kulaklara kacar oldum
992 (kültür abidesi)
beşinci nesil yazar 4 takipçi 48.33 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    atım da şurada up laya dursun

    1.
  1. zirve başlığı up'lama aparatı. az önce yaptım, yüzde yüz çalışıyor. tişikkirliiir.
    3 ...
  2. 00 00 dan sonra marmaray da yürüyen kızın amacı

    1.
  3. bazı bir takım sakıncalı şeylerdir. belki de avrasya maratonu'na hazırlanıyordur, günahını almayayım şimdi.
    4 ...
  4. hülolüyah

    1.
  5. official husband of besiktas

    1.
  6. bütün çocuklar kardeştir

    1.
  7. bir çocuk gördüm, 5-6 yaşlarında; uzunca bir merdivenin hemen altında, gölün kenarında. elinde kartondan bir tepsi, çekirdek satıyordu tanesi 1-2 lira.

    az kalmış, belli ki saatlerdir orada... boş bakıyordu, bekliyordu... satıyordu işte umutsuzca. çocuk 55-56 yaşlarındaydı.

    bir çocuk daha gördüm 2-3 yaşlarında; o merdivenlerin tepesinde, çekirdekçi çocuğun üstündeydi. tutmuş anne ve babasının elinden sıkıca, çocuk zirvedeydi.

    sonra, bir an elinden topunu kaçırdı annesi. çocuk irkildi, peşinden gitmek istedi topun... babası bırakmadı elini düşmesin diye merdivenlerden.

    annesi çekirdekçi çocuğa seslendi: "oğlum tutuver şu topu..."

    çocuk 55- 56 yaşlarındaydı. önce sesi duydu sonra kendisine doğru yuvarlanan topu fark etti; çocuk şimdi 5-6 yaşlarındaydı. topu hemen almak istedi önce, elinde kartondan tepsi. nereye koyacağını bilemedi ilk başta, eğreti durdu elinde. çimlere bırakıverdi kartondan tezgahını, bıraktı onca yaşını çimenlere...

    topa önce sarıldı, gurbetten dönen kadersizi bağrına basan toprak gibi özünü verdi top da o'na.

    çocuk topu geri attı kardeşine. ve atarken 2-3 yaşındaydı. biliyor musunuz; bütün çocuklar kardeştir.
    37 ...
  8. yazarların yarım kalan aşk hikayeleri

    1.
  9. kimi zaman nefret, kimi zaman ihtiras uyandıran, kimi zaman hayrete düşüren hikayelerdir. kimi raikonen...

    öncelikle ben bi kahve firmasında ürün hazırlama bölümünde çalışan bir kişiyim. yani atıyorum müşteri "bir küçük beyaz moka" diyor kasiyer arkadaşıma, o da gerizekalı gibi bana dönüp ingilizceden "van tol vayt mokaa!" diyor, ben de hazırlıyorum. adamın içine gugıl transleyt mi kaçmış ne ahahahahaha. neyse uzatmayayım zira konumuz bu değil.

    efendime söylim, uzun zamandır (2 yılı aşkın bir süreye tekabül ediyor) platonik duygular içerisinde olduğum ve benden hoşlandığını tahmin ettiğim karşı cinsten bir kız bayan arkadaşım vardı çalıştığım mekanda. tatlı hatundu vesselam. gerek fiziksel, gerek düşünsel anlamda bana çok uygun olduğunu düşünüyordum.

    tabi sanırım gerek benim çekingenliğimden gerekse pısırıklığımdan mütevellit bu süre zarfında bu kız bayanın dönem dönem yaklaşık 3-4 tane erkek arkadaşı oldu. ama o dönem boştaydı kendisi. ben de yeni bir erkek arkadaş edinmesinden önce açılmayı düşünüyordum kendisine.

    kendisiyle çok güzel kanka ilişkisi içerisindeydik, herşeyini konuşurdu benimle. erkek arkadaşlarının evinde yaptıklarını bile anlatırdı. o kadar yakındık yani, diyorum ya tam benlikti...

    neyse uzatıp sıkmayayım sizi. mevzuya dalayım. sanırım bir çarşamba günüydü, uyuz mu uyuz bi müşteri çemkirip durdu buna işte: "ben turkçe sipariş veriyorum siz niye ingilizce söylüyosunuz", "amacınız ne, güzel türkçemizi nasıl kullanmazsınız?!" gibi laflar etti. zilli tam bir türkçe fedaisi çıkmıştı. benim sevdiceğimin yüzü ise bunca azar ve fırçadan sonra kıpkırmızı olmuştu.

    o an aslında benim de kan beynime sıçradı, uçan tekmeyle müdahale etmek istedim ama hayat şartları beyler; asgari ücret+ ssk+ yol+ yemek. birşey yapamadım, boynumu büktüm çaresizlik içünde...(kahrolsun kapitalizm)

    sonra tabi benim kız bayan arkadaşım siparişi aldı, çaktırmadan içeriye geldi yanıma. tam kahvenin kapağını kapatacakken aldı bu kahveyi elimden, sağı solu kolaçan edip resmen tükürüğünü tıskırttı kahvenin içine sonra kapadı plastik kapağını. ve servis etti kahveyi.

    aslında bu hareketi bir yere kadar anlayabilirdim çünkü ben de çok sinirlenmiştim. ama beni bitiren nokta o değildi; öyle bi tükürmek ki öndeki iki tavşan dişinin arasından tıskırttı böyle pisçuvvv sesi geldi anlıyo musunuz löööp diye 12 den vurdu bu kahveyi. sanki o sıcak kahve başımdan aşağıya döküldü... kız resmen mahalleden harun abi çıkmıştı beyler!

    işin garibi şu 2 senelik zaman zarfında en yakın olduğumuz bir dönemdeydik. dişlerinin arasından tıskırttığı tükürüğü görmezden gelip kendisine açılmalı mıydım, yoksa "hayır harun abi arkadaş kalalım" mı demeliydim?

    uzun süre kararsız kaldım, zaten o arada yeni bir sevgili buldu kendisine. bu süreçte beni oyalayan tek şey formula-1 yarışlarıydı. 2 bira kapıp seyre daldım ve unuttum herşeyi. dedim ya; kimi zaman raikonen...
    30 ...
  10. uludağ mobil in yeni tasarımı

