lastsamuray
109 (çalışkan)
on ikinci nesil yazar 2 takipçi 43.51 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    yeter artık rahat bırakın atatürk ü

    1.
  1. levent bulut'un okunması gereken yazısıdır.

    yazı şöyle:

    Her yıl 10 Kasım'da saat 9'u 5 geçe sirenler çalmaya başlıyor.
    Tüm halk, sadakat ve özlemle yolun ortasında duruyor.
    Okullar, iş yerleri ve devlet daireleri bir dakikalığına sessizliğe bürünüyor.
    Ama elbette ki Atatürk'ün değerini anlayamayanlar; bu plansız fakat topyekûn saygının önemini de anlayamazlar.
    ***
    Dindar, özgürlükçü, demokrat gözüküp de Atatürk'ü sevmeyen zihniyete neden çok kızdığımı şöyle anlatayım; yokluklar içinde bir mahalleye ya da bir köye çeşme veya cami yaptırdığınızı düşünün...

    Çeşmeyi kullanan sana hayır duası edeceğine küfrederse, ibadet edebilmeleri için yaptırdığın camideki imam ve cemaati sana söverse, bunun adı nedir?
    Bu mudur ahde vefa?..
    Bu mudur hayır bilirlik, bu mudur minnettarlık?
    Bu nankörlük değil de nedir?
    ***
    Vatan işgal altında, millet yokluk ve çaresizlik içinde.
    Padişah onu hain ilan ederken...
    ingiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı, yedi düveli vatanı işgal etmişken; yorgun ve bitmiş hasta adamı diriltip, vatanı düşmandan kurtarıp cumhuriyeti kuran bir lidere minnet duyulması gerekmez mi?

    Milleti için burada yazmaya kalksam sığmayacak ama sat sat bitmiyor denilecek kadar çok, fabrikalar ve devlet kurumları kuran bir önderi, hangi akıl, mantık ve duygu ile eleştiriyorsunuz?

    Böyle bir dehaya; salya sümük saldırmak, sinsi sinsi, sesli sessiz küçük düşürmeye çalışmak akılla, vicdanla, mantıkla nasıl izah edilir?
    ***
    Vefatından sonra onun için çok şey söylediler.
    Elin oğlu överken, bizim içimizdeydi saygı göstermeyen nankörler.
    Akıldan, izandan yoksun oldukları için değerini hiç bilemediler.
    ***
    Oysa bu millet, ne kör, ne de nankör...
    Bu millet Ata'sını da bilir, satanını da...
    Ama kendine aydın, demokrat, özgürlükçü diyenler, menfaat gemilerine binip, küçük dağları ben yarattım edalarına bürünenler; Atatürk'ü şükran ve minnetle anacaklarına, eleştiriyorlar ya; siz önce Habur'u, Silivri rezaletini, 21. yüzyılın satılık kalemlerini eleştirin. "Türk'üm" demeyi faşistlik ama polise, askere taş atıp, kurşun sıkmayı demokratlık sayan zihniyeti eleştirin...

    "Ne mutlu Türk'üm diyene"yi ve T.C.'yi kamu binalarından silenleri, okullarda andımızı kaldıranları eleştirin...
    Teröristin tanık, askerin sanık olmasını eleştirin.
    "Atatürk sarhoşken kurdu..." dediğiniz ülkeyi, ayıkken yönetemeyenleri, Atatürk'ün yokluklar içinde kurduğu kurumları ise, babalar gibi satanları eleştirin.
    Her şeyden önce dönün aynaya bir bakın da, kendinizi eleştirin.
    Utanın utanın!...
    ***
    10 Kasım 2010'da kaleme aldığım bu yazımın üstünden 10 yıl geçti.
    Bir şey değişti mi?
    Hayır.
    Atatürk'e hakaret etme, resmini çöpe atma, duvardan indirme gibi saldırılar sürüyor. Atatürk'ü sevenlere putperestsiniz diyenler, kula kulluk ediyor. "Haram parayla hac olur mu?" sorusuna "Pek uygun değildir ama hac geçerli olur." diyen Diyanet, hutbelerinde onun adını çıkarıyor.

    Ortada bir yargı kararı olmasına rağmen ülkeyi yönetenler ise andımıza karşı olduklarını söylüyor.
    ***
    Şöyle bir sosyal medyaya bakın. ikide bir paylaşımlarda Atatürk'ün içkisi dile getiriliyor. Oysa Osman Gazi, I. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Mehmet Çelebi, IV. Murad, II. Selim ve diğer birçok padişah şarap ve benzer alkollü içkilerden içmiyorlar mıydı? Adam ülkeyi işgalden kurtarıp kurmuş.
    içkisinden size ne!
    Peygamberlik iddia etmemiş ki...
    Aksine halife olmak varken; "Ben sizin kulunuzum" denilen padişah olmak dururken, kula kul olma Yaradan'a ol demiş. Al okuduğunu da anla diye de Kur'an'ı tercüme ettirmiş.
    Arkadaş hangi ülkede kurucu lidere hakaretler ediliyor?
    Hangi ülkede kurucu lidere eleştiri adı altında sövülüyor.
    Yapmayın Allah aşkına ya!..
    ***
    Sev ya da sevme, adam ülkeyi işgalden kurtarıp yeni bir ülke kurmuş. inkâr etseniz de gerçek bu. Sen kendi tarih kitaplarından çıkarsan da dünya tarih kitapları yazmaya devam eder. Yazıyor da...
    ***
    Yeter artık!
    Geçmiş iyisiyle kötüsüyle geride kaldı. Siz eleştirecekseniz geçmişi değil, günümüzü eleştirin. Bugün işçinin, çiftçinin, memurun, gelecek kaygısı sürüyor. Sosyal devlet ilkesi sadaka devleti anlayışına çevriliyor.

    Habur rezaleti, papazın istenmesi, Ege'de adalarımızın işgali, EYT'ye takılanlara haklarının verilmemesi, gibi onlarca olaya sebep olanlar ise sorumluluk almadan ülkeyi yönetmeyi sürdürüyor.
    ***
    işte bu sorumsuz sorumluların son marifetleri ise 25 yaş altı 50 yaş üstünün kıdem tazminatını tehlikeye atan torba yasa tasarısı hazırlamak oldu.
    Soruyorum şimdi; daha iyi bir yaşam, işsizliğin azalması, ekonominin düzelmesi, alım gücünün artması, refah seviyesinin yükselmesi gibi tartışılıp üstünde durulması gereken konular varken, ülkenin kurucusuna yapılan bilinçli, bilinçsiz saldırılar kimin işine yarıyor?
    Atatürk'ü eleştirmekle vatandaşın hangi sorunu çözülüyor?

    kaynak: https://www.gunboyugazete...rakin-ataturku-5078yy.htm
    4 ...
  2. levent bulut un gazeteciliği bırakması

    1.
  3. veda yazısı şöyle:

    2000’li yılların başı, internetin kasıp kavurduğu yıllardı. o zamanlar internet kafelerde yer bulamayıp sıraya giriliyordu. insanların geliş sebebi farklıydı. kimi oyun oynamak, kimi irc’de sohbet etmek istiyordu.

    ben ise o yıllar web sitesi tasarlama, unrealircd için modül hazırlama gibi işlere merak sarmıştım.

    bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan da hızla popülerliği artan forumlarda karalamalar yapmaya başladım. bu süreçte çeşitli iş kollarında çalıştım.

    2009 yılında gazeteciliğe adım attım.

    o yıl kurduğum web sitesi üzerinden gündemle ilgili görüşlerimi kaleme alıyordum. yazılarım arkadaş ortamlarında çok beğenilince bir arkadaşın önerisiyle adana’da yerel bir gazetede, kısa bir muhabirlik deneyimim oldu. ilk gittiğim haber rahmetli rauf denktaş‘ın bir otelde düzenlenen konferansı olmuştu.

    tüm gazeteci arkadaşlar, not alıyor cep telefonu kamerasıyla video çekiyorken ben ise kollarımı kavuşturmuş dinliyordum sadece.

    ilgi çekmiş olmalıyım ki arkamda oturan bir hanım gazeteci:

    “affedersiniz orası basın mensupları için. yer değiştirebilir miyiz?” dedi.

    gazetenin verdiği sarı personel kimlik kartını uzatıp:

    “ben de öyleyim.” dedim.

    elimde kâğıt, kalem yok!

    bırak fotoğraf makinesini, telefonum bile kamerasızdı.

    o gazetecinin beni süzüşünü, ellerime bakışını hiç unutmuyorum.

    kafamı işaret edip “buraya atıyorum notları.” dediğimi hatırlıyorum.

    o konferansta rahmetli denktaş çok şey söyledi. aklımda kalan “ amerika uyduruk bir şey buldu ‘ılımlı islâm’ diye. sanki islâmın az şekerlisi, çok şekerlisi, kaynarı var.” cümlesi olmuştu.

    haberi kafama göre yazıp vermiştim. böyle bir müddet devam etti. hem internette yazıyor, hem gazeteciliğin inceliklerini öğrenmeye çalışıyordum. şimdi var mı bilmiyorum ama o dönem tgc’nin online gazetecilik eğitimi vardı. para almadığım için yerel gazeteye gitmeyi bırakmıştım. yine gündem değerlendirmelerime devam ediyordum. tgc’nin eğitimini de aldıktan sonra aynı yıl haberokur’u kurdum. bu başlı başlına ayrı bir hikâye.

    nasıl kurdum, nasıl yükseldim ve nasıl düştüm?...

    başka bir yazıda nasipse bir gün anlatırım.

    o günden bugüne kadar bu sektörün içinde yer aldım. gazetecilikle alakalı kitaplar alarak kendimi geliştirmeye devam ettim. 2013 yılında yeniçağ gazetesine adım attım. bünyesindeki günboyu ve dokuzsütun gazetelerinde editör ve köşe yazarı olarak çalıştım.bu esnada da istanbul üniversitesi medya ve iletişim bölümüne kaydoldum.

    *

    gazetecilik yaptığım süre boyunca çok anılar birikti elbet. sadece meslekle ilgili değil, bilfiil 8 yıl boyunca kartal-yenibosna arası gidip geldim. metro ve metrobüsteki anıları kısmetse belki bir gün kitaplaştırırım.

    uzatmayayım meslekte acısıyla tatlısıyla 12 yıl geride kaldı.

    ve çok sevdiğim bu mesleğe üzülerek veda etmenin de zamanı geldi.

    *

    gönlüm hüzünlü olsa da vicdanım rahat. bu süre içerisinde kalemimi satmadım.
    kimsenin adamı olmadım. paraşütle inen gazetecilerden değildim. tırnaklarımla, emeklerime bugüne geldim.

    bildiğim doğruları yazdım. yanlışları eleştirdim.

    herkes güce tamah ederken ben mağdurun yanındaydım.

    elimden sadece yazmak geliyordu, yazdım.

    ama haddimi de bildim.

    yine de bu süre içinde bilerek ya da bilmeyerek sürç-i lisan ettiysem affola.

    zaman neyi gösterir, günün birinde bana kapısını açan bir gazete olur mu bilemem.

    rızkı veren allah… kısmet diyelim.

    görelim bakalım mevla neyler, neylerse güzel eyler…

    lütfen ne olursa olsun doğruların ve mazlumların yanında yer alın.

    bir gün tekrar görüşmek üzere hoşça kalın!...

    kaynak: http://www.leventbulut.net/2021/06/19/veda/
    1 ...
  4. alkollüyken hiç tanımadığın birine sarılmak

    7.
  5. yaşanan duygu yoğunluğunun sonucudur.
    0 ...
  6. metal 5 lira ve 500 liralık banknot

    5.
  7. gerçekleşirse troller tarafından başarı gibi sunulacaktır.
    0 ...
  8. akp nin seçim vaatlerini gerçekleştirmesi

    1.
  9. levent bulut'un bugün köşesinde değindi olay. yazı şöyle:

    Türkiye'de faaliyet gösteren tüm siyasi partiler, her seçim öncesi beyanname yayınlayarak yapacaklarını seçmene duyurur. Bu bildirilerle partiler yapacağı icraatları taahhüt eder. Bu yüzden her partinin seçim tebliği önemlidir. Şimdi ülkeyi yöneten AKP'nin son seçim beyannamesine bakalım: Vaatlere göre; para politikası, maliye politikasıyla eşgüdümlü yapılırken, enflasyon hedeflemesi rejimine devam edilecekti.  Maliye politikası fiyat istikrarının sağlanmasında destekleyici olacak. Dalgalı döviz kuru rejimi sürdürülecek ve döviz piyasaları yakından takip edilecekti.
    ***
    Fakat gelin görün ki, beyanlarda başka uygulamada farklı sonuçlar çıkabiliyor. Meselâ; ben, "Dalgalı döviz kuru rejimi sürdürülecek" denmesini anlamıyorum. Dolar 80 kuruş artıyor sonra 20 kuruş düşüyor. 40 kuruş artıyor sonra 5 kuruş düşüyor. Buna da dalgalı döviz kuru rejimi diyorlar.

    Oysa müdahalelerle göstermelik 5-10 kuruş düşse de sürekli yükseliyor. Son 3 yılın dolar kuruna bakalım. 4 Mayıs 2019'da 5 lira 97 kuruş, 4 Mayıs 2020'de 7 lira 2 kuruş, ve bu yazıyı yazdığım sıradaki kura göre 8 lira 30 kuruş.
    ***
    Bu nasıl bir dalgalı kur ki, pozisyonu sürekli artış yönünde. Sorsanız dış güçlerin işleri derler. Ama ben size işin gerçeğini söyleyeyim. Ekonomisi dışa bağımlı olan Türkiye'de cari açığın sürekli artması, düşmeyen enflasyon, uluslararası kuruluşların not indirimleri, 20 ayda 4 kez Merkez Bankası Başkanının değişmesi gibi olaylar dolarda yükselişe sebep oluyor. Siz bakmayın döviz kurlarındaki artış için faiz lobisi, dış güçlerin işi demelerine.  

    Dış güçler istediği zaman senin döviz kurlarına müdahale edip istediği fiyatı belirleyebiliyorsa, kapat git ülkeyi.  Hiç ortalara çıkıp büyük Türkiye, dünyaya yön veren ülke, dünya liderine sahibiz masalları okuma. 
    ***
    AKP iktidarı sık sık "büyüyoruz" söylemi kullanmasına ve makyajlı rakamlarla bunu göstermesine rağmen Türk lirası değer kaybediyor. Değer kaybettiği için de döviz kurları yükseliyor. Borcu borçla çeviren bir ülkeyiz. Üretmeden istihdam oluşturmadan büyüme hormonlu büyümedir.
    AKP büyüme rakamlarını yüksek tutabilmek için dışardan borç bulmaya çalışıyor. Borç bulursak gelen parayı da inşaata ve betona gömüyor. Böylece harcayarak büyümüş oluyoruz.

    iş bu borçların ödenmesine geldiğinde ise tekrar borç bulmamız gerekiyor. Bulmadığımız kısmı ise ülkenin kaynaklarından karşılıyoruz. Bu kaynakta petrol ve doğalgazımız olmadığına göre adres yine vatandaşın cebi oluyor.
    ***
    Seçim beyannamelerindeki döviz kurlarıyla ilgili başarıları ortada! Bir diğer vaatleri de enflasyonu tek haneli sayılara düşürmekti. Şimdi bir de oraya bakalım.
    TÜiK'in açıkladığı verilere göre, bu yılın mart ayında  yıllık yüzde 16,19 olan tüketici enflasyonun nisanda yüzde 17,14 seviyesine yükseldi. Mayıs 2019 sonrasındaki en yüksek enflasyon oranına ulaşıldı.

    Nisanda, endekste kapsanan 415 maddeden, 92 maddenin ortalama fiyatında düşüş gerçekleşirken, 42 maddenin ortalama fiyatında değişim olmadı. 281 maddenin ortalama fiyatında ise artış gerçekleşti.
    Nisanda zam şampiyonu ise yüzde 24,91'lik fiyat artışıyla domates oldu.
    ***
    Görüldüğü gibi enflasyonda da hedeften çok uzaktalar. Buna rağmen ekonomide iyiyiz diye övünüyorlar. Her şey ortada. Tarım alanındaki bozukluğu, üretim maliyetlerindeki artışı, dışarıdan bulunan borç paralarının yandaş müteahhitlere gittiğini, bunun yanlış olduğunu, üretimi artıracak yatırımlara yönelmesi gerektiğini tekrar belirtmeye gerek yok.

    Hoş tüm bu gerçekliğe rağmen halen ekonomi iyi diyen, kötüyse de ya muhalefetin ya dış güçlerin işidir diyenler var.
    ***
    Takım tutar gibi parti tutulduğu sürece bir şey değişmeyecek. Madem öyle, dış güçlerin oyununa gelmemek lâzım!
    Ülkemizi yönetenler aldanabilir, kanabilir, yanlış yapabilir ama biz hep arkalarındayız.
    Beyanlar istikrar ile refah ama, gerçekler geçim derdi ve zam yağmuru.
    Ne diyeyim durmak yok...Yola devam. 

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...-gercekler-zam-5992yy.htm
    0 ...
  10. türkiye nin lobi faaliyetleri yapamaması

    1.
  11. bir hakikat. bakın gazeteci levent bulut bugün köşesinde bu duruma nasıl değiniyor:

    Kanada'da 26 bin Türk, 57 bin Ermeni var.
    italya'da 20 bin 840 Türk'e karşı 4 bin Ermeni bulunuyor.
    isveç'te 45 bin 998 Türk varken, Ermeni sayısı sadece 9 bin.
    isviçre'de 83 bin 199 Türk kökenli vatandaşa karşı, Ermenilerin sayısı 7 bin.
     Hollanda'da Türk kökenli göçmenler 203 bin 483 iken, Ermeni sayısı 6 bin.

    Almanya desen 3 milyonu aşan Türk varken, 48 bin Ermeni var.
    ABD'de ise Türkler ve Ermenilerin sayısı 300 binin üzerinde ve birbirine yakın.
    Bir tek Fransa'da 259 bin 514 Türk'e karşı, Ermeni kökenli vatandaşların sayısı 700 bin.
    ***
    Bu ülkelerin ortak özellikleri sözde Ermeni Soykırımı iddiasını tanıyan ülkeler olması. içlerinde sadece Fransa'daki Ermeniler, sayıca bizden fazla. Fakat yukarıda gördüğünüz gibi iş sayıya bakmıyor. Öyle ya sayıca üstün olduğumuz yerlerde bile Ermeni lobisi faaliyetler yürütmüş ve istediği kararı aldırmış. Üstelik Fransa'da yaşayan Türklerin sayısı hiç de az değil hani.
    ***
    Şöyle bir bakın. Bir yanda 82 milyonluk nüfusu ve dev ithalat ekonomisiyle Türkiye. Diğer yanda 2,5 milyonluk bir Ermeni devleti… Mantıken kıyaslanması bile mümkün değilken, nasıl oluyor da tarihi, parlamentolarda alınan siyasî kararlarla yazdırmaya kalkabiliyor? Cevap yukarıdaki verilerde...Yurt içinde nasılsak, yurt dışında da öyleyiz. "Biz" yerine ben oluyoruz. Gemisini kurtaran kaptan diyor, aman canım boşver, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın modunda dolanıyoruz.

    Soykırım iddialarını tanıyan ülkelerle milyar dolarlık ithalat ve ihracatımız varken bize karşı nasıl böyle kararları alabiliyorlar diye sorgulamadan,"Ne olacak yeeaaa, Türk ve Müslüman düşmanlığı." deyip kafamızı kuma gömüyoruz.
    ***
    işin garip tarafı, bu konuda devletin resmî ve tutarlı bir dış politikası olmaması. Bu kararı alan ülkelere karşı esip gürledik. Demediğimizi bırakmadık ve boykot kampanyaları yaptık. Ama sonuçta bir şeyi değiştiremedik.

    Fakat yine de monşerler diye küçümsenen eski Türkiye denilen zamanda, yine de bir ağırlığımız vardı. Fakat artık o da yok. Adım adım, ötekileştirerek, bertaraf ederek, liyakati yok ederek bu hale getirdiler ülkeyi.
    ***
    Meselâ bir örnek vereyim; Fransa... Kimi zaman Ermenilerle, kimi zaman PKK/YPG ile Türkiye'nin karşısına çıktı. 2011'de Fransa parlamentosu, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkârını suç sayan düzenlemeyi kabul ettiğinde, asrın liderimiz Türkiye'nin yaptırım kararlarını şöyle açıklamıştı: "Şu an ilişkilerimizi görüşmek için Paris Büyükelçimizi Ankara'ya çağırıyoruz. Şu andan itibaren iki ülke arasındaki siyasi, askeri, sosyal ve kültürel projelerimizi iptal ediyoruz. Fransa ile her türlü siyasi istişareyi durduruyoruz.  Bu ilk etaptır. ilk aşamadır."
    ***
    Hatırlarsanız bu açıklamadan sonra Fransız mallarına karşı boykot kampanyası başlatıldı. Alınmayacak ürünlerin listesi sosyal medyada sık sık paylaşıldı. O kadar söze, kampanyaya rağmen ne oldu peki?
    Hiç!..
    Fransa geri adım atmadığı gibi, 23 Nisan 2014'te asrın liderimiz çıkıp Ermeniler için taziye mesajı (bana göre özür) yayınladı.
    ***
    Son olarak ABD Başkanı Biden'ın açıklamasını  dahil edersek bugün toplamda 31 ülke 1915'te yaşananları soykırım olarak kabul ediyor. Bizim idarecilerse bu duruma engel olabilecek politika üretemiyor.
    Yaptığımız tek iş, soykırımı tanıyan ülkelerden büyükelçiyi geri çağırıp, 7 'den 70'e kararı alan ülkeyi kınayıp olay unutulduktan sonra geri göndermek.
    ***
    Şimdi bakın Biden'ın hiçbir tarihi geçerliliği olmayan sözde soykırım söylemini eleştiriyor, kınıyoruz. Ama dönüp aynaya bakmıyoruz… Ermenistan, Türkiye'den soykırım yapıldığının kabul edilmesini, tazminat ödemesini ve Kars, Ardahan, Erzurum ile Van'ın kendilerine verilmesini isterken, bizim idareciler hiçbir şey yapmadığı gibi, üstüne özür mahiyetinde taziye açıklaması yaptı.
    E sen böyle yaparsan elin yabancısı boş durur mu?
    Nitekim durmuyor da! Görüyorsunuz.
    ***
    Şimdi aynı enflasyonla mücadelede olduğu gibi, topyekûn ABD'yi kınıyoruz. Çünkü biz iyi kınarız, çok iyi kınarız, muhteşem kınarız. Ne yazık ki, ülkeyi yönetenler milli onurumuzu sadece sert söylemlerle ifade etmeye çalışıyorlar.

    Oysa geçmişe bakıyorum sürekli kötüledikleri, yok saydıkları eski Türkiye dedikleri dönemlerde, ülkemiz sözü dinlenilen, caydırıcı bir güçtü.

    Civatayı bile ithal ettiğimiz dönemde ABD'ye kafa tutup Kıbrıs harekatını yapabiliyorduk. Ülkemizdeki ABD üslerini kapatabiliyorduk. Şimdi öyle mi?
    ***
    Son 19 yılda dış politikada hamaset yapmaktan başka bir icraati olmadı ülkenin. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türkiye'nin geldiği nokta artık sadece kınamak. Emeği geçenleri tebrik ederim!

    kaynak: https://www.gunboyugazete...aya-bakmaliyiz-5952yy.htm
    2 ...
  12. akp nin istanbul daki toplanma alanı çelişkisi

    1.
  13. levent bulut'un bugün köşesinde gündeme getirdiği olay. yazı şöyle:

    Öyle bir ülke haline geldik ki; olmamışı olmuş, yapılmamışı yapmış gibi gösterenleri "Helal olsun!" deyip alkışlıyoruz. Meselâ; "Yerli uçağımızı yaptık." dediler, millet hâliyle alkışladı.
    Öyle ya kim sevinmez kendi uçağımızı yapsak?
    Sonra "Uçağımız göklerde..." dediler ama gören yok.
    Herhâlde kaybettiler!
    Ne hikmetse vatandaşımız yine alkışladı.
    *
    Ülkeyi yönetenlerin siyaset anlayışı işte bu. Yapılmış iyi ne varsa "Biz yaptık." derken yapamadıkları ya da başka bir deyişle beceremedikleri her iş için de ya "dış güçler"i ya da muhalefeti suçluyorlar. işin garibi ortada bir "eser" olmadığı hâlde "yaptık. işte eserimiz!" demeleri.
    *
    "Maharetlerinin" son örneğini 26 Eylül 2019'da istanbul'da yaşanan deprem sonrası gösterdiler. istanbullular sokağa çıktı. Kimi ilçelerde bazı binalar mühürlenirken bazı okullar tatil edildi. Depremin ardından yaşanan artçı sarsıntılar ben bu yazıyı yazdığım sırada 300'ü geçmişti.
    *
    Açıkçası 5,8'lik depremde ülkece çuvallamışken Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay çıkıp, "işte ne kadar sağlıklı bir sistem kurduğumuzu bu depremde gördük" dedi.
    Oysa görünen kimsenin ne yapacağını bilmeyişiydi. Depremin yaşandığı andan itibaren iletişim hatları kilitlendi. Telefon hatlarında arama giriş ve çıkışı yapılamadı. Düşünün bu deprem 5,8 değil de 7 ve üzeri olsaydı halimiz ne olacaktı acaba? Allah muhafaza! Düşüncesi bile korkutucu...
    *
    Türkiye'nin deprem kuşağında yer alması ve büyük istanbul depreminin beklendiği bilinmesine rağmen hiçbir hazırlık yok. "Sağlıklı bir sistem kurduk." diyorlar ama Türkiye'de depreme karşı devletin herhangi bir sistemi bulunmuyor. Üstelik 1999 Yalova depreminden sonra 496 adet büyük toplanma alanı belirlenmişken geçen süre içerisinde o alanların sayısı 70'e düşürülmüş.
    Oktay'ın bahsettiği gibi bir sistem olsa, herhâlde toplanma alanı sayısı azalmaz, artardı.
    *
    Bu yazıyı 26 Eylül 2019'da yaşanan 5,8'lik istanbul depreminin ardından 2 Ekim 2019'da yine bu köşede kaleme almıştım.

    Türkiye'nin sağlıklı bir deprem sisteminin olmadığını, deprem toplanma alanlarının yerine AVM'ler konduğuna değinmiş ve yazımı şöyle sonlandırmıştım, "Böyle bir gerçekliğe rağmen devletin başı
    "istanbul'da on binlerce toplanma alanı var." dedi.

    iddia ediyorum; istanbul'un her ilçesindeki irili ufaklı parkları da tek tek dahil etseniz, sayısı bırakın on binlerceyi, on bini bulmaz.
    *
    Devletin başına bu yanlış bilgiyi kim ya da kimler verdiyse hadi biz muhalifiz çağırmıyorlar da, "yandaş" gazetecilere o alanları göstersin. Aksi takdirde ilk seçimde kendi tabanlarından sağlam bir ayar yerler. Zira deprem bu. Can tehlikesi var...

    Hiçbir partili bu durumda kendi hayatı da dâhil, ailesi ve sevdikleri tehlikedeyken partizanlık yapmaz, yapamaz.
    *
    Bu yüzden tüm istanbullular adına tekrar soruyorum; istanbul'da on binlerce toplanma alanı hani nerede?
    Cevap verin ey yetkililer!.."
    *
    Peki bunlara neden değindim…
    O gün sorduğum "istanbul'da on binlerce toplanma alanları hani nerede?" sorusu Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı'nda düzenlenen muhtarlar toplantısına katılan Süleyman Soylu'nun açıklamalarıyla dolaylı olarak yanıt buldu da ondan.
    *
    Bakın içişleri Bakanı diyor ki, "istanbul özelinde ciddi bir deprem hazırlığı içindeyiz. Şu anda istanbul'da son bir yılda yaptığımız çalışmalarla 5 bin 599 toplanma alanımız var. Kişi başı toplanma alanı 1.29 metrekareden 3.37 metrekareye çıktı."

     iyi güzel fevkalade.
    En azından depreme hazır olmadığımız görülmüş ve eksikler giderilmek isteniyor… Buna bir sözüm yok, amenna…

    Fakat sormadan da edemeyeceğim, 'e hani on binlerce toplanma alanı vardı?'
    Onlara ne oldu peki?
    Cevap verirler mi dersiniz?
    Hiç sanmıyorum!..

    kaynak: https://www.gunboyugazete...-bu-olsa-gerek-5906yy.htm
    7 ...
  14. misafire saygının kalmaması

    1.
  15. Yeni denilen Türkiye'de yaşanan durum. eskiden nasılmış gazeteci levent bulut bugün köşesinde şöyle anlatmış:

    O gün her zamanki gibi gazeteden çıktım, durağa gidiyorum. Bir müddet yürüdükten sonra arkamdan tanıdık bir ses yankılandı. Dönüp baktığımda uzun zamandır görmediğim bir dostumu karşımda gördüm.
    *
    Ne zaman telefonda konuşup bir gün buluşalım desek araya hep iş güç giriyor ve öyle kalıyordu. Bayağı bir zamandır da artık buluşalım demeyi kesmiştik. O an küçük çocuklar gibi sevindik. Sarmaş dolaş olduk.

    Ayaküstü hâl hatır sorduktan sonra dostum, ortak bir arkadaşımızın ofis açtığını ve oraya gideceğini söyleyerek "Gel beraber gidelim. Seni görünce o da çok sevinecek" dedi.
    *
    Bir an bile düşünmeden "tamam" dedim. Yürürken yol boyunca sevincimizi gizlemeyerek eskiyi yad ederken, iletişim çağında iletişimsizlikten dert yandık.
    *
    Eskiden mektupla haberleşilirken; şimdi telefon, WhatSapp gibi imkânlara rağmen haberleşilmiyor, diye söylendik.
    Bir müddet sonra ortak dostumuzun ofisine geldik. Yine bir sarmaş dolaş.
    Kahkahalar...
    Gülüşmeler...
    Ağzımız kulaklarda...
    *
    Bir zaman sonra arkadaş "Ne ikram edeyim?" diye sordu!
    Birlikte gittiğim dostum, "Kahve varsa, şekerli olabilir" dedi.
    - Kahve yok maalesef...
    Araya girerek, "O zaman çay alalım" dedim.
    - O da yok diye cevapladı.
    ister istemez duraksadık ve birbirimize baktık.
    *
    Hayır, dağın başında da değiliz. Ofis bir iş hanında.
    Hanın çaycısı da var.
    Sonuçta atla deve değil istenen…
    Altı üstü bir çay…
    Dayanamadım "Ne var peki?" dedim.
    "ice tea var. Ben çok severim" dedi ve küçük plastik bardaklara bize sormadan doldurmaya başladı.
    Konuşma aynı...
    Ses aynı...
    Geçmişte yaşananlar da aynı, ama şu anki davranışı kesinlikle eskisi gibi değil...
    *
    Bozuntuya vermedik, içtik. Sevmesem de ikramı geri çevirmedim. Bir müddet sonra ben müsaade istedim ve kalktım. En kısa zaman da tekrar görüşmek üzere sözleştik.
    *
    Yolda nasıl bir ülke hâline geldik, diye düşündüm.
    Eskiden evler salon, yatak odası, oturma odası ve misafir odası olarak 3+1 idi. Evin diğer odalarına gösterilmeyen ilgi misafir odasına gösterilir ve o odaya yalnızca misafir geldiğinde girilirdi.

    Hatırlıyorum o odada misafire ikram için sigaralık bile vardı. Babam içmiyor olmasına rağmen mutlaka o sigaralığı dolu tutardı. Oruçlu olduğumuzda eve gelen misafir niyetli değilse sebebini sorgulamaz, yemek yapılırdı.

    Misafir ise "Kesinlikle yemem sizinle iftarı beklerim" derdi... Karşılıklı "aaa, olmaz"larsa yemek yapılıp ikram edilene kadar sürerdi. Şimdi misafirin ne istediğinin bir önemi yok!
    *
    Evde Ülkü ile çay ve kahvede şeker kullanmıyoruz. Ama misafir için mutlaka bulunduruyoruz. Hatta yemeğe geliniyorsa içeceklerin envai çeşidini alıyoruz ki, isteyen sevdiğini içsin diye...
    Olması gereken de bu değil midir?
    *
    Şimdi bakıyorum bırakın ikramı insanımız misafiri yük görüyor.
    7/24 sayın hükümetimizin bakanları ve haysiyetli basınımız eskisinden daha zenginiz dese de -hadi diyelim- hayat pahalı, insanlarda para yok.
    Eee, peki eskiden var mıydı? Aslında bunun parayla da bir ilgisi yok.

