bir durum güncellemesi yaparsın. normalde, sözlükte paylaşsan o yazıyı; otuz artı, kırk da eksi oy alırsın ama aynı yazı orada otuz beğeni alıyor. ve işte insan, böyle mutlu oluyor.
andorra maçından sonra, "zaten kaybedeceğimizi kaybetmişiz, kaybedecek bir şeyimiz kalmadı" diyerek, teknik direktör bozuntusuna güzel bir göndermede bulunmuştur.
türk halkının aşağılık kompleksinden dolayı kolay kolay bitmeyecek olan dizi. adam mantık hatası bulup, facebook'una yazabilmek için hiç kaçırmadan izliyor diziyi. hacım zaten herkes görüyor o rezilliği. cahil farkındalık budur işte. he amk muzo derler sana.
bakkalın yanındaki adam yüzünden ailecek izlemeyi bıraktığımız dizi. nasıl dedikoducu, nasıl çirkef bir adam o öyle. bir de sempatik gösterme çabaları, gerçekten rahatsız edici. bu kadar seveni olması da şaşırtıcı. böyle bir yakınım olsa katil olurdum.
bir de eşek kadar kıza cimcime diyen genco. sen o saçlarını kestir önce amına koyim.
sevgilim beni terk edecek, sonra yeni sevgilisi de onu terk edecek. dostlarım, açık konuşayım ben komplekse girerdim böyle bir durumda. yalan yok. aşağılık hissederdim kendimi. kız beni terk edecek, ve ben aşk acısı çekeceğim. huyum değildir gerçi ama, hadi böyle olduğunu kabul edelim. sonra beni terk eden kız, benden her halükarda aşağıda olan bir erkek tarafından terk edilecek. benim arzuladığım bir şeyi terk edebilecek. komplekse girerdim. aşağılık hissederdim kendimi. dünyada böyle kızlar olduğu için de lanet ederdim.
barbara evlenilecek kız, kate eğlenilecek kızdır. latife ediyorum, dünyada üç milyar hastası olan bir kadınla evlenmeyi düşünemem ben. eğlenmeyi de düşünemem.
mahalle delikanlısıdır. direk başlarında oradan, buradan geçen güzel, bakımlı kızlara laf atıyordur. namus bekçisidir. kadınların iyi olması gerektiğine inanıyordur. namuslu olmalıdır hepsi. bekçi adam sonuçta. ama kendiyle pek ilgilenemez. namus kadınlar için vardır. ona göre ev kızlarının hepsi namusludur. kırk yaşına varmadan karısını aldatır. yeterince güzel bulmuyordur çünkü. gençliğini yaşayamadığı için geçen yıllara kızgındır. seveni yoktur.
aslında gerçek hayatta böyle keskin hatlarla çizilmiş kavramlar yok. piç erkek, efendi erkek gibi. bana kalırsa her erkeğin içinde bunlar vardır. mesela geçenlerde, bir ilişki başlangıcında olan arkadaşlarımı gördüm. ikisini de gayet iyi tanıyorum. çocuk; efendiyim diye geçinen birçok erkekten çok daha delikanlıdır. kız da çok iyidir. iki iyi insanın birleşimi! işte böyle ilişkiler mutlu olmamı sağlardı hep. birkaç hafta geçti. her şey iyi gidiyor sanıyorken; kız, aradı "buluşalım, konuşalım" dedi. "çok aşırı piç çıktı senin bu arkadaşın" dedi. nasıl yani, piç derken açar mısın biraz daha diye sordum. yıllardır tanıdığım adam gözümün önünde piç mi olmuştu? çok delikanlıdır aslına bakarsan, anlat bakalım dedim. ya işte ilgisiz, piçin biri çıktı. sen anlamamışsın, odun gibi bir şey bu. al, yont sen dedi. kalktı masadan gitti.
ezcümle; erkek sevmiyorsa çoğunlukla piç diye yaftalanır. oysa kaç kere sevdiği kız reddetmişti benim delikanlı olarak gördüğüm bu arkadaşımı. şimdi de kendisi sevemediği için "piç" olmuştu. kadınlar böyleydi. kendileri sevip reddedilince piç derlerdi. reddettiği, sevemediği erkeğe de, vicdanı rahat olabilsin diye "efendi" derlerdi.
dolgun görünsün diye tüm burçlara eklerler bunu. aşk kadınısınız unutmayın diye girerler, çok inatçısınız diye bitirirler. "ay çok inatçıymışız biz" diye diye gerçekten inatçı oldular ulan. inatçı olmayan insan kalmadı amk.
saygı duyduğum insanlar. yani şöyle söyleyeyim, beni ilgilendirmiyor inançları. geçen sene şampiyonlar ligi maçlarını arkadaşlarla toplanıp birlikte izlerdik. ateist olduğunu bildiğim bir arkadaşım "yalvarırım gol olsun bu" diye bağırdı. merak etmiştim, kime yalvarmıştı bu çocuk diye. sanırım insan asla tam bir karar alamıyor. dışından sorgulayamasa da, içinden binlerce soru soruyor kendine. hepimiz için geçerli bu.
insanın yeterli tekrarla değişime uğrayabileceğini düşünen insandır. mesela açalım bir burç yorumunu. muhtemelen; yengeç burcu kadını için "iyi yemek yaparlar" diyordur. sonra ikizler burcu kadını biraz dengesizdir ama eğlencelidir diyordur. akrep burcu erkeği kolay nefret eder diyordur, kincidir diyordur. yengeç burçları fazlasıyla duygusal diyordur. ve daha bir sürü şeyler diyordur. insanlar bunları yıllarca okurlar. ilk burç yorumunuzu kaç yaşınızdayken okudunuz? ben okumayı öğrendikten belki üç yıl sonra okumuştum. yeterli tekrarla burcumun şekline girdim. okuduklarımın şekline evet. tam olarak değil belki ama genel olarak böyle oldu. bir şekilde etkilenmemiş miydim? belki bilimin bize oynadığı bir oyundur bu burçlar. garip gelebilir size, doğru. belki birçok ünlü bilim adamının daha önce aklına hiç getiremediği bir şeyi bulmuşlardır. belki gerçekten beşyüz yıl sonra dünyada on iki çeşit insan karakteri olacaktır. belki...
dünyanın en fazla terk edilen kadını. muhtemelen böyledir. sevgilerini aşırı belli ederler. çoğu kere duygularını kullanan birilerine denk gelirler. saf ve masumdurlar. sulugözlüdürler ama bu kadar terk edilmeye normaldir. akrep burcu erkeğiyle garip bir uyumları vardır. akrep burcu erkeği; yüz kötülüğün, yüzünü de bilir. bu yüzden böyle ağlakları kötülüklerden korumakta zorlanmaz.
görecelidir derler ama matematiksel güzellik diye bir şey var. neyse bundan bahsetmeyeceğim zaten.
güzel bir şey bu kızlar için. güzellik. yani insan tartışırken karşısında güzel bir varlık görmek istiyor. büyük avantaj bence. sahip olanlar kullanmalı bunu. değerini de bilmeli.
sekiz ay önce teyzem hayatını kaybetti. babamın kardeşinin karısı, annemin de en küçük kardeşiydi. bu sebeple en yakın teyzem; o'ydu. insan, her gün görmediği akrabasının ölümüne bir şekilde alışabiliyordu. teyzemin tek çocuğu vardı; ebru. çocukluğumuz birlikte geçmişti. biz sülalecek babalardan şanssızdık. onun en çok, bu durumuna üzülüyordum. ebru haftalarca ağlamış, yakın akrabalar da haftalarca teselli etmeye çalışmıştı. üzülme demişlerdi. yalandı.
birkaç ay önceydi. sevgilimle birlikte koskocaman bir alışveriş merkezinin, ünlü bir kafesinde öylece oturuyorduk. kadınların ikinci evi; bu alışveriş merkezleriydi. burada sanki her şey, kadınlar için yapılmıştı. ben ise böyle kapalı yerlerde bulunan kafelerden nefret ediyordum. çoğu kez yapay bir manzaraya sahip oluyorlardı. "biraz gezelim" dedi songül. o'na göre gezmek; birkaç mağazaya bakmaktı. birkaç tur attık. mağazalara girip, birkaç parça bir şey aldık. uzaktan bakınca, kadınların çoğu birbirlerine benziyordu. modayı takip edenler böyleydi. çoğunlukla birörnek giyinirlerdi. işte insan sürüden ayrılmaktan korkuyordu. songül'ün de yıllar evvel annesi ölmüştü. anımsayamayacağı kadar küçük olduğundan bahsederdi. anlatırken çoğu kere gözleri dolardı. teyzem öldüğünde songül de, ebrunun o, her gün ağlayan haline tanıklık etmişti. o da sıklıkla tesellilerde bulunuyordu. tıpkı teyzemin kardeşleri gibi. benim gibi. tüm akrabalar gibi.
birkaç saat geçti. alışveriş merkezlerinden çıkabilmek kolay değildi. ebru'yu gördüm. bir mağazada, arkadaşlarıyla birlikte takı beğeniyorlardı. songül de gördü. ne kadar mutluydu böyle. sevinmiştim. hiç dokunmadan, o kahkahalarını uzun süre izleyebilirdim. kim bilir kaç ay oldu; o'nu böyle gülerken görmemiştim. geçen aylar ağlamaktan morarmış şişik gözleri, şimdi takıları inceliyordu. ebru'nun da arkadaşları bizi gördü. ebru'ya işaret ettiler. baktı. "neden gülmüyordu şimdi. keşke görmeseydi bizi." gülen gözleri, yerini çekingen ve utangaç bakışlara bırakmıştı. insan sıklıkla, toplumun istediği şekilde davranmak zorunda kalıyordu. kim bilir, kaç kahkahasına karşılık, "annen yeni öldü, sus ve yasını tut" bakışlarıyla bakmışlardı. onun da refleksi bu muydu? kızmıştım. insanların bu ikiyüzlülüğüne dayanamıyordum. başlarda "ağlama artık, yeter" derlerdi, sonrasında ağlamayıp eğlenince de, yadırgar bakışlarla rahatsız ederlerdi. annemle babam ayrıldığında da, aynısını benden beklemişlerdi. yeterince üzülmediğim için annem de bana kızmamış mıydı? yeterince üzüldüğümde de; "yeter artık bu kadar üzüldüğün" demeyecekler miydi? insanlar böyleydi. onları memnun etmek mümkün değildi. önce bir "hak" verip sonra bunu almaya kalkışıyorlardı. sıklıkla yazılmamış kurallarına uymaya zorluyorlardı. ebru'yu daha fazla rahatsız etmek istemedim. songül'le mağazalara bakmaya devam edecektik. yıllar evvel songül'ün de annesi ölmüştü. zaman sonra songül; "ebru ne çabuk atlatmış annesinin ölümünü, ben hala ağlıyorum biliyor musun" dedi. toplumun yazılmamış, saçma kurallarına lanet ettim.
havası kötü kokan şehir. değişik bir yapılanma var burada. çok eğreti görünüyor. adamlar dağın başına onlarca ev yapmışlar. uzaktan bakınca görüntü kirliliği daha da çok belli oluyor. yıllar sonra sakarya'yı nasıl hatırlıyorsun diye sorsalar, aklıma ilk direk başı çocukları gelir. bence orada yatıyor o gençler. *
bir insandan ne kadar çok şey beklenirse; o insandan nefret etme ihtimali de, o kadar artıyordu. ataerkil bir toplumda, babadan nefret etmek; kolaydı.
yıllar önce babam, annemi terk etmişti. bu durumun negatif enerjisini etrafıma yansıtmayı hiç istemedim hayatımda. nefret ediyordum bundan. ama sevdiklerimle aramda duvarlar oluşuyordu. anlatmayınca kendimi sahtekar gibi hissediyordum. bir gün aşacaktım. zordu. biliyordum.
o'nunla aramda bulunan, "o" görünmez duvarları yıkmaya gidiyordum. o'nu gerçekten görmeye çalıştığım her anda; bir tuğlaya denk geliyordum. yıkmam gerekiyordu. aradı, gel beni al. evdeyim dedi. gittim, kapıda uzunca süre beklediği belliydi. kafede buluşmak? hayır, olmazdı. her gün gördüğüm yüzü, bu kez perde olmadan görecektim. anlattığımda beni yine de sevecek miydi? bilmiyordum. gözlerindeki duygu değişimini görmek istemiyordum. yürüdük, uzunca süre yürüdük. "işte bana bakmıyor." göz ışınlarını bir kafeye doğrultmuştu. "kadınlar ve kafeler. ne meraklılardı kafelere." elif, sana bir şey söyleyeceğim diye başlayan bir cümleyi, hayalimde söyledim. işte insan hayal kurunca rahatlıyordu. 'bir başlasam', başladım. "babamla annem ayrıldılar benim elif. altı yıl geçti üzerinden. bunu bilmeni istiyordum bir süredir." bana baktı. işte bundan korkuyordum. gözleri eskisi gibi mi bakıyordu? anlamak güçtü. kalabalık, odağımı bozmuştu. boşandılar mı diye sordu, evet dedim. sarıldı.
her şey eskisi gibi miydi, bilmiyordum. sürekli buluşuyorduk. insan, her gün aynaya bakınca; yüzündeki değişiklikleri fark edemiyordu. işte bu da öyleydi. birkaç hafta geçti. her hafta bir öncekinin kopyasıydı. bana mı öyle geliyordu, öyle olmasını mı arzuluyordum? aksini düşünmek istemiyordum. bugün buluşmayacaktık. zaman sonra mesaj geldi. elif'tendi. "buluşalım" yazıyordu. buluştuk. gittiğimiz kafe, alışveriş merkezinin içindeydi. burada sanki her şey, kadınlar için yapılmıştı. kendimi kadınlar tuvaletindeymiş gibi hissediyordum. insanlar böyle varlıklardı, son raddeye gelinceye dek ne yapacakları belli olmuyordu. gözlerindeki duygu değişimini şimdi fark edebiliyordum. yüzündeki perde yok olmuştu. makyaj? hayır, makyajı duruyordu. o hep olurdu. elif'i zihnimde çağırışım değişti. karşımda bulunan "kadın" konuşmaya başladı. adımla hitap etti. hiçbir şey bir anda olmuyordu. "kaç ay oldu?" dedi masada bulunan desenleri süzerek. "çok güzeldi her şey ama, buraya kadar. seninle bir gelecek göremiyorum ben. kızma bana, lütfen. sen hep demez misin düzen önemlidir diye? babam eski kafalıdır benim, bilmiyorsun. aile kavramını önemser. üzgünüm." işte insan beynine kan böyle ilerliyordu. üzgün müydü, neden göremiyordum ben? "üzgünmüş." üzülmesin, annem bile nefret etmemiş miydi benden? "babasının oğlu." elin kızından ne bekliyordum? "lise biyolojisi, konu genetik." babadan oğla geçen kalıtsal pislikler. işte lisede öğrendiklerimizin hayattaki karşılığı buydu. kadın benimle bir gelecek göremiyordu. insanın değiştiremeyeği şeyler, bunlardı. elinde olmadan gerçekleşenlere, yapılabilecek bir şey yoktu. kadın çantasını aldı. biliyordu, yeterince zaman kaybetmişti. seleksiyon aleyhine işliyordu. daha iyisini arayacak kadar gençti. aramalıydı. gitti.
masada bulunan telefonuma uzandım. "o'na da uzansam.", "artık yok" rehberi açtım. "neden sustum sanki?" 'ş' harfine bastım. 'şerefsiz.' babamı aradım. birkaç kez çaldı, kapandı. o mu kapatmıştı? babam bizi böyle düşünüyordu. kendisi aradı. alo diyen sesini duydum. yaşıyordu. kapattım. ölmesini istiyordum.
inanılmaz kademe hatalarıyla, amatör futbolcuları andıran adam. yabancı sınırlaması varken böyle dingillerin alınmasına aşırı şaşıyorum. yazık günah ulan. rezil yemin ediyorum.
olaylardan ziyade, duyguların yazılması daha hoştur. kesinlikle bir deftere yazılmalıdır. insanın ruh halini açık eder, deftere yazılması. yazıya uzaktan baktığınızda bir resim görürürsünüz. her sayfa farklı bir resim. iyi bir analizci olmaya gerek yok. her şey açık. her gün aynı şeyleri yaşıyoruz, ama her gün aynı şeyleri düşünmüyoruz. olaylardan fazlasıyla duygular yazılmalıdır.
sebebi her ne olursa olsun, ani bir duygu değişimi yaşanır.
yıllar önce babam, annemi terk etmişti. bu durumun negatif enerjisini etrafıma yansıtmayı hiç istemedim hayatımda. nefret ediyordum bundan. bir gün aşacaktım. zordu. biliyordum.
o'nunla aramda bulunan, "o" görünmez duvarları yıkmaya gidiyordum. o'nu gerçekten görmeye çalıştığım her anda; bir tuğlaya denk geliyordum. yıkmam gerekiyordu. aradı, gel beni al. evdeyim dedi. gittim, kapıda uzunca süre beklediği belliydi. kafede buluşmak? hayır, olmazdı. her gün gördüğüm yüzü, bu kez perde olmadan görecektim. anlattığımda beni yine de sevecek miydi? bilmiyordum. gözlerindeki duygu değişimini görmek istemiyordum. yürüdük, uzunca süre yürüdük. "işte bana bakmıyor." göz ışınlarını bir kafeye doğrultmuştu. "kadınlar ve kafeler. ne meraklılardı kafelere." elif, sana bir şey söyleyeceğim diye başlayan bir cümleyi, hayalimde söyledim. işte insan hayal kurunca rahatlıyordu. 'bir başlasam', başladım. "babamla annem ayrıldılar benim elif. altı yıl geçti üzerinden. bunu bilmeni istiyordum bir süredir." bana baktı. işte bundan korkuyordum. gözleri eskisi gibi mi bakıyordu? anlamak güçtü. kalabalık, odağımı bozmuştu. boşandılar mı diye sordu, evet dedim. sarıldı.
her şey eskisi gibi miydi, bilmiyordum. sürekli buluşuyorduk. insan, her gün aynaya bakınca; yüzündeki değişiklikleri fark edemiyordu. işte bu da öyleydi. birkaç hafta geçti. her hafta bir öncekinin kopyasıydı. bana mı öyle geliyordu, öyle olmasını mı arzuluyordum? aksini düşünmek istemiyordum. bugün buluşmayacaktık. zaman sonra mesaj geldi. elif'tendi. "buluşalım" yazıyordu. buluştuk. gittiğimiz kafe, alışveriş merkezinin içindeydi. burada sanki her şey, kadınlar için yapılmıştı. kendimi kadınlar tuvaletindeymiş gibi hissediyordum. insanlar böyle varlıklardı, son raddeye gelinceye dek ne yapacakları belli olmuyordu. gözlerindeki duygu değişimini şimdi fark edebiliyordum. yüzündeki perde yok olmuştu. makyaj? hayır, makyajı duruyordu. o hep olurdu. elif'i zihnimde çağırışım değişti. karşımda bulunan "kadın" konuşmaya başladı. adımla hitap etti. hiçbir şey bir anda olmuyordu. "kaç ay oldu?" dedi masada bulunan desenleri süzerek. "çok güzeldi her şey ama, buraya kadar. seninle bir gelecek göremiyorum ben. kızma bana, lütfen. sen hep demez misin düzen önemlidir diye? babam eski kafalıdır benim, bilmiyorsun. aile kavramını önemser. üzgünüm." işte insan beynine kan böyle ilerliyordu. üzgün müydü, neden göremiyordum ben? "üzgünmüş." üzülmesin, annem bile nefret etmemiş miydi benden? "babasının oğlu." elin kızından ne bekliyordum? "lise biyolojisi, konu genetik." babadan oğula geçen kalıtsal pislikler. işte lisede öğrendiklerimizin hayattaki karşılığı buydu. kadın benimle bir gelecek göremiyordu. insanın değiştiremeyeği şeyler, bunlardı. elinde olmadan gerçekleşenlere, yapılabilecek bir şey yoktu. kadın çantasını aldı. biliyordu, yeterince zaman kaybetmişti. seleksiyon aleyhine işliyordu. daha iyisini arayacak kadar gençti. aramalıydı. gitti.
masada bulunan telefonuma uzandım. "o'na da uzansam.", "artık yok" rehberi açtım. "neden sustum sanki?" 'ş' harfine bastım. 'şerefsiz.' babamı aradım. birkaç kez çaldı, kapandı. o mu kapatmıştı? babam bizi böyle düşünüyordu. kendisi aradı. alo diyen sesini duydum. yaşıyordu. kapattım. ölmesini istiyordum.