saçlarının arkasına sakladığı şey ile büyük bir travmaya sebebiyet verecek kızdır. omzuna düşmüş dalga dalga saçlarını o kadar beğenirsin. bir gün saçlarını arkaya topladığında fark edersin. gözün oradan başka bir yeri görmez olur. (bkz: büyük travma)
sobanın bunaltııcı sıcaklığında tek bir odada hep beraber yaşanan yıllar aklıma geldi. birden annemin o tanıdık sesi: "hadi fotoğraflara bakalım".
aynı durum şimdi olsa küçük bir kullanıcı adı şifre hamlesinden sonra facebook üzerinden halledilebilecek bir sorun. ama o zamanlar daha marc zuckenberg ergen bile değilken, evde tatlı minik bir telaş başlardı o ses duyulunca. annem evin sandığının bulunduğu yatak odasına giderken yolda mutfağa uğrar ve mısır patlatmak için her şeyi hazırlayıp ocağa koyardı. sonra yolu yatak odasına düştüğünde üzerinde iki ton ağırlığındaki yorgan battaniye karmaşasını görür ve babamdan yardım isterdi. el birliğiyle dev cisim uzaklaştırıldığında, sandığın üzerinde küçük baloncuklar uçuşmaya başlar birazdan evin küçük sırlarını ortaya çıkaracak bir çizgi film başlayacak gibi olurdu. evet o sandık her zaman gizli bir şeyler içermekteydi. bu hissiyatla geçti tüm çocukluğumuz. hani koridorda ışığı kapattığımızda arkamızdaki karanlıktan sanki biri bize doğru hızlanıp geliyormuş gibi bizim de hızımızı artırdığımız, hatta koştuğumuz hissiyat var ya işte onun gibi. sandık gizemini korurken hala zihnimizde, annem birden açıverir kapağını. bir çizgi film karakterinin çıkıp oradan bize şebeklik yaptığını düşlerken, düşüm birden yarıda kesildi.
o da ne. beynimi tırmalayan bir koku: naftalin... çocukluğumuzun vazgeçilmez kokusu naftalin. evin her köşesi eski ve naftalin kokardı önceden. naftalin kokusuydu evlerimizin parfümü. neyse özlemişiz o kokuyu.
sandığın içinde danteller, oyalar, baş örtüleri, üç yaşındaki çocuğa hazırlanan çeyizlik şeyimsiler vs.. anne içini karıştırdıkça evin içinde daha da artan bir naftalin kokusu sandığın eski gizemi ortadan kaldırır. sandık artık eski sandık değildir. artık yatak odasında anne baba arasında yatılan kaçamak uykularda saçma hikayeler uydurulmayacak sandık için. sandık artık olağan.
sonra anne birden doğrulur. elinde bir torba dolusu fotoğraf. naylon torbanın kenarları hafif yırtık. "ben de olsam dayanamazdım yani sandığın içinde o kadar naftalin kokusuna" deyip torbayı haklı çıkarıyorum bu yenilgisinde naylon torbayı. mısırın patladığını bize bildiren sesler eşliğinde sobalı odaya geçilirken küçük adımlarla annenin hep önünden yürünür. ya canavar çıkarsa arkadaki karanlıktan dimi ama.
sıcaktan ve televizyondan mayışmış babamın üşengeç bakışları arasında annem torbayı odanın ortasına bırakıp gider. mutfaktaki küçük işler sonunda elinde patlamış mısır- üzüm kombinasyonu ve ne ara demlediğini bilemediğim çayla belirir dışarının soğuğunu içeri dolduran hayın kapıda. odanın ortasına serilen sofra örtüsü üzerine yayılır her şey bir piknik havasında.
şimdi facebookta popülerlik için paylaşılan çocukluk fotoğraflarına o zamanlar birinin profilinde değil de sofra örtüsü üzerinde, "açın şu kapıyı az, sıcak oldu" dedirten soba başında, patlamış mısır üzüm yiyerek bakardık. her fotoğrafa "güzel çıkmış mıyız ki" diye bakılan yıllar değildi o zamanlar. tek tek tüm fotoğrafların anılarının olduğu ve anlatıldığı yıllardı. bir ailenin tek bir odada bir fotoğrafa bakarak mutlu yaşadığı yıllardı. özlenen yıllardı.
odamın kaloriferi sonuna kadar açık. içerisi bir soba sıcaklığında. şimdi bir ses duydum sanki içeriden "hadi fotoğraflara bakalım"..
otobüste yanında güzel bir hatun oturan gencin dramını allah kimseye yaşatmasın. zira kendileri ne yapacağını bilemeden öylece oturur. başını ne sağa ne de sola çevirebilir, heyecandan öylece kitlenip kalır. oldu canım zaten o da sürekli seni takip ediyodu da, acaba ne yapacak benim yakışıklı diye. bi sakin ol be kardeşim. bi rahat ol. sonra hatun sanki onunmuş gibi sahiplenmeler, hatuna bakanlara ters ters bakmalar falan... hatun o an inse otobüsten ne yapacaksın, ne diyeceksin o ters ters baktığın adamlara. hiç düşünme zaten bunları. al indi zaten, ne yapacaksın bakalım. anca bak arkasından.
küçük bir tahta kapıydı ilk görünen. altlı üstlü ayrı iki parçadan oluşan tahta bir kapı. görünümünün aksine rahatsız edici bir ses çıkararak açılıp kapanan kapılardan değildi bu. içeriden gelen seslere inat sessizdi. iki parçasının arasından kızıl bir ışık yansıyordu dışarı. gelen sesler alışıldık metal sesleri olsa da merak uyandıran bir gizeme sahipti içerisi. girmek için sabırsızlanan onca insanla beraber sırayla girdik içeri. girer girmez karanlığın içinde kaybolmuş gibi hisseden gözler yavaş yavaş alışsa da, loşluk rahatsız ediciydi. ortada kocaman bir fırın ve etrafında insanlar sıralı. ilk dikkat çeken şey, ayakta durmuş merakla eğilip olan biteni izleyen insanlardı. ilk önce onların meraklı bakışlarını süzdüm. şaşkınlık ve övgü dolu sözler içeren mimiklerinin samimiyetini düşünürken gözüm ocağın başındaki ustaya kaydı. iki elinde de demir parçası, sanatını icra ediyordu. kızıl ateşle yanan ocağın önünde çelik çubuklar ile yaptığı dans sonunda ortaya şaheser bir nazar boncuğu çıkıyordu. herkesin gözü ustanın ellerindeki hızda, onun gözleri ise kızıl ocakta idi. takip edenler sanatı kavrayamasınlar diye mi bilmem ama ellerinin hızına yetişmemizi istemez gibi bir hali vardı. ince ince işlenen nazar boncuklarından gözünü ayırabilenler ocağın arkasında duran çocuğu görebileceklerdi. beyazlığından eser kalmamış bir şapkanın altından gözlerini ocağa dikmiş metal seslerinin arasında sessizce çalışıyordu. simsiyah is kaplı küçücük ellerinde hızlı hızlı çevirdiği çelik çubuklardan anlaşılacağı üzere mesleği yavaş yavaş kapmaya başlamış gibiydi. yaşını saklayan gözlerini yalancı çıkardı ağzından çıkan sözler: "14 yaşındayım abi". pür dikkat işlerini yapan ustalarının aksine her konuşmamızda dönüp gözüme bakıyordu. puslu gözlerinden parlayan ateş bir şeyler anlatmak ister gibiydi sanki oradakilere. oysa kimsenin bunu fark edecek yada anlayacak vakti bile yoktu. o da bunun farkında olacak ki umutsuz bakışlarını tekrar kaçırıp meraklı gözlerden, kendi gibi minik nazar boncuklarını yapmaya koyuldu. sıcaktan kızarmış yanaklarına düşen bir damla teri de yerden kaptığı bezle sildikten sonra sır gibi sakladığı küçük bir gülümseme kaçtı duygu yüklü yüzünden. . işte o an bir şey fark ettim: o daha çocuktu. ve belki de onun için bir oyundu bu: nazar boncuğu yapma oyunu..
kıyamet ile ilgili yapılan espriler sonrası olması muhtemel durumdur. iyi ki adamlar gelecek ile ilgili bir şeyler söyleyelim demişler, mezarda rahat uyuyamaz oldular be. sallamışlar bir şey belki tutar, belki tutmaz. çok üstlerine gitmemek lazım.
bizim apartmanın altındaki sevimsiz bakkalımızdır.
şöyle ki; pazar sabahları dahi kahvaltı yapma isteği ile uyanan birisiyimdir. nereden bulaştı bu huy bana bilmiyorum ama yıllardır bana nice eziyetler çektirmişliği vardır. mazisinin lisedeki yatılı yıllarıma dayandığını düşünmekteyim. zira o zamanlar yemek yemenin de bir saati vardı, adabı olduğu gibi. hafta içi saat 8 de kahvaltı biterdi. hafta sonu ise çok erken bitmese de kahvaltı saati, yine 12 ye kadar da sürmezdi. o yüzden erken kalkmalar üzerine üstün hizmet madalyası olan bünye "bari boş durmayayım da gidip kahvaltı yapayım" dedi diyeli bu haldeyim işte. illa her sabah kalkıp kahvaltı yapacağım. sabah 6 da yatıp öğlen de kalksam bu bünye yine ister kahvaltı. şöyle ki bazı sabahlamalarda yatmadan önce kahvaltı yapıp yattığımı da bilirim. bu birazcık saçma biliyorum ama ben bile çözemedim mantığını yıllardır zaten.
bazı geceler arkadaşlarla sabahlamışsınızdır. güzelce geceden içilmiş eğlenilmiş ve sızılmıştır. kardeşim yatsana şöyle öğleden sonraya kadar herkes gibi. yok bütün herkes mışıl mışıl uyurken uyanılır ve gelir kahvaltı isteği. haydi bakalıııım. işte asıl macera bu sabahlardadır. evde yatanları uyandırmadan işleri halletmeye çalışırsın. sessizce kalkıp ketılın (kettlee yazmasını hiç sevmem) o muhteşem senfonisini ev ahalisine duyurmamak için mutfak kapısı dahi kapatılır. öyle basit bir kahvaltıyla da yetinmez bünye. ne kadar malzeme varsa dolapta çıkar. ve sıra erken kalkanlar için bir ızdırap haline gelen bakkala gidip ekmek almaktadır.
neyse ki bir çok olumsuzluğa rağmen bakkalımız tam olarak apartmanın altındadır. yani "bir pijama uzaklığında". her pijamalı bakkal yolculuğu bir gerilimdir aslında. "acaba bakkalda güzel bir kıza denk gelir de rezil olur muyum", "alt komşu ile karşılaşır dün gecenin açıklamasını yapar mıyım" soruları arasında elde bir kaç bozuk para ve anahtar kombinasyonu ile pijama üstüne kapşonlu fermuarlı sweat(ne zor ismi var ama bildiğimiz şey işte yani) giyilip yola koyulur. yol dediysem merdiven işte. merdiven demişken; beş katlı apartmana asansör yapmayıp merdivenleri de mühendislik ve mimarinin izin verdiği en uzun ölçüde yapanlar da bu yolculuğum sırasında andığım insanlardır. ki benim kullandığım sözleri bize damacana su getiren abinin de kullandığına şehit olmuşluğum vardır.
kısa süren yolculuk sonrası bakkalımıza ulaşılır. bakkal dediysem de aslında bakkallığı hak edecek hiç bir şeye sahip olmayan bir market kendisi. bakkal dediğimiz yer az salaş olur, daracık dükkanda çukulatalara çarpmadan geçeyim derken gazetelerin asılı olduğu şu döner şeye çarpabilirsin yani (bu arada hakikaten o aletin adı nedir ya). bakkal dediğin göbekli bir amcanın ve öğlenleri ona yemek getirip amcanın yemek yerken müşterilerle ilgilenen eşinin olduğu yerdir. sonra bakkal amca dediğin muhabbeti güzel insandır. eskimiş bir veresiye defteri olan ama veresiye defterine asla müşterinin yanında yazmayan, müşterisine değer veren sevimli insandır. bizim bakkal ise tüm bu özellikleri bünyesinde barındırmayan, selam verdiğinde almayan, insaniyetle "kolay gelsin" dediğinde bir teşekkürü bile fazla gören biri işte. ama ne yaparsın "bir pijama uzaklığı çekiciliği"ni de çöpe atamayız.
neyse, bakkal ziyaretimiz asla sıcak olduğunu görmediğim ekmekleri alıp küçük bir parçasını apartman kedilerimize(kendilerini daha sonra anlatırım) ikram edip evin yolu tutmakla yavaş yavaş sonlanır. sıra tek başına yapılan güzel bir pazar sabahı kahvaltısında. yine bir pazar sabahı ve ben yine yalnız başıma kahvaltı yapıyorum. zalımsın kahvaltı manyağı bünye. http://lapsuscalamium.blo...gndaki-bakkala-sabah.html