    Zira beş çocuklu ve tek maaşlı bir memurun oğlu olarak biz meyveyi misafirden misafire görebiliyorduk. Misafir gelecekse borç harç ne yapıp eder mutlaka ikramlık meyve alınır, annem de kek ve poğaça türü şeyler yapardı. Biz isterdik ki misafir gelsin.
    *
    Şimdi insanımızın eski sıcaklığı da kalmadı. Adam inanmadığı fikirlere, inanmadığı siyasîlere oy verirken, çıkarım neredeyse oradayım diyor. Her şey yapay ve çıkar üstüne kurulu. Eskinin fazileti ve dürüstlüğü para etmiyor artık.
    *
    Milletçe biz olmak yerine 'ben'leştik. Bireyselleştikçe de bencilleştik. Birbirimize saygımızı kaybettik. Toplu taşıma kullanıyorsanız insanların birbirine nasıl davrandığını çok net görüyorsunuzdur.

    Metro ve metrobüste öyle saygısız kişiler var ki, "Ben bunlar için mi diken üstünde oturup yazı yazmaya çalışıyorum." diyorsun.
    *
    Bazen diyorum ki: "Bırak bu işleri... Yazma. Ne gereği var... Durduk yere başını ağrıtıyorsun. Her ülke layıkıyla yönetilir."
    Ama sonra kendime "iyi de Türkiye'nin layıkı bu mu?" diye sorunca, işte o zaman gönlüm el vermiyor.
    *
    Ülkenin her alanında çürüme var...
    Taksiye biniyorsun üstüne vazife olmadan sohbetine dalıyor...
    Metroya biniyor, ama inemiyorsun.
    Zira inmeni beklemeden binenler seni tekrar metroya sokuyor.

    "Nerelisin?" yerine "Hangi partilisin?" diye soruluyor.
    Tevâzunun yerini riya ve gösteriş alıyor.

    Bir olayda haklı yerine "O bizden mi?" diye bakılıyor.
    Edep ve haya sadece birer kelime olarak kullanılıyor.
    *
    Şimdi soralım lütfen: Neden böyle oldu?
    Nasıl saygısız ve cehaletin erdem olduğu bir ülke hâline geldik?
    Misafirperver bir millet iken biz nerede ve nasıl bir yanlış yaptık diye düşünmemizin vakti gelmedi mi?

    kaynak: https://www.gunboyugazete...degeri-kalmadi-5836yy.htm
    6 ...
  16. eski denen türkiye nin özlenmesi

    1.
  17. levent bulut'un bugün yazısında değindiği olay.

    yazı şöyle:

    Bir tek ben mi böyle düşünüyorum bilmiyorum. Ama ben eski Türkiye'yi özlüyorum arkadaş. Hafızamız zayıf değilse dünümüzü hatırlıyor olmamız lazım.
    15-20 yıl öncesini düşünün. Belki yine işsiz ya da borçlu idik ama yarınımıza umutla bakabiliyorduk.

    Öyle ya, kör talih bir gün bize de güler diyorduk. Birbirleri ile cigarasını paylaşan insanlar "hangi partilisin?" demiyordu.

    Terör bitme noktasında, yargıya güven doruktaydı. Particilik ve partizanlık bu kadar yaygın değildi.
    Herkes ekmeğinin derdine düşmüş koşturuyordu.
    ***
    "Ne Mutlu Türküm" demek kimseyi rahatsız etmiyordu."36 etnik kimlik var" diyen yoktu.
    Şimdi içi boşalmış olan değerler o yıllarda henüz bu kadar yıpratılmamıştı.
    Mesela aşk...
    Sevdik mi tam severdik. Öylesine değildi. Önemliydi birine seni "seviyorum" demek. Ya da birinin bize "sevdiğini söylemesi."
    iş olsun diye söylenmezdi bu kelimeler. Değer verilirdi "sevene ve sevilene." 3 günde bir aşık olmazdık, olamazdık.
    Ekmek gibi, su gibiydi aşk. Sevmek, emek işiydi. Yüzüne bakmaya utanırdık sevdiceğimizin. Ve onun kıymetini bilirdik. Korunurdu, kollanırdı, ezilmezdi, ezdirilmezdi. Ayrılıklar yok muydu? Tabi ki vardı. Sevgimize sahip çıktığımız gibi, ayrılığımıza da sahip çıkardık.
    ***
    Fakat artık her şey çok kolay elde edildiğinden olsa gerek, aşklar da kolayca son bulur oldu. Evlilikte yaşananlar, boşanınca ortalığa düştü. Eski diyerek küçümsedikleri Türkiye'de; aşka, emeğe, düşünceye, küçüğe, büyüğe, yaşlıya, gence en önemlisi insana değer verilirdi. Oysa şimdi emeksiz zengin olana; "helal olsun işini biliyor adam" deniyor artık.
    Her şeyimiz farklılaştı.

    Sinemamız bile.
    Kimi zaman saf, kimi zaman uyanık, fakat hep iyi niyetli olan ve sosyal konulara değinen Şaban'ın yerini,  Recep ivedik aldı.
    Böylece güldüklerimiz de farklılaştı.
    ***
    Dilimiz ve kıymetlerimiz de değişti. Vatana, bayrağa, dilimize önem verirdik. 'Yha, bys, nslsn, gzlmş' demezdik. Ulusal değerlerimiz vardı. Maillerle, videolarla sahip çıkmazdık 'vatan'a. Kalbimizle, yüreğimizle sahip çıkardık. 'Kardak' için kükrüyorken şimdi başımızı kuma gömer olduk.

    O yıllarda bayrak gibi, Cumhuriyet gibi "ATATÜRK" de ortak değerimizdi. Ne tesadüf her resmi bayramda hastalanmazdık. Dini bayramlarımız da bizimdi, resmi bayramlarımız da...
    ***
    Saygılıydık birbirimize. Evimize gelen misafir niyetli değilse, oruçluyken yemek hazırlardık. Mahalle arkadaşlıkları önemliydi bizim için. Bugün komşu, komşuyla selamlaşmaz oldu. içi boşaltıldı her kelimenin, her duygunun.

    Güven kelimesi kimsenin umurunda değil artık. Yalan söylemek bir bardak su içmek kadar kolay. Yalanı ortaya çıkınca utanma da yok artık. Eskiden insanlar cahilse kelam etmeye çekinirdi. Şimdi cahiller alkışlanıyor.
    ***
    Sahip olduğu niteliklerle değil, hangi partiden kimin adamı diye değerlendirilir oldu insanlar. Facebook ve twitter'da ne kadar takipçi olduğu da önemli bir kritere dönüştü. Bir işi, ehline değil torpiline göre verir olduk.
    ***
    Ekonomi desen; artık eskisine göre daha borçluyuz. Yeni dedikleri Türkiye'de ekonomiyle övünülüyor ama fabrika açmak yerine olanları sattık. Üretimi artırmak yerine tüketime özendik.

    Double yol yaptık, iMF'ye borcu ödedik derken iç ve dış borcu katladık. Özelleştirme adı altında devletin kurumları satıldı. Kendi kendine yetebilen ülke iken saman, buğday ve et ithal eder olduk. Üretime yönelik fabrika açamazken, tüketimi özendirerek her yere AVM'ler kondu.

    Bakkalın, kasabın, manavın devri bitti. işsizlik 18 yıl öncesinden daha fazla, kredi kartı sahipleri her gün kartın asgarisini bile ödeyememe korkusu yaşıyor, esnafın durumu ise ortada.
     
    ***
    Değerlerimizden uzaklaştık ve geçmişimizde ki o huzuru kaybettik.
    Yeri geldiğinde söylüyoruz; geçmişi olmayan milletin geleceği de olmaz diye.

    Doğru, güzel, özlü sözdür. Pratik zekalı bir millet olduğumuz için, "dün dündür, dünde kalmıştır yarına umutlu bakılmalıdır" sözü de bize aittir.

    Çünkü dün iyi ya da kötü yaşanıp bitmiştir deriz. Bugün gelinen noktada ise, dün geçmiştir yarın bir bilmece bugün ise bize hediyedir.

    insanlarımız iş, aş yerine partilileşmeye, gruplaşmaya itiliyor. Dün zaten geçmiş idi, yanlış iç ve dış ekonomi politikaları yüzünden yarınlar endişe kaynağı oldu.

    Eğer halen borcu borçla çevirebiliyorsanız, kıymetini bilin bugün size bir hediyedir. Uzatmayayım eskiden kıt kanaat geçinirdik ama arkadaşlıklarımız dostluklarımız vardı.
    Şimdi yine kıt kanaat geçiniyoruz ama eski dostluklar arkadaşlıklar kalmadı. Sizi bilmem ama ben eski Türkiye'yi özlüyorum.

    kaynak: https://www.gunboyugazete...nen-turkiye-ah-5614yy.htm
    8 ...
  18. türkiye nin ileri demokrasiye sahip olması

    1.
  19. avrupa'nın kıskandığı durum.levent bulutbu durumu şöyle anlatmış:

    Eğer demokrasiyi amaç değil "araç" edinenler, iktidara gelip demokrasiden bahsediyorsa...
     Demokrasi, cumhuriyete ve geçmişe küfür etmek zannediliyorsa…
     Masumiyet karinesi "suçsuzluğu kanıtlanana kadar herkes suçludur" sanılıyorsa…
     iktidarın her türlü nimetlerini sonuna kadar kullanıp, mağdur ayaklarına yatılıyorsa…
     
    *
    Çıkarcı ve yalakalar her türlü yanlışta alkışlıyorsa…
    işsizlik çığ gibi büyüyüp, ekonomi çökerken; yandaşlar zengin ve ihya oluyorsa…
    Bildiğin kara, "ak" "pak" olmuşsa…
    Özelleştirme adı altında devletin kurumları tek tek satılıp, borç azalacağına daha da çok artmışsa…
     
    *
    36 etnik kimlik var denilip, etnik milliyetçilik yapılıyorsa…
    Türklüğe hakaret ve aşağılama düşünce özgürlüğü; Türküm demek faşistlik ve ırkçılık sayılıyorsa…
    *
    işsizliği çözmek, ekonomiyi düzeltmek gibi konular dururken Aya gitmekten bahsediliyorsa…
    Yanlışı söyleyip eleştirdiğinde yandaşlar tarafından acımasızca eleştiriliyorsan…
     
     
    Üniversiteye tependen inme rektör atanıyorsa...
    Hakkını arayan, atanmış kayyum istemeyen öğrencilere terörist deniliyorsa…
    Ve bunun gibi bir dünya saçmalık ardı ardına yaşanırken, yeni anayasadan bahsediliyorsa...
    Hiç düşünme birader burası hangi Türkiye diye; burası "ileri demokrat Türkiye."
    *
     
    ÖNGÖRÜSÜZLÜK
    19 Ekim 2009'da Habur'dan gelen PKK'lılar kahramanlar gibi karşılandı. 14 Temmuz 2011'de Diyarbakır'da toplanan sözüm ona Demokratik Toplum Kongresi'nde devlete meydan okuyarak özerklik ilan ettiklerini duyurdular. O gün Türkiye şehitlerine ağlarken, Şırnak'ta özerklik kutlandı!

    4 Mart 2012'de ise açılımın mucidi, bugünkü iktidar sayesinde bir hayal daha gerçek oldu ve Diyarbakır'da "Kürt Ulusal Dil Konferansı" toplandı. Türk Bayrağı yerine salona Barzani'nin bayrağı asıldı. Toplantıda istiklal Marşı yerine "Ey Ragib (Rakip) Marşı" okundu.
    *
    AKP iktidarı bunlara sessiz kalırken; PKK sempatizanları her eylemlerinde şehirleri, mahalleri savaş alanına çevirip yakıp yıktılar. PKK'nın ilk saldırısını kahramanlık destanı diye şenliklerle kutladılar.
    Karayollarındaki tabelaları değiştirip Kürtçe tabelalar koydular. Belediyelere Kürtçe afiş bastırıp astılar. Ülkede bütün bunlar olurken devletin valileri, savcıları, kaymakamları, polisi ve ülkeyi yönetenler sadece seyretti!
     
    *
     
    Kendi ülkesinde yukarıda verdiğim örnekler gibi onlarca yanlışa imza atan AKP iktidarı, Irak'ta ise Barzani'nin bölgedeki tahribatına, demografik değişiklik yapmasına ses etmeyerek yanlışı katmerledi.
    Musul ve Kerkük'te yaptıklarından memnun olsalar gerek, AK Parti Kongresi'nde Barzani kürsüye çıkarken "Türkiye seninle gurur duyuyor!" sloganıyla salonu inlettiler.

    "Kardeşim" deyip, iç politikada Türkiye'nin yerine AKP'nin lehine kullandılar. Resmî törenlerde yer verdiler. Bölgesel bayrağı göndere çektiler. Ekonomik olarak kalkındırdılar. Irak yönetimini hiçe sayıp, Barzani'yi muhatap aldılar.
    Zamanında TSK'daki bir binbaşıya denk sayılan adamı bağırlarına bastılar. Bir devlet başkanıymış gibi anlaşmalar yaptılar.
    Böyle değer verip işbirliği yaptıkları bu Barzani  ise Türkiye'ye rağmen bağımsızlık için referandum yaptı. Şimdi adını anmıyorlar.
    *
    Fakat ülke idarecileri tüm bu yanlışları  yaparken  başarı gibi sundu. Bir gün ak dediklerine başka gün kara demeyi erdem saydılar.

    Faiz sebep, enflasyon sonuç değildir, ama  "Ne Mutlu Türküm Diyene" vecizesinin dağlardan silinmesi, "Andımız'ın" kaldırılması, teröristlerin tanık olması, çözüm süreci adı altında terör örgütünün şımartılmasının neticesidir.

    işte bu öngörüsüzlük, iş bilmemezlik, stratejisizliğin bedelini Gara'da  şehitler vererek ödüyoruz.
    Yanlışta ısrar ederek doğru bulunmaz.

     Irak'ta Barzani'nin, Suriye'de YPG'nin Türkiye'ye komşu olmasında emeği olanlardan elbet milletimiz sandıkta hesap soracaktır…

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...ip-bir-ulkeyiz-5576yy.htm
    3 ...
  20. 3 şubat 2021 levent bulut köşe yazısı

    1.
  21. ekonomide yapılan tarihi yanlışları anlatan yazıdır.
    yazı şöyle:

    Büyük, gösterişli ve pahalı projeleri yetmedi kendine yeni saray yaptırdı. Devlet idarecilerinin lüks düşkünlüğü ve israftan kaçınmaması yüzünden malî sıkıntı yaşanmaya başlandı. Bu durumu aşmak için, para basıp vergileri yükseltti. Fakat malî sıkıntı daha da arttı.
    Paranın hiçbir değeri yoktu. Halkın satın alma gücü o kadar zayıfladı ki, ülkede dert yanmayan, veryansın etmeyen kimse kalmadı!
    Ülkeyi yöneten ise bu duruma karşı yiyecek ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını düzenlemeye çalıştı. Çünkü aç ahali isyankâr olabilirdi.
    *
    Bunu önlemek için çeşitli ekonomik önlemler aldı ama enflasyona çare olmadı. Baktı ki olmuyor bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş misali, temel gıdada yaşanan korkunç fiyat artışlarını tüccarların açgözlülüğüne bağladı.
    Gariban halk da bu duruma inandı.
    Hemen ardından "Fiyatların En Üst Sınırına ilişkin Kararname"yi çıkardı.
    Böylece bine yakın mal ve hizmetin tavan fiyatını sabitledi.
    Aynı kararname ile bu fiyatların üzerinde mal ve hizmet satmaya kalkışacaklara da ağır cezalar getirdi.
    *
    Tüccarı hedef alan ve ceza içeren kararname halkta büyük bir memnuniyet yarattı. Hatta enflasyonun altında ezilen öfkeli tüketiciler esnafı suçladı.

    Ülkede kısa süreli enflasyonda bir iyileşme sağlamış gibi göründü. Ama işin aslı ekonomi çökmüştü.
    Zira acı gerçek çok kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Çünkü kararnamedeki malların fiyatları üretim giderlerinden bile çok düşük tutulmuştu. Böyle bir durumda üretici zararına üretir mi?
    Elbette üretmedi!
    Ticaret durma noktasına geldi.
    Maaşlı insanların paraları, değer kaybıyla pul oldu.
    *
    Satışları durduran esnaf bu kez stokçulukla suçlanıp cezalandırıldı. Ticareti terk edenler ise, "Baba mesleğini terk eden kişi, savaştan kaçan asker gibidir... Herkes babasının mesleğini sürdürmek zorundadır." şeklinde tuhaf yasalarla ticaret yapmaya zorlandı.
    *
    Bu dönemde yaşayan düşünürlerden biri o günleri şöyle anlatıyordu: "'O' aynı zamanda, yaptığı çeşitli hukuksuz işler yüzünden fiyatların korkunç derecede artmasına sebep oldu.
    Bir yasa çıkararak fiyatları sınırlamaya kalkıştı. insanlar en küçük bir malı satışa çıkarmaktan korkar oldular ve görülmemiş bir kıtlık baş gösterdi."
    *
    "O" diye bahsedilen kişi, 284-305 tarihleri arasında başta olan Roma imparatoru Diocletianus'du.
    (Bu dönemle ilgili detaylı bilgi için Hasan Malay'ın "imparator Diocletianus'un Yüksek Enflasyonla Mücadelesi" başlıklı makalesine bakabilirsiniz.)
    *
    Ekonomi uygulamaları ne kadar da tanıdık değil mi?
    Nasıl olmasın ki, millet gider aya biz gideriz yaya.
    Her işimiz ters.
    iş bilen insan için yaptığı yanlış tecrübe olur, doğru bulunur.
    Ama bizde yanlışlar dünyadan aya yol olur.
    Bir de üstüne yol yaptılar diye alkışlanır.
    *
    iktidara geldiklerinden bu yana devletin tüm gelir getiren kurumlarını satıp, üstüne cumhuriyet tarihinin borçlanma rekorunu kırdılar.
    Mirasyediler gibi davrandılar!
    Ülkeyi üreten değil, tüketen bir topluma dönüştürdüler.
    Ama bunları yaparken de sürekli böbürlendiler.
    işte övündükleri bu ekonomiyi; el parasıyla, borçla, geçmiş dönemlerde yapılanları satarak çevirdiler.
    Ama "Tulumbada su bitti."
    Şapka düştü kel göründü.
    Fakat suçlu ya da sorumlu hep başkaları oldu.

    Oysa bir fabrikada bekçi olsanız fabrikanın güvenliğinden, bir okulda öğretmen olsanız, öğrencilerin eğitiminden, bir hastanede doktor olsanız, hastalarınızın sağlığından, en basiti bir çoban olsanız güttüğünüz koyunlardan sorumlu olursunuz. 18 yıldır ülkeyi AKP iktidarı yönetiyor fakat hiçbir sorumluluğu yok. Benzine ve motorine yapılan zammı bile "Otomatik sistem yapıyor, biz yapmıyoruz!" diye açıklamıştılar.
    Vallahi pes doğrusu!
    *
    istedikleri kadar inkâr etsinler, yok öyle bir şey desinler görüyorsunuz işte hayat pahalılığını, alım gücünün düşmesini...
    Artan gıda fiyatlarına karşı sorumluluk alıp, acaba biz nerede yanlış yaptık demek yerine, esnafı suçluyorlar.
    Yetmiyor gıda fiyatlarına karşı vatandaşın ezilmesine izin vermeyeceklerini söylüyor, cezası ağır olabilir diye sanki bu fiyat artışlarının sorumlusu esnafmış gibi tehdit ediyorlar.
    *
    Aslında dönüp dolaşıp sürekli aynı yere geri geliyorlar.
    18 yıldır hemen her şeyden vergi aldılar. Diğer yandan elde avuçta ne varsa "Devlet ekonomiyle, ticaretle, imalatla uğraşamaz." diyerek sattılar.
    Sonra da çıkıp tanzim satışı adı altında domates, biber işine girdiler. Hatırlarsınız bunları. Galiba şimdi de market açacaklar.

    Vatandaşı biraz da öyle oyalayacaklar.
    Olmadı yeni bir anayasa tartışması başlatıp gündemi değiştirecekler.
    *
    Diyeceğim; Osmanlı torunuyuz diyorlar da, ecdat gemileri karadan yüzdürürken, bunlar ekonomi uygulamalarını 1753 yıl geriye götürdüler.
    Yaptıkları yanlışlar "dinsiz" Diocletianus'a bile rahmet okuttu.
    Emeği geçenleri tebrik ederim.

    kaynak: https://www.gunboyugazete...ine-girecekler-5497yy.htm
    2 ...
  22. siyasi kültür testi

    1.
  23. levent bulut'un güldürürken düşündüren testidir.

    test şöyle:

    Toplumun her kesiminin yöneticisi olup, her kesimi kucaklaması gerekirken, sadece kendilerine oy verenlerin idarecisi gibi konuşup, muhalefet partileri ve onlara oy veren seçmen kitlesi için "Zillet ittifakı" diyerek bizleri dumura uğratan hangi ülkenin yöneticileridir?
    A) Tanzanya
    B) Güney Afrika
    C) Etiyopya
    D) Öyle bir idareci ve ülke yoktur
    E) Hayır hayır, vardır ve Türkiye'dir
    *
    Devletin kurumlarını satıp, gelen para ile ülkeye "double" yol dışında bir yatırım yapamayan... iç ve dış borçları üçe katlayarak mucizeler yaratan... "Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim, alıyorlarsa götürmüyorlar ya." diyen duayen kimdir?
    A) Pazarcı Cuma Ali
    B) Honolulu Cafer
    C) Orhan Pamuk
    D) Sat, sat bitmiyor diyen Kemal Abi
    E) Hiçbiri
    *
    Yeni bir zengin sınıfı oluşurken, yandaşlar ihya olurken, millet borç içinde aç ve işsiz kalırken, "Gidişat iyi değil! Ekonomi kötü." diyerek itiraz eden kimlerdir?
    A) Ergenekoncular
    B) Cuntacılar
    C) Muhalefet Partileri
    D) Ak Partiye "AKEPE" diyen edepsizler
    E) Krizin canını yaktığı millet
    *
    Titreyen sesi ile anımsanan, "Şeyini şey ettiğimin şeyi" sözü ile tanınan, iktidarda iken mağdur olan... Kozmik oda mı, kozmetik oda mı gibi söylemleri ile ciddi konuları bile sulandıran... Tartışmasız özgül bir ağırlığı olan insanımız kimdir?
    A) Müslüm Baba
    B) Behzat Ç
    C) Levent Kırca
    D) Agora Meyhanecisi
    E) Hiçbiri
    *
    Son 18 yıldır sanki ülkeyi kendileri yönetmiyormuş gibi "Almanya araba yapıyor, biz daha bir araba yapamadık, utanmıyor muyuz, sıkılmıyor muyuz, yazıklar olsun şu CHP'ye" diyen otomotiv sektörünün efsanevi ismi kimdir?
    A) Michael Schumacherr
    B) Van Persie
    C) ilber Ortaylı
    D) Don Kişot
    E) Yeliz
    *
    "Güzel şeyler olacak"la başlayan, "orada iyi şeyler oluyor"la sonuçlanan, dağdan gelenlerin kahraman gibi karşılandığı Habur rezaleti için ne denebilir?
    A) Halayda başı kirvem çeker size ne
    B) Durmak yok yola devam bize ne
    C) Bravo der geçeriz
    D) işte yeni Türkiye
    E) Eee yuh yani!
    *
    Tarımı ve hayvancılığı bitirip hemen her şeyi ithal eden... Üstüne TEKEL'i, Türk Telekom'u, limanları, şeker fabrikalarını elden çıkaran... Açlıktan ve işsizlikten, iyi ya da kötü ülkede yaşanan her şeyden mesul olmalarına rağmen sorumluluk almayan kimlerdir?
    A) Taçsız kral Pele ve arkadaşları
    B) Yılmaz Özdil ve korosu
    C) Poşeti 25 kuruşa satan esnaflar
    D) Pamuk Prenses ve 7 Cüceler
    E) Ülkeyi yönetenler
    *
    Ayetle Bakara-makara diye alay eden... Müslümanları tiye alan... Başka ülkede olsa bırakın devlet kademesinde görev almasını, insan içine çıkamayacak olan... Fakat partisi tarafından dalga geçtiği milleti Prag'ta temsil etsin diye büyükelçi olarak atanan kimdir?
    A) Pinokyo
    B) Heidi
    C) Kırmızı Başlıklı Kız
    D) Polyanna
    E) Hiçbiri
    *
    Döviz artarken dış güçleri suçlayıp, düştüğünde hükümetin becerisinden diyen... Kredi kartının asgari ücretini ödeyemezken siyasilerinin aldığı araçları savunan... iki lafından birinde "ama yol yaptı" diğerinde "ekonomi çok iyi" diyen kimselere ne denir?
    A) Doğrucu Davut'lar
    B) Her şeye muhalifler
    C) Büyük resmi görenler
    D) Sevip de sevilmeyenler
    E) Partizanlar
    *
    "Demir bir yumrukla doları 5 liraya" indirdiklerini söyleyen... Enflasyonla mücadele için web sitesi kuran... Bakın burası çokomelli, "Pazar ve market fiyatları birbirini tutmuyor. Marketlerde hâlâ istediğimiz fiyatlar yok onlarla konuşacağız." diyen, ekonomi şahlanıyor iken instagramdan istifa ettiğini duyuran güzide siyasetçimiz kimdir?
    A) Iron Man
    B) Malkoçoğlu
    C) Sezercik
    D) Şaşkın Bakkal
    E) Hiçbiri

    kaynak: https://www.gunboyugazete...r-kultur-testi-5355yy.htm
    5 ...
  24. romanya nın türkiye den gelenleri karantiya alması

    1.
  25. bir babanın ağlaması

    1.
  26. levent bulut'un bugün köşesinde değindiği duygusal olay.
    yazı şöyle:

    O gün sabah işe gitmek için hazırlanıyordum. Ülkü çayını yudumluyordu.
    Fakat bir şey dikkatimi çekti. Birkaç gündür hâlsiz olduğunu söylüyordu ama o sabah çok yorgun görünüyordu.

    Endişeyle:
    - Nasılsın? dedim.
    - Çok hâlsizim diye cevap verdi. Bunu derken sesi bile yorgundu.
    insan gönül verdiği kadının fizikî ve ruhî yorgunluğunu görünce, ister istemez korkuyor.

    Belli etmemeye çalışsam da hâliyle endişelendim. Fakat ne kadar doktora gidelim dediysem de ikna edemedim.
    En büyük bahanesi işinin yoğunluğuydu.
    Önceki günlerde de ısrarla gidelim dememe rağmen, bir türlü kabul etmemişti.
    Hâlsizliğinin bahardan kaynaklandığını ve geçeceğini söyleyerek beni savuşturmuştu.
    ***

    - Bugün de geçmezse bir doktora gidelim dedim.
    Bir an önce bu muhabbetin bitmesini istediğinden olsa gerek, bu kez "Peki." dedi.
    ***
    Huzursuz bir şekilde çıktım evden. Yol boyunca hâlsizlik ve bitkinliğini bahara ve işlerinin yoğunluğuna bağladım.
    Hastalık gibi kötü şeyler düşünmek istemedim.

    Ta ki o ana kadar.
    Gazetede haberlerin içine gömülmüşken, gelen bir mesajla tüm dikkatim dağıldı.
    Ülkü eczaneden test aldığını, sonucun pozitif olduğunu ve tahlil yaptırmaya gittiğini yazmıştı
    ***

    Aman Allah'ım! Duruma göre; sebebini bilmediğimiz ve yorgunluk ile mevsime bağladığımız hâlsizlik, bebiş habercisiydi. Yani o andan itibaren ne dakikalar, ne saniyeler geçti.

    Duramıyorum ki gazetede. Arıyorum açmıyor. Mesaj çekiyorum cevap gelmiyor.
    Gözüm bir şey görmüyor.
    Sadece telefona ve ekrandaki resmimize bakıyorum ve zaman akmıyor.
    ***

    Farklı kültür ve şehirlere rağmen hep sevmiştik birbirimizi.
    Bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan ha telefon çalacak, ha mesaj gelecek diyerek telefon elimde bekliyorum.
    Bu süreçte zaman denen kavramı yeniden öğreniyorum.
    ***

    Bir müddet sonra Ülkü'nün araması göründü ekranda. Anında açtım ama o an ne konuştuğumuzu tam hatırlamıyorum. Lakin şu cümle beynime çivi gibi saplandı.
    - Kan verdim. Sonucu 1 saat sonra belli olacak.
    Yani sonuç değişmedi. Bir saat daha bekleyecektik.
    ***

    Hani dokuz doğurmak diye bir deyim vardır ya.
    Ben de Ülkü de tam olarak o moddayız.
    Hayırlısı olsun deyip dualar ediyoruz.
    Telefonu kapattık ama yazışıyoruz. "Beşik bakmak lâzım." diye yazdım sonuna bir de gülen smiley ifadesi koyarak.

    - Erken. Dur bir test çıksın sonra onlar, dedi.
    iftarı bekler gibi dakika sayıyorum.
    Bir de insan zamanın değerini bilmiyor, zaman su gibi geçiyor derler.
    Hiç alakası yok.
    Say say geçmiyor.
    40 dakika kaldı, 39 dakika kaldı.
    ***
    Fizikî olarak gazetedeyim ama haber yapamıyor, başlık atamıyorum.
    Aklım dağılsın, zaman geçsin diye tek bakındığım bebek kıyafetleri oluyor.
    Bu arada Ülkü ile yazışmayı da sürdürüyoruz.
    O da kendi heyecanını ve durumunu yansıtıyor bana.

    Dua ede ede, hayal kurup dur daha erken diye diye, bitmek bilmeyen zamanı doldurduk.
    Vakit geldi çattı. Aradı doktoru. Yoğunluk varmış sonuç yarım saat sonra çıkacakmış.
    Haydaaa!..
    Aksilik çıktı, üzüldük tabiî.
    Yapacak bir şey yok.
    Beklemeye devam.

    Yarım saat süren ama bize yarım asır gibi gelen zamanın sonunda Ülkü tekrar aradı:
    - Sonuç pozitifmiş. "Bebiş geliyor." dedi.
    ***
    O andan itibaren nasıl anlatayım ki size. Elim ayağıma dolaştı. Boğazım düğümlendi.
    Konuşamıyorum. Çaktırmayayım diyorum ama gözlerimden iki damla yaş akıyor.
    içimde bir sevinç sormayın.
    ***
    Ataerkil bir toplumda yaşadığımızdan, bizler erkekler ağlamaz diyerek büyütüldük.
    Toplumun genelinde de bu yargı vardır.
    Erkek adam ağlamaz derler ya.
    Oysa yalan kardeşim yalan.
    inanmayın.
    Erkek adam niye ağlamasın, robot mu bu?
    Hissiz mi, kalpsiz mi, duyguları, hayalleri, umutları, özlemleri olamaz mı?
    ***
    Ağlamak; sinirden, özlemden, duygulanmaktan pek tabiî olabilir. Gayet insanî bir durum bu ve çok şükür benimki sevinçtendi.

    Kumsalla kavuşan dalgalar, baharda açan çiçekler gibiydim. Ya da şöyle anlatayım. Issız çorak bir çölde su kuyusu bulan birinin sevincini hayal edin.
    Hah işte öyleydim.

    Uzatmayayım...
    Ne yazsam kelimeler kifayetsiz kalacak. Hani derler ya bir insana saatlerce baklavayı anlatacağına ağzına bir dilim baklava ver tatsın.
    Aynen öyle bir durum. Yani neler hissettiğimi, neler yaşadığımı tam olarak bu müjdeli haberi alanlar anlar.

    Allah tüm anne baba adaylarına bu duyguyu ve heyecanı yaşatsın.
    *
    Baba olduğumu öğrendiğim ilk anda hissettiğim duygularımı böyle kaleme almıştım. Günler, haftaları, haftalar ayları kovaladı ve ömrümüzün güzelliği kızım Ayça Pazar günü (29 Kasım) 2 yaşına girdi.

     'Bu süreçte en çok ne zorladı?' diye soran eşe dosta tek söylediğim konu, uyutmaya çalışmak oldu. Zira Ayça uykuyu seven bir bebek olmadı hiç.
    Yenidoğan döneminde bebekler günde toplam yaklaşık 11-18 saat uyurken, bizimki günde 7-8 saat ve genelde gündüz uyuyordu.

    Keza Ülkü'nün duruşmaları, benim gazete ev arası mekik dokumalarımın üstüne geceleri Ayça'yı uyutana kadar canımız çıkıyordu. Nihayet uyuduğunda ise işe gitme vaktimiz geliyordu.
    *
    E tabii 'Elektrik süpürgesi ya da fön makinesi çalıştırın' gibi çeşitli öneriler de geliyordu. Mesela bir gün Ülkü'ye arkadaşı 'Pedagogların önerdiği ninniler var, internetten onu dinletin kesin uyur' demiş.

    Gecenin bir yarısı Ayça'yı verdi kucağıma, 'Sabaha dilekçe yetiştirmem lazım bu müziği dinleterek pışpışla uyut' dedi ve gitti.

    E hayat müşterek, başladım dinletmeye bir yandan da sallıyorum. Ama bizimkinde tık yok. Bir müddet sonra ben uyuyakalmışım. Ülkü'nün 'Eh aşk olsun, ama...' diye söylenmesiyle gözümü açtığımda Ayça bana bakıp gülücükler atıyordu.
    Ben uyuyunca horlamışım, Ayça da o sese gülmüş.

    Ülkü de o gülücüklere gelmiş.
    Yani düşünün; beni  uyutan ninni, kızımın sadece komiğine gitmiş.
    *
    Uyuması için en iyi yöntemse araba ile dolaştırmak oldu hep. Keza bu tüm bebekler için geçerli. Uyumayan bebeğiniz varsa arabayla dolaştırmak kesin çözümdür diyebilirim.
    Tabii bir tur atıp, 'Yok uyumuyor' deyip, ya da gözlerini kapar kapamaz 'Tamam uyudu, hadi eve' diye dönmezseniz sonuca ulaşırsınız.
     
    Zira biz bu hataya ilk başlarda çok düştük. Örneğin çıkıp dolaşıyorduk. Hakikaten arabada iken uyuyordu. Ama bu sefer de, ne zaman eve gelip yatağına koysak anında uyanıyordu.
     
    Galiba 'kendisi uyursa biz arabayla sabaha kadar gezeceğiz' diye düşünüyordu. Bu yüzden daldığından emin olmadan yatağına koymayın.
    Uzatmayayım söz uçar yazı kalır.
    Nice mutlu uzun yıllara inşallah.
    Doğum günün kutlu olsun!..
     
    Kaynak: https://www.gunboyugazete...glayan-babalar-5175yy.htm
    4 ...
  27. 11 kasım 2020 levent bulut köşe yazısı

    3.
  28. trollerin okuyup feyz alması gereken yazı.
    0 ...
  29. 14 ekim 2020 levent bulut köşe yazısı

    1.
  30. Okunması gereken yazıdır.
    Yazı şöyle:

    Gülen'i eleştiren CHP'li vekillere, 'Gülen bu memleketin değerli bir kıymetidir' dediler.
    ***
    "Bu çilekeş ama kutlu yolculukta o gün hocaefendiye sahip çıkmasaydınız evlerinizi gönüllerini açmasaydınız bu güzellikler yaşanmayacaktı. Cenab-ı hakkımıza binlerce şükürler olsun" söylemleriyle şükrettiler.
    ***
     Düzenledikleri Türkçe olimpiyatlarında "Buradan on binler muhterem hocaefendiye selamlarını saygılarını gönderiyor, baş koyduğu hizmet yolunda, hak yolunda başarılarının artarak devam etmesini diliyoruz, yüce Allah'tan sağlık diliyoruz" diyerek uzun ömür dilediler.
    ***
    Kısa keseyim.
    Hatırlarsınız o dönemleri.
    Hepimiz yaşadık o günleri...
    ***
    Biliyorsunuz, "ne istediler de vermedik" denilen o yıllarda, FETÖ'cülük her kapıyı açıyordu.
    Sorgulayan ve eleştiren ise yanıyordu.
    Bu duruma itiraz eden, dile getiren gazetecilere, yazarlara ve milletvekillerine, "Ergenekoncu", "darbeci", "postal yalayıcı" diyorlardı.

    Herkes başını kuma gömerken "aman, bana ne canım" demek yerine, "Cemaat devlete sızmış. Güç çatışması yaşanıyor. Devlet içinde devlet olmaz" diyenlerle ise alay ediyorlardı.
    ***
    Örneğin, cemaatle hükümet arasında çatışma olduğu iddialarını yorumlayan dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı eleştirilere "Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış, bunlar kargaları güldürür" sözleriyle cevap veriyordu.
    Sonrasını biliyorsunuz.
    Darbe girişimi ile şehit olan 251 vatandaşımız ve gazilerimiz.
    ***
    Bunları neden yazdım.
    "Kandırıldık", "aldatıldık" söylemleri ile özetlenen sürecin ardından görülüyor ki değişen hiçbir şey olmamış da ondan.

    Darbe girişiminin ardından muhalefet partileri; özellikle Sağlık Bakanlığı'nda kritik kadro ve görevlere tarikatçılar atanıyor iddiasını sık sık gündeme getirdi.
    Hatta CHP, 2018'de Meclis'te "Menzil için komisyon kurulsun" dedi ancak kabul edilmedi.
    Ancak GATA'da yaşanan skandal ile "tarikatçılar devlete atanıyor" tartışmaları yeniden alevlendi.
     ***
     Muhalefet partilerinin bu söylemlerine ek olarak kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü de Türkiye'de iki bin Selefi dernek bulunduğunu, bu grupların silahlandığını ve ayaklanma çıkarma planı yaptıklarını savunarak "Bir iç savaş hazırlanıyor" diyerek vahim bir iddia ortaya attı.
    işte tüm bunlar ortada kamuoyunun gözünün önünde iken içişleri Bakanı Süleyman Soylu çıkıp "Herhangi bir inanç grubunun, devletin birtakım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri, başlı başına yeni bir istismar alanıdır ve doğru değildir. Yalandır. Provokasyondur" ifadelerini kullandı.
    ***
    Ne kadar da tanıdık bir açıklama değil mi?
    Yalnız tek eksiği "Bu iddialara kargalar da güler" dememesi olmuş.
    ***
    Ne yazık ki tarih tekerrürden ibaret.
    Tarikat üyesi olduklarını sosyal medyada açıklayan onlarca kişi varken, GATA skandalı gibi kendiliğinden açığa çıkan ve tarikat üyesi olduğunu saklamayan örnekler göz önünde dururken bu durumu araştırmak yerine "yalandır", "provokasyondur" deyip kestirip atmak ne kadar doğrudur?

    Ortada bir sorun varsa, oy kaygısı ile halı altına süpürmek yerine, sorunu çözmeye çalışmak, devlette devamlılık ilkesinin esası değil midir?
    Bugün "A" partisi yarın "B" partisi ne fark eder?

    Bir tek devletimiz var.
    Bugün devleti yönetenler, yarınların ve geleceğin mesulüdür.
    Bu yüzden devlet adamlığı ciddiyeti ile yeni bir FETÖ faciası yaşanmaması için, sorumluluğu olanlar bu durumu yalanlamadan önce enine boyuna araştırmalıdır.

    Garip bir açıklama

    Türkiye ilginç bir ülke. Öyle şeyler oluyor, öyle sözler söyleniyor ki şaşırıp kalıyorsun. Örneğin; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk'un emeklilere son 2 yılda 674,5 milyar lira aylık ödemesi yaptıklarını söylemesi gibi.
    ***
    Emekli maaşlarını ödeyebilmekle övünmesi mi dersiniz...
    Bu maaşları devletin bir jesti gibi sunmasını mı dersiniz...
    Neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
    ***
    Ülkede kadın cinayetleri ve kadına şiddet sürerken, kredi ve kart borcu batağına saplanmış aileler parçalanırken, yaptığı bu açıklama abesle iştigal değil de nedir?

    Emeklilerin, çalıştığı yıllarda maaşlarından yapılan kesinti ile ödenen bu para emeklinin en doğal hakkıdır.
    Aldıkları 3 kuruşu ise lütuf gibi göstermek tek kelime ile ayıptır.
    4 ...
  31. geçmeyen bir baş ağrısı

    1.
  32. levent bulut'un bugün köşesinde değindiği durum.

    yazı şöyle:
    Baş ağrısı, başta ağrılı bir durumdur...
    Dayanılmaz olursa gidilecek yer, sağlık kurumudur.
    Nedensiz yere çıktı sanılır; oysa stres, gürültü, sinüzit, migrenden de kaynaklanır.
    *
     Bayanlarda klasik de olabilir, erkekler iyi bilir...
    *
    Sıcak havalarda klimanın altında yatmak zararlıdır.
    Baş ağrısına elma ile kereviz yararlıdır.
    *
    Bir tek bunlar mı sebep olur baş ağrısına, adamın canının sıkılmasına...
    Örneğin, menfaatine taraf olanlar vardır. Yalnız şahsi ikballeri makbuldür bu zevata...
    *
    Toplumun her kesiminde vardır mesela...
    Çıkarım neredeyse oradayım derler...
     *
    Eli kalem tutanları taraftarlıkla kalmayıp; yanlışa yanlış, doğruya doğru demezler...
    Bilakis pembe tablolar çizerler sana.
    Demokrasi havarisi kesilip neler demezler ki...
    Her konuda uzmandırlar, kendileri çalıp söyler; Türkiye şahlandı iyiye gidiyoruz deyip avunurlar...
    *
    Kendilerinden olmayana zillet derler.
     *
    Don Kişot misali...
    Canavar yel değirmeni gibi görürler muhalif düşünceleri..
    Hamaset yapar, küçümserler...
    Yetmez, hakaret ederler...
    Fakat her söylenen ve yazılanları demokratlığa yorar Sancho'ları...
    *
     Eleştiriyi asla kabullenmezler ama kurucu lider Atatürk'ü...
    Lozan'ı...
    inönü'yü...
    Cumhuriyetin kurucu değerlerini ve hemen her konuda kendileri gibi düşünmeyen herkesi eleştiriler.
    Her fırsatta Türklüğe insafsızca saldırırlar.
    Milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını söyler; sonra "yerli ve millîyiz" diye övünürler.
    *

    Oysa 36 etnik kimlik var deyip, etnik milliyetçiliğin babasını yaparlar.
    Türklüğe hakaret ve aşağılama düşünce özgürlüğü; Türk'üm demeyi faşistlik ve ırkçılık sayarlar.
    Kendi cemaat liderlerini ya da oy verdikleri siyasi parti liderlerini kayıtsız şartsız destekleyip ilahlaştırırken; bu vatanı kurtarıp kuran Atatürk'ü sevmek, putperestliktir onlar için.
     Uzatmayalım ama entellere, dantellere, çıkarcılara, liboşlara, bilmem kaçıncı cumhuriyetçilere ve yandaşlara tek sözüm var!
     Kutuplaştırıp ayrıştırmayın toplumu.
    Yeter artık!
    Ağrı olmayın "milletin" başına...
    *
    Sanırım A'dan Z'ye toplumun her kesiminin özeleştiri yapmasının vakti geldi de geçiyor bile.
    *****

    Bu zihniyetten kaç kişi var?

    Türkiye'nin en köklü sağlık kurumlarından olan GATA, yeni adıyla Sağlık Bilimleri Üniversitesi Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi bir skandal ile gündeme geldi. Hastanenin başhekim yardımcılığı görevini yürüten kişi, sosyal medya hesaplarından Medeni Kanunu ve tek eşliliği hedef alan paylaşımlar yaptı.

    Kamuoyunda oluşan tepkilerin ardından önceki gün sözleşmesi feshedilerek görevinden alındı.
    Benim merak ettiğim şu; Doktor gibi davranmak yerine sosyal medyada cinci hoca gibi kelamlar eden şahıs, başhekim yardımcılığı görevine nasıl ve kimler tarafından getirildi?
    Dünyanın hiçbir ülkesinde askerî hastaneler sivilleştirilmezken, barut fıçısı halindeki bölgemizde bu hastanelerin işlevi hangi akla hizmet değiştirildi?
    *

    Hakikaten Sağlık Bakanlığı'nın bünyesinde torpille işe giren makam sahibi olan bu ve benzer zihniyette kaç kişi daha vardır acaba?
    Ülkede çürümeyen kurum kalmadı.
    *

    Eskiden cahil adam toplum içinde utanır konuşamazdı. Şimdi cahilliklerini sosyal medya üzerinden kusuyorlar.
    Kurumsallık ve bilimsellikten o kadar uzağız ki, cehalet erdem olmuş.
    Ve inanın koronavirüsten çok daha tehlikeli bir durum bu.

    kaynak: https://www.gunboyugazete...bir-bas-agrisi-4910yy.htm
    3 ...
  33. iyi parti türk milliyetçiliğinin kalesidir

    1.
  34. akp nin kendinden başka herkesi suçlaması

    1.
  35. türkiye'de akp zihniyetinin en somut örneğidir.

    (bkz: levent bulut) Bugün ekonomi üzerinden şöyle anlatmış:

    Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's, kredi notumuzu B1'den B2'ye indirdi. Bu seviye kuruluşun bugüne kadar ülkemiz için verdiği en düşük kredi notu olurken; Türkiye, Uganda, Tanzaya ve Papua Yeni Gine gibi ülkelerle aynı kategoride yer aldı.
    *
    Ülke idarecileri kararı siyasi olarak nitelerken, not kararında gerekçelerini tane tane anlatan Mody's'in açıklamasında şu satırlar dikkat çekici:
    "Türkiye'nin zayıf ve kötüleşen yönetimine ilişkin değerlendirmemiz, 2018 ortalarında cumhurbaşkanlığı sisteminin yürürlüğe girmesinden bu yana Türkiye'nin notunu birkaç kademe düşürme kararımızın temelini oluşturan önemli bir kredi özelliği oldu. O zamandan beri, Türkiye'de bazen kanunlarda ve uygulamalarda önemli değişikliklerin yapılmasını emreden resmi kararnamelerin artık onay almak için Meclis'ten geçmesine gerek kalmaması yaygın bir uygulama haline geldi.

    Bu müdahaleler, 2018 piyasa baskılarından bu yana daha sık hale geldi. Dahası, yürütme, bu kurumların güvenilirliğini ve etkililiğini anlamlı bir şekilde baltalayan kilit kurumların bağımsızlığını zayıflatmaya devam ediyor."
    *
    Adamlar kısaca ülkenin durumunu özetlemiş. Fakat yine ülke idarecilerimiz sorunu görmezden geliyor.
    Oysa öz eleştirici yapacaklarına, bundan sonra nasıl düzeltebiliriz diye kafa yoracaklarına, bu not manipülatif diyorlar.
    *
    Sorumluluk üstlenmemek.
    Başarısızlığı görmemek.
    Çıkıp başkasını suçlamak.
    Zihniyetleri olmuş.
    *
    Siz istediğiniz kadar bizim için yok hükmünde deyin, sermaye sahipleri bu notlara bakıyor.
    Görüyorsunuz işte; şöyle büyüdük, böyle kalkındık, salgından en az biz etkilendik diyorlar yabancı yatırımcı inanmıyor, gelmiyor.
    Onlarda biliyor bizimkilerinin ayranım ekşi demeyeceğini.
    Bu yüzden yok hükmünde denilen bu notlar yatırımcılar için mutlaka bakılması gereken yol haritası.
    *
    Sistem nasıl işliyor şöyle izah edeyim: Kredi derecelendirmesi; bir kişi, kurum veya ülkenin tüm finansal, ekonomik ve mali yükümlülüklerini yerine getirme kapasitesine dair tespit, gözlem ve analizlerin ifadesidir.

    Bu derecelendirmeler, uzmanlaşmış kuruluşlar tarafından ve genel olarak malî geçmiş, cari varlık ve cari borçlar incelenerek yapılıyor. Bugün günümüzde Moody's, Standard & Poor's ve Fitch Ratings gibi firmalar sektörün hâkim kuruluşları olarak göze çarpıyor.
    *
    Yabancı yatırımcıları ülkelerine getirmeye çalışan devletler, "uluslararası" kredi derecelendirme kuruluşlarıyla irtibata geçmek zorunda. Aynı şekilde sermaye sahipleri de, başka bir ülkede yatırım yapmak için o ülkenin küresel göstergelerine ihtiyaç duyuyor.

    işte burada devreye kredi derecelendirme kuruluşları giriyor.
    Şirketler ya da ülkeler, kendi istekleriyle bu kredi derecelendirme kuruluşlarıyla bir değerlendirme anlaşması yapıyor ve müşterileri oluyorlar.
    Yani bugün ülkeyi yönetenlerin eleştirdiği bu kredi derecelendirme kuruluşlarının aynı zamanda müşterisiyiz.

    Bu kuruluşlar bir ülkenin kredi notunu belirlerken de bazı kriterler uyguluyorlar. Meselâ; ülke ekonomisinin esnekliği, büyüme potansiyeli, ekonomik ve siyasî istikrarı, dış politika gelişmeleri, Merkez Bankası'nın bağımsızlık derecesi gibi göstergelere bakıyorlar.
    *
    işte bu kredi derecelendirmesi de bir ülkenin kredibilitesine dair bilgi sunuyor ve uluslararası yatırımcıya yol gösteriyor. Derecelendirme kuruluşlarının ileriye dönük görüşleri, bir ülkede uzun veya kısa vadeli yatırım ve iş kararları vermekte olan yatırımcıları yönlendiriyor.

    Türkiye'nin kredi notu süreci 1991 yılında başladı. O zamandan bugüne kadar da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendiriliyor.

    Şimdi bu bilgilerin ışığında bakarsak kredi derecelendirme kuruluşları sermaye sahipleri için bir fener gibi diyebiliriz. Bu notlara göre hareket ederler.

    Yani parasına para katacak olan yatırımcılar senin kredi notun yüksekse diline, dinine, iktidardaki kişinin ismine bakmaz...
    Daha önce bakmadı da.

    Zira AKP iktidarı boyunca son 2-3 yıl hariç, yabancı yatırımcının Türkiye'ye ilgisi hep yüksek olmuştu.
    Bunu kimse inkâr edemez.
    Ama şimdi yatırımcı geliyor mu?
    Gelmiyor.
    *
    Sadete gelirsek, olayın özü şu kardeşim; para babaları senin ülkende risk görmezse, hukuk sistemine güvenirse, yatırım yaparken gelip sana sormaz. Yatırımını yapacaksa yapar, parasına para katar ve kazanmasına bakar.

    Sen kalkıp Uganda, Tanzaya gibi başkanlıkla yönetilen ülkelerin yönetim şeklini benimser, kanunları meclisi by pass ederek kararname ile çıkarır, üstüne yargıya güveni dibe vurdurursan, aldığın notta böyle bir ülkenin tuzu biberi olur.

    Ne diyeyim kendi düşen ağlamaz.

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...-dusen-aglamaz-4804yy.htm
    4 ...
  36. türkiye nin doğu akdeniz de yalnız kalması

    1.
  37. levent bulut'a göre yanlış dış politikanın sonucudur.

    levent bulut bu durumu tane tane şöyle anlatmış:

    Türkiye'nin Fatih ve Yavuz sondaj gemilerini Kıbrıs açıklarına göndermesi ve gemilerin Kuzey Kıbrıs'ın ruhsat verdiği bölgelerde doğalgaz aramalarına başlamasına, Rum kesiminin yanı sıra Yunanistan,  Mısır, israil ve ABD tepki gösteriyor.

    Süreç içerisinde Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak NAVTEX açıklaması yaparken, Avrupa Birliği ise Ankara'ya karşı güçlü bir yaptırım sinyali verdi.
    *
    Ülke idarecileri bu gelişmeler karşısında Türkiye'nin haklılığını hukuksal olarak anlatmak yerine "Girdiğimiz yolda her türlü bedeli ödemeye kararlıyız. Hodri meydan diyoruz, her bedeli ödemeye hazırız." gibi söylemlerle anlatmaya çalıştı.

    Yine diplomasi yerine hamesete başvurduk.
    Fakat tarihte neden sonuç ilişkisi vardır.
    Yani bir olay, kendinden önceki bir olayın sonucu veya sebebini oluşturabilir. 
    Yıkılan devletlerin, çıkan savaşların, kurulan devletlerin, yapılan anlaşmaların hepsinde bu ilişki vardır.
    Ve her sonuç; bir bedelin karşılığıdır.

     istanbul, izmir gibi şehirlerinin işgal edilmesi istiklal Savaşının nedeni olurken,  Sevr'-i yırtıp atıp, Cumhuriyetin kurulması için şehitlerimizin dökülen kanları bu ülkenin bedeli olmuştur.
    *
    Ve bugünlerde yine sık sık bedel ödemekten bahsediliyor.
    Peki biz kendi bölgemizde komşularımızla neden kötü olduk?
    Ya da başka bir ifade ile Türkiye neden yalnız kaldı?
    Bedel ödememizi gerektiren sürece adım adım  nasıl geldik?
    Gelin  makarayı başa saralım.
    Afganistan ve Irak işgali ile başlayan, Tunus, Cezayir, Mısır, Libya ve son olarak Suriye'de yaşananların, küresel güçlerin "böl ve yönet politikası" olduğu açıkça görülmesine rağmen Türkiye, bölgedeki gelişmeleri doğru okuyamadı.

    Zira  son 18 yılda Kıbrıs'ın nasıl bir kıymete haiz olduğunun farkına ülke idarecilerimiz yeni vardılar. O kadar yanlış bir politika izlendi ki, bunun sonuçlarını Doğu Akdeniz'de yalnız kalarak görüyoruz işte...
    *
    1974'te yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı'nın üzerinden 46 yıl geçmesine rağmen,  sağa sola posta koymak yerine Kıbrıs meselesini çözmeye çalışsaydık şimdi durum daha farklı olabilirdi. Hoş bugünkü iktidar bir ara bu konuya el attı ama onda da yanıldı.
    Keza Nisan 2004'te Türklere dayatılan Annan Planı, tamamen Rumların lehine olmasına rağmen, gerek Türkiye'de, gerekse de KKTC'de halka çözüm için en ideal plan gibi gösterildi.

    Hayatını Kıbrıs'a ve bağımsızlığa adayan rahmetli Rauf Denktaş, küresel güçler ve Türkiye'yi yönetenler tarafından "günah keçisi" yapılarak, kendi koltuğu için çözüm istemiyor suçlamalarına maruz kaldı.
    *
    AKP hükümeti, çözümsüzlük çözüm değil diyerek dört elle Annan planına sarıldı, Türk halkına ise Kıbrıs'ı AB yolunda tek engel olarak sundu. Bununla birlikte yandaşlar, enteller ve liboşlar harekete geçerek adadaki askerî varlığımızı Rumların dile getirdiği gibi işgalci diye nitelemeye başladı.

    Sanki Türkiye adayı işgal etmiş gibi adada yaşayan Türklerin yaşadığı acılar görmezden gelinerek unutturulmak istendi.
    *
    Türkiye'deki "ver kurtulcu" zihniyete paralel olarak adadaki bazı sivil toplum kuruluşlarına küresel güçlerin fon yardımları ve Türkiye'yi yönetenlerin desteği ile KKTC'de "Yes be annemciler" türedi ve Annan Planı Türk ve Rum kesimlerinde oylandı.
    Türkler plana evet derken, tamamen lehlerine olan plana Rumlardan hayır çıktı.
    *
    Seçim sonuçlarından plana destek veren Türkiye ve KKTC'deki yöneticiler, meselenin Rumlardan kaynaklandığını tüm dünya gördü diye düşünüp ödül beklerken, bırakın ödülü ambargoları bile kaldırtamadılar.  Rumların, adanın tümünü temsilen AB'nin tam üyesi yapılmasına da ancak ağzı açık seyirci kaldılar.

    işte bu küresel çete, Orta Doğu'yu kontrol altına alabilmek için Kıbrıs'ta egemen olmak istiyor. Böylece Doğu Akdeniz ve Orta Doğu enerji kaynaklarının dağıtımında önemli rolü olacak, iskenderun Körfezi'nin kontrolüne de sahip olacaklar.Tamemen lehlerine olan planı kabul etmeyen Rumlar geçen zaman içinde, israil ve ABD şirketleri ile birlikte petrol ve doğal gaz arama ve çıkarma çalışmalarına girdi.

    Türkiye ise bu duruma karşın kendi kıta sahanlığında kalan bölgelerde doğal gaz arama faaliyetlerine başlarken, Libya'daki hükümetle iş birliği yaptı.
    Ama yetmez...
    *
    Bugün Doğu Akdeniz'de gerginlik sürüyor. Oysa durumun bu hâle geleceği baştan belli değil miydi? Türkiye de bunu göremeyen devlet adamı yoksa Allah sonumuzu hayır etsin. Zira karşılıklı restleşip savaş gemilerini gönderdiğimiz bölgede arama faaliyetleri  birdenbire başlamadı. Rumlar 2002'den itibaren Doğu Akdeniz'de başta Mısır olmak üzere diğer kıyıdaş ülkeler Lübnan, Suriye ve israil'le Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yaptı. Türkiye buna bir önlem almak yerine ne yaptı?
    Hiç!
    Üstüne bu ülkelerle bir bir papaz oldu.
    *
     Bugün ABD'nin Noble ve Exxon Mobil şirketlerinin yanı sıra italyan ENI ve Fransız Total şirketleri  de bölgede arama faaliyetleri yapıyor. Bu şirketler burnumuzun dibinde arama yaparken Türkiye ise  Kanal istanbul'u tartıştı. Dünya liderine sahibiz, bölgesel süper gücüz diyen iktidar ve yandaşlarına soruyorum: Komşularımızdan hangisiyle diplomasimiz var?
    Hangisi sözümüzü dinler?

    Osmanlı bile en güçlü zamanında Avrupa'ya sefer düzenlerken doğusunda kalan devletlerle iyi lişkiler kurmaya çalışıyordu.
    Şimdi öyle mi?
    Tamam Türkiye büyük ve düşmanı çok!..
    Ama büyüklük yalnızlık demek değildir!..
    Büyüklük; millî bir politikanın olması, düşmanlarının senin çıkarlarınla çatışmaktan kaçınması demektir.
    Eğer bir ülkenin millî bir dış politikası yoksa o devlette bağımsızlıktan söz edilebilir mi?

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...-yalniz-kaldik-4738yy.htm
    6 ...
  38. iyi parti nin türkiye nin kaderini belirlemesi

    1.
  39. bir levent bulut yazısı.

    çok değil bundan 20 yıl kadar önce, bir siyasetçi yeni bir göreve başladığında hasımları dahil diğer siyasetçilerden tebrik telefonları alır, daha hassas olanlar ellerine bir kutu çikolata alarak ziyarette bulunurlardı....

    geçti o günler...
    akp iktidar olup "yeni türkiye" sloganıyla ülkeyi yönetmeye çalışırken önce siyasetten başladı. yeni bir göreve gelen siyasetçiyi tebrik mebrik unutuldu...
    iyi parti kuruldu, meral akşener genel başkan oldu, değerli arkadaşları da birer görevi sahiplendi. birine bile erdoğan'dan, yıldırım'dan, bahçeli'den, destici'den, tebrik telefonu geldi mi...
    sanmıyorum...
    kabalıklarından değil, korkularından iyi parti'yi tanıma cesareti gösteremiyorlar...
    ileride inşallah tanıyacaklar....
    ***
    bu satırları 2017'nin kasım ayında yazmıştım.
    devlet bahçeli'nin meral akşener'e "yuvaya dön" çağrısı yaparak "evine dönmesi doğru ve tutarlı olacaktır" demesinin ardından yukarıdaki satırları hatırladım.

    oysa fetö'cülükten bölücülüğe, vefasızlıktan, ihanete kadar çiçeği burnunda bir partinin genel başkanı olan akşener için neler neler dememişlerdi ki...

    aradan geçen zaman içinde küçümsedikleri iyi parti'yi şimdi yanlarına çekmeye çalışıyorlar.
    *
    keza bahçeli'nin ardından cumhurbaşkanı erdoğan'ın da, "bahçeli'nin daveti yadırgadığım bir davet değildir. olabilecek, en makul çizgide bir davettir. birlik, beraberliğin tesisine yönelik bir adım olabilir. dağınıklıkta bir şey yok. hdp'yle terör örgütleriyle birlikte olmak milli ve yerli olarak düşündüğümüz iyi parti'ye hiç uygun düşmeyebilir. böyle bir sıkıntının olması hasebiyle böyle bir davet gerçekleşmiş diye düşünüyorum. ve ülke genelinde de bir bütünleşmenin gereği önemlidir diye düşünüyorum." demesi cumhur ittifakı'ndaki oyların eriyişinin tezahürüydü.

    "oradan da hesaplaşacağız. fakat hanımefendinin kaçacak deliği de yok. o milletvekili de değil. onunla hemen hesaplaşacağız. onun hesabı ağır olacak." söyleminden "milli ve yerli" söylemine gelinmesi tüm gerçeği söylüyor aslında.

    demek ki işler iyi gitmiyor.
    demek ki oylardaki eriyiş sürüyor.
    demek ki görmezden gelerek, engel olmaya çalışarak bu işler yürümüyor.
    zira ne derlerse desinler su akıyor yatağını buluyor.

    mesala ne demişlerdi hatırlayalım;
    - "bu hanımefendiye son ihtarım, bölmek ve yok etmek istediğin mhp'ye karşı sinir ve sınırları ihlal eden vandal tutumuna devam edersen sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın. demedi deme, büyük lafı dinle!"

    - "hdp'yle kucak kucağa, fetö'yle arkalı önlü konuşanlar kimlerdir? ip'in başındaki vefasız, vakursuz bir şahsiyet bize laf söyleyemez. ihanetle savaşımız sonuna kadar sürecek."
    - "ip'te ülkücülerin ve milliyetçilerin yeri yoktur. ip, fikirsiz, hedefsiz, mhp'den intikam almak için kurulmuş hastalıklı bir siyasi bünyedir."

    -" ip'in başındaki şahsiyete karşı bir söz söylemekten ar ederim. bu durum, kadınlara, kadınlık onuruna hürmetimden dolayıdır. ancak, haddini hududunu bilmesi, adap ve edebini takınması hususunda da kendisini açıkça ikaz etmek isterim."

    bahçeli bu ve benzeri cümleleri sarf ederken, akp genel başkanı ise;
    - "sen erdoğan'ın ağzından kalkıp da halkına terörist ifadesini kullandığını asla ispat edemezsin. bunun bedelini ödeyeceksin. senin ortağın ödüyor işte, sen de ödeyeceksin. hdp ödüyor ödüyor zaten bitmiyor. birileri cezaevinde süre dolduruyor, fetö'cüler dolduruyor, aynı yola sen de düşebilirsin. " diye tehdit ediyordu.
    *
    işte bu sözlerin ve söylemlerin ardından şimdi iyi parti'nin ittifakına muhtaçlar. akşener ve iyi parti ittifaklar konusunda kilit bir noktaya geldi.
    zira artıbir araştırma şirketi'nin türkiye'nin gündemi araştırmasına göre mhp baraj altı kalıyor.
    ali babacan ve ahmet davutoğlu'nun da aşmaları gereken bir baraj sorunu var. keza muharrem ince de parti kurarsa aynı sorunu o da yaşayacak. zira bugün seçim olsa yine artıbir'in araştırmasına göre ak parti, chp, iyi parti ve hdp meclise giriyor.

    bu tabloda ak parti'nin mhp dışında sorunsuz ittifak yapabileceği tek partinin iyi parti olduğunu söylemeye gerek yok. bakmayın siz akp'ye yakın bazı anketlerde iyi parti'nin baraj altı gösterilmesine…

    eğer iyi parti barajı geçemiyor olsa "zillet" dedikleri iyi parti'nin "yerli ve milli" olduğu vurgulanmazdı. barajı aşamayacağından emin olsalardı, küçümseyerek "ip" dedikleri parti ve genel başkanına "evine dön" çağrısı yapılmazdı.

    uzatmayalım tüm bu yaşananlar bana yeşilçam'daki "bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı" repliğini hatırlatıyor. bakalım o gururlu genç bundan sonra nasıl bir yol izleyecek. izleyeceği yol da türkiye'nin kaderini çizecek.

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...-gururlu-genci-4641yy.htm
    7 ...
  40. lafla peynir gemisinin yürümemesi

    1.
  41. bir deyim. bu deyimi levent bulut bugünkü yazısında şöyle kullanıyor:

    Hatırlarsanız AKP'nin bir seçim sloganı vardı:
    "Onlar konuşur AK Parti yapar."
    O sloganlı afişlerde de;
    "Çözüm süreci başladı, anaların gözyaşı dindi."
    "Artık üniversite harcı ödemiyorum."
    "Hava yolları halkın yolu oldu, artık uçakla seyahat ediyorum."
    "OHAL kalktı, baskılar bitti. Köyümde özgürce yaşıyorum." gibi yaptıkları işleri anlatan sözler olurdu.
    ***
    Favorim ise "Yerli uçağımız göklerde" afişleriydi. O dönem nasıl bir uçak yapıp uçurdularsa kayboldu! Bir türlü inemedi o uçak. Artık aya mı gitti, uzay boşluğunda mı yok oldu bilen yok.
    Baktılar ki kendi kendine inmiyor, bari yenisini yapalım dediler.
    2015'de yine "Yerli uçağımızı yapıyoruz" afişlerini döşediler.

    Kul beşerdir, beşer ise şaşar. Yine hatalı yaptılar. Bu sefer hiç uçuramadılar. Hadi diğeri en azından havalanmış kaybolmuştu.
    Ya arkadaş bu hiç kanadını kaldıramadı.
    Ardından da seçim geçip, oy verdik ne oldu bu uçak işi diye soran olmayınca öyle kaldı.
    ***
    O afişlerin her yere asıldığı yıllarda, Ergenekon ve Balyoz davalarını, Yunanlıların adaları işgal etmeye başlamasını, açılım süreci adı altında yaşananları, devletin gelir getiren kurumlarının satılmasını, yanlış tarım politikalarını, üretim yerine tüketimin özendirilmesi gibi yanlışları eleştiren yazarlara "Sizin gibi Ergenekoncular konuşur AK Parti yapar" deniyordu.

    Haa... Haklarını yemeyelim. Cidden biz eleştirirken çok iş yaptılar. Ergenekon'da savcı, milliyetçilik konusunda umursamaz oldular.
    Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde kadrolaştılar. islâmın önem verdiği liyakat ve ehliyeti çöpe attılar.

    Ülkesini seven, yalakalık yerine gördüğü yanlışı dile getiren, adaleti, ekonomiyi, dış politikayı özellikle Suriye politikasını eleştirenleri dinlemediler. Tüm olumlu eleştirilere kulak asmadılar ve doğru bildikleri yanlışlarında ısrar ettiler.
    ***
    Parlamenter sistem ayak bağı oluyor dediler. Ne yapıp ne edip kaldırdılar.
    Hani Cumhurbaşkanlığı Sistemi'nde Türkiye şahlanacak, uçacaktı.
    Aksine ülkede enflasyon coştu, döviz kurları rekor kırdı. Her şey eskisinden artık çok daha pahalı.

    iktidara geldiklerinden bu yana mirasyediler gibi davrandılar; fakat asla sorumluluk kabul etmediler. Olumlu her işi kendilerine alıp, olumsuzları başkalarının üzerine attılar.

    işte TOGG fabrikasının temel atma töreninde; bu attıkları sloganlarla yukarıda saydığım icraatları aklıma geldi.
    Eh, yerli otomobil  umarım hayırlı olur.
    Ama lafla peynir gemisi yürümez, araba üretmekle de dünya lideri olunmaz. Bu gerçeği idrak etmekte fayda var.

    HAYIRLI OLSUN
    Adalet Yürüyüşü başlattığında önce dalga geçtiler.
    Hatta Cumhurbaşkanı  yürüyüşle ilgili, gidilen yolun Kandil ve Pensilvanya'nın yolu olduğunu söyledi.
    Fakat anket sonuçlarında "Adalet Yürüyüşü"ne her kesimden destek gelince, "Biz izin verdiğimiz için yürüyorsunuz" ve "Hükümet lutfetti yürüyorsunuz" demeye başladılar.
    ***
    Bu olayla birlikte CHP, yıllar sonra ilk kez gündemi belirlemiş ve uzun süre  gündemde kalmaya devam etmişti. Tabiî bunda Ankara'dan istanbul'a günlerce süren yürüyüşün de etkisi vardı. işte o günden bugüne Kılıçdaroğlu stratejik olarak büyük işlere imza attı. 15 milletvekilini CHP'den istifa ettirip iYi Parti'ye geçirerek oyun kurdu.
    Kıyı köşede bir belediye başkanı diye küçümsenen imamoğlu'nu eleştirilere rağmen aday göstererek istanbul'u kazandı. Deniyor ki; 2 yıl boyunca imamoğlu'nun icraatını takip etmiş. Sadece oda değil; imamoğlu  gibi  Mansur Yavaş ısrarında da haklı çıktı. Görüyorsunuz Yavaş, icraatları ile örnek olan bir belediyecilik sergiliyor.
    ***
    Tabii hakkını vermek lâzım. Beylikdüzü dışında pek tanınmayan imamoğlu da üstüne düşeni yapmış ve bütün peşin hükümleri yıkmıştı. insanları germedi, kutuplaştırmadı, her kesimi kucakladı ve kendisini sevdirdi. AK Parti idarecilerinin ısrarla söylediği "CeHaPe zihniyeti!" eleştirilerini yerle bir etti.

    Seçim sonuçları açıklanmaya başladığı andan itibaren de sabaha kadar sakinliğini korurken "Kimsenin hakkını yemem ama kimseye de hakkımı yedirmem!" diyerek "başına vur ekmeğini al" türünden biri olmadığını gösterdi. Kendine oy veren seçmenin hakkına da sahip çıktı.
    ***
    işte yerel seçimlerin ardından Kılıçdaroğlu, oyun kuran bir genel başkan olarak, rakipsiz olarak kongreye gidiyor ve CHP'ye  tekrar Genel Başkan seçilecek. Bize de yeri geldiğinde eleştirdiğimiz Kılıçdaroğlu'na şimdiden hayırlı olsun demek düşüyor.

    kaynak: Kaynak: https://www.gunboyugazete...gemisi-yurumez-4540yy.htm
    0 ...
  42. gökten düşen 3 elmanın paylaşımı

    1.
  43. (bkz: levent bulut)'un biri yandaşa,biri zengine diğeri de vergiye gitti dediği paylaşımdır.

    Üşengeçler için:

    "Önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım. Çünkü ben Yahudi değildim. Sonra komünistler için geldiler.

    Sesimi çıkarmadım.

    Çünkü ben komünist değildim.

    Sonra sendikacılar için geldiler

    Sesimi çıkarmadım.

    Çünkü ben sendikacı değildim.

    Sonra benim için geldiler

    Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı..."

    Pastör Nie Moeller'in yazdığı bu sözler, Avukatlık Kanunu ve ardından yaşananlarla günümüz Türkiye'sine ne kadar da uyuyor değil mi?

    Allah aşkına konuşan, bildiği doğruları savunan kaç kişi, kaç kurum veya STK kaldı?

    Var olanların ise sesi duyulmuyor.

    ***

    Önce bir konuda net olalım. Kanunlar bütünleyici, birleştirici, tamamlayıcı ve topluma faydalı olur. Kamuoyunda günlerdir tartışılan ve çoklu baroya olanak sağlayan kanun işte bu yüzden eleştiriliyor.
    Çünkü bu kanunla artık; parti, cemaat, etnik köken vb. nedenlerle bir araya gelen avukatların, isterlerse kendi barolarını kurabilmelerine olanak sağlanıyor.

    "Bunun neresi kötü, çok seslilik bir zenginlik ve demokrasi örneğidir" diye düşünebilirsiniz.

    Oysa yanlış.

    Zira çekirdek bir ailede evin içinde demokrasi olması için her bireyin farklı evlere taşınması ve bölünmesi gerekmez.

    Bir ve bütün iken de pek ala demokrasinin teamülleri yerine getirilebilir.

    Bu yüzden yapılan sadece ve sadece bir siyasi partinin işine yarayacak bir düzenleme olarak göze çarpıyor. Bundan dolayı da olan yine sıklıkla eleştirilen adalet ve yargı sistemine olacak.

    ***

    Fakat AKP kararında inat ve ısrar ediyor. Lamı cimi yok her şey ayan beyan ortada olmasına rağmen çoklu baronun demokratik olduğunu savunuyor. Madem dedikleri gibi öyleyse, demokraside ileri seviyeleri ülkemize yaşatan AK Parti, Avukatlık Kanunu'nun benzerini Siyasi Partiler Kanunu'na uyarlasın ve uygulasın da görelim.
    Örneğin il ve ilçe örgütleri ile bir bütünlük oluştururken, her büyükşehirde belli sayıda AKP üyesi bir araya gelip istediği il ve ilçe teşkilatlarını oluşturabilir desinler!..

    ***

    Sonuçta Avukatlık Kanunu'nda da tam olarak bunu diyor ve demokrasiye uygun olduğunu iddia etmiyorlar mı? Vesayetleri yıkarak ülkeye çağ atlattıklarından dem vuranlar yine Türkiye'ye örnek olsun utandırsın bizi. Hadi hodri meydan. Siyasi partiler kanununda bir değişiklik yaparak bir siyasi partinin belli oranda üyesi bir araya gelirse eş il ve ilçe başkanlıkları kurabilir. Vatandaş istediğine üye olabilir diye kanun çıkarsınlar da görelim.

    Yaparlar mı sizce?

    Bence hayır.

    Çünkü saçmalık olduğunu kendileri de biliyor.

    Ama iş barolara gelince de demokrasi diyorlar.

    Yersen!..



    GÖKTEN 3 ELMA DÜŞTÜ

    Alman Moeller'in sözleriyle başlamıştık başka bir Alman'ın sözleriyle devam edelim. Hitler'in sağ kolu ve Propoganda bakanı Goebbels diyor ki:

    "Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. insanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir. Sadece tekrar, tekrar ve tekrar söyleyin."

    *

    Efsaneye göre gerçek ve yalan bir gün buluşurlar. Yalan doğru söyler ve "Bugün hava çok güzel" der.

    Gerçek kuşkuyla etrafına bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır. Hava gerçekten çok güzeldir. Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte zaman geçirirler. Yalan yine doğru söyler: "Su çok güzel, birlikte banyo yapalım!"

    Gerçek bir kez daha şüpheci bir şekilde suya dokunur. Hakikaten su çok güzeldir. Soyunur ve yüzmeye başlarlar.

    *

    Yalan bir anda sudan çıkar, gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçar ve kayıplara karışır. Kızgın gerçek, kuyudan çıkar yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere gider.
    Dünyada çıplak gerçeği görenler onu hor görmekte ve öfkeyle bakmaktadırlar. Dışlanan zavallı gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur.

    O zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş ve içimizde yaşamaktadır. Dünya ise hiçbir şekilde çıplak gerçeği görmek istememektedir.

    *

    Yukarıdaki hikâyeyi şu sebepten anlattım:

    Adalete güven artıyormuş!

    Bir hukuk devletiymişiz!

    Ekonomi de çok iyiymiş!

    Elektrik, benzin en ucuz bizdeymiş!

    Ehliyet ve liyakate önem veriliyormuş!

    Adam kayırmacılık yokmuş!

    Asgarî ücretle geçim kolaymış!

    En ucuz doğalgazı biz tüketiyormuşuz!

    Eh ne diyelim gökten 3 elma düşmüş; biri yandaşa, biri zengine, diğeri de vergiye gitmiş!..

    kaynak: https://www.gunboyugazete...dine-uygulasin-4507yy.htm
    3 ...
  44. 1 temmuz 2020 levent bulut köşe yazısı

    3.
  45. 24 haziran 2020 levent bulut köşe yazısı

    1.
  46. okunması gereken güzel bir yazıdır.

    istanbul seçimleri için konuşurken medyanın yüzde 95'inin hükümete yakın olduğunu unutarak, "mahalle baskısı oluştursunlar, gazetelerle, televizyonlarla üzerimize gelsinler, sosyal medyalardan hakaretler etsinler" diyor.
    ***
    "valilere müsteşarım üzerinden talimat gönderdim; 'chp il başkanlarını bundan sonra şehit cenazelerinde protokole kabul etmeyeceksiniz' dedim" diye övünüyor.
    ***
    bir siyasî parti liderine, "kılıçdaroğlu hiç merak etmesin, eminim hizmetlerinden dolayı kandil kendisinden memnundur ve ona bir madalya da gönderecektir" diye konuşabiliyor.
    ***
    kendi adının bile geçmediği trabzon'daki "akraba atamalarıyla" ilgili yazısından dolayı saygı öztürk'e, "insanlık görevimi yapıyorum saygı öztürk'ün bu yazısı namussuzluktur. bahar hanım ahlaklı, faziletli bir kadındır ali beye minnettarız trabzon turizmini ayağa kaldırdı bugünden sonra bu namus düşmanını kim muhatap alırsa, gözümde aynı namussuzluğun ortağıdır, haysiyet celladıdır" diye laf ediyor.
    ***
    ve tüm bunları; milletin güvenliğinden, huzurundan, asayişinden sorumlu olan biri olduğu hâlde söylüyor.
    ***
    allah aşkına nasıl bir ülke olduk görüyor musunuz? içişleri bakanı olan süleyman soylu'nun görevi; liyakat ve torpille ilgili olan bir yazıdan dolayı gazeteciyi namussuzlukla mı suçlamaktır?

    yeni dedikleri türkiye'de 'insanlık görevi' diyerekten hakaret marifet oldu sayelerinde.
    yazılanlar doğru değilse, yalansa, muhatabı kimse onlar cevaplandırmalı; içişleri bakanı değil.
    ***
    istifa sürecinden bu yana yaşananlara baktıkça, süleyman soylu'nun bu tarz açıklamalarını, iş yerinden soğuduğu için kendini kovdurup tazminat almaya çalışan işçiye benzetiyorum.
    ***

    reis'in ve ak parti yönetiminin, yaşanan istifa sürecinin ardından soylu'nun şu yukarıda saydığım tepki çeken açıklamalarından rahatsız olmadığını söylemek mümkün mü?
    ***
    ama belli ki farklı hesaplar var. nasıl mı? izah edeyim:
    soylu'nun istifasının kabul edilmeyişinde, davutoğlu ve babacan faktörleri çok net görünüyor.
    zira istifa edip o partilerden birine gitmesi, ak parti içinde büyük gürültü koparırdı. bu yüzden şimdilik ikaz edilmediğini düşünüyorum.
    ***
    meselenin bir de diğer boyutu var. fakat ben bu duruma pek ihtimal vermiyorum. eğer bu tepki çeken açıklamaları yapması parti içinden isteniyorsa, soylu bile bile lades oluyordur.
    ***
    tamam, "soylu'ya zarar veren açıklamalar ak parti içinde olumsuz örnek oluyor. parti yönetimi bu durumu istemez" diye düşünebilirsiniz.
    ama o zaman şu soruya cevap vermemiz gerekir: ak partililerce görevinde başarılıyken istifa edip başka bir partiye geçen biri olarak mı yoksa, toplumda tepki çeken açıklamalar yapıp eleştirilere maruz kalarak yıpranmış, üstüne "o gitmedi biz gönderdik" diyecekleri biri olarak mı partiye daha çok zarar verir?
    ak parti için herhâlde ikinci şık öne çıkar.
    ***
    sadede gelirsek; ülkenin onca meselesi varken soylu'nun açıklamaları yersiz ve gereksizdi.

    düşkünlere yardım etmek, kalp kırmamak, çevreyi temiz tutmak, hayvanlara iyi davranmak şüphesiz insanlık görevi de, konuyla alakası olmadan, isminin bile zikredilmediği bir yazıdan dolayı gazeteciyi "namussuzlukla" suçlamak tek kelime ile ayıptır!..

    kaynak: https://www.gunboyugazete...nek-mi-ayip-mi-4412yy.htm
    3 ...
  47. muhalefetin imf sınavı

    1.
  48. bir levent bulut yazısı.

    yazı şöyle:
    son günlerde gerek basında, gerek siyasilerin söylemlerinde yine bir imf tartışması yaşanıyor. muhalefet partileri içinde, kimi milletvekilleri görüşülmesi gerektiğini söylerken, koronavirüsü ile mücadele için açıklanan ekonomik paketi eksik bulan chp lideri kılıçdaroğlu da "uluslararası finans kuruluşları bu konuda kaynak ayırdılar. türkiye olarak girişimlere başlamalıyız" ifadeleriyle imf'yi adres gösterdi.
    ***
    türkiye'nin kısa vadeli dış borçları için döviz gerekli ve bir an için imf tek seçenek bile kalsa muhalefetin bunu dile getiriyor oluşu ve açıktan söylemesi yanlış. keza havuz medyasında bu durum, muhalefet türkiye'yi yabancı finans kuruluşlarına teslim etmek istiyor şeklinde yayınlanıyor.
    ***
    oysa "sermayeyi renklerine, milliyetine, coğrafyasına göre bölme" yanlışına kendilerinin son verdiğini ifade eden, "paranın dini, imanı, milleti, vatanı olmaz; para paradır. para cıva gibidir, kendisine uygun nereyi bulursa oraya akar." diyen kimdi?
    akp lideri değil miydi?
    ama söz konusu imf olduğunda chp'ye yüklenerek, "imf defterini 2013'ün mayıs ayında kapattık. o defteri bir daha açmayacağız. söyledik ama chp hâlâ saldırıyor. chp'nin imf sevdasının gerisinde türkiye'yi geçmişteki siyasi ve ekonomik teslimiyet devrine döndürme özlemi vardır. ülkemizi imf'nin boyunduruğuna sokmak için beyhude çabaladıklarını chp'lilere söylemek istiyorum" diyerek suçluyorlar.
    toplum nezdinde de bu durum akp, türkiye'yi yabancı finans ve faiz kuruluşlarına karşı koruyor şeklinde görülüyor.
    bu yüzden sık sık meydanlarda "türkiye'yi imf'den kurtardık. imf'ye artık borç veriyoruz." diyorlar ve bu söylemlerine devam ediyorlar.
    ***
    peki gerçekten imf bu kadar şartsa ve tek seçenekse neden duruyorlar diye düşünüyorsanız, bence tek nedeni "bu ülkeyi yeniden imf'ye muhtaç hale getirdiniz" deyip eleştirmesi gereken muhalefetin daha sık "görüşülmesi şart" demesini ve toplumun bunu kanıksamasını bekliyorlar.
    ***
    muhalefet partili vekiller ve kılıçdaroğlu gibi parti liderleri de bu söylemi her dile getirişlerinde akp'nin ekmeğine yağ sürüyorlar. yeterince kamuoyu oluştuktan sonra, "muhalefettin önerisini ülkenin bekası için değerlendirdik" deyip imf ile anlaşılırsa, bu öneriyi dile getirenler nasıl eleştirecek acaba? seçim meydanlarında bakın tekrar imf ile görüştüler deseler neye yarar ki?
    en başta masaya oturanlar "ya kardeşim imf ile görüşün dediler görüştük şimdi neden görüştünüz diyorlar. muhalefetin amacı üzüm yemek değil ki bağcıyı dövmek. ülkeye döviz girmesini istemiyorlar. türkiye'nin iflasını istiyorlar." demeyecek mi?
    ***
    e, nasıl olsa her hatalarında arkalarında duran bir seçmen kitleleri de var. bu durumu yandaş medya ile kolayca izah ederler...
    mesela medyada şöyle haberler yapılabilir:
    "imf'den türkiye'ye milyar dolarlar aktı...
    rekor oranlarla büyüyen türkiye'ye yabancı sermaye akıyor. imf, ekonomisi her gün büyüyen ülkemizle ortak program yapacağını duyurdu. bu kapsamda türkiye'ye on milyarlarca dolar verecek olan imf, ülkemizin ekonomisine olan güvenini de göstermiş oldu. ülkeye dışarıdan para gelmiyor, sermaye akışları durdu söylemlerinin de doğru olmadığı böylelikle ortaya çıktı."
    haberin devamına bir de vatandaş yorumları koyarlar ve haber şöyle devam eder: "vatandaşlar ise imf'nin, türkiye ile ortak program yapacak olmasından memnun. bir vatandaş, 'borç verdiğimiz imf'den ortak program karşılığı dolar gelecekmiş, bence o kadar kolay ortak etmemeliydik ama reis'in vardır bir bildiği' derken... artık eski türkiye'nin olmadığını söyleyen bir başka vatandaş ise 'ekonomi çok iyi ki gelip ortak oluyorlar.' diye konuştu."
    olmaz mı sizce?
    bence olur.
    ***
    uzun lafın kısası her doğru her yerde söylenmez. tamam iyi niyetle çözüm önerisi de sunuyor ama akp bunu istismar ediyor. muhalefet artık anlamalı bunu. "ülkeyi imf'yle görüşecek duruma düşürdüler" söylemi yerine "imf ile görüşün" demek yalnızca akp'ye yarar sağlar.
    zaten eğer imf verdiği paranın kuruşu kuruşuna nereye harcanacağını denetleyecek olmasa, merak etmeyin geçmişte ne söylenmiş olursa olsun kimseyi dinlemez ve görüşürler. bunu da chp'ye rağmen görüştük, chp uluslararası arenada türkiye'yi yalnız bırakmak istiyordu söylemiyle başarı gibi duyururlar.
    demedi demeyin...

    kaynak:https://www.gunboyugazete...imf-ile-sinavi-4271yy.htm
    3 ...
  49. meyve veren ağaçların taşlanması

    1.
  50. Levent bulut'un bugün köşesinde tane tane anlattığı gerçeklik.

    Yazı şöyle:
    Eski zamanların birinde üç adam idama mahkûm olur. infazları o döneme göre giyotin ile gerçekleştirilecektir. Bu adamlardan birisi papaz, birisi hâkim, birisi de gazetecidir... idam sehpasına ilk önce papaz getirilir. Başını giyotinin altına koyarak, "Son sözün nedir?" diye sorarlar.
    Papaz der ki; "Ben Tanrı'ya inanırım, O beni bu durumdan kurtaracaktır."
    infazı uygulamaya koyarlar ve giyotini indirirler. Tam papazın boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Şaşkınlığı atlatan halk bağırmaya başlayarak; "Onu serbest bırakın! Tanrı idamını istemiyor." der. Böylece papaz idam edilmekten kurtulur.
    ***
    Sıra hâkimdedir, ona da son sözün nedir diye sorarlar.
    Hâkim; "Benim adalete inancım tam! Adalet yerini bulacaktır" der.
    Bu sözün ardından infaza geçerler ancak giyotin tıpkı az önceki papazda olduğu gibi boynuna birkaç santim kala durur. Bunun üzerine yine hayretler içerisinde kalan halk; "Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın!" diye bağrışır. Böylece hâkim de infaz edilmekten kıl payı kurtulur.
    ***
    Sıra gazeteciye gelir. Ona da aynı şekilde son sözü sorulur. Gazeteci der ki; "Ben son sözümde dahi doğru bildiğim gerçekleri söylemeye devam edeceğim. Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine mâni oluyor..."
    Görevliler hemen giyotini kontrol eder ve gerçekten de bir düğüm olduğunu fark ederler. Görevliler düğümü açtıktan sonra giyotini gazetecinin boynuna indirir ve infazı gerçekleştirirler.
    ***
    Günümüze uyan ne kadar anlamlı bir hikâye değil mi? Sırf gazeteciler değil siyasetçisinden, hukukçusuna, memurundan din adamına her meslekte işinin ehli, adamına göre değil hak ve hukuka göre işini yapanlar mevcut ve hepsinin boynunda giyotin var. Görüyorsunuz işte Yılmaz Özdil'e yapılan saldırıları. Yazmayacaktım ama günlerdir bu konu gündemden düşmüyor ve havuz medyasında sistematik bir şekilde işleniyor.
    ***
    Diyorlar ki kaçak yapı yaptı..
    Bu söyleme göre sanıyorsunuz ki, gitti bir yazlık bölgeye gecekonduvari bina dikti.
    Oysa eşinin üzerine kayıtlı olan  tartışmalara konu olan yapı ruhsatlı bir konut...
    Buradan vuramayınca bu sefer de çıkıp binanın bazı bölümleri kaçak demeye başladılar.
    E bakıyorsun o da yanlış.
    Tamam bazı bölümleri sonradan eklenmiş ama fazladan yapılan ekler için de yapı kayıt belgeleri var.
    Peki bu yapı kayıt belgeleri için imar Barışı Kanununu çıkaran kimdi? AK Parti değil miydi?
    AKP'nin gerine gerine, övüne övüne söylediği imar barışından bir vatandaş olarak faydalanmasının neresi suç?
    Anlayan var mı!
    ***
    Geçen yılın verisine göre 10 milyon kişi imar barışından yararlanmak için başvurmuş  ve 20 milyar liranın üzerinde de devlete bir ödeme yapmışlar. Özdil ailesi de kendi paylarına olan ödemeyi yapmış. Fakat fütursuzca eleştiriler sürdü. Yıkılmak üzere olan ev hakkında ise mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi ve yıkım durduruldu.
    Kararı Türk yargısı verecek. Kanuna uymayan bir durum varsa ortaya çıkacak ve gereken yapılacak. E durum böyleyken halen bir bardak suda fırtına kopartılması neden? Amaç üzüm yemek değil ki, bağcıyı dövmek.
    ***
    Konuyla ilgili Özdil diyor ki;
    "Her şey yasalara uygun... Manşetlerinden yargısız infazlar yaptılar, ekranlarında mahkemeler kurdular, algı yaratmak için yalanlarla iftiralarla karalamalarla hükümler verdiler, salyalar akıtarak yayınlar yaptılar... illa yıkılacaksa yıkılır, hatta biz yıkarız, canımız sağ olsun.
    Ama buna 'bağımsız yargı' karar verir.
    Yandaş tetikçiler değil."
    Ama havuz medyada konu inatla işleniyor.
    ***
    Kişiye özel ihaleler, geçilmeyen köprüler, gidilmeyen hastaneler ve bunlara verilen hazine garantileri dururken… Milletin bir kesimini hedef gösteren tehdit dolu paylaşımlar TV ve sosyal medyada üzerinden yapılırken… Onlarca yanlış ve eleştirilecek konu varken, bunlara ses çıkarmayanların sadece Yılmaz Özdil'i bu konu üzerinden eleştirmesi akıl tutulması değil de nedir? Bu olay gerçekleri yazdıkça, toplumun ve milletin menfaatine olan doğruları dile getirmenin, bir bedelinin olacağının son örneğidir.

    Kaynak: https://www.gunboyugazete...-agac-taslanir-4248yy.htm
    2 ...
  51. 6 mayıs 2020 levent bulut köşe yazısı

    1.
  52. Okunması elzemdir.

    Yazı şöyle:

    Hafızamız zayıf değilse dünümüzü hatırlıyor olmamız lazım.
    15-20 yıl öncesini düşünün. Belki yine işsiz ya da borçlu idik ama yarınımıza umutla bakabiliyorduk.
    Öyle ya, kör talih bir gün bize de güler diyorduk. Birbirleri ile cigarasını paylaşan insanlar "hangi partilisin?" demiyordu.
    Terör bitme noktasında, yargıya güven doruktaydı. Particilik ve partizanlık bu kadar yaygın değildi.
    Herkes ekmeğinin derdine düşmüş koşturuyordu.
    ***
    "Ne mutlu Türk'üm" demek kimseyi rahatsız etmiyordu. "36 etnik kimlik var" diyen yoktu.
    Şimdi içi boşalmış olan değerler o yıllarda henüz bu kadar yıpratılmamıştı.
    Mesela aşk...
    Sevdik mi tam severdik. Öylesine değildi. Önemliydi birine seni "seviyorum" demek. Ya da birinin bize "sevdiğini söylemesi."
    iş olsun diye söylenmezdi bu kelimeler. Değer verilirdi "sevene ve sevilene." 3 günde bir âşık olmazdık, olamazdık.
    Ekmek gibi, su gibiydi aşk. Sevmek, emek işiydi... Yüzüne bakmaya utanırdık sevdiceğimizin. Ve onun kıymetini bilirdik. Korunurdu, kollanırdı, ezilmezdi, ezdirilmezdi. Ayrılıklar yok muydu? Tabii ki vardı. Sevgimize sahip çıktığımız gibi, ayrılığımıza da sahip çıkardık.
    ***
    Fakat artık her şey çok kolay elde edildiğinden olsa gerek, aşklar da kolayca son bulur oldu. Evlilikte yaşananlar, boşanınca ortalığa düştü. Eski diyerek küçümsedikleri Türkiye'de; aşka, emeğe, düşünceye, küçüğe, büyüğe, yaşlıya, gence en önemlisi insana değer verilirdi. Oysa şimdi emeksiz zengin olana; "helal olsun işini biliyor adam" deniyor artık. Her şeyimiz farklılaştı.
    Sinemamız bile.
    Kimi zaman saf, kimi zaman uyanık, fakat hep iyi niyetli olan ve sosyal konulara değinen Şaban'ın yerini, Recep ivedik aldı.
    Böylece güldüklerimiz de farklılaştı.
    ***
    Dilimiz ve kıymetlerimiz de değişti. Vatana, bayrağa, dilimize önem verirdik. 'Yha, bys, nslsn, gzlmş' demezdik. Ulusal değerlerimiz vardı. Maillerle, videolarla sahip çıkmazdık 'vatan'a. Kalbimizle, yüreğimizle sahip çıkardık. 'Kardak' için kükrüyorken şimdi başımızı kuma gömer olduk.
    O yıllarda bayrak gibi, Cumhuriyet gibi "ATATÜRK" de ortak değerimizdi. Ne tesadüf her resmî bayramda hastalanmazdık. Dinî bayramlarımız da bizimdi, resmî bayramlarımız da...
    ***
    Saygılıydık birbirimize. Evimize gelen misafir niyetli değilse, oruçluyken yemek hazırlardık. Mahalle arkadaşlıkları önemliydi bizim için.

    Bugün komşu, komşuyla selamlaşmaz oldu. içi boşaltıldı her kelimenin, her duygunun. Güven kelimesi kimsenin umurunda değil artık. Yalan söylemek bir bardak su içmek kadar kolay. Yalanı ortaya çıkınca utanma da yok artık.
    Eskiden insanlar cahilse kelam etmeye çekinirdi. Şimdi cahiller alkışlanıyor.
    ***
    Sahip olduğu niteliklerle değil, hangi partiden kimin adamı diye değerlendirilir oldu insanlar. Facebook ve twitter'da ne kadar takipçi olduğu da önemli bir kritere dönüştü.
    Bir işi, ehline değil torpiline göre verir olduk.
    ***
    Ekonomi desen; artık eskisine göre daha borçluyuz. Yeni dedikleri Türkiye'de ekonomiyle övünülüyor ama fabrika açmak yerine olanları sattık. Üretimi artırmak yerine tüketime özendik. Double yol yaptık, IMF'ye borcu ödedik derken iç ve dış borcu katladık.
    Özelleştirme adı altında devletin kurumları satıldı. Kendi kendine yetebilen ülke iken saman, buğday ve et ithal eder olduk.
    Üretime yönelik fabrika açamazken, tüketimi özendirerek her yere AVM'ler kondu. Bakkalın, kasabın, manavın devri bitti.

    işsizlik 16 yıl öncesinden daha fazla, kredi kartı sahipleri her gün kartın asgarisini bile ödeyememe korkusu yaşıyor, esnafın durumu ise ortada.
    ***
    Değerlerimizden uzaklaştık ve geçmişimizdeki o huzuru kaybettik.
    Yeri geldiğinde söylüyoruz; geçmişi olmayan milletin geleceği de olmaz diye.
    Doğru, güzel, özlü sözdür. Pratik zekâlı bir millet olduğumuz için, "dün dündür, dünde kalmıştır yarına umutlu bakılmalıdır" sözü de bize aittir. Çünkü dün iyi ya da kötü yaşanıp bitmiştir deriz. Bugün gelinen noktada ise, dün geçmiştir yarın bir bilmece bugün ise bize hediyedir.

    insanlarımız iş, aş yerine partilileşmeye, gruplaşmaya itiliyor. Dün zaten geçmiş idi, yanlış iç ve dış ekonomi politikaları yüzünden yarınlar endişe kaynağı oldu. Eğer halen borcu borçla çevirebiliyorsanız, kıymetini bilin bugün size bir hediyedir. Uzatmayayım eskiden kıt kanaat geçinirdik ama arkadaşlıklarımız dostluklarımız vardı. Şimdi yine kıt kanaat geçiniyoruz ama eski dostluklar arkadaşlıklar kalmadı. Sizi bilmem ama ben eski Türkiye'yi özlüyorum.

    kaynak: https://www.gunboyugazete...uyorum-arkadas-4185yy.htm
    3 ...
  53. ab nin türkiye yi kırmızı listeye alması

    6.
  54. çin'in olmaması şaşırtmıştır. çin vaka sayısı hızla düştüğü için listede yokmuş.
    0 ...
  55. cübbeli ahmet hoca nın vip cuma namazı eleştirisi

    1.
  56. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük