Galatasaray CEOsu Lütfi Arıboğan, yeni transferlerle birlikte sarı-kırmızılı takımın konsol oyunlarında daha çok tercih edileceğini söyledi.
Lütfi Arıboğanın açıklamaları şu şekilde:
Süper Ligde birinci sıradayız ve Şampiyonlar Liginde gruptan çıktık. Devre arasında transfer yapmak acil ihtiyacımız olan bir şey değildi.
FIFA 13ü oynayan bütün çocuklar Barcelona, Chelsea, Manchester United gibi takımları seçiyor. Galatasaray bu takımların arasında yer almıyordu. Bunu değiştirmek istedik.
Oğlum Carltona niye sürekli Real Madridi seçip Galatasarayı seçmediğini sordum. Bana Baba, kimse Milan Baros veya Umut Bulut olmak istemez dedi. Biz de çocukların olmak istediği oyuncuları almaya başladık. Sneijder ve Drogba gibi oyuncular. ironik açıdan bakarsak sıradaki transfer Emile Heskey olabilir.
oğlu fifa'da galatasarayı seçsin diye yapmışız bu transferleri. şaka bir yana dünyada insanlara galatasarayı tanıtmanın en kolay yollarından birisi takımı oyunlarda tercih edilecek seviyelere getirmektir. bu şekilde 5 yaşındaki bebelerden 50 yaşındaki dedelere kadar galatasaray sevgisini aşılayabiliriz.
ışık almayan, nefes alış-verişlerimde bana rutubetin de kendine has güzel bir kokusu olduğunu anlatan bu yer... benden önce bu evde oturan bir fahişeden kalma demir topuzlu karyola ve kendinden geçmiş boktan bir komodin. kaldırıp atamıyorumda lanet olası şeyi. kaldırsam arkasından çıkacak farklı zamanlarda, farklı ruh hallerinde boyanmış duvar ve dökülmüş boyasını nasıl kapatırım. bu komodinin bir fahişeden kaldığını nereden çıkardığımı da pek bilmiyorum aslında. çekmeceden çıkan prezervatiflerde açılmamıştı oysa, fahişe olsa kullanırdı. aman prezervatif ya işte, fahişe be işte... hem yatak hizasında olan çekmecenin kulpu kırıktı, oraya tutunmuştu belli ki sertliğin zevk verdiğine inanan biri. nice insanlar ilk pişmanlığını yaşamıştı, nice erkek kendini kirlenmiş hissetmişti bu yatakta. kadınlar pek bilmez ama erkeklerde pişmanlık duyar ilk seferde. onlar bilmez ama erkeklerde suçluluk duyar, kendini sorgular.
insanlar başı ağrıyınca evine gider dinlenir, ben ise dışarı kaçardım. baş ağrımın nedeni rutubet olduğundan ağrı geçene kadar savrulurdum oradan oraya... ağrı kesici bana göre değildi, hem ben ilaca karşıydım. insan kendi kendisini iyileştirebilire inananlardandım. aslında o bahaneydi, ilaç içince alkole uzaktan bakmak zorundalığı düşman etmişti beni bütün ilaç şirketlerine.
gittim ve oturdum her zaman oturduğum tabureye. yine herkes orada. ofis insanları sosyalleşmek için yine aynı yeri seçmiş. erkeklerin cebinde kartvizitleri, kadınlar çakmaksız... bir kadının sigarasını yakmak onunla muhabbet edebilmek için inanılmaz bir fırsat, bu nedenle çakmak taşımaz davetkâr kadınlar. ben onları hemen tanırım. bütün ofis çocukları ellerinde çakmakla sigarasını dudağına doğru götüren kız avına çıkarlar cuma geceleri. gecede 2-3 tane düşer böylesi. kimi eve gider, kimi evine... prensiplere uymadığından yaklaşmam böylelerine. tabi prensipler acil durumlarda çiğnenebilir. bütün inandıklarını, bütün hedeflerini uçkurunun keyfi için atabilirsin bir kenara.
bana doğru bakıyor, biraz uzakta. yani alkolün etkisinden dolayı 2 metre sonrası uzak geliyor ya insana... gözleri güzel, dudakları ve dişleride güzel ama öpüşmem yeni tanıştığım kadınla. fizikte var hatunda, göğüslerde ufak; büyük olsalar midem bulanırdı. yahu zaten 2 saat sevişeceğim fazlasına ne lüzum var...
durduk yere yaklaşmaya başladı, dünyanın en yüzsüz insanı olduğum halde gerildim. pek alışkın değildim özgüvenli kadına. sanki aklımdan geçirdiklerimi okumuş gibi kulağıma eğilip:
"-olabilir" dedi.
"-sana beni etkilemen için süre veriyorum" dedim.
"-zaten etkiledim ya" dedi.
alkolün etkisiyle saçma şeyler söylüyordum ama o demek istediğimi anlıyordu ya da ben öyle olmasını ümit ediyordum.