    1.
  11. neticesinden firar eder nefesi kendiyle yüzleşenin

    1.
  12. ölmek gibidir, sonra yeniden doğmak gibi. su dolu bir küvete soktuğunda kafanı, ve en sırlı çekirdeğine ulaştığında ruhunun; ya çıkarırsın kendini derin bir nefes alıp selam çakarsın hayata, ya da... yüzleşirsin o kılıçtan keskin kararla; yüzleşirsin o en korkunç, en aşık, en çocuk, en ürkek, en piç yanınla.

    sen ne diyon be yaprağım dediğini duyar gibiyim ortağım, peki o zaman örnek bir canlandırma yapıp daha fiziksel bir halde anlatayım durumu. hazırsan başlıyorum:

    şimdi derin bir nefes al,
    aldığın nefesin yarısını ver, yarısını tut.
    ve üstüne tekrar derin bir nefes al.
    şimdi de ciğerlerine fazlalıkla doldurduğun o havayı ağzından değil,
    götünden ver.
    işte kendiyle yüzleşenler buna nefesin neticeden firar etmesi diyor.

    tabii ki bu kadar yüzeysel bir durumdan bahsetmiyoruz. daha uhrevi, daha bi kendiyle başbaşa, psikolojik falan, kırılgan böyle... ya bi git aga, hakikaten dinleyeceksen şakayı gülmeceyi bir kenera bırakıyorum. çok mu gerginim ne? ilginç bir olay yaşadım diyelim, belki o yüzdendir.

    günlerden cuma, çıkmışım işten. mahalleye vardığımda peyami abi'ye uğruyorum evimden önce. peyami abi mahallenin tekel bayisi, "bira, peyami büfeden alınır". bizim tekel peyami lan işte...

    - abi selam,
    - hoş geldin uğur, nasılsın?
    - portakal gibiyim be abi, içim sıkılmış.
    - hımm, sen otur hele bir şöyle bakalım yeğen!

    pozlara bak hele pezevenkteki. sanırsın büfeci değil mahallenin ramiz dayısı. gerçi ne yalan söyliyeyim o tok ve babacan ses tonu karşısında ikiletmeden oturdum tezgahın arkasındaki plastik tabureye. peyami abi de sıradaki müşterinin kara poşetini hazırladı hızlıca, gönderdi elemanı. iki bira açtı, takılıyoruz işte tezgah arkasında. gevşelttim gravatımı, derin bir nefes çektim sigaramdan, dökülmeye başladım tekel peyami'ye;

    "saatin tik taklarını sayıyorum abi, bana saat hep yedi. bir başıma evde kahvem sigaram ya da kalabalığın içinde elimde biram, gülermiş yüzüm öyle diyorlar, duymadım inan. kulağım tik taklarda benim, bana saat hep yedi... içim bomboş, içim küflü, içim bitik... püf püf çiçeği gibiyim hani şu rüzgara karşı duran ama derin bir nefesle tüyleri havaya dağılan. bir üflesen derinlerden, tüm beyazlarımla uçuşurum inan.

    sanırım saat yediydi; ben, beni ilk terk ettiğimde ve farkında değildim her gün saat yediden sonra adım adım kendimden uzaklaşacağımdan. nereden bilebilirdim ki şu an sahip olduklarına ulaşmak için saat yedide heyecanla evden fırlayan gence, daha sonra sahip olduklarının sahip olacağından... eskilerin hayat gailesi dedikleri şeyin, aslında seni içinde un ufak eden bir ömür değirmeni olduğundan. bana anlatma abi ben anlamam, seni duyamam kulağım tik taklarda benim. selam versen alamam, gözüm hep o guguklu saatte benim; rahmetliden kalan.

    hep bekliyorum abi, hep dinliyorum. gözümü ayırmadan bakıyorum ve hep bekliyorum. her sabah bekliyorum, hadi lan gugukçu kuş diyorum, saat yediyi vurduğunda seslen bana "bırak işi gücü ortağım gidiyoruz, kuşsan uç ulan", döndür beni bu yanılgıdan. saatin tik taklarını sayıyorum abi, yediyi bekliyorum hep. gel gör ki guguk kuşu da gitmiş çoktan, bir el çıkıyor her defasında bana hareketin kralını * yapan!"

    "lan!" sesiyle çıkmışım halimi anlatırken girdiğim transtan, kendime geldiğimde gözümde yaşlar, ellerim peyami abi'nin yakasında; sarsıyorum adamı... "bi dur amına koyim, anladım ben seni. bi dur sakinleş yeğenim. o eli de indir bakalım bi!"

    donuk bakışların buluştuğu beş dakikalık derin bir sessizliği peyami abi böldü: "var aslında bi yol uğur'um"...

    "nasıl?"

    kafalar da güzelleşmeye başlamış, tam da o sırada veledin teki giriyor içeri. "abbi, sıkınca ses çıkaran plastik oyuncaklardan var mı abbi?". peyami abi telefonda, iş başa düşüyor otomatik olarak. esnaflar aleminin gizemli dünyasında racon böyledir aga, eğer müdavimiysen o müessesenin yarı çırak sayılırsın. maksat müşteri beklemesin. mecburen sorunun muhatabı ben oluyorum:

    kko: sıkınca ses çıkaran ne lan? meme mi ellemek istiyon sen abisi?
    velet: :abbi, abbi böyle sıkınca ses çıkaran plas...
    kko: sen hatçe hanım teyzenin torunu talip değil misin lan kerata, ah seni.
    velet: abbi abbi..
    kko: he abbi... bak şimdi talip'çim konsepti çok yanlış anlamışsın sen. Hani bi ses gelir de, sıkınca değil ama sik...
    tekel peyami: (kulak misafiri ol, telefonu alelacele kapa, araya gir) hşşş hoop!.. uğur! öyle konuşmasana oğlum küçücük sabiyle, talip oğlum sen rıza abine (kırtasiyeci) git o'nda vardır oyuncak moyuncak.
    tanga rolündeki kko: (araya gir, velete arkadan seslen) kuş kalkıyo mu lan tısısısı, ah ulan bu yaşta... junior zampara seni.
    tekel peyami: uğur bi dur yeğen, iyice olmuşsun sen.
    kko tatlıses: ah be abi, dertler derya olmuş ben de bir sandal. devrilip batmışım, boğulmuşum ben.
    tekel peyami: ... (hayatı sorgula)
    kko: ... (neydi lan şarkının devamı, düşün düşün)

