Duygusal olarak sığ,yakın ilişkilerden korkan sahte bir içgörüye sahip, cinselliğin karmaşasına düşkün, yaşlılık ve ölüm korkularıyla dolu yeni narsistler geleceğe olan ilgilerini yitirmişlerdir.
polen isimli grubun yanlış bilmiyorsam çıkış şarkısıdır. Şarkıyı canlı dinleme şansım oldu. Bir dakikalık hali var ama keşke daha uzun bir kayıt alabilseydim dedirtti. Spotify'da da şarkı mevcut.
Dipli not: şarkının ilk bölümüne bayağı bırakıyorum kendimi.
"Yüzyıllık yalnızlığım var
Ama sorsan alışmam."
masa dergisi'nin ikinci sayısında hikayesine rastladığım yazar. Tanışın isterim.
Canan Saka - Düşmez
“Biz hiç duramayalım diye yazılmıştı tüm mutlu sonlar, bütün o filmler, kitaplar, masallar. Bu hayatın, eninde sonunda bize bir mutlu son vereceğine inanmamız için kurgulanmıştı her şey. Çok çalış, çok koş, çok iste, çok, çok, daha çok… Ki varabilesin hayatın o harika, pembe panjurlu mutlu sonuna. ”
Dün gece on beş saat çalıştıktan sonra otelden çıktım. Çalışanlardan ikisi birbirine girmiş, gelmemişler. Olan bana oldu tabii. Şikâyet etmiyorum, kimseye de bir şey söylemedim zaten. Çünkü biliyorum, bunun böyle olması benim suçum. Hayat bana hep adil davrandı. Başıma gelen her iyi şeyin ve kötü şeyin bizzat sebebi benim.
O yüzden cehenneme gittiğimde “Harlayın ateşi!” diyeceğim. “Ben adalet istiyorum. Buysa eğer cezam, buyursun yaksın.”
Babam “işe gidip gelirken yürü, zayıfla biraz” diyor. Bir de “iş yerinde sana haksızlık yapılmasına izin verme, sen çalışmak zorunda değilsin. Sen bana yük değilsin” diyor. Babam, çocuğunu korumaya çalışan sıradan bir baba. Fakat bilmiyor ki… Ben ona yüküm, yedi milyar nüfusu olan dünyada yeryüzüne, bastığı toprağa yük olan da bir tek benim. Bütün evlerin, bütün hayatların, bütün sokakların fazlası bir tek benim.
“Sürekli kaçıyorsun” demişti bir arkadaşım bir gün. Evet, kaçtım. işime gelmeyen her şeyi görmezden geldim. Dayanamayacağım derecede burnuma kadar geldiklerindeyse kaçtım, arkamda yıkık dökük hayatımı bırakıp…
Bir sürü başka hayatım var. Hiçbirini hiç kimse bilmiyor. Bazılarını ben bile unuttum. Her seferinde inandım, bu kez yepyeni ve en güzel olacak olan hayatımı kuracağıma.
Her seferinde de battım dibine. Hepimiz çok kariyerli, çok CEO olmak için gelmedik ya bu hayata! Benim en iyi yaptığım şey de bir boku düzgünce yapamamak olsun. Olsun, varsın.
“On beş saat çalıştım bugün, bir dondurmayı hak ettim” dedim. Dondurma dolabını gördüğüm ilk dükkâna girdim. “Hanımefendiye bakın!” deyince biri, dükkândaki üç çalışan birden geldi yanıma.
- Kâsede dondurmanız yok mu?
- Maalesef ama bakın bunlardan bir alınca ikincisi bedava.
- Tamam, biraz kiloluyum da o kadar değil.
Güldürdüm adamı. Sonra o bedavalı dondurmadan aldım bir tane. Ufak bir çırak var, ona verdim bedavasını, iyi bir insan olduğumdan değil, öyle gerektiğinden, iyilik yapmaktan başka çaremiz olmadığında yaptığımız iyilikler de iyi insan hanemize yazılır mı? Elimdeki fazla dondurmayı çöpe atmak yerine çırağa vermem beni harika bir insan yapar mı? Ama her küçük hareketimize elli tane anlam yüklemeden yaşayamayız, değil mi?
Yürüdüm. Yürüdüm… Bir sürü şey düşündüm yürürken. O geceyi, diğer gecelerden farklı hale getirmedi hiçbir fikir. Yürüdüm yine de.
Yürüyüp bir yere varmam ya da olduğum yerde kalmam bir şeyleri değiştirecekmiş gibi yürüdüm. Sanki herhangi bir yol, herhangi bir yere varabilirmiş gibi yürüdüm.
Yürüyüp de varacağım o dağın tepesine değil de yol kenarındaki ağaçlara baktım, çiçekleri kokladım, karıncalarla konuştum. Ellerimi dokunduğum ağaçlara bıraktım. Ayaklarımı yola teslim ettim. Durmaya niyetlendiğim an yıkılıp döküldü dünya.
Bir yere sabitlenip de yazacağımı sandığım mutlu son, yalandı. Hayatın bir mutlu sonu yokmuş, öğrendim. Yolun keyfini çıkarabilirsen ne âlâ…
Biz hiç duramayalım diye yazılmıştı tüm mutlu sonlar, bütün o filmler, kitaplar, masallar. Bu hayatın, eninde sonunda bize bir mutlu son vereceğine inanmamız için kurgulanmıştı her şey. Çok çalış, çok koş, çok iste, çok, çok, daha çok… Ki varabilesin hayatın o harika, pembe panjurlu mutlu sonuna. En harika senaryo seninki olsa bile, bir emekli maaşı ve işe yaramazlık hissiyle bitireceksin ömrünü.
Yürüyüp giderken korktum, bugünkü korkularımı bir gün kaybedeceğim diye. Bir yerde sabitlenip kalmaktan korktum. Bir adama, bir çocuğa, bir işe sabitlenip kalmaktan korktum.
Yürüyüşümü yavaşlatacak hiçbir şeyi istemedim. Bir adam çok âşık olmasın bana mesela, bana çok âşık bir adamı bırakıp da yürüyüp gidemem ben. Bir gün gözümde “Senin yüzünden gidemedim ben” bakışını görecekse eğer, olmasın bir çocuğum. Çok param olmasın, o çok parayı kazanmak için bir yerlerde sıkışıp kalmasın hayatım. Sorumluluktan kaçmak mı diyeceksiniz buna? Kaçıyorum, evet. izninizle sizin çizdiğiniz o çok sorumluluklu hayatı yaşamak istemiyorum. Ben yürüyüp de sizin mutlu sonlarınıza varamıyorum. Bırakın, şu köşede durup çiçekleri seveyim.
Kalbimi parçaladı o sahip olamayacağım sevgili eş, o güzel çocuklar, o büyük pencereli huzurlu ev. Kaçtım, bütün bunları kurup bir gün kendi ellerimle parçalamaktan.
Hiç durmadan yürüdüm.
Eve vardım sonra. Annem uyumayıp beni beklemişti, her gece yaptığı gibi. Ben de her gece olduğu gibi “N'aber kanka?” dedim ona.
"Güzel olmak zorunda değilsin. Kimseye güzellik borcun yok. Ne erkek arkadaşına / kocana / partnerine, ne iş arkadaşlarına, özellikle de sokaktaki rastgele adamlara. Annene borçlu değilsin, çocuklarına borçlu değilsin, topluma borçlu değilsin. Güzellik, “kadın” denilen bir alanı kapladığın için ödediğin kira değil." Diyen moda ikonu.
Aniden ünlenen ve ne oldum delisi olan şımarık Hakan hepcan'ın gündemden düşünce ne yapsam da tekrar adım geçse çabasıyla yaptığı yanlış hamledir. Oldum olası sevmedim şu herifi.
Cocumuyo diye beyin uyuşturdu. Ağzına çarpasım geliyordu lavaşın.
Boynunuzu sağa sola cilveli cilveli hareket ettirerek eşlik edecek bir ezginin günlüğü Şarkısıdır. Overlokçulardan gına geldiyse... Öhöm.
Eski sevgilileri kapıya bırakın aşıkçı geldi hanım
Kalp kırıklıklarınızı çöpe atın aşıkçı geldi hanım
Gözlerinize güzel bakarım saçlarınıza güller takarım
Ellerinize dokunup yakarım aşıkçı geldi hanım
Önce aşk şarabından içerim sonra sevip sevip kaçarım
Kalbinize derin yara açarım aşıkçı geldi hanım
Eski sevgilileri kapıya bırakın aşıkçı geldi hanım
Kalp kırıklıklarınızı çöpe atın aşıkçı geldi hanım
Hayallerinizi itinayla yamarım tepeden tırnağa aşkla boyarım
Yalanlarınıza kanmış gibi yaparım aşıkçı geldi hanım
Düşlerinize girip gezerim hem kalp hem ok çizerim
Her isme akrostiş yazarım aşıkçı geldi hanım
ingilizce'de, hevesleri uğruna canını dişine takıp çaba gösteren insanın en sonunda heves ettiği mevzudan vazgeçiş, sıkılış anında ağzından balıklama atlayan cümledir.
iki artı bir (ben kaynak olan) olarak üç arkadaş sinemaya gittik.
- oturma düzeni soldan: ben, arkadaşımın sevgilisi, arkadaşım. -
kurulduk koltuklara bu şekil işte, reklamlar bitti, başladı film. aksiyon filmine gitmişiz filmin ortasında en heyecanlı bir yerdeyiz. onlar tabi arada muc mıc sesler çıkarıyor ama ben dalmışım filme. arkadaşım sevgilisinin omzuna koyduğu eliyle beni dürdüp nah yaptı. ben tabii ki aksiyon filmine devam ettim. üzücü, evet.
-sorun olduğu için peş peşe iki edit ile anlattığım mevzudur.-
Dün gece arkadaşımın bana yaptığıdır. Böyle böyle dili gelişir diye bir ümide sürükler.
Bahsi geçen er kişinin Uzun süre önce belli ettiği bir hoşlantısı vardı. Ancak dün gece "did you sleep?" Mesajıyla çatpat ingilizcesiyle belli etmeye başladığı bu serüven "I wanted too talk because i am drunk"la devam etti. Ben bekliyorum gelecek bir bomba ama hayırlısı bakalım diye. Bir baktım art arda titriyor telefon:
I was happy when drunken hours
Dont think anything
Just happiness and love
I want to be happy
But i am not happy
Heeeğh kıvamı tutturmuş ama üzülüyorum da. Bu çocuk ayıkken her şeyi kafalayan ve genellikle umursamayan biri. Öyle kafasına göre yazar, bir gider bir gelir. Hadi bakalım devamı nasıl olacak konuşsun da rahatlasın dedim. +++
Pek harlı ama bir o kadar da hoş sohbet yazardır. Misal tinyde kitap okuyan yiğidoya "sönön bözö kötöp ökömönlö mö költörlönöcöğöz?!" Diye çıkışmıştır.
Samimidir, gibi gibidir. Misal Bir sınavdan 95 aldığını halay çekerek tiny ailesine duyurmuştur. (E-e-egoma ters düşüyorsun (bkz: mustafa sandal)
Pek kıymetli poposu vardır zira Karda poşetle değil kızakla kayar. Meh.
Neticede severiz.
bugün yaptığımdır. sırt ağrılarıyla keyifsiz bir uykudan uyanıp ortalıkta neye uyandım niye uyandım diye bir iki saat dolandıktan sonra minimum düzeyde adaptasyonu edinip "e adettendir" diyerek bir şeyler atıştırmaktır. böyle zamanlarda genelde yarım litrelik bardağıma suyu doldururum ve dolabı açıp önüne sandalyeyi çekerim. canım hiçbir şey istemediği için elim boş dönerim dolaptan, tek faydası soğuk ile uykumu biraz açması olur. gider ekmeklikten bir dilim ekmek alırım -ki o gün biraz olsun şanslıysam köşe vardır- suyuma katık eder, odanın duvar diplerine attığım sabit bakışlarla tüketirim.
adeta "samimi esnaflar trafiği" bol bir yardım dükkanı olan interrail türkiye alt oluşumlarından biridir. tanımadığın insanların hiçbir çıkar beklentisi olmadan ve "yok canım küçücük bir şeyle bir faydam olmaz ki"yi düşünmeden ellerinde, yüreklerinde ne varsa ortaya serdikleri, hiçbir şekilde paranın geçmediği, sadece çadır, mat, tulum, çanta değil aynı zamanda ihtiyacınız olan ya da ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz kişinin/lerin her türlü gereksinim talebinin karşılanmaya çalışıldığı bir ortam. mevzu bahis olan eşyaların, şeylerin artık her ne ise takas etme, hediye etme ve geri getirme karşılığı anlaşma yolu ile trafiği sağlanıyor. güven durumu da karşılıklı konuşmalara ve paylaşılan gönderinin altında kendisine referans (bkz: ref) olan kişilere bağlı.
bahsetmesem olmaz. ilk kampımı bu sayfa sayesinde edindiğim tulum ve çadır ile yapmıştım, aralarına yeni girmeme rağmen çok da güzel vakit geçirmiştik. hatırlamak bile mutlu etti yahu.
eveet, eveeet! yanaşanı, sulanan, ortamcısı, boş insanı bol bir grup. (yani aşinasınız aslında sözlükten ama uzaktan olunca cık cıklaması daha bir hoş geliyor herhal.) ama bir ihtiyaç oldu mu herkes de paçayı sıvar böyle de bir benimseme söz konusu. ki adı ile anıldığında tabii ki de her çeşit yurdum insanına kucak açması çok da absürd bir durum değil değil aslında. he elbette *nin kendi bünyesinde uyduğu ve uyulması konusunda hassas olduğu birtakım kriterler var. atminlerin de doğrusuyla yanlışıyla bu uğurda çaba sarf ettiği gözden kaçmıyor ama taraflı tarafsız olması konusunda biraz daha zamana ihtiyaçları var gibi.
müsait olduğum vakitlerde bir şeyler izleyeyim diye bilgisayarın başına geçtiğim zaman bir bölümlük dizi yahut bir parçalık film kadar süreyi benden çalan ikilem.
gayet mutlu bir hayatları olan ailedeki küçük kızın bir gün evden çıkıp okula giderken tecavüze uğrayıp ardından öldürülmesi filmin çıkış noktasıdır. filmde babanın, tecavüzcünün bunun hesabını ödemesini istemesi ve kendi içinde verdiği savaşı anlatır.
Bugün yaşadığım durumdur. Bizim okulun bir haftada tüm sınavı bitirme tasası yüzünden günde ikişer tane sınavımız oluyor diye bir arkadaşımla anlaşıp sınavları bölüştük. Oo çalışıyorum, o ders bende sen raad ollar, su ve seller vesaire derken benim beklentin zirve. Neyse sabah oldu okulun kapısına yaklaştım bir baktım elinde ekstrayla okulun kapısında sırıtır halde. "bu ne hal piyyyy" diye bir rencide edeyim dedim de "ka-ğaanka dişim aağrayordu biliyon muohh" dedi hohlayarak. Zaten yirmi dakikalık uykuyla gitmişim okula kusturdu hem apse kokusu hem alkol. Sınava girdik, sınav kağıdı kadar boş arkadaş. Sıvadım ben de kolları neyseki bir şeyler biliyordum da çocuk en azından sayısal kısımları benden yaptı. Bir de sınavı bitirip yaptığı şaklabanlıkları saymıyorum bile... ikinci sınava kadar kahve makinesine dayadım ağzını herifin anca toparlandı.
x2 özetle, iki kız kardeşin yaşlılık hayatının bir gelişmeyle aniden değişimini anlatan filmdir. baş kahramanlarından biri Ursula'dır, kendime çok benzettiğim lavantalı.
edit: ayrıca lavantanın faydalarını araştırırken manik depresifliğe iyi gelmesiyle şifamı bulduğum ve ardından lavantayı iyice irdelerken rastladığım filmdir.
Edit 2: teşbihte hata aramak nasıl bir çabaysa artık.