"-çok geç oldu seni eve bırakayım" diyerek koluma girdi, attık kendimizi sokağa...
halaskargazi'den, taksim yönüne doğru yürümeye başladık. önceden o da bu civarda oturuyormuş. sonra daha büyük bir eve çıkmış beşiktaş'ta. yolda çocuk sevgisinden, cern'deki deneye kadar yeni tanışmış insanların konuşmayacağı ne kadar aptalca mevzu varsa tartıştık. benim evin sokağına girdiğimizde duraksadı, neye şaşırdığını anlayamadım. çekindiğini düşündüm çünkü koluma daha sıkı sarılmıştı. güvensizdi, muhabbet kuşlarıda sahibinin parmağına tünediği esnada tanımadığı bir ortama girdiğinde parmağa daha sıkı sarılırdı. güvensiz olduğunu bu aptal detay aklıma gelince anladım. kapıyı açmaya çalışırken, evin kapı deliğini tutturmak ile ilgili iğrenç espriler yaptım ona sırf rahatlasın diye. insan karşısındakini aptal zannederse korkmaz ondan. o rahat olsun diye kendimi aptal gibi göstermeye bile razıydım.
eve girdik, üzerimi çıkardım ve komşulara ses gitmemesi için birsen tezer'den birşeyler açtım. zaten o filmlerde gördüğümüz sevgilisiyle eve gelip klasik müzikler çalan ağabeylerde komşulara ses gitmesin diye yapıyordu bunu, yani romantizm falan hak getire. biz onu romantizm zannediyoruz, oysa bu bir olmazsa olmaz, ritüel; mecburiyet...
üzerine benim eşofmanlarımdan verdim rahat etsin diye. yalnız bu da inanılmaz garip bir duygudur. karşında senin eşofmanlarını giyen bir kadın var. bana bu hep bir nevi kendini becermek gibi geliyor. o nedenle bu düşüncemi anlatıp:
"-üzerinde benim eşofmanlarım varken asla sevişmem seninle" dedim. buna uzun süre güldü.
bu eve nasıl taşındığımı sordu. benimde çenemin düşeceği tuttu. o rahatlasın diye ağzıma ne geldiyse söyledim:
"-aslında buraya gelişim uzun hikaye. zaten hikayeleride sevmem içine yalan serpiştirirler hep. her bir arkadaşım farklı bir beni tanır. ailem beni farklı biri olarak biliyor, iş çevrem farklı biri, sevgililerim farklı bir beni sevdi hep... sevmiyorum kendimden bahsetmeyi yanımda oldukça tanırsın, olmazsan lüzum yok zaten boşuna bilgi kirliliği. burayı tesadüfen buldum, benden önce bir fahişe oturuyordu sanırım burada" dedim.
"-bunu da nereden çıkardın?" dedi.
"-bilmiyorum bana öyle geliyor ev çok bakımsız, sanki sadece içerisinde sevişilmek için kullanılmış gibi. karyolanın üzerinde nefes alırken bile gacır, gucur sesler geliyor bu da bana üzerinde çok fazla çalışma yapıldığını düşündürüyor. sonra komodinin yatak hizasındaki çekmecesinin kulpu kırık bu da ateşli bir geceden kalma bir iz gibi ve ilk taşındığım gün komodinin çekmecesinde bir sürü prezervatif buldum."
ben bunları anlatırken yüzü kızardı ve sinirli bir şekilde:
"-ben bir fahişe değilim!" dedi.
"-tamam da bunun konumuzla ne alakası var?" dedim.
kadınlar sarhoş olunca ansızın duygusallaşıp saçmalardı, öyle bir durum zannettim.
"-o beyaz komodin benim, o karyolada. bu evde benim eski evim" dedi.
şaka yapıyor sanmıştım sonra evin görmediği odalarındaki şeyleri anlatınca ikna oldum. banyodaki duş kabininin çatlağı, yatak odasındaki pencere kulpunun kırmızı oluşu vs. vs.
fahişe dediğim kadınla karşı karşıyaydım. ilk defa bir kadına alenen hakaret etmiştim. ne yapacağımı pek bilemiyordum.
"-afedersin" dedim utanarak.
"-sen nesin peki?" dedi bana.
"-henüz 2 saattir tanıştığın bir kadını evine alıyorsun, onunla sevişmeyi düşünüyorsun. sen bunları yaparken sorun yok, ben yapınca fahişeyim öyle mi? ne kadar kolay değil mi sizin için?"
ne kadar kolay değil mi bizim için? biz tanrının bize sunduğu imkanı kullanırken doğal, kadın bunu yapınca fahişe...
geçtiğimiz 14 şubat günü çoğu insanın başına gelen hadise.
insanlar hep orjinal şeyler düşünürler hayatlarında uygulamak adına. sevgililer gününde sevgiline almak için planladığın hediye, ona yapacağın sürpriz vs. herşey hazırdır ama o yoktur.
o olmadıktan sonra götüne sok istersen sürprizli olur hem senin açındanda 14 şubat boş geçmez.
her önüne konulan text'i ezberleyip atmaz kendisini sahneye. text dediysem, o da bir iki cümle. olsun, yine de onurludur. aç kalır yine de yapmaz kendisine yakışmayanı.
uludağ sözlüğe katılmadan önce burada nasıl bir ortamın olduğunu bilmiyordum. açık söylemek gerekirse varlığından bile haberdar değildim pek. ekşi sözlüğü takip ederken bende bu oluşumun içerisinde olmalıyım diye düşündüm ve olamadım*. malum ekşi sözlüğe yazar olarak alınmak olimpiyatlarda yüz metreyi 9 saniyede koşup, bitiş çizgisine gelir gelmez sırıkla atlamaya çalışmak gibi bir duygu. imkansıza yakın. bu nedenle ekşi sözlük olmazsa başka sözlük olur düşüncesiyle çeşitli tıklamalar beni buraya getirdi. şöyle bir baktım ortama ekşi sözlük kadar doygunluğa ulaşmamış olsada konsept aynı olduğu için başladım yazmaya uludağ sözlükte. uzun süre ortamı gözlemledim kim kimdir, neyin nesidir diye. sonra kendi çapımda karalamaya başladım sözlüğü.
8. nesil arkadaşların bir çoğu ilk paragrafın bir kaç cümlesinden sonra entrynin cinsel içerikli olmadığını anladıkları için okumayı bırakmışlardır. okumayı bırakmayan 8. nesiller eksilesin bu entrymi ki anlayayım durumu.
aslında alıp veremediğim birşey yok onlarla. tek takıldığım nokta başlık açıp geyik yapanlar, bilgi içerikli başlıkların altına sıçıp sıçıp kaçanlar. ortamı gözlemlemeden, işlerin nasıl yürüdüğünü anlamadan, büyük bir özgüvenle sözlüğün...
tabi bütün suçu 8. nesillerin üzerine atmamak gerek. 20 entry girdikten sonra yazar olmak mantığa ne kadar uyar bu düşünülmeli...
sanırım normal insanların hayatındaki en zor anlardan, kararlardan biridir bu. ilişkinin bittiğini freni patlamış kamyonun yokuş aşağı hızla inişi gibi görebilirsiniz ama kontrpiyede kalırsınız. hareket edebilen tek şey beyninizdir o anda, kaçamazsınız. doğal olarak altında kalırsınız, bundan kurtuluşunuz artık şansa kalmıştır. o şansta sizde olsa freni patlayan kamyon ile aynı yolda karşılaşmazdınız zaten.
"artık ayrılmalıyız diyerek en zoru ben yaptım, sen ne yaptın ki?" dedi.
ona göre bu bile bir başarıydı, çünkü bu bir "sözde cesaret işi" idi. bilmiyordu ilişkinin nasıl birşey olduğunu, çünkü tek taraflı yaşıyordum. bir insan bir duyguyu tatmadıysa onu anlaması imkansızdı, nitekim bende anlatmadım.
gece herkes gidince, çekilince odalarına, aldım onu yanıma. balkonun kapısını araladım, oturdum hanımelinin yanına. karşıma aldım, anlattım anlattım anlattım... o kadar çok dinledi ki beni çatlayacaktı, hissettim. içilecek kıvama gelmişti, derdimi paylaşıyordu artık. sonra açtım kapağını, döktüm kadehe. çiçekleri suladığımız musluktan üzerine biraz su ekledim. şifayıda o gece kaptım sanırım o yüzden yaşarıyor şu an gözlerim. hani ayrılıkta acıtıyor besbelli ama göz yaşartmaz, süründürür onun acısı. tam aşık olamamışım bunu anladım. virüsü kapmışım, tam yayılmaya başlarken sen durdurmuşun.
şunu bil isterim ayrılık ilk gün pek anlaşılmaz, kolay gelir. ne zaman ki uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır o günler; acı o zaman hissettirir kendini. en aciz anda gelir vurur seni, çoğunlukla inletir, sıtmalandırır... en tehlikelisi unuttum sanmaktır. gösterir sana unutmayı onunla beraber gittiğin bir çay bahçesinde, yazlık bir sinemada, bir şarkının sözlerinde, bir çocuğun gözlerinde, renklerde, sayılarda, tarihlerde... bakarsın ki her şey oymuş meğerse.
ama o ayrılığı isteyen kişi olmakla övünürmüş, cesaret addedermiş bunu kendinde.
sözlük yazarlarının itirafları diye bir bölüm var sözlükte malumunuz. insanlar iyi ya da kötü yaptıkları, hissettikleri veya bir anda kendilerini içerisinde buldukları durumları paylaşıyorlar rahatlamak adına. bizde bunları okuyarak "vay amk ne hayatlar var lan" falan demiyoruz. okuyoruz ve ders çıkarılacak şeyler varsa günlük yaşantımızda kullanmak adına kocaman beynimizin minicik bir bölümüne kaydediyoruz. yani ben öyle olduğunu zannediyordum en azından.
orada adam deney yapıp bu bundan sonra böyledir demiyor, birşeyi kanıtlama çabası içerisine girmiyor. ben bunu yaşadım diyor, içini döküyor sana. sende "al amınakoyim sana eksi!" dersen olur mu hiç?
diyelim ki dertleşirken arkadaşınız pişmanlığını anlatıyor size, siz "siktir git buradan çabuk!" mu diyorsunuz ona? oturup dinliyorsunuz kimi zaman sıkıntıdan içiniz bayılsada. insanların yaşadığı şeyleri eksileyerek bir yere varamazsınız. hani siz yargılayıcı toplumdan değildiniz? hani siz entellektüel, ileri görüşlü insanlardınız?
Türkiye liglerinin standardını ve Türkiye milli takımının kalitesini arttırmak amacıyla düşünülmüştür bu yazdıklarım.
peşin edit: iddaalı görünen bu başlık daha fazla kitleye ulaşabilmek için seçilmiştir. başlığı açarken kendi kendimi gazlayıp "helal olsun lan sen nasıl birşey keşfettin böyle" demedim. böyle biline. aslında sayfalarca sürebilecek bu konuyu okumaktan sıkılmamanız için özet bir biçimde anlatacağım. umarım hatasız ve açık bir şekilde bunu başarabilirim.
tff kulüpleri: 20 yaş altı 2 oyuncuyu, 34 karşılaşmada 900 dakika oynatmaları karşılığında oyuncu başına 1 milyon tl ile ödüllendirecek. ligin kalitesini düşürmemek ve istismarı önlemek adına 11 kişi içerisinden 2 kişi ödüllü oyuncu olabilecek. böylece bir sezonda 20 yaşının altında olan en az 30 futbolcu yetişecek ve bu oyuncular genç milli takımlara seçilme önceliğine sahip olup, a milli takıma hazırlanma sürecine girecekler. tff her sezon 36 milyon tl'yi bu iş için ayıracak. sonucunda daha fazla kabiliyetli türk futbolcu, türk futbolcu ihracı ve daha çekişmeli bir lig elde edecek. hani bu marka değeri dediğimiz olay lafla değil, uygulamayla parlatılacak.
Yıllardır dilimize dolanan "biz neden bir ekol oluşturamıyoruz?"un cevabı, "biz komple bir futbolcu yetiştiremiyoruz"dur. Bakalım hollanda ekolü, brezilya ekolü, alman ekolü... üç başlıca ekol, bunlar ne yapmışlar?
*hollanda ekolünün özelliği pas ve alan değişimini çabuk yapan, birden fazla pozisyonda aynı kabiliyetle oynayabilen futbolcular barındırması. formasyon 4-3-3, ekolün yaratıcıları rinus michels, sonrasında johan cruyff... şimdilerde hollanda ekolünün geliştirilmiş bir versiyonunu barcelona ve ispanya milli takımında izliyoruz ve halen ne kadar geçerli bir anlayış olduğunu görüyoruz.
*brezilya ekolünün özelliği teknik ve kıvrak oyuncular, yüksek top kontrolü, hız, formasyon 4-2-2-2
*alman ekolünün özelliği fizik, kondisyon, pas.
şu ekollerde kısa kısa:
-arjantin ekolü brezilya ile yakın futbolcu özelliklerine artı olarak farklı bir taktiksel diziliş.
yukarıdaki ekoller kabiliyetli futbolcular ile hayata geçti. hollanda ekolünü, san marino milli takımına uygulatsanız aynı başarıyı yakalayamazdı. demek ki farkına varmamız gereken ve aslında farkında olduğumuz ama kabullenmek istemediğimiz şey taktiğe göre oyuncu değil, oyuncuya göre taktik belirlemek. rijkaard'ın galatasaray'a gelişindeki türk futbolseverlerin beklentilerini ve rijkaard türkiyeden giderken onun için söylenenleri bir gözümüzün önüne getirelim. o zamanlar herkes sabri, servet, mustafa sarp, ayhan vb. oyuncuların total futbolu oynayabileceği yanılgısına kapılmış, sonrasında "görmüyormusun, oynayamıyoruz 4-4-2'ye dön işte" diye sitem etmişti rijkaard'a. fakat rijkaard bir felsefe adamıydı ve vazgeçmedi, biletini kestik, yolladık futbol adamını.
eğer türk futbolunu geliştirmek istiyorsak öncelikle buna oyunculardan başlamalıyız. fakat 20 yaşını aşmış oyuncular için artık birşey yapamayız, onlar için iş işten geçti. gazetelere göz atarken aklıma ilginç bir fikir geldi.
türkiye futbol federasyonunun bilançosunu kontrol ettim, gelir-gider dengesini inceledim. argeye tam 11 milyon ytl para yatırılmış. elimizde ne var? son olaylardan sonra elimizde patlamış bir Türkiye ligi ve avrupa şampiyonasını kaçıran bir türkiye futbol milli takımı. peki biz neyi araştırdık, neyi geliştirdik?
türkiye liginde 18 takım var. bu takımlar ortalama 25 kişilik kadrolarla mücadele ediyorlar. bu takımların kadrolarında 6+2+sınırsız yabancı futbolcu bulunabiliyor. yani türkiye liginde tahminen 144 yabancı futbolcu bulunuyor.
bu yabancı futbolcuların kalitesi tartışılır seviyede, türkiye liginde mükemmel diyebileceğimiz 5 oyuncu yoktur sanırım.
aynen bu yabancı sınırlamasında olduğu gibi her kulübe belirli sayıda genç oyuncu bulundurma kotası konulacak. ancak bu kota şu anda olduğu gibi 25 kişilik kadroda 3, 19 yaş altı oyuncu gibi laf olsun diye uygulanan bir kota olmayacak.
kulüpler 20 yaşının altında 2 oyuncuyu, en az 20 karşılaşmada, 45 dakika süre oynatırsa futbol federasyonu tarafından 2 milyon lira ile sezon sonunda ödüllendirilecek.
bu şekilde hem 2 genç oyuncu maç tecrübesi kazanacak, hemde yeni yeteneklere sahip olmamız adına bir kapı aralanacak. takımlarında oynattıkları 20 yaş altı oyuncunun kabiliyetli olmasını isteyen kulüpler bu sayede alt yapılarınada önem verecekler ve altyapı hocalarına yetenekli gençler servis etmeleri için baskı oluşturulacak.
genç oyunculardan birinin sakatlanması halinde bir başka genç oyuncu lig karşılaşmasında en az 45 dakika oynatılması zorunlu kılınacak. kurala uyulmazsa kulüp oyuncunun para ödülünü alamayacak.
takım başına 900 dakika forma giyecek 2 genç oyuncu, 18 kulübe 36 genç ve tecrübelenmiş oyuncu kazandıracak. bu 36 genç oyuncu, 20 yaş altı milli takımına seçilme önceliğine sahip olacaklar. böylece genç milli takımda oynayan bu oyuncular birbirlerini tanıyacaklar ve a milli takıma çıktıklarında yabancılık çekmeyecekler.
oyuncunun yaşına bağlı olarak her sene devir daim gerçekleşecek. bu sirkülasyon sayesinde ilk sene 36 oyuncu, ilk seneden sonra, her sene ortalama 10 yeni oyuncu türk futboluna entegre olacak.
----*----*----*----*----*----*----*----*----
işte bu aşamadan sonra milli takımlar sorumlusuna büyük iş düşüyor ki bu kişi abdullah avcı. bir sistem adamı olan abdullah avcı milli takımda, genç milli takımlardan itibaren tek bir düzen oluşturacak. eğer a milli takım 4-3-3 oynuyorsa; 20 yaş altı, 19 yaş altı milli takımlarda aynı taktik ve oyun varyasyonlarını ezberleyerek yetişecekler.
rica: eğer bu projeyi tff'ye ulaştırabilmemi sağlayacak arkadaşlar varsa mesaj ışığımı yaksınlar.
dümdüz yolda yere düşmeyi başarırsanız duyabileceğiniz kahkahadır.
o an hayatınızın fon müziğinde hiç duymadığınız arabesk şarkılar çalmaya başlar. yavaşça yerden kalkar ve yere düşen gururunuzu toplamaya başlarsınız. ben bu durumlar için yanınızda levye veya sert tabanlı ayakkabı tipi şeyler bulundurmanızı tavsiye ederim. gülen kişinin üzerine düz koşu yaparsanız bir anda sessizlik oluşabiliyor.
tarihte böyle bir olay olmuşmudur bilemiyorum fakat gerçekten fıkra gibi trabzonsporun içinde bulunduğu durum. bir sezon içerisinde iki kez şampiyonlar ligine katılıp, iki kez uefa avrupa ligine düşmek tarihte pek mümkün olmayacak bir durumdur.
sezonu 2. bitiren trabzonspor şampiyonlar ligi ön elemelerine kalıyor. burada benficaya eleniyor ve uefa avrupa ligi ön elemelerine düşüyor. uefa ön elemelerinde athletic bilbao ile karşılaşan trabzonspor ilk maçtan beraberlikle dönüyor ve türk telekom arenadaki 2. karşılaşmaya çıkmadan 1 gün önce uefa'nın kararıyla fenerbahçe'nin yerine şampiyonlar ligi gruplarına direk olarak dahil ediliyor. şampiyonlar ligine ilk kez katılmasına rağmen başarılı bir performans gösteriyor ve son maçta gruptan çıkma fırsatını kaybedip, grubu 3. sırada bitirerek uefa avrupa ligine geri dönüyor.
çeşitli sosyal ağlarda kullandığı profil fotoğrafında dili dışarıda pozlar veren kızdır.
benim hiç anlamadığım kızdır. yani ben anlayışlı değilim sanırım o yüzden anlamıyorum. sen o iğrenç, pislik dilini çıkarıp fotoğrafladığında listende ekli hayri amca hakkında ne düşünüyor acaba? ya da bakkalın çırağı, hani onuda eklemiştin ya listen kabarık görünsün diye! ben normalide böyle bu kızın diye düşünüyorum. yani bütün gün dili sağa doğru dışarı çıkmış, ağneğ büöğüğö diye dolaşan bir kız geliyor gözümün önüne. bazende tazmanya canavarını anımsıyorum*
bana bak kızım, -yok lan bu çok sert oldu-
bakarmısın kızım, -bu da camdan aşağı sepet sallayan teyze edasında oldu-
off amk bak işte bi, yapma böyle şeyler sen akıllı uslu bir kıza benziyorsun, kendini aptal yerine koydurtma. insanların hakkındaki düşünceleri umurunda değil biliyorum ama bu annenin babanın umurunda. kıçını kaldırıp masaya iki bardak getirmezsin ama lafa gelince dilin itfaiye hortumu kadar. siktir git odana asabım bozuldu bak yine...
hacı şahin'in dram yüklü şiiri. sosyal mesaj içerdiğinden fazla dalgaya almak kuvvetli elektrik akımına kapılmaya yol açabilir ancak sanada yazık hacı abi, üzme bu kadar kendini.
bugün bütün gazete bayileri haberturk gazetesini ters dizmelidir raflara bu utancı daha fazla insan görmesin diye. tek kelimeyle utanç vericidir. etik değerlerin gazetecilikte tükendiğini gözler önüne sermektedir.
herşey tuvaletimi yaparken boxerımda "large beden" etiketini görmemle başlamıştı aslında. bana artık büyüdüğümü ve yaşıma göre hareket etmemi ikaz eden tek şey kıçımdaki donun bedeniydi. artık bende koca götlüler kervanındaydım ve buna göre yaşamalıydım. öncelikle büyüyünce anlarsın* denilen herşeyi anlamış olmalıydım ve rüyamda o çıplak kadını görmüş olmalıydım. rüyamda çıplak kadını görmemiştim, ancak çıplak kadın gördüğümde ne yapacağımı öğrenmiştim. o halde büyüyünce anlarsın kavramının içerdiği bütün hinlikler dağarcığımdaydı.
*annenizin büyük emekler vererek hazırladığı ancak unutkanlık sonucu tuz atmadığı yemeği yerken ses çıkarmamayı,
*sofra hazırlanırken yardım etmek yerine tv'ye dalan kız kardeşe "höt" demeyi,
*vcd izlenirken film donunca "hey hoyt, fiyy makinist!" denilmesini beklemeden kumandayla ileri sarmayı*
*perde asılırken kornişe halkaları tek tek geçirmeniz ve geçirdikten sonra güneşlik, tül ve perdeyi yanlış sıralamayla taktığınızı anlayıp; ortaya güneşlik, evin iç tarafına tül ve üzerine perde gelecek şekilde takarak hatanızı düzeltmenizi *
*nedense hep siz evden çıkarken denk gelen çöp dökme gününe saygı göstermenizi,
*evde kaç ampul sönerse elektrik faturası az gelir hesabını yapıp; kocaman avizede bir tane ampül bırakmanızı...
yok yok yok! tanım-manım yok diyeceğim ama çaylaklık 15 günden başlayıp, müebbete kadar giden bir süreç. Yemiyor kısacası.
her ortamın bir gerizekalısı vardır ya, işte onlar özenilerek yapılmış saçın düşmanıdır. bu tiplere gerizekalılığın kodları girilirken "saçı boz!" komutu eklenmiş. adam refleks olarak yapıyor yani bunu.
sabah 7.30'da okulda olman gerekirken 6'da kalkmanın sebebidir saç. eğer kızsanız uzun saça fön çekmek tek kişi için zordur ve düzleştirici ısınana kadar beklemek hoşunuza gitmiyorsa, ütü masası kurulur sabahın köründe ufak çaplı bir gümbürtüyle. harbi o ütü masalarıda ne boktan alettir arkadaş, şangır-şungur ses çıkarır kafası, götü ayrı oynar. ev ahalisinden birini uyandırmak farzdır nitekim. sen kalktıysan diğerlerinin uykuda olması mantıksızdır. sen uyanık olduğuna göre hayat başlamıştır, kalkın amk.
eğer erkeseniz olay biraz daha kolaydır. fönü tutarsınız önden, sikimsonik saç fırçasıyla iki hareket, jöleyide sürdün mü of. tabi ki böyle değil. eğer saç azıcık uzamışsa bütün saç şekli kayar. ne yapsan istediğin şekli veremezsin. saça jöle sürülür, yıkanır; sürülür, yıkanır.
işte bunca emek verdiğiniz, uykunuzdan bölüp vakit ayırdığınız saçın ömrü çok dut yiyip cırcır olmuş bir kuş, mis gibi havada yağan yağmur veya bir gerizekalı arkadaşın müdahalesi kadar uzun olabilir.
şarkı sözü yazan insanların yaptığı şarkılar nasıl çocuğu gibi oluyorsa, biz yazarların çocuklarıda entryleridir.
şimdi bu girişten bir gerizekalı olduğumu düşünenler olabilir, zaten en sevdiğim aksesuardır huni. çoğu sözlük yazarı arkadaşımda gördüğüm olaydır bu eksilenen entry'i uçurmak. genelde karma manyağı yazarlarda daha belirgin oluyor.
mantıklı düşününce evlatlarını yarış atı gibi yetiştiren ailelerdede görülüyor bu durum. her evin en az bir adet gururu ve bir adet gerizekalası bulunuyor. inanmıyorsan kendi evini bir düşün. eğer evin gerizekalısı konumundaysan bu entrye eksi vericeksin amk oradan anlıycam vaziyetini*
özellikle anneler evin gururu evlatlarını kolu komşunun önünde över, başarılarını milletin gözüne sokar; ancak evin gerizekalısı konumundaki evladından hiç bahsetmez, bir nevi yok sayar. onun asla bir başarı yakalayamayacağını düşündüğü için yapar bunu.
işte biz yazarlarda biraz böyleyiz. baktık yazdığımız entryi ard arda kroşe yemeye başladı, derhal uçuruyoruz sözlükten. lan bi sahip çık entryne! einstein'a bile gerizekalı muamelesi yapmışlar sonradan açılmış çocuk* artı oy alan entrylerinizi kayırmayın, sildiğiniz her bir entry için ağlıyorum.
silinen entrylerin istatistiği tutuluyorsa sözlükte yazılan entrylere yakın bir silinme oranı vardır diye tahmin ediyorum. neyse çok tuttum hadi kal sağlıcakla.
erkek beyninin dış etkenler sebebiyle durduğu anlardır.
--spoiler--
"benim bildiğim bir behçet abi vardı karı geliyodu karşıdan böyle baka kaldı sonra düştü öldü"
--spoiler--
böyle bir durum değil demek istediğim. gerçekten erkeğin beyni bazı durumlarda durur. belki kadınlarda da böyledir bu durum ancak bir erkek olarak kadınlarla ilgili görüş bildirmem mantık dışıdır. sonra eshefle kınarsınız falan uğraşamam öyle.
isterse trilyon borcu olsun adamın sevdiği kadının dudaklarına yaklaşırken beyni durur, birşey düşünemez hale gelir. ya da sevgilisini beklerken ufukta aniden sevgilisinin belirmesi durdurur erkeğin beynini. sadece kadını gördü mü durmaz erkeğin beyni. kadınlara yönelik bir hayatımız olduğu kesin, sonuçta kim bakkala giderken "ulen pijamaları çıkarıyım şimdi mahalledeki kıza denk gelirim" diye düşünmüyor ki? pijamalar çıkar, pantolon-tişort giyilir sonra "ulen bu kadar giydik saçıda düzeltelim" düşüncesiyle fön çekilir. anne nereye gidiyosun diye sorar "bakkala gidiyom sen dedin ya 2 ekmek al diye" türünde cevap verilir. sonra merdivenlerden aşağı inilir bakkala girip oradan 2 ekmek ver bana denilir eve dönülür. ne kız geçer yoldan, ne kadın kitaplarını düşürür yere...
konumuz bu değil zaten kim soktu lan bizi buraya?
dikkat ettimde sadece sex ve sexe giden yollarda duruyormuş beynimiz. iki dakika kendimi kandırmaya çalıştım olmuyor. lan bu kadar mı kadınlara bağlıyız oğlum biz? nereye gidiyor lan bizim sonumuz?
gazetelerin sexy fotoğrafları için tıklayınız bölümü bizim için yapılmıyor mu oğlum? hilal cebecinin şu an ki tanınırlığının sebebi sen-ben olmasakta bizim gibi çükü olan varlıklar değil mi? scarlett johansson poposunun fotoğrafını cümle aleme yayınca bi panik olmadık mı?
peki angelina jolie'nin şu fotoğrafı hepimizin beynini durdurmuyor mu? hatta bu linki gördüğümüz anda bile beynimiz 1-2 salise durmadı mı?
Bazı yiyecekler tek başına bile yenildiğinde mideyi bozarlar. ancak en etkili mide bozma yöntemi, mide bozucu iki besini birleştirmekten geçer. kuru fasulye, acı biber, mısır, asidi kaçmış kola vb.
Mideyi tam bozabilmek için şefin tavsiyesi:
-Kuru fasulye eşliğinde acı biber turşusu
-Yanında Asidi kaçmış kola
-Üzerine mısır ve hemen ardından bolca su
Ertesi gün kendinizi nüklüer silah gibi hissedebilirsiniz.
insanların büyük rakiplerine karşı ufak zararlar vererek kendisini mutlu hissetmesidir. öc alma duygusu canlının doğasında vardır. kötülüğe, kötülükle karşılık vermezse içi içini yer kendisini güçsüz hisseder.
tamam farkındayım biraz fazla küfürlü bir başlık ama ben bu sözü her duyduğumda aptal bir gülümseme düşüyor suratıma. bir cümleyle koca bir olayı anlatmak gibisi var mı?
sözlüklerde insanların kocaman firmaların başlıklarını açarak altlarında içini dökmesi bu olayın en bilinir örneğidir. özellikle türk telekom için geçerlidir bu olay sözlük ortamında.
kişi türk telekom hakkında gizli/açık hakaretlerini bir bir sıralar ve ekle butonuna bastıktan sonra inanılmaz bir huzura kavuşur. sanki herşey çözülmüş ve kişi sorunsuz bir hayata geri dönmüştür. oysa yazdıkları çoğu zaman kimse tarafından okunmamış ve sözlük veri tabanında kaybolup gitmiş olur. yine de kişi büyük bir firmaya zarar verdiği duygusuyla kendisini tatmin eder.
yalan söyleyen sevgiliye verilecek cezadır. benim yapamadığım yani. küçük bir kız çocuğu gibi "bir daha olursa ayrılırım" dedim. belki çok büyütülecek birşey değil ama yalan, yalandır nihayetinde.
arkadaş hani bizim ilişkimiz dürüstlük üzerine kuruluydu lan? yalan söyleyince ne anlıyor bu insanlar bilmiyorum. o kadar zaman geçmiş ilişki başlayalı ve ilk defa yalanını yakalıyorum. şimdi nasıl güvenirim eskisi kadar? belki başladığımızdan beri yalan söylüyor bana ve ben farketmiyorum. nasıl atarım bu kuşkuyu beynimden? her söylediği sözü süzgeçten geçirmeden, koşulsuz-şartsız nasıl inanabilirim?
bitirmek en doğrusuydu belki fakat yapamadım. şimdi o da benim bir yalanımı yakalama çabasına girişecek durumu eşitlemek adına. ilişki boka sardı anlayacağın. bütün ilişkilerin bitme süreci bu şekilde başlıyor işte.
"bir erkek ve bir kadın arasında" diye devam eden teoman'ın aşk kırıntıları adlı parçasının güzel cümlesi...
paylaşacak birşey artık yoksa bitmelidir ilişki. ilişkinin başlangıç ciddiyetine göre paylaşacak yeni şeyler aranabilir.
bir ilişkiyi köküne kadar sömürmemelidir insan. sevgilinizle yapabileceğiniz herşeyi sıkıştırılmış bir zaman diliminde yapıp bitirirseniz soğursunuz ilişkiden. karşınızdakinin kişiliğine, karakterine hatta ve hatta ahlakına bile laf atmaya başlarsınız.
bir erkek karşısındaki kadını kısa sürede yatağa atınca "bu da kaşarmış" diyerek sıyrılır işin içerisinden. ancak niye şu hiç düşünülmez, kız kısa sürede yatağa girdi seninle tamam ama demek ki sende onu yatağa atma planlarıyla sürdürüyorsun bu ilişkiyi. kız kaşarsa sende şerefsizsin?!
bazı şeyleri zamana yaymak ya da zamanın akışına bırakmak gerekir. birinci gün öper, ikinci gün üstüne atlarsan, üçüncü gün karşındaki insanda kusur aramaya başlarsın.
gir kanıma klibinde tanık olduğumuz insanlık tarihinin en ibret verici dans görüntülerindendir.
eğer birgün albüm çıkarısanız, böyle bir kostümle klip çekmeyin; eğer böyle bir kostümle klip çekicekseniz, saçınız böyle olmasın; eğer saçlarınız böyle olucaksa, böyle dans etmeyin; yok ben illa böyle dans edicem diyorsanız, böyle klip çekmeyin amk* http://www.youtube.com/watch?v=V7DAzOf1Clg
yunanistanın içerisinden bir türlü çıkamadığı kriz sonrası yorgo papandreu'nun müslümanlığı seçmesidir. merkel ve sarkozyden medet umacak hale gelen yorgo aşağıdaki karede ilk ve son duasını etmektedir.