    **yine donuk bakışların buluştuğu beş dakikalık derin bir sessizlik (çişin neyin varsa yap gel bu arada aga, ihtiyaç molası hesabı..) **

    2. perde

    hiçbir şey demedi peyami abi, dolabın dibinde kumaşa sarılı bir şişe çıkardı. şişenin üzerinde örgüden bir kılıf, ipliğinin rengi solgun; belli ki ruhum kadar yaşlı. senin halinden bu anlar dedi ve uzattı yüzüme şişeyi,

    - mikrofona konuş diyorsun yani?
    - hehehe iç bunu iç... hıck!
    - gözümden çekersen şunu bi...

    o kafayla zaten ne versen akar aga, bi hızla diktim kafaya. son damlayı da yutkunduğumda:

    - amınski! bu ney lan ne til alkol bu? (etil miydi sikerten), bozuk mu bu dalga, şaftım kaydı anağmmm!
    - bak bakalım etrafına ne görüyon?

    ebeyin amıy görüyom, neyse bozmayayım terbiyemi devam ediyorum. gözümün retinasına üşüşen renk cümbüşü yerini bir bulanık perdeye bırakıyor. perde açılmaya başlayıp da kafayı kaldırdığımda, ve akabinde büfe kapısının aralığından sokağa baktığımda, bambaşka, ama bir o kadar da aynı ve garip bir şekilde tanıdık bir dünya görüyorum. sokak aynı sokak... solgun ışıklı sokak lambaları... hava iyice kararmış mı ne? gökyüzü neden bu kadar alaca?

    dükkandan dışarı adımımı attığımda, az önce kapı aralığından gördüğüm apartmandan başka hiçbir yapının olmadığını görüyorum. sanki hepsi aslında var da saklanıyor gibi, ama hepsi de her katında gözümü kamaştırarak ışıklar saçan dairelerine baktığım apartmana dikkat çekmek ister gibi, sessizce bir adım geriye çekilmiş, ya da üstlerine gri bir battaniye çekmiş ne bileyim.

    "yüzleşme zamanı..." peyami abi ağır adımlarla yürürken bir yandan elini kaldırmış binayı işaret ediyor, bir yandan da anlatıyordu: "...evlat, bulunduğun bu yerde senin kolundan çeken , savuran hiçbir şey yok inan. şu gördüğün apartman; sakinlerinin her biri senin bir parçan. git şimdi her birinin kapısını çal, tek tek tanış onlarla."

    vay amına koyim, mevzunun derinliği karşısında küçük dilimi yutmuş mal mal apartmana bakmaya devam ediyordum. demek her daireye girdikçe yüzleşecektim bir yanımla. ve sonunda toplayıp hepsini yan yana, o çok merak ettiğim soruyu sorabilecektim onlara...

    ben düşüncelere dalmış ne konuşacağımı düşünürken birinci katın ışığı söndü. hayda n'oluyo lan demeye kalmadan apartmanın kapısından bir hatun çıktı. bildiğin daş hatun... ama bi dakka, hassssikttttiirrr! nasıl yani? hani benim bir parçamdı o dairelerde oturanlar! lan yoksa? yok artık. içimde fırtınalar kopuyor da ben mi bilmiyorum, nonoşluk mu var la yoksa bünyemde, gizli ipne miyim diye düşünürken hatun yaklaşık 5 metre önümdeki peyami abi'nin önünde durdu. sohbet muhabbet, kikirdemeler... şu vakte kadar " olm kız olsam tam kaşar olurdum, cümle aleme verirdim hayır hasenat olsun hesabı" tadındaki geyiği geçmemiştir mevzuyla alakam ha yanlış anlama hacı.

    şok üstüne şok!

    abi dediğim, baba yarısı bildiğim peyami abi bana mı halleniyordu la yoksa? ayak üstü sikertecek miydi beni oğlum! yoo hayır, namusumu korumalıydım. peyami abi'nin ciciklerimi ellemesi an meselesiydi ve kaybedecek vaktim yoktu. kan beynime sıçramış, azgın bir köpek gibi kükreyerek atıldım peyami abi'nin üstüne:

    kko- hav havvv!
    peyami abi- uğur sakin ol oğlum nabıyon sen?
    kko- hrrrr hav!

    bu arada taş hatun yani ben, yaptığım hareket sonrası gözlerini belertmiş, korkudan neredeyse paçalardan bırakacak vaziyette irkilerek peyami abi'ye dönüp "neler oluyor" bakışı attı. neyse ki peyami abi zeki adam, çözdü mevzuyu.

    peyami abi- sakin ol uğur'cuğum bu hanım kızımızın seninle bir alakası yok. bir nolu dairedekinin kız arkadaşı kendisi.
    kko- (kafayı kaldırıp peyami abi'ye bak) neyyy!
    peyami abi: şu paçamı da bir bırakırsan...

    o an kırmızı götlü maymun familyasının erkek bir bireyi yüzümü görse yemin ediyorum tahrik olurdu aga, o derece kızardım. yerlerin dibindeyim, rezilliğe bak; sen git can havliyle yapış adamın paçasına, pantuldan çekele... "hav" anasını!

    daş hatun ürkek adımlarla kıyılı kıyılı mahalleden uzaklaşırken, şu meşhur kazanova da çıktı apartmandan. hemen tanıdım kim olduğunu; aynı ben, aynı belmando.

    kko- naber lan piç? nasıl tanıdım di mi seni.
    piç kko- kızlar piç erkeklerden hoşlanır müdür, ayık ol. ben ufaktan kaçaroğlu, gece daha genç. eki eki eki...
    kko- lan bi dur, az tüyo ver la gitmeden. ben de hayın olayım, ben de münafık olayım aga; ben de gelişine vurayım!
    piç kko: olm beni boşlayan sensin, halbuse şeytan tüyü var sende haberin yok.
    kko- o ney lan?
    piç kko- yani tavsiyeye ihtiyacın yok koçum. küçükken kazana düşmüşsün sen; anan hep karılar hamamına götürürdü hatırlamıyon mu lan keranacı.

