır. genellikle kalıp halinde cümleciklerle üzüntü hislerini de belli ederler.
gerçekleşmesi çokda zor olmayan isteklerdir fakat geçmiş yıllarda çocuk olduğumuzdan mütevellit bu isteklerin bizde ayrı bir yeri vardır.
-atletle yatmak: çocukken hep isterdik/arzulardık. babadan görüp evin içinde öyle dolaşmak isterdik lakin çocuğuz üşürüz diye ebeveynlerimiz pek de olumlu bakmazdı bu isteğe.
-gece geç yatmak: bu isteğimizi istesek de gerçekleştiremezdik, yani sizi bilmiyorum ben geç yatmak istediğim de annem hep karşı çıkardı ama çıkmadığı zamanlarda da ben 12 de yatmayı hayal ederken saat 10 da kendimi, uyuyakalan çocuğunu kucağına alıp yatağına götüren annemin kollarında buldum hep.
-ceket giymemek: çocuğuz top oynuyoruz dışarıda. annemiz ceketi tutuşturur elimize. hatta bazen kendi giydidir tembihleyerek. top oynarken o ceketin yükü size öyle bir ağır gelmeye başlar ki, anneniz camdan baktığında sizi göremeyecek bir bölgede ise şayet hemen o çeker çıkarılıp bir kenara konup öyle devam edilir oyuna.
ama eve gelince hep anlardı annem giymediğimi...
hemen kendini ele verir zaten bu kişi. ilk kıllanan bu olur, yüzünü ekşitir, diğerlerinin gözlerine bakar (çakmışlar mı diye yoklar aslında) hani ''aa bana mı öyle geliyor yoksa biri mi osurdu?'' bakışıdır bu. ilk etapta anlam verilemeyen bu triplerin sebebi sonradan anlaşılır. osurmuştur pezevenk. bi de işi piçliğine yapanlar olabilir, o zaman kesin hafif sırıtış pozisyonundadır.
-- asansöre av köpeği ile binmek. (köpeği kokuya alıştırıp kaynağı bulması sağlanabilir)
- osuruğu görünür hale sokabilecek kimyasal bir sprey icat etmek. (kaynak gözle görülür hale getirilir. kıçından duman çıkmakta olan kişi osuran kişidir.)
- 'osuranın aminakoyyimmmmm' diye bağırmak. (türk halkının küfüre karşı refleksinden faydalanmaya çalışılır. osuranın çok iri yarı veya boksör falan olmaması için dua edilmelidir.)
-bir tarafta tek başına bekleyen kişi tespit edilerek bulunur diğer 16 kişi ise asansörün diğer tarafında bekliyor olacaktır.
-biraz tehlikeli ama çakmak ya da kibrit ile kaynağa ulaşılabilir.
bu bir çizginin tanımıdır. yani, mutlulukla hüzün arasında bulunan bir çizgidir.
zaten benim anladığım kadarıyla da her şey çizgilerden, akışlardan ve kaçışlardan ibarettir.
bu orta neye tekabül eder?
gerçekte, insan dünyaya gelmişse mutluluk diye bir şey olamaz.
şu halde ‘mutsuzum’ demek biraz da eksik bir tanımlamadır ama kullanılır.
ne demektir bu?
insan evrelerden geçer ve değişmeyen hiçbir şey yoktur bu evreler içerisinde bir tanesi hariç:
o da artık makinalaşmış arzu üretimidir.
nedir makinalaşmış arzu üretimi?
şimdi, insan türü her an, durmaksızın arzular üretir ve bir şeyleri ister, diler.
bir şeyleri arzulamadığımız saniyeler vardır, dakikalar bile değil,
bu açıdan insanda değişmeyen tek şey arzuların üretimidir, durmaksızın bir şeyleri arzularız.
acıkma, boşaltma, üreme gibi şeylerle bu arzu üretimleri yapıldığı gibi, zevkler için de yapılırlar,
bir çeşit jouissance diyebiliriz kendisi için.. ben, zevk ile haz kavramlarını ayrı tutuyorum,
zaten epeyce ayrılar da.
insan, evet durmadan üretir, üretim makinasıdır ama elde ettiği şeyler,
ürettikleriyle kıyaslandığında elinde olan şeyler 0’a yakındır, bu açıdan kendisi mutsuzdur.
oysa, yeni üretim biçimleri gerekir insan için ya da üretim araçlarının yeniden üretimi.
buna bir çeşit, bireyin ideolojik aygıtlarını sıfırlaması olarak bakabiliriz.
bireyin ideolojik aygıtları derken?
birey, şekillendirilerek, eğitilerek ilerler. aileden kışlaya değin ve sonra topluma kadar,
sürekli bir kapatılma içerisindedir, bunları aşamaz ya da aşabileceklerinin sayısı sınırlıdır.
bu yüzden kendisine belirli söylemler geliştirir. işte bunlardan birisi de mutsuzluktur oysa,
ya hu mutluluk diye bir şey yoktur, buna mukabil mutsuzluk da yoktur. mutluluktan anlaşılan şey küçük, lokal ve kısa süreli hazlardır.
ben, naçizane bir kulunuz,
bir durum değil kavram olan mutluluk ile hüzün arasındaki mükemmel ortayı yakalamış durumdayım.
burası ilginç bir yer, kulak memesi kıvamında, pembeleşmiş soğan gibi; tam kararında!
5-9 yaşları arasındaki bir insan için en karizmatik hareket.
benim. ise sadece 3 saniyeliğine yapabildiğim eylem. sonrasında bisikletin gidonu kasisten geçerken yön değiştirecek korkusuyla hemen geri sarılıyorum kollara. belçika sınırlarında tüm yolu iki eli cebinde giden kaşarlanmış bisikletçileri gördükten sonra böyle akrobatik hevesler için geç kaldığımı fark ettim efendim.
valla sadece bi fikir, yapıldı mı bilmiyorum, aslında dublaj film izlemek pek tat vermiyor ama madem türkçe, her yeri türkçe olsun. michael olmasın mustafa olsun, jack ali olsun, mary ayşe olsun, isimler de türkçe olsun, anlaması kolay olur, hele japon, çin filmlerde tam süper olur.
-''evet sevgili hayri, işte burası da her türlü büyüyü öğreneceğin hacıvartuz meslek lisesi.
beyaz sakallı olan müdürümüz profesör alibey dülgeroğlu
solundaki siyah pelerinli de iksir hocamız seyfullah siverek''.
buradan üretici firmalara sesleniyorum: bir gün daha çamaşır makinasının içinde yıkanmış pantolunun içinden buruşmuş/yırtılmış bir 50 tl'nin çıkmasına dayanacak gücüm kalmadı. alıyorum o 50 tl'yi, dizilerin final sahnelerinde çocuğu kollarında can vermiş bir baba gibi diz çöküp 50 tl'ye sarılarak ağlıyorum. inanır mısınız artık makinanın içinden 10 tl çıkınca seviniyorum. ''iyi 50 tl değil heheh'' diyorum kendi kendime. psikolojim alt üst. tek isteğim makinaya atılan pantolonların içinde para olup olmadığını belirten bir çamaşır makinası. haydi bilim adamları!, haydi üretici firmalar!.
edit: cüzdan kullan diyen arkadaşları canı gönülden tebrik ediyorum, bravo
yemeğin adı tuhaf olunca değere bindiğinden midir, yoksa daha lezzetli olacağından mıdır nedir, bu tip garip isimli yemekler her yere yayılmaya başladı. bir gün mahallenin kebapçısında ''adana usulü marine edilmiş juyeo parçacıklı wrap'' görmekten korkuyorum. bildiğin eşek eti dürüm lan.
ayda yılda bir dışarı çıkıp sosyalleşelim, iki insan görelim, medeni olalım diyoruz, burnumuzdan getiriyorlar. aslında dışarı çıkmayı da sevmeyen biriyim, başlarım sosyalliğine ama işte hatun kısmına böyle diyemiyorsun. kız sana hadi şuraya gidelim dediğinde gidiyorsun, elin mahkum. emir büyük yerden olduğundan itiraz edemiyorsun. hem gitmeyip ne yapacaksın? bütün gün trip çekmeye değer mi? kız tutturmuş ''bilmemnerede güzel bi yer açılmış, gidelim'' diyor, seve seve gidiyorsun.
neyse vardır bi bildiği diyerek gidiyorsun dediği yere. sen daha oturmadan garson fıtı fıtı hemen gelip atıyor seni bir köşeye. tutuşturuyor da eline menüyü. daha masaya yerleşmeden ''ne arzu ederdiniz?'' diye başlıyor baskı kurmaya. ilk sayfa, ikinci sayfa derken adam elinde kalem bekliyor. acele edeyim de beklemesin derken gözünün önüne garip garip yemekler geliyor. işte asıl stres burada başlıyor. menüye bakıyorum süper güzel iştah açıcı resimler var, yanına bir bakıyorum ''le petit oweaqas usulü hederet ül pilav''. ee bu nasıl okunacak? neyse, zaten resimdeki kadar güzel değildir diye başka yemeğe bakıyorum, arada da tanıdık bir şeyler arıyorum. pat karşıma owaquzzi soslu toruk çıkıyor. başını karambole getirsem gerisi kolay diyorum ama ortam kalabalık değil, ne desem duyulacak. zaten soslu toruk desem gelir diye düşünürken alt satırda iguqneaer soslu toruk çıkıyor. artık soslu toruk da sipariş edemem, adam hangisi derse sıçtım. bari kız önce söylesin, ben de aynısından isterim diyorum ama o plan da tutmuyor. mousse de foies de volaille ve tereyağlı orezului üzeri hibili bişi bişi istiyorum diyor. lan ben de istiyorum desem hangisini diyecek. garson zaten bir saattir bekliyor, kesin ibnelik yapacak. sen kafana göre getir desem olmaz, kesin soyalı enginarlı bişiler getirir. adam ne arzu edersiniz diye tekrarlıyor. kinder istiyorum lan orospu çocukları diyerek masayı dağıtmayı düşlerken karşıma patates kızartması çıkıyor. evde ilgisizlikten yeşermeye başlayan patates gözüme öyle bir çekici geliyor ki sorma. bu yüce yemeğe saygılarından olacak ki ismine ellememişler. ‘patates: bildiğin patates işte’ yazıyor. bu saatten sonra yok meqqeuyel’li hindi dolmasıymış, yok göçebe apatosaurusbilluruymuş umrumda değil.
ailesiyle daha çok zaman geçirmek isteyen kendi halinde bir babadır. eğer ekmeğide kendisi gidip alıyorsa takdire şayan bir babadır.
günün 12 saatini hiç de haz etmediği mesai arkadaşlarına ayıran bu baba, şu dünyada en değer verdiği insanlara maalesef 3-4 saatini ayırabiliyordur.
pazar sabahı erkenden uyandırdı diye hor görmeyin garibi. ''günaydın baba, kahvaltı hazır'' deyip siz uyandırın hatta.
ardından çok sevdiği beyaz atletiyle piknik yapmaya götürsün sizi.mangalıyla uğraşsın, çay demlesin falan.üzmeyin lan adamcağızı.