bütün bunları anlatmak için ayda 400 TL psikologa en az bir o kadar da biraya para veriyorum. en az 10 adet arkadaşımla ara ara görüşüyorum ve kafalarını ütülüyorum.
kesmedi.
bundan 6 yıl önce, dünyanın neresinde, hangi koşullarda, hangi kimlikte görürsem göreyim aşık olacağımdan emin olduğum insanla karşılaştım.
6 yıl boyunca onu her gördüğümde kalbim yerinden oynadı, dünya üzerinde daha güzel bir yüz olacağına inanmadım-hala inanmıyorum-, daha güzel bir ses duyamayacağıma eminim, bir insanın gülüşünün bir diğerinin hayatını nasıl ters yüz edebileceğini bilmezdim, sayesinde öğrendim.
tabi hayat bu kadar romantik değil. hayat avam. hayatta parasızlık var. kaynana fişteklemesi dediğimiz olaylar var. üremeyi ebeveynlik sanan insanlar var. ego savaşı var. "benim dediğim " "hayır benim dediğim" var. en çok kim emek verdi sidik yarışı var. kıskançlık var. hayat boktandı, benim zihnimin bir köşesi hala dokunulmaz idi. ama o zihnindekileri dahi açmayan bir yabancıydı. güzel gözleri bana bakıyor ama ne düşünüyor belli değildi.
6 yıl birlikte geçirdikten, evi barkı çeyizi dizdikten, nişan yaptıktan, hayatımızı bilikte geçireceğimize dair ilanı bir tek donald trump duymamışken-o zaman çok da gündemimizde değildi, şimdi olsa eminim ona da bizimle ilgili ölümcül fikirlerini sorardık- yollarımız ayrıldı. "sen öyle dedin" "sen böyle yaptın" diyerek ayrıldık. trump'a gerek kalmadı. anası yeterliydi.
sonra ne oldu?
klasik Türk filmi devam etti. pusuya yatmış yakın arkadaş ufak ufak hayata sızar, ellerinden tutar, "neden istenmedim, neden, onsuz da yaşarım ne olacak" diye düşünen kadın karakter gelen bu şefkatli çağrıya kendini kaptırır, "hayat böyle de güzel, beklemeyeceğim artık yeter" der.... fakat nafile.
aşk hayatta bir kez başa gelir. hissedilen diğer her şey mutluluk, huzur, tutku, şefkat, sevgidir belki. güzeldir hepsi. ama aşk tek seferliktir. hayat psikologla geçirilen mantık yürütme seanslarının gazına ve içilen galonlarca içkinin ayyaşlığında bok püsür geçer.
geri de dönemezsin. bir başkasının ellerinden tutmuş olmanın getirdiği utanç ile "istemiyorum seni" demek zorunda kalırsın. böylece bir sıradan hayat daha boktan sebepler uğruna boktan bir süreçle nihayet bulur.
senfonik metali sevdiren gruptur kendileri. Per Aspera Ad Astra dinlemeden ölmek suç teşkil etmelidir.
ayrıca izmir'e gelecekleri zaman düğünümde sahne almalarını rica ettiğimde kabul etmiş çok da baba bir kurucusu vardır. god bless
dünyanın en sevimli yaratıklarıdır bunlar. birini kaybettiniz mi kolunuz kanadınız kırılır. bir yenisi hayatınıza girdiğinde de aynı heyecanları kendi şahıslarına münhasır şekilde size hissettirmeyi başarırlar. canlar, bir taneler.
bağımlılık kazandırması çok hızlı bir oyundur. zevkle yapılan tüm beden aktiviteleri (yogayı tenzih ederim) serotonin dolayısıyla bir "yeniden yapma, hareket etme" isteği uyandırır elbette fakat bu baya hoştur. ağırlık olmadığı, tek başına yapılmadığı ve büyük hezimete uğranmadığı taktirde insana büyük kaybetmişlik hissi yaratmadığı için de olabilir. sonuç olarak; god bless pinpon
Bir türlü adam akıllı ilişki yaşayamayan Türk Erkeği sanrısıdır. Gariban Türk kızları, her ne kadar kendilerini geliştirirse geliştirsin, baba aynı baba anne aynı anne sevgili aynı sevgili. En yakınlarının ve toplumun baskısı altında büyüyen şeyin adı ego değil, isyandır. Bir kıza ulaşamayıp arzularındaki gibi yaşayamayan Türk Erkeği, sanki başka bir dünyada yaşıyormuş gibi, sıfır anlayış ile Türk kızını hemen egosu şişkinlikle suçlar, sıyrılır.
izleyen herkeste "şerefsizim benim aklıma gelmişti" nidasını uyandıracağına emin olduğum diyaloglar içerir nuri bilge ceylan filmi. öyle dile getirmek isteyip de getiremediğiniz bir şey varsa, gidin duyarsınız, en azından içiniz soğur.
bunun yanında göreme'yi görsel bir şölen halinde önümüze serer; bazen hayattaki tek gerçeğin "soğuktan korunmak" olduğu diyarlara götürür, izleyiciyi bir onun tarafında bir bunun tarafında bırakıp şamar oğlanına döndürür.
oscar'ı da alır; güzel yönetmen gezi'nin güzel çocuklarına hediye eder ödülü.
leziz.
muhafazakar ülkemizde, ramazanda top patladığı an çorbayı yarılama hızında yayılmış görüntülerle karşılaşmış olmamızı sağlayan saldırıdır. demek ki neymiş:
-meme her yerde aynı meme,
-apple kullanıcılarını kendi diktatörlüğünde tutarken dünyanın en gerizekalı şirketi olmak ünvanını da elinde bulunduruyormuş,
-hollywood ünlüsü münlüsü fark etmez, hepsi tişört kenarından meme fotosu çekip sevgililerine yolluyormuş,
-jennifer ve kate'in garibanlığı IŞiD'in kafa kesmesinden daha büyük yankı yaratıyormuş,
-meme her yerde aynı meme.
katıldığım önermedir. dünyaya, özellikle islam alemine böyle zulüm gelmemiştir. konu komşu yakında uzakta ne kadar islam devleti veya örgütü varsa hepsini birbirine katmıştır. dünyaya mal olmanın iyisi kötüsü olmaz. aferin.
öncelikle "ben sana satmıyorum kardeşim" demek suçtur. böyle bir şey var, pek kimse bilmese de. tüketiciyi koruyan yasalar, tüketicinin sadece ayıplı mal aldığında değil, istediği malı alma hakkında da yanındadır; burayı geçiyorum.
ikincisi bu video yu youtube koymak aşkı ile gaza gelmiş dövlet bize bakmiy giller analarından emdikleri süt burunlarından gelene kadar cezalarını görecektir.
bundan 1 yıl önce gezide kız çocuklarına küfredip, erkekleri taciz eden bu üç lacivertli, tayyo-feto kapışmasından zarar görüp kapılıp gitmişlerdir oraya büyük ihtimalle. yani, karma işlemiştir; hatta pek adaletli de işlememiştir.
sonuç: olur öyle şeyler buralarda. garip bir şey yok.
gün yarışmasında birincisi, hafta finalinde ise ölesiye sonuncusu olduğum ve sorularıyla ne kadar yanar döner, halet-i ruhiyeye bağlı bir yarışma olduğunu kanıtlamış bloomberght yarışmasıdır. seti çok zevklidir. gayet eğlenceli bir kaç saat geçirmek isteyenlerin kesinlikle başvurmasını tavsiye ederim.
oy kullanımın yasalara uygun şekilde, usulsüzlükten uzak yapılmasını ve sayılmasını hedefleyen oluşum.
malum ne kadar bıkbık ederseniz edin, dağdaki çobanla aysu kayacının oyu bir. herkesin 1 oy hakkı var ve ne yazık ki bu kadar kalabalık bir seçmen kitlesini barındıran; yolsuzluğu ana sütü gibi helal etmiş bir yönetimle; seçimde o 1 oyun boşa gitmesi, istemediğiniz adaya/partiye gitmesi işten bile değil. bunu korumak için de yapılması gereken sandıkların başında durmak, sandık kurulu, seçmeni denetlemektir.
izmir'de 2 bine yakın kişi ile oylarımızı korumaya çalıştık ve aldığımız eğitimle bir çok sandık kuruluna girmeyi, giremediklerimizi de doğru yönde etkilemeyi başardık. bir çok yasal olmayan duruma engel olmak fırsatı bulduk. en önemlisi de "oyumuz sahipsiz değildir" mesajını, yevmiye+yol+yemek masrafları karşılanmış pantolon üstü salınan gömleklilere; zorla oraya oturtulmuş vasıfsız muhalefete göstermiş olduk. yeterince duyurulmadığı veya belki de doğru ifade edilemediği için az olan müşahid sayısı, gün içerisinde müşahidlerin aileleri ve arkadaşları tarafından kat be kat artırıldı. çağrı merkezi, avukatlar, ilçe sorumluları sürekli olarak telefon ve internet yolu ile hizmet verdi. herkes cebindeki parayla birbirinin yeme-içme ihtiyacını ve sandık kuruluna şirin görünme masraflarını karşıladı.
çok ama çok başarılıydı. çünkü bu bir gönüllülük organizasyonu çerçevesinde barınan insanları içerdi. mhp, chp, bdp, tsip, esp, ip... vs nin taraftarı olan ve belki de hiçbir partinin taraftarı olmayan kişiler, başta liberal demokrat parti (sağolsun lan) olmak üzere adayların ve partilerin dağıttıkları müşahid kartlarını hiç irdelemeden kabul etti ve görevini yerine getirdi.
cumhurbaşkanlığı seçimleri iyi/kötü yapıldı ve iyi/kötü sonuçlandı. önemli olan; memleketin ruhu coşkun insanlarının kaya gibi sağlam burada olduklarını da gösterdi.
oy ve ötesi her seçimin takipçisi olacak tamamen tarafsız ve etik bir örgütlenmedir. iyi ki var. hep olacak.
tıpkı TV programlarında olduğu gibi kitaplar üzerinde de yaş ibaresi olmalı. 10 yaşındaki birini bulantıdan bulantıya sürükleyen lanet bir kitaptır. şimdi hangi havucu kim ne için kullanmış takmam belki ama ortaokul öğrencisi için bir felaket olabilir.
kendini kandırma yetenekleri oldukça yüksek. özellikle aşk konusunda.
kime aşık olduklarını asla gerçek anlamda kestiremezler. büyük oranda sadece ilk hoşlandıkları kadın akıllarında kalır geri kalanı da oymuş gibi sevmeye çalışırlar.
özellikle ülkemizde sürekli pompalanan arabesk aşk tanımından oldukça etkilenir ve hayatlarındaki kadını dünyalarının en önemli meselesi haline getirirler.
oysa hayatlarındaki bu zımbırtıyı sadece içlerine girdi, giriyor, girme, girmiş olma ihtimaline karşı hayatlarında tutarlar.
işin acı tarafı bir çoğu bunu fark etmeden "sevdiceğin yüzüne düşen zülüften yanağını kıskanma" moduna girerler. oysa ne zülüfe girebilirsin ne yanağa.
çoğunlukla hayatlarındaki kadınların hayatlarına hükmetmek isterler. kimi kadınlar bu koşulları genel geçer bir hal olarak kabul eder ve huzur içinde yaşarlar. kimileri de "ya benim hislerim, ya benim ruhum, ama benim sevgim, ama benim sadakatim, hem ben o kadar kötü müyüm" ... vs çılgınlıklarla tahtalarını yerinden oynatırlar. bir çok araştırmacı kadın bu yolda psikolojik rahatsızlıklar geçirir. hep ama benim suçum ne modunda salak ve ağlak dolaşırlar. oysa erkeklerin cem yılmazın dediği gibi analog yapısını anlamak için çok da kafalarını yormalarına gerek yoktur.
bir yerde okumuştum "deliğin etrafındaki gereksiz et parçası" olan kadınların karşılarında ettikleri tüm konuşmaları bir vızıltı olarak duyarlar. işte bu yüzdendir ki" ya elli kez söyledim ama açıkladım neden tekrar soruyorsun" dediğiniz şeyleri aslında dinlememişlerdir gariplerim. zaten soru sormak birinci vazifeleri olduğu için bir yanıt beklemeniz de anlamsız olur.
kadınların anlaşılmaz olduğu karmaşası ile yaşarlar genel olarak. çok da haklılardır. istedikleri çok basittir. sadece isteyiş şekilleri çevre din, millet, aile tarafından çeşit çeşit şekillenir. oysa kadınlar her seferinde başka başka taleplerle sonuca uzaklaştırır gariplerimi. özellikle de şu genel geçer hali kabullenmeyen manyaklar. böyle kadınlara denk gelen erkekler en şanssızlardır. sadece cevap vermek, itaat etmek ve vermek üzerine programlanmış bir sürü güzel kadın varken sıradan, çenebaz, soru soran, önemsenmek isteyen ve çirkin birine denk gelen erkekler allahın öbür tarafta bol bol huri ile ödüllendireceği erkeklerdir.
küçük bir dilemma yaşarlar ama. kadının bedenini hem isterler, hem istemezler. isterler, doğal olarak ama istediklerini aldıklarında karşılarındakinden memnun olmazlar ve "bana verdiyse herkese verebilir" mantığı ile iyice delirir ve herkesten kediden köpekten bile kıskanırlar. kıskanma sebepleri tamamen ayrı bir vaka olduğundan konuyu dağıtmayacağım ama temel olarak "sadece kendine ait oyuncak isteme ve kıyas istememe" olarak tanımlayabiliriz. eğer vermezse karşısındaki kadın aşık olurlar ve hayatlarının kalanında da hep iyi anar, unutmazlar. bununla birlikte kimle evlendikleri konusu biraz muammadır. aileleri ile araları iyi olduğunda ailelerinin sevdikleri kadınlarla, değilse sevmedikleriyle evlenmeye dikkat ederler. evlendikten sonra tümden ele geçirme hissiyatı ile hayatlarındaki gereksiz et parçası onları doyurmaya ve temizleme başladığından bir nebze daha kıymetli hale gelir. insanoğlu kolayı sever çünkü.
konunun başı neydi? ha evet. kendilerini çok temiz kandırırlar. nitekim, aşkın tanımının asla ruhla alakası olmayan cinsiyettir. mesele sadece sahip olmak veya olmamaktır. bu da ego ile alakalıdır.
"et" memleketi. özellikle harput'a gidip halit ustaya uğramanızı tavsiye ederim. her türlü eti harika pişiriyorlar. bu kadar mı lezzetli olur, bu kadar mı bol olur esnafının gönlü! yemeklerine saygılarımı sunar, soğuğuna lanet ederim.
5 ocak 2014 tarihinde izmirdeki tüm uçuşlar gözün gözü görmediği sis yüzünden iptal olurken, gecenin bir yarısı ineceğim diye pistin yarısına konabilmeyi anca başarmış cevval hava yolu şirketidir.
bizim eve her akşamüstü gelip dördümüzü yarıştırsa memnuniyetle maaş verebileceğimiz sunucudur. gezi sürecindeki duruşu zaten sevdiğimiz bu adamı iyice göklere çıkarmıştır.
gülen çocukların hikayesi. tarih, bugün, asimilasyon, direniş, değerler, çatışma, barışma, fedakarlık; hepsini bulabileceğiniz yegane harika müzikler ve görüntüler içeren bir filmdir. hele ki "gezi"den sonra çok daha fazla şey ifade eder.
öncelikle, başınıza gelmemesi için mutlak surette yapmanız gereken şey: soğuk içecek almaktır.
malum otobüslerde çok sıcak olmasa da ve bir gıdım olsa da sıcak su verilir, çay kahve içersiniz bu suyla. genelde dikkatle tutar oraya buraya sıçramasın diye de uğraşırsınız.
ama bazen elinizde eşşek kadar telefonunuz, kulağınızda kulaklık, önünüzdeki açılır masada kitabınız olabilir ve araba da biraz sallanabilir.
iş de tam bu mükemmel şartlar altında o su üzerinize dökülür. şanslıysanız oranızı buranızı değil bacaklarınızı yakarsınız.
şanslı olduğunuzu varsayalım ve şehirler arası bir yolda yapabileceğiniz hayat kurtarıcı hamlelere geçelim:
1- derhal muavin koltuğunun oraya koşunuz.
2-pantolonunuzu çıkartınız
3-bu arada muavine su getir diye bağırınız.
4-ilk önce iki şişe kadar oda sıcaklığında suyu bacaklarınıza boşaltınız.
5-sonra varsa soğuk su, yoksa yoldan kar falan toplatıp soğuk su kompresi yapınız.
6-yirmi dakika kadar soğuttuktan sonra hala bir şehir merkezine varmadıysanız otobüstekilerden bir ağrı kesici bir de bepanthen sorunuz illa ki vardır 45 kişide. uygulayınız.
6-bu arada gireceğiniz otogarın ambulansının hazır beklediğinden emin olunuz.
7 ve en önemlisi: tüm bunları yaparken ağlamayınız.
evet sonrasında da sünnet çocuğu gibi bir kaç hafta 2. derece yanığınızla acı çekiniz. nitekim akılsız başın derdini zavallı bacaklar çeker.
kola alın, limonata alın, meyve suyu alın.
ama asla sıcak su değil.
asla!
zamanında mübarek bir insan şöyle de bir entry girmiş: (#12694133) görmemişim. siz görünüz. ve destekleyiniz.