    ahahaha diye güldü gitti piç, belli ki küsmüş bana. ağzından da laf alamadık... neyse çok önemli değil diye düşündüm, vakit kaybetmeden girmeliydim mevzuya, keşfetmek istediğim daha önemli yanlarım vardı elbet.

    tam apartmana yönelirken bir gümbürtü koptu. binanın en üst katından, salonun camından fırlayarak kendini boşluğa bırakan bir adam... ifadesiz bir surata nasıl bu kadar hüzün yükleyebilmiş, yolun sonundaki bir adam... bir an göz göze geldik. bir an kalp kalbe. işte o an fark ettim insanın hayatı bir film şeridi gibi nasıl geçermiş gözlerinin önünden:

    --anılar, anılar; şimdi gözümde canlandılar--

    da da da ahha ahha ahha... hadi uğur bir daha söyle anneciğim baba da duysun... da da da... yan arsada top oynuyoruz güneşin alnında, ayağımda eski ayakkabılar, yeniler sağlam kalsın... alnımdan akan terin dokunuşu gıdıklıyor biraz, kaç saattir koşuyoruz, çok mu susadık?... uğuuurr terli terli içme o suyu... öff ya te ordan nasıl görüyon bu çeşmeyi anne ya... neden bu çocuklar ağlıyor ki, halbuki önlük giymek ne güzel. öğretmenimiz kim acaba?... ibo, gizli sığınağımız olsun mu burası? ama kışın yakmak için alırlar bu odunları burdan oğlum... ağacın dallarında voltron oynayalım mı... oya bana neden senden hoşlanıyorum dedi ki?... karikatürlerimi beğenip para vermişler bir de, artık bi gitar alabilirim... aga düğün salonunda konser mi verilir?... hay ben böyle dersanenin yeşiline de ırmağına da, bütün sınıf da sap mı olur amk!.. diz boyu karda koşturduk resmen canım ya hasta olmasak bari...

    --anılar, anılar; şimdi gözümde canlandılar--

    renkler birden solunca ürktüm, hazır değildim henüz buna. o an kafamı çevirdim. ve o ses. dönüp bakamadım. olmadı, yapamadım.

    oysa ki dertleşecektim o en korkunç, en aşık, en çocuk, en ürkek, en piç yanımla. kim bilir belki de en bilge, en dertli, en komik ve belki de en garip yanımla. ve sonunda toplayıp hepsini yan yana, tek tek gülümseyip her birine ve bakıp her birinin gözlerinin içine, o çok merak ettiğim soruyu sorabilecektim onlara:

    beni gerçekten görüyor musunuz?
    28 ...
  13. melulu

    1.
  14. karpuz kabuğundan başlıklar yapmak

    1.
  15. sürrealizmin dibine inerken, sözlüğün formatıyla vedalaşmaktır.

    (bkz: yapma canım)
    (bkz: yapma bebişim)
    3 ...
  16. tekkeyi bekleyen krem şantiyi yalar

    1.
  17. muhtelif atasözü. gülmeyin olm espiri olsun diye yazmadım, var öyle tekkeler. adnan mı hoca?

    ha bi de hazır mikrofon elimdeyken hep yapmak istemişimdir, müsadenizlen:

    başlık "tekkeyi bekleyen kedi canlı mankenlerin üstüne döktüğü krem şantiyi yalar aman sabahlar olmasın" olacaktı. karakter sınırından dolayı ehehehehe. sonunda yaptım, şimdi mikrofonu değerli sanatçı piyanist şantör erdem'e uzatıyorum. cuppa cupaa, üçyüs beşyüs...
    2 ...
  18. şeker kız candı

    1.
  19. voltron'da, yakari'de, güneşin oğlu esteban'da, heidi'de, arı maya'da...

    yani neymiş? çocukluğunu özleyen kişi söylemiymiş.
    1 ...
  20. 22 aralık bursa biz daha ölmedik beş zirvesi

    47.
  21. zall'ın tebdili kıyafet katılıp tebasını denetleyeceği zirve olacakmış, öyle duyumlar aldık. bu demek oluyor ki, karşı masadaki sarışın daş hatunu kesmeden önce iki kere düşünün ağalar...

    not:
    - çekilebilirsin ersöy hatun!
    - hönkaarıımm :(
    2 ...
  22. i bayılacağım

    1.
  23. başlık i-bayilazayim olacaktı; şive farkından dolayı. yoksa başlık krakter sınırlamasıyla olsun, moderasyonla olsun herhangi bir sorunum yok yani usta. zaten genele hitap etme gayretinde olan, vatanını milletini moderasyonunu seven bir gencim. orta amerika dolaylarından türk kökenli çerkes abazası, kısmen bağımsız galliyim. genel geçerim, yazar geçerim.

    neyse, geçen yürüyorum mudanya'nın eski ve dar sokaklarında, bir ses duydum "i-bayilazayim!" baktım ki orta yaşlı bir rum hanımefendisi bunu söyleyen. tabi ben de teknolojiyi takip eden, vatanını milletini moderasyonunu seven genelgeçer bir genç olduğum için, hemen çıkardım yepyeni ayfonumu, vardım teyzenin yanına:

    "teyzeciğim merhaba, kulak misafiri oldum kusura bakma. acaba ayfon yeni bir uygulamama mı çıkarmış? muasır medeniyet seviyesinden geride kalmak istemem, hemen indiriyim app-store'dan ben o uygulamayı. he mi güzel teyzem?

    "yok vire evladim" dedi, "balikçiya diyorim ben onu"...

    meğerse işin aslı başkaymış. kapının önünden el arabasıyla geçen balıkçıya sesleniyor teyzem:

    "balıklar tazedir?"

    balıkçı:
    "teyze bunlar canlı canlı"

    teyzem tekrar soruyor:
    "evladim bunlar tazedir?"

    balıkçı da tekrardan:
    "teyzecim canlı diyoruz ya, canlı!"

    bu sefer teyzem soruyor:
    "evladim ben de canliyim, ama bak bakalım taze miyim? ay bayilazayim..."

    neyse işte böyle iken böyle, bi tanım yapıp kaçayım ben. hikayede dekor olarak kullandığım ayfonu sahibine iade etmem gerekiyor da...

    tanım: i-phone uygulaması hissi veren serzeniştir.
    0 ...
  24. yönetmen gribi

    1.
  25. yönetmeni "eeekkkşşşıııın!" efektli hapşuruğa gark eden griptir. çok yaşa, sen de görl ben de boy. tamam kestik. stop stop stop...
    3 ...
  26. sözlüğün gece 12 den sonra bla bla olması

    4.
  27. sözlüğün falan filan olmasıdır bla bla.

    edit: oha lan başlığım çalınmış. *
    3 ...
  28. benimle bir bütün oliver twist

    1.
  29. beyaz bir ışık hüzmesinden bana doğru bikinili bir kız geliyordu. hem de caps'li. buğulu, kısık ve etkileyici bir bakış (checked), nar çiçeği renginde parlak göz alıcı bir ruj (checked), uzun bacaklar, ince el ve ayak bilekleri (checked), dolgun kalça (checked), tombul tombul memeler (checked)... allah'ım rüyada olmalıydım *. at gibi hatundu, adriana lima görse şu mankenlik dalgasını bırakır, sütçü beygiri olarak lojistik sektöründe işe başlardı. o derece diyorum aga.

    iyice yaklaşmış, aramızdaki mesafe neredeyse bir boya düşmüştü. heyecandan neredeyse yarış kazanmış ingiliz atı gibi kişneyecektim. bu işin sonunu foto-finiş belirler amuniyyim diye düşünürken elindeki caps'i göstererek lafa girdi:

    - sana bir mesaj getirdim.
    + boş ver şimdi mesajı bebeğim, toplantıda dersin. gel sana etrafı gezdireyim eke eke.

    "bırak sululuğu kko bu çok önemli bir konu" dedi ve açtı caps'i:

    "kaç hafta önceden uludağ sözlük öykü dergisi söykü için seni bilgilendirmeme rağmen göt büyütüp modern'e ss eklemeyi, geyik yapmayı seçtin. o gün geldi çattı ve sadece bir kaç saatin kaldı. öykünü göndereceksin, yılmaz'ı da silecesin meseneden. skerün! imza: experimental."

    hayııııııııııııııııııııır!

    kan ter içinde uyanmışım. radyoyu açtım: isyeaaaaan! hay sikeyim halil sezai çalıyordu, hemen kapattım. belli ki sıkıntılı bir gün olacaktı. bir edebiyat kabızı olarak ciddi anlamda konu sıkıntısı çektiğimi fark ettim. hiçbir şey gelmiyordu aklıma, ne yapmalıydım?

    gecenin karanlığını bekleyip muhitimizin korku dolu sokaklarında gulhü, felak, nas okuyarak korkusuzca atatürk heykeline doğru yürüsem acaba başıma ilginç bir şeyler gelir mi, bana da yazacak malzeme çıkar mı diye düşündüm. aramaya inanıp hemen sözlüğü karıştırdım. tıhh amuğa goyim; bir yazar böyle bir konuyu zaten irdelemiş, okuduğumda ise beni ehuehuehe diye güldürmüştü.

    (bkz: atatürk heykelinin altında ağlayan dindar adam)

    acaba dedim istiklal'in arka sokaklarında yardırsam, belki bir iki tinerciye denk gelir adrenalin yüklü bir anı edinir miyim sözlüğe yazacak? hayy anasını; "ara" tuşuna bastığımda sözlüğün übersonik arama motoru çok komikli bir entryi bilgisayarımın ekranına yapıştırmıştı bile.

    (bkz: tinerciye tinerci rolü yapmak)

    o an kendimi kırmızı götlü bir maymun kadar çaresiz hissetmiştim. ne alaka deme, kırmızı götlü bi maymun olduğunu düşünsene hele bi usta. misal arkadaşlarınla taş-kağıt-makat oynasan gösterecek tek şeyin makat. elin piçleri taş yapsın, kağıt yapsın sen sadece makat gösterebilirsin. yenilmeye mahkumsun yani.

    son birkaç saatim kalmıştı ve sözlüğün makus talihini değiştirebilecek bu şahane öykü dergisi projesine katkıda bulunamayacak olmak beni kahrediyordu. çaresizlik içinde başımı eğmiş, elimde sigara mahallede turlamaya başlamıştım. tam da bizim evin üst sokağındaki çocuk parkının içinden geçerken lap lap lap lap! sesiyle irkildim. kafayı kaldırdığımda küçük bi velet dört nala yardırıyordu. üstü başı yırtık, yaz günü ayağında kışlık eski bir bot, kafasında yağlı deriden siyah bir kasket... bana çarpması an meselesiydi.

    lan!.. dur çüşş!... brşşş!... demeye kalmadan bodoslama girdi bu bana. üstümü başımı silkeleyip yerden kalkarken çıkıştım:
    - önüne baksana abisi, kasaptan ipini kurtarmış dana gibi ne yardırıyon ortalarda böyle?

    + özür dilerim abi, çok dertliyim.

    - ahahah! adın ne senin bakiim?

    + oliver... oliver twist. 11 yaşındayım.

    - bak oliver, bu yaşta ne derdin olacak lan keranacı. güldürme beni. kira mı ödüyon ev mi geçindiriyon? manitandan mı ayrıldın yoksa? bak bana, üstüne üstük bir de edebi kaygılar içerisindeyim.
    .
    anlatayım da dinle o zaman abi dedi, bir banka oturduk:

    + yetimim ben, fazladan bir tas çorba istediğim için yetimhanenin müdürü Mr. Bumble siktir etti beni. bir cenaze levazımatçısının yanına çırak olarak verdi. o dükkandaki çocuklar da ölmüş anama küfretti, kavga ettik. haksız yere dayak yedim, zar zor kaçarak londra'nın yolunu tuttum. Şehrin kenar mahallelerinden birinde aç ve yorgun dolaşırken kurnaz Dodger ile tanıştım, gel sana kalacak bir yer bulalım dedi. derken kendimi Fagin'in yönettiği yankesici çocuklar çetesinin içinde buldum. ve onların yaptığı soygun yüzünden haksız yere hırsızlıkla suçlandım. tam masum olduğum anlaşılıp, Mr. Brownlow adındaki beyefendi koruyucum olmuşken Fagin'in çetesi tekrar kaçırdı beni. Mr. Brownlow'un evini soymaya zorladılar. ev halkı soygunu fark etti ve ortaya çıkan karışıklıkta vuruldum. hırsız çetesindekiler yaralı halde beni taşımaktansa nehre attılar. ölümlerden döndüm.

    vay amınısını deyip öylece kalakaldım.

    - eee peki şu an başın dertte mi? neden koşuyordun? burası bizim mahalle koçum merak etme, adamın götünden kan alırız korkma sen.

    + yok be abi, maceradan mecareya koşmaktan huzursuz bacak sendromu oldu bende. normalim oldu bu böyle benim, topukları göte vurdura vurdura koşarım ben. yürümem hiç. sana da çarptık işte kusura kalma.

    vay abisinin aslanı ne önemi var dedim, mahalle bakkalından iki gazozla taç kraker kaptım geldim. bankın önündeki parkta oynayan çocukları izledik uzun uzun. ah dedim bilseler oliver'in hikayesini; koklasalar, öpseler yavrularını uzun uzun...
    5 ...
  30. benim makus talihim ilalebet payidar kalacaktır

    1.
  31. hani bazı insanlar vardır böyle bahtsız; am fabrikası patlasa bunlara bekçi yaprağı düşer. o da yerden seker götlerine girer. işte o insanların mottosudur bu, onlara armağan ettiğim.

    toplanın hele balalar bakın ne anlatacağım.

    bir sabah uyandığımda kendimi türk başkanı olarak buldum. o da neymiş lan öyle yarram deme usta, amerikan başkanı gibi düşün. deşme bağrımı, hor görme beni. hem rüya bu.

    tık tık tık!
    geeel...

    "efendim hemen sefere çıkmalısınız birleşik devletler başkanı barak ile toplantınıza geç kalacaksınız" diye lafa daldı sekreterim. dur dedim kafam kazan gibi zaten bütün gece çalışmışım uyuyakalmışım masada, bi' kahve yap bana.

    halbukise düşününce kime takla atıyorum lan, zaten en tepedeyim. iki yüzümü yıkadım dedim kendime; bırak oğlum özel sektörden gelme alışkanlıklarını, zam ayında kendini maymunluktan maymunluğa veren taklacı güvercin değilsin artık.

    ohhh memuriyet gibisi var mı amuniyyim derken "trinkk" deyu jeton düştü bende. amerikan başkanıyla görüşmem vardı, fırsat bu fırsat her türlü konuştururdum kuntizi; sonra da sevgili halkım bakın böyle böyle dedi bana bu deyyus, kuş gibi öttürdüm. inanmayın bu yunaytıd steyt of emeğrika oyunlarına, sem amca'ya kaptırmayın dürrüğü beybilerim diyebilirdim.

    - hemen bana ata uçağımla, yiğit bulut'u hazır edin, dört nala oval ofis'e barak'la görüşmeye gidiyorum! artık allah ne verdiyse, olaylar olaylar...

    --we're turkish airlines, we're globally yours--
    çift motorlu uçağa,
    biner binmez yükseldik.
    bursa'dan yeşilköy'e,
    çeyrek saatte geldik.
    --we're turkish airlines, we're globally yours--

    tık tık tık!
    geeel...

    içeri girdiğimde barak koltuğu çevrili vaziyette oturmuş, fakir ama gururlu genç tribine sokmuştu beni. ama yemezler, daha geçen gün en sevdiği beş liderden biri olduğumu söylemişti. asalete bok sürdürmem aga, samimi adamım ben.

    kko- yavrum n'aber? ense traşın iyimiş kime kestiriyon söyle bi sakal da ben attirim?
    barak- kes şimdi traşı hacı, bi dünya mevzu var konuşacağımız; azınlıklara haklar, suriye'ye tırı vırı, ırak'a bla bla...

    heee dedim madem öyle tam vaktidir, aliim ağzından lafı bakalım...

    kko- ehehe olm biz bizeyiz şurda. desene emicem dünyanın kanını, her türlü çökecem petrole.
    barak- oğlum sabah sabah sokacam geyiğine kko, biliyorsun tamamen ülkenizin gelişmesi için, demokrasi için bunlar.
    kko- yok hacı yemezler; de işte çılgın atıcam orta doğu'da, çıkarmadan beş atıcam de kanka itiraf et.
    barak- aşk olsun ya şeym on yu, öyle bi adam mıyım ben? vaktiyle, general marshall türklere yardım yapıcaz kankalar pamuk eller cebe dediğinde ilk benim dedem atmış torbaya para. kefen parasıymış hem de ühü ühü. komşusu açken tok yatanı god damn it derler bizde.

    vay vayy vayyy mınıskym! meğer ben ne kadir kıymet bilmez, ne riyakar, ne götelek bi insanmışım. meğerse kalbim sikişiyormuş benim. affet beni ağam, ver o mübarek elini öpeyim paşam diye kerkindim o'na; o, koltuğunu yavaşca bana doğru çevirirken.

    şok şok şok,

    kko- ama! ama sen barak değilsin, o elindeki ne öyle lan öyle saksafon gibimmm!!??
    klinktın- ne barak'ı oğlum yıl olmuş 2023, klinktın ben! yeniden seçildim. üfle bahiim mikrofona üffflleeee! nıhahahahaha.

    hayıııııııııııııııırrrrrrrr...

    Bir feryatla ter içinde uyanmışım. tam da "bi gece totom açıkta kalmış neler görüyorum rüyamda, ayakta uyuyoruz demek ki yıllardır kral çıplak diyen yok anasını satii..." tadında sosyal mesaj vermeye hazırlanırken ağırlaşan göz kapaklarıma bir kez daha yenildim. güldürürken düşündüremeden yeni bir rüyanın kapılarını araladım.

    bu kez beyaz bir ışık hüzmesinden bana doğru bikinili bir kız geliyordu, hem de caps'li. *
    30 ...
  32. fransa ya uygulanabilecek alternatif yaptırımlar

    1.
  33. soykırımı inkar yasasını onaylayarak bardağı taşıran fransa'ya karşı, özellikle hükümetimize vereceğimiz alternatif yaptırım tüyolarıdır. zira eldekiler pek bir hafif kalır gördüğüm kadarıyla.

    ha! dikkate alınır mı bilmem; ama pazar sabahı kahvaltımı yaparken haşşşırrrt diye * açtığımda gazetemi şunu görmek isterim doğrusu:

    --spoiler--
    suriye'ye nota veren hükümet, soykırımı inkar yasasını onaylayan Fransa'ya karşı solfej yapmaya hazırlanıyor.
    --spoiler--

    radyodan da kayahan nağmeleri gelsin inceden; la fa, la sool...
    2 ...
  34. ölü taklidi yapan ozanlar derneği

    1.
  35. günlük hayatın rutininden, klişelerden, yozlaşan sanatın diretmelerinden, sistemin dayatmalarından, mahalle baskısından, polat alemdar atkısından, gıdaların kansorejen katkısından, zehirli atıklardan kurtulmanın tek yolunun ölü taklidi yapmak olduğuna inandılar. gençtiler, yanlarında sadece idealist ruhları vardı yollarını aydınlatan. dosta yaver, yola revan oldular. ilkin toprak, aniden testi oldular...
    5 ...
  36. ramazanda fırından yayılan pide kokusu

    1.
  37. ciğerini dolduran üç nefes uzunluğundadır.

    1939 yazı, gdansk'ta bir liman meyhanesi. günün ağarmasına az bir zaman kalmış olsada bay trelinski buna aldırmıyordu. ilerleyen yıllar o'na siyatik, kalp, şeker gibi pek çok acı reçete yazarak "77" olarak adlandırdığı yaşının eline tutuşturuvermişti. artık sabaha çalan bu gecede bunun pek bir önemi yoktu, bu gece ve her 1 eylül gecesinde. gün aşırı tekrarladığı bu ritüelini saat gece yarısını geçmeden sonlandırdığı mekanda, bu gece sabaha kadar iki kişilik içecekti. o ve beş sene önce kaybettiği eşi ewa içiyordu bu akşam şarabı. sağ elindeki kadehi hafifçe limana doğru kaldırarak fısıldadı gecenin karanlığına "şerefine sev..."

    gecenin fısıltısını gökyüzünün haykırışı böldü. alman schleswig-holstein zırhlısının tecavüz ettiği gökyüzü, şehrin üzerine yağmur değil de bomba olarak akıttı gözyaşlarını. feryat ediyordu. bay trelinski... hemen karşısındaki masada oturan ayyaş amca... komşu barın tenhasında öpüşen iki aşık... barın üstündeki dairede, korktuğu için az önce annesinin yatağına gelip koynuna sokulan küçük wislawa... şimdi hepsi baltık denizinde birbirine karışmış küllerden oluşan bir aileydi.

    "bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende.

    gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?

    seher yeli, eser yırtar eteğini gülün.

    güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.

    bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?

    kimse bilmez, kimse bilmez..."

    buko amca, güne biraz da erken demlenerek başlamasını sağlayacak kadehini muşamba kaplı tahta masaya vurarak hızlıca uzandığı radyonun sesini açtı. zuhal olcay'ın birden kesilen şarkısı sonrası giren anons muhakkak önemli olmalıydı, ajanstan geçilen habere kulak kesildik:

    "değerli yurttaşlar, müzik programımızı dün gece vuku bulan çok mühim bir hadise için kesiyoruz. alman ordusu dün sabah saat 4.45'te westerplatte'yi bombaladı. hitler polonya'ya savaş açtı... milli şef gelişmeleri yakından takip ettiklerini belirtti..."

    buko amca belki o zamana kadar yaşadığı gönül ilişkilerinin verdiği muzdariplik ile kadınlara duyduğu nefretten, belki de serde maçoluk olduğu için mi bilinmez, hitler'in birlikte olduğu tüm kadınlardan daha fahişe olduğunu araya sıkıştırdığı birkaç rafine küfür eşliğinde söyledi. bu adam tüm dünyayı savaşa sürükleyecek! lanet olsundu ve masanın üstündeki yarım şişe şarap büyük ihtimalle sinirinin yatışmasına yetmeyecekti.

    o sırada odaya giren kafkas halam elindeki bir tabak gravyeri buko amcamın masasına bıraktı, yüzündeki belli belirsiz gülümseme her zamanki umursamaz tavrına işaretti.

    ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu evde ergenliğin getirdiği binlerce soruyla boğuşan zihnimde şimdi bambaşka bir düşünce vardı. en az kafkas halamın anlattığı onlarca garip hikayeden biri olan gregor samsa'nın bir sabah kendini hamam böceği olarak bulması kadar tuhaf bir soru takılmıştı aklıma: savaş çıkarsa ne kadar sürerdi?

    hiç bitmeyerek insanlığın rutini haline gelecek bir savaş çağı mı başlıyordu?

    ne günlerdi be... her gece karartma, luftwaffe her gece bombalıyor. radyodan ajansı dinliyoruz, hitler'den tehditkar mesajlar; yok amuğa koyacam ben onların, bizim tarafta savaşsanıza kankalar falan...

    yoksa tüm bu olanlar ramazan'da fırından yayılan pide kokusu gibi, önünden geçerken ciğerlerinizi doldurabileceğiniz üç nefes kadar muvakkat mıydı?
    8 ...
  38. uludağ sözlük kaç yaşında zirvesi

    1.
  39. muhtemelen bi 50 yıl içerisinde huzurevinde ve yine muhtemelen benim gibi bunamış arkadaşlarımla gerçekleştireceğim zirvedir.

    kko- sacit uludağ sözlük kaç yaşındaydı mir'im?
    + kaç üstad?!
    kko- onu diyorum paşam daha sabahtan çekmişin fişi yahu ah ah ah. *
    + üstadım kaç...
    kko- ohoo, neyse onu geç. şu yeni gelen bakıcı kız da pek bi ceylan eke eke... hmsss ama bu koku?
    + tutamadım kaçırdım, ühü.
    kko- sıss ipne, bakıcı kız seninle ilgilensin diye yaptın değil mi kart zampara. dürrük.
    5 ...
  40. copy pes 2011

    1.
  41. komplo teorisi isimli kasedimin a yüzünün birinci parçası. hüzünbaz tekno rövaşata tadında fuleli bir jazz şarkısı, tam 90'a takmalık. ayrıca kasedin markası da raks falan değil aga, bildiğin agfa falan yani, güzel kaset çıkardım.

    bir sonraki ise "oha cahil'e bak adamın hesabını hekırlamış" adlı oryantel blues. oldu peki o zaman çikolata renkli şarkıcıdan gelsin...
    5 ...
  42. taze sevişmiş portakal suyu

    1.
  43. henüz prototip aşamasında, bir cafe açtığım taktirde müdavimlerine 15- 20 liradan gazlayamayı düşündüğüm groupie meyve suyudur. tabi hal böyle olunca mekanı şöyle bol civcivli retro dekorlarla, edith piaf'lı müziklerle renklendirmek şart. aksi takdirde kilosu şu kadar liraya geliyor amuniyim bardağını on katına satıyor vicdansızlar deyu eleştirecek burslu, kıt kanaat geçinen öğrenci yazarların karşısına içeceğe değil mekana para ödendiğini anlamayan varoşlar tadında dikilecek fedai yazarlar bulamayız.

    sonuçta hedef kitlemiz kazığı yerken anırmayacak, baba parası yiyen; altında arabası, kolunda ugg'li manitası kolej/özel üniversite gençliği ya da tomarla maaş alan, babasının mevkisi ve bağlantılarıyla kıyak iş bulmuş güruh değil mi a dostlar? ayrıca bu cümlemizden anlıyoruz ki baba meselesi önemli hafız. aileden birşeyler gelecek yani hocam. neyse şu hayata 1-0 önde başlama klişesini bir kenara bırakıp portakalımıza odaklanalım sevgili okur. sıkacağız onu, iyice sıkacaz ve suyunu çıkartacaz. çok para kazanacağız çok.

    bu son kullanıcıya pazarlama olayında dahiyane fikirlerim var hacı, mesela menü ilaç prospektüsü gibi olacak; yiyeceğin/içeceğin hikayesini, faydalarını falan anlatacak. bu hem biz bu işin üstadıyız bilmişliği ile güven verirken, hem de müşteriyle samimi bir bağ kurmamızı sağlayacaktır. eminim sağlayacaktır, zaten bizi samimi bulmayacak olanlar burslu, kıt kanaat geçinen öğrenci kesimi olacaktır ki lütfen mekanımdan siktirip gidebilirler mi acaba? tişikkirleer.

    ticari konularda devrim yaratacak nitelikte olan ve çok merak ettiğinizden emin olduğum diğer fikirlerimi araklayacağınız korkusuyla şimdilik yazmayacağım. şu menü meselesine, meşhur taze sevişmiş portakal suyum ile bir örnek vererek konuyu hem toparlayacağım hem de çaktırmadan değiştireceğim. ay çok zekiyim mihihihi:

    taze sevişmiş portakal suyu: egzotik duyguların groupie izdüşümü, fark yaratan insanların farklı içeceği.

    hikayesi: portakal ve mandalinanın paris sokaklarında başlayan aşkının öyküsü. eiffel kulesi'nin doruklarına çıkaran bir heyecan silsilesi, oh mon dieu! herşey rivoli caddesinde portakal ve mandalina'nın göz göze gelmesiyle başlıyor. bu aşk, onları şehvet dolu anlara sürüklediği gecelerden birine şahit olan mandalina'nın kardeşi limon'un da onlara katılmasıyla birlikte karmaşık bir hal alıyor. sonuçta baldız baldan tatlıdır ama limon ekşidir. mevsimine göre kullandığımız egzotik meyveler bu sorunu hem çözüyor, hem de yudumladığınız bu sofistike tadın temellerini oluşturuyor. şimdi yurdumuzda egzotik meyve mi yetişiyor da mevsimine göre yazıyorsun tırto demeyiniz, artık o gün migros'ta ne varsa yani...

    faydaları: farklı ve zengin gösterir. bir de c vitamini falan...

    fiyatı: 20 tl (o da siz değerli müdavimlerimize, varoşlara 30 tl çekip uzaklaştırıyoruz mekandan merak etmeyiniz.)

    bon appétit...
    12 ...
  44. sözlük takımımıza kaleci arıyoruz

    1.
  45. merhaba arkadaşlar,

    sözlük takımına kaleci arıyorlar. acil ve önemli bir konu olduğundan dolayı ben de buradan duyurarak katkıda bulunmak istedim. allah muhafaza bulunamazsa siki tuttuk demektir, hayatımız kararır. evimize ekmek girmez, güneş girmez. et giren yere dert girmez. güneş girmeyen yerleriniz için pm pls.

    kaleci bulunması ardından bu mesaj silinecektir. oldu hadi allah'a emanet.

    şok görüntüler pardon detaylar için tıklayın:
    (bkz: medyatava futbol ligi/#13078517)
    1 ...
  46. haxball kurdum gelin amına koyim

    1.
  47. forum tarzı sözlük sol framelerinin vazgeçilmez konu başlıklarından biridir. halbukise bırak adamlar yazsınlar, çizsinler, okusunlar değil mi? niye ayartıyorsun insanları güzel kardeşim, ilimden irfandan yoksun bırakıyorsun...

    hele ki adam böyle bir konu başlığı açmışsa, ilk entrynin tanım olmasını beklemek tam bir çılgınlık olur.

    örnek:

    "hadi beyler hemen gelin : http://www.haxball.com/?r...7c2d672206b4cc41195f8c805 "

    bu ne şimdi ya? * *
    2 ...
  48. kalbura bastard

    1.
  49. 20 mayıs 2011 marmara depremi

    1.
  50. bugün olduysa yarın da pekala olabilir depremidir.
    0 ...
  51. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük