çok sık rastlanmasa da, çok şaşırtıcı, enteresan bir psikolojik rahatsızlık. adını baron karl friedrich hieronymus munchhausen'dan alıyor. şöyle ki, bu rahatsızlığı olanlar hasta olmadıkları halde hasta taklidi yapmak ya da bazen kendilerini gerçekten hasta edecek, yaralayacak davranışlarda bulunmak suretiyle hastaneye yatmak istiyorlar. bize açıklaması çok zor gelse de tek istedikleri hastanede kalmak ve doktorlardan, diğer personelden ilgi görmek. münchhausen'ın diyar diyar gezip palavralar atması gibi onlar da hastane hastane gezip olmayan hastalıklarını, şikayetlerini anlatıyorlar (okuduğum bir vakada iskoç bir kadın 600 kadar hastane gezdiğini söylüyordu). üstelik bu insanlar ameliyattan, rahatsızlık verici, acı verici tedavi yöntemlerinden de kaçınmıyor, aksine bundan haz alıyorlar. 30-40 tane ameliyattan geçmiş olanları ender değil. hastalık hastalığından (bkz: hypochondriasis) farklı bu, çünkü hastalık hastaları kendilerini cidden hasta sanırken bu insanlar gayet iyi biliyorlar sağlıklı olduklarını. sağlıklı yollardan elde edemedikleri ilgiyi, şefkati doktorlardan, sağlık kurumlarından edinmeye çalışmak diye açıklanıyor yaptıkları.bir de bunun münchhausen-by-proxy denen türü var ki (gerçi amerikalılar munchausen diye, tek h'yle yazıyorlar), o gerçekten en kötüsü, iç paralayıcısı. bu sefer anne ya da baba çocuğu için aynı şeyleri iddia ediyor, ve hatta onun üzerinde fiziksel tahribat yaratıyor, sırf çocuk hastaneye gitsin diye, ve de bundan tatmin duyuyor (illa çocuk üzerinde olmak zorunda değil bu by-proxy türü, etraftaki herhangi biri olabilir, ama kurban genelde çocuklar oluyor). tedavisiyse, hastanın ya gerçekten çok ağır bir hastalığa yakalanması, ya da başka bir şeyde hayatın anlamını bulmaya başlaması...allah kimseyi düşürmesin diyerek kapıyorum bu klinik psikoloji üstbaşlıklı entryimi...
dogru kalem tutmak diye bir kavram olmasa da birçok insan kalemi belirli bir şekilde tutar. birçok kalem de bu tutuşa göre dizayn edilmiştir. örnegin kalemi kagit düzlemiyle 90 derece açi olusturacak şekilde tutuyorsaniz (benim olayim), dolmakalem kullanmak size haramdir. bunun ötesinde "uç bozmak", bir kisim arkadaslarinizin bu yüzden size kalem vermekten imtina etmesi, sizin elinizde yazan kalemlerin başkalarinin elinde yazmamasi da hayatinizin gerçekleridir. kendim ve başka bir kisim arkadas üzerindeki gözlemlerime dayanarak gelistirdigim hipotez şudur ki, okuma yazmayi okula gitmeden, kendi kendine ögrenen insanlar arasinda kalemi bir tuhaf tutanlar genel popülasyona oranla daha fazladir. bunu da çocuk ve gelisim psikoloji bilgilerime göre şöyle açiklayabilirim ki, çocuklarin kas gelişimlerini tamamlamalari, dogru dürüst kalem tutacak hale gelmeleri 6-7 yaslari civarindadir, ilkokula baslama yaşının 7 konulmasinin sebeblerinden biri de budur.
içimizde bizden gizli serpilip büyüyen cinsiyetçi eğilimleri açığa çıkarmak için sıklıkla verilen bir örnek vardır: bir adam oğlunun elinden tutmuş onu okula götürmektedir. birdenbire hızla gelen bir kamyon çocuğa çarpar, hastaneye yetiştirirler apar topar. fakat onu gören doktor hemen "hayır, ben bu çocuğu ameliyat edemem, çünkü o benim öz oğlum" der. nasil olabilir böyle bir şey??
zor değildir elbette: doktor kadındır ve de çocuğun annesidir. zihnimizdeki cinsiyet rollerine ilişkin kalıpyargılar ilk anda bunu görmemize izin vermiyorsa, kabul edelim ki serde biraz seksistlik vardır.
metafizige, parapsikolojiye ve daha nice pseudo-science diye hor görülmüs alana insani inandiracak kadar tuhaf seyler olabilmektedir rüyalar aleminde.misal bizzat kendim, böyle bir rüyanin ürünüyüm. babam annemle tanismasindan önceki gece rüyasinda bir kadinin hastayken ona baktigini, onu besledigini görmüs ve ertesi gün o kadini annemin sahsinda karsisinda görünce bu iste bir hayir var demis, olay nikah masasinda bitmistir.otisabi'den ögrendigime göre ali riza efendi'yle zubeyde hanim arasinda yasanmis da aynen böyle bir anekdot vardir. ne diyeyim bilmiyorum yani.
aşkta ve rüyalarda her şey mümkündür, der bir macar atasözü (diye okudum ben, lakin sonra macar arkadaşa söyledim, sizin böyle böyle bir atasözünüz varmış diye, "yoo, ben ilk defa duyuyorum" dedi).
kabak dolmasıyla ilgili kafamda yer eden işte şudur:hayatımın bir döneminde (ki bu dönem ilk gençlik çağlarıma tekabül eder) almanya'nın güney sınırına yakın şirin bir kasabasında, bir ailenin yanında kalmıştım. daha gittiğim ilk gün, beraber yediğimiz ilk yemek idi. başka ne yedik hatırlamıyorum, ama yemeğin bir aşamasında evin annesi (ki adı waltraud'du, bu isimde tanıdığım tek alman, tek insan) sofraya kabak dolması getirdi. fakat bu kabak dolmasını alışık olduğumuz kabak dolmasından ayıran bariz bir fazlalık vardı: üzerindeki ipler. evet, kabağın içini oymak yerine direk ikiye bölüp sonra iplerle dikmeyi tercih etmişti evimizin annesi. ben şaşkınlık içinde bakarken mutfak makası dedikleri bir aletle (küchenschere; biliyoruz ki almanca'da her şeyin bir adı vardır) ipleri kesti ve biz yedik o fantazi kabak dolmasını. ama ben yine de bütün almanlar böyle yapar kabak dolmasını diye genellemekte zorlanıyorum, çünkü waltraud teyze'miz çok sevdiğimiz ama mutfak alanında gerçekten çılgınca başarısızlıklara imza atan bir insandı (örneğin pasta yapar, yaptığı pasta dağılınca oluşan kütleyi bir kasenin içine atar, o şekilde servise sunardı; aynı zamanda su kıvamında vişneli dondurmanın da mucidiydi).
çok enteresan buldugum bir olgu, dünyanin her yerinde insanlarin cinsel iliskinin hamile kalmaya neden oldugunu bilmemeleridir. adini hatirlayamadigim bir antropolog yine adini hatirlayamadigim uç bir yerde insanlara bu gerçegi anlatmaya çalismis, ama "saçmalama, ne alakasi var" tepkisini almistir. hele hele ordaki bir adamin "peki ama ben 2 yil boyunca burda yoktum, döndügümde çocugumun olmasini nasil açiklayacaksin, hadi bakalim" tarzi çikisi adam adina bize gerçekten üzüntü vermektedir.