klaus
171 (hevesli)
onuncu nesil silik 10 takipçi 95.72 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    hüzünlü kadınları seviniz

    1.
  1. çok güzel bir öykü kitabı. Ayşe Akaltun hep yazsın. ne olur yazsın,ah yazsın!
    0 ...
  2. veba geceleri

    1.
  3. orhan pamuk'un 2017'nin sonbaharında çıkması planlanan yeni romanı.
    0 ...
  4. yalnızlar için çok özel bir hizmet

    1.
  5. murat gülsoy'un yeni romanı.

    tanıtım bülteninden:

    "Bakın, siz bedenen ölmüş birini zihninizin içine aldınız, onu konuk ediyorsunuz. Ev sahibisiniz. Bu ilişkide tüm denetim sizin elinizde olmalı. Yani zihninizin içinde ona ne kadar yer açacağınız, onunla ne kadar özelinizi paylaşacağınız hep size ait kararlar. Şimdilik zihninizde yaşamasına izin verdiniz. Dilerseniz ona gözlerinizle bakmayı öğretebilirsiniz. Bedensel deneyimlerinize ortak edebilirsiniz."

    "Nasıl?"
    "Çok zor değil. Sözcüklerle..."
    "Konuşarak mı?"
    "Sözcüklerin gücünü küçümsemeyin. Zihnimizdeki tüm duygulanımların sözcüklerle doğrudan bir bağı var."
    "Garip."
    "Değil aslında. Neyse... Zihninizin içinde ikinci bir insan var artık Mirat Bey. Bundan sonra kendinizi asla yalnız hissetmeyeceksiniz."

    Yaşamın yazıyla, yalnızlığın ölümle iç içe geçtiği bir dünyadayız. Murat Gülsoy bu tehlikeli yakınlığı fantastiğe, bilimkurguya cesurca göz kırpan bir anlatımla birleştirerek okurun zihninde canlandırıyor. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen bölümler, ekler, kara sayfalar deliliğin eşiğinde, yalnızlığın derinliklerinde ve ölümün karanlığında birleşiyorlar. Delirmekten ve yalnızlıktan kurtulmanın yolunu ölüme yaklaşmakta bulan karakterler, ölümle kol kola girdikçe deliliğin kaçınılmazlığını deneyimliyorlar.

    Tanpınar'a, Atay'a, Atılgan'a selam veren; ama en çok Borges'le, Nerval'le konuşan, onların metinlerinin ve karakterlerinin arasında ustalıkla gezinen roman, sanki yalnızlıktan kurtulmak için edebiyat âleminin büyük ruhlarını içine alıyor. Parçaları birleştirmeyi seven, ipuçlarının peşinden gitmekten haz duyan meraklı okur kadar fantastik bir kurgunun büyüsüne kapılmak isteyen maceracı okur da Yalnızlar için Çok Özel Bir Hizmet'ten yararlanmak isteyecek...
    2 ...
  6. eşref fayad

    1.
  7. filistinli şair. “inançtan döndüğü” gerekçesiyle hakkında ölüm cezası verilmiş.

    http://kitap.radikal.com....-anlamli-dayanisma-430579
    0 ...
  8. sessiz bir ölüm

    1.
  9. bilge karasu çevirisi bir Simone de Beauvoir kitabı.

    tanıtımdan;

    Burada, hemşirelerin "sessiz bir ölüm" dedikleri şey anlatılıyor. Sessiz Bir Ölüm'de Simone de Beauvoir, kendi annesinin ölümünü bütün ayrıntılarıyla betimlerken unutulmaz bir edebi eser yaratıyor. Yetmiş yedi yaşındaki annenin geçirdiği küçük kazayla başlayan öykü, hastanede fark edilen ilerlemiş kanser teşhisiyle dramatik bir hal alıyor ve olayın kahramanları acılı bir süreç yaşıyor. Yazar, bu süreç içinde yaşadığı karmaşık ve yoğun duygulanımları anlatırken, bir annenin ölümünü olanca soğukkanlılığıyla betimlemeyi de başarıyor. Böylece eser, anne ile kızın arasındaki yabancılaşmayı iyiden iyiye açığa çıkardığı gibi, annenin bütün yaşamını da anlatarak bir ölümün betimlenmesinin çok ötesine geçiyor. Yapıt bize insani ilişkilerin bir belgesini sunarken, yazara da kendi yaşamıyla yüzleşme olanağı sağlıyor.
    Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm'de bu trajik öyküyü anlatırken bir yandan da yaşam ve ölüme ilişkin kendi düşünceleri ve duygularıyla hesaplaşmayı ihmal etmiyor.
    0 ...
  10. yazının sarkacı roman

    1.
  11. semih gümüşün enfes inceleme ve eleştirilerinin olduğu deneme kitabı. hasan ali toptaşın bin hüzünlü haz kitabı hakkında yazdığı inceleme damakta tat bırakmıştır. başlığı da ayrı bir güzeldir. (bkz: yazının cehennemine yolculuk)
    0 ...
  12. kara anlatı yazarı vüs at o bener

    1.
  13. semih gümüş'ün inceleme kitabı. (bkz: vüs at o bener)'in neredeyse tüm eserlerinin incelemesi mevcuttur bu kitapta.

    ayrıca;

    (bkz: buzul çağının virüsü)
    1 ...
  14. the ones who walk away from omelas

    1.
  15. ursula k. leguin'nin çok güzel kısa bir öyküsü...

    omelas'ı terk eder miydiniz?

    OMELAS’I BIRAKIP GiDENLER

    Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar’. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı Yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. ileride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu.

    Coşkulu! Coşku nasıl anlatılır? Omelas’ın yurttaşları nasıl betimlenebilir?

    Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada. Kılıç da, kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem. Keşke sizleri inandırabilsem. Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. Ya da hiçbiri olmayabilir: Fark etmez. O size kalmış. Ben, şenliğe birkaç gün kala tepedeki ve kıyıdaki kasabalardan kalkıp Omelas’a gelenlerin çok hızlı küçük trenlere ve iki katlı tramvaylara bindiğini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem Çiftçiler Pazarı kadar cafcaflı olmasa da aslında kentin en güzel binası olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ama trenleri de olsa Omelas, şu ana kadar bazılarımıza “eh idare eder” dedirtiyor korkarım. Tebessümler, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Öyleyse bir de orji ekleyin bari. Orji işinize yararsa hiç çekinmeyin. Ama güzel çıplak rahip ve rahibelerin, yarı esrik bir halde, önlerine ilk çıkan erkek veya kadınla, sevgiliyle veya yabancıyla çiftleşmeye hazır, kanın derin tanrısallığı ile birleşmeye duydukları arzuyla içinden çıkıverdikleri tapınaklar olmasın. ilk düşündüğüm buydu, ama Omelas’ta tapınaklar olmasın daha iyi. Hiç olmazsa insanlı tapınaklar. Dine evet, din adamlarına hayır. Elbette, çıplak güzeller, kendilerini arzulayanların açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi sunarak dolaşabilirler ortalıkta. Onlar da katılsın geçit alayına. Çiftleşenlerin üzerinde davullar gümbürdesin ve gonglarla arzunun zaferi ilan edilsin (ve yabana atılamayacak bir nokta), bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar herkes tarafından sevilsin ve büyütülsün. Bildiğim bir şey varsa o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı. Ama başka ne olmalı? Başlangıçta uyarıcılar olmamalı diye düşünmüştüm, ama pek sofuca bu. Sevenleri varsa, drooz’un hafif, kalıcı ve kararlı tatlılığı doldurabilir kentin sokaklarım. Drooz zihni ve kasları büyük bir ışık ve parıltıyla kaplar önce, birkaç saat sonra bir düş rehavetiyle ve nihayet, evrenin en gizli sırlarıyla ilgili harika görüntülerle birlikte inanılmaz bir cinsel haz uyandırır; üstelik alışkanlık da yapmaz. Daha mütevazı beğeniler için de bira olabilir sanıyorum. Başka ne, başka ne olabilir coşku kentinde? Zafer duygusu elbette, cesaretin kutlanışı. Ama din adamları olmadan yapabiliyoruz madem, askerler de olmasın. Başarılı katliamlara dayalı coşku haklı bir coşku değil; işimize yaramaz, korkunç, basit. Bir dış düşmana karşı olmaktan değil, tüm insanların ruhundaki en güzel ve en haklı şeylerle, dünyadaki yazın ihtişamıyla birleşmekten doğan sınırsız ve cömert mutluluk: Omelas’ın insanlarının göğüslerini kabartan budur ve kutladıkları zafer de dirimin zaferi. Çoğunun drooz’a gerek duyduğunu da sanmıyorum aslında.

    Yürüyüş alaylarının çoğu Yeşil Çayırlara vardı bile. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından nefis bir yemek kokusu geliyor. Küçük çocukların sevimli incecik yüzleri; bir adamın müşfik aksakalına bir pastanın kırıntıları takılmış. Genç erkekler ve kızlar atlarına bindiler ve başlangıç hattında toplanıyorlar. Ufak tefek, şişman ve güleç yüzlü yaşlı bir kadın elindeki sepetten çiçekler dağıtıyor ve uzun boylu genç erkekler ışıl ışıl saçlarına onun çiçeklerini takıyorlar. Dokuz, on yaşlarında bir çocuk kalabalığın dışında oturmuş, kendi başına kaval çalıyor. insanlar dinlemek için susuyor ve gülümsüyorlar. Ama onunla konuşmuyorlar. Çünkü çalmayı hiç bırakmaz, onları hiç görmez, koyu renk gözleri şarkının tatlı, incecik büyüsüne dalmıştır.

    Bitiriyor ve kavalı tutan ellerini yavaş yavaş indiriyor.

    Bu küçük özel sessizlik bir işaret vermiş gibi birden başlangıç çizgisinin yakınındaki bir çadırdan bir boru ötüyor; görkemli, hüzünlü, içe işliyor. Atlar arka ayakları üzerinde şahlanıyor, bazıları kişneyerek karşılık veriyor. Ciddi suratlı genç süvariler atlarının boynunu okşayıp yatıştırmak için fısıldıyorlar onlara: “Sakin ol, sakin ol güzelim, sakin ol umudum…” Başlangıç çizgisinde sıra olmaya başladılar. Yarış pisti boyunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz Şenliği başladı.

    inanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere.

    Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: Bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hala orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. içlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “iyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. iyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. O kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu.

    Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.

    Çocuklara, sekiz ile on iki yaşları arasında anlayabilecek duruma geldiklerinde anlatılır ve bu çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla gençlerdir. Ama sık sık yetişkinlerden biri de çocuğu görmeye ya da bir kez daha görmeye gelir. Mesele onlara ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın, bu genç seyirciler gördüklerinden şaşkına döner, sersemleşirler. Aşmış olduklarını sandıkları tiksinti duygusuna kapılırlar. Tüm açıklamalara rağmen öfke, kızgınlık, çaresizlik hissederler. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler. Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu.

    Koşullar sert ve kesin; çocuğa güzel bir söz bile söylenemez.

    Genç insanlar çocuğu gördükten ve bu korkunç paradoksla yüz yüze geldikten sonra gözyaşları içinde ya da gözyaşsız bir hiddetle eve dönerler çoğu kez. Haftalar veya yıllar boyu düşünebilirler bunun üzerinde. Ama zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki çocuk salıverilse bile özgürlüğünü elde edemez: Sıcaklık ve yiyeceğin vereceği, küçük, belli belirsiz bir zevk, tamam, ama hepsi bu. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum göstermez. Öyle ki onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolacaktır. Gerçekliğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabullenince bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur. Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun varoluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklara böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk, genç süvariler yazın ilk sabahı, tüm güzellikleriyle gün ışığında yarışmaya hazırlanırken o coşkulu müziği yaratamaz.

    Şimdi inanıyor musunuz onlara? Daha inanılır oldular değil mi? Ama anlatacağım bir şey daha var ve buna inanmak pek kolay değil.

    Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.

    Ursula K. LeGuin
    1 ...
  16. sedef kakmalı ev

    1.
  17. sevim burak'ın yanık saraylar adlı öykülüğünün ilk hikayesi. ziya bey'i olan. ve tabi nurperi hanımı.
    0 ...
  18. esen rüzgarla gelen koku

    1.
  19. bulunduğunuz ortama göre değişir. mesela şu an mis gibi kokuyordur. yağmur, toprak, yeşillik karışımı bir koku. hmmmm.
    1 ...
  20. evin balkonunda yavrulayan köpek

    1.
  21. altı adet bebeciği ulu orta yavrulayan köpektir. sokak köpeği olduğundan belediyeye açılan telefonla barınağa götürülmüştür. durumunun iyi olduğu biraz önce kesinleşti. yavrular çok güzeldi ya.

    eksileyen kişi madem çok rahatsızsın iletişime geç barınaktan alıp sana verelim. bakalım besleyebilecek misin.
    sizin sorununuz hiç bir şey bilmeden her şeye atlamak. bıraksaydım da balkonda donsa mıydılar yavrular. zaten hepiniz duyarlı hepiniz bilinçli siniz!
    3 ...
  22. yeats in nobel konuşması

    1.
  23. Çalışma hayatım boyunca iskandinav ulusuna minnettardım. Henüz genç bir adamken, bir arkadaşımla işbirliği yapıp, birkaç yılımı ingiliz şair (William) Blake'in felsefesini yorumlamaya harcadım. Blake başlangıçta sizin yüce (Emanuel) Swedenborg'unuzun öğrencisiydi, sonrasında ona öfkeyle karşı çıktı, bunu bir miktar karşı çıkıp bir miktar müritlik ettiği dönem izledi. Arkadaşım ve ben, anlaşılması güç paragrafları yorumlamak için sık sık Swedenborg'a başvuruyorduk. Paragrafları anlamak güçtü çünkü Blake yazarken savurgan, paradoksal ve muğlaktır. Buna rağmen ingilizce temelinde yükselen yaratıcı düşünce dünyasının son kırk yılında, (Samuel Taylor) Coleridge'in bundan önceki kırk yılda bıraktığına benzer bir iz bıraktı. Şiirlerinin tümünde ve resme dair teorilerinin bazılarında Swedenborg'a tercüman oldu veya ona muhalefet etti. Son yıllarda benim de Swendenborg'a başvurduğum oldu fakat bunların hepsi onun iyiliği içindi. Stockholm'e davetiniz gelince de bilgi almak için başvurduğum kaynak yine onun biyografisiydi. Öte yandan (Henrik) Ibsen ve (Björnstjerne Martinius) Björnson olmasaydı, irlanda tiyatrosu da olmazdı.

    Ve şimdi bana bu büyük onuru bahşettiniz. Otuz yıl evvel birkaç irlandalı yazar derneklerde bir araya geldiler ve ülkelerinin edebiyatını acımasızca eleştirdiler. Edebiyatlarını taşralılıktan kurtarıp, onun Avrupa tarafından tanınmasını sağlamak bu yazarların hayaliydi. Bu adamlara da, bu akıma birkaç yıl sonra dahil olan diğerlerine de çok şey borçluyum işte. irlanda'ya döndüğümde, tıpkı benim gibi yaşlanan bu adam ve kadınları görmeye, bir hayali gerçekleştirmenin gururuyla gideceğim. Eğer onlar olmasaydı, bu ödülü ne kadar az hak edeceğimi kalbimin derinliklerinden biliyorum.
    1 ...
  24. tom robbins ten yazar adaylarına tavsiye mektubu

    1.
  25. Bir roman yazmak için masanın başına geçtiğinizde gereksindiğiniz ilk şey, omuzlarınıza koca bir avuç napalm tozu serpiştirmek olacaktır. Size öğretilenlerin hepsini tamamen yok edip unutmak için. Gerçi öğretmenlerinizin hayaletleri size fısır fısır bir şeyler dikte etmeye devam etmek için orada durmaya devam ederler. “Cümle kurarken asla zarf kullanma.” “Romanın şöyle olsun…” “Yok, yok, öyle değil, böyle olsun.”
    Tavsiyeler uzar gider. Yeter! Siz orada duran edebiyat bürokratları, acilen defolun!
    insan, “Sadece bildiğin şeyleri yaz” veya “ Göstermek yerine, anlat” gibi daha iyi niyetli tavsiyelerden bile her zaman kıvraklıkla kaçınabilir, tabii yeterince çevikse… Aslında roman yazmanın tek bir kuralı vardır. işe yarayan şeyler, işe yarar.
    Peki ama bir şeyin işe yarayıp yaramadığını nasıl bileceğiz? Gerçek şu ki her zaman bilemezsiniz. Mesela ben ilk romanımı tam 12 kez yakmıştım ama 35 yıl sonra bugün hâlâ dünyanın her yerinde baskı üstüne baskı yapıyor. Dediğim gibi, fikrinizin işe yarayacağını bilemezsiniz ama hissedebilir ve ona güvenebilirsiniz. Bu sözünü ettiğim, tamamen sezgisel bir şey ve bence sezgi tanrıların bize verdiği büyük bir armağan. Açıkçası, çoğu insana diğer herkesinkinden başka, özel bir armağan sunulmuştur ve kimse paketi açana kadar içinde ne olduğunu tam olarak öğrenemez.
    Muhteşem Nelson Algren’in dediği gibi, “Yaptığı işten tamamen emin olan bir yazar, çok da bir şey yapıyor sayılmaz.” Birçok iyi roman zorluklarla, neredeyse kendi kendini ite kaka dünyaya gelmiştir. Kökeninde, bilinçsiz bir tür masumiyet vardır. O yüzden de başlamadan önce finalde ne olacağını kafanızda tasarlamanız falan hiç gerekmiyor. Hatta ikinci sayfada ne olacağını bilmeniz bile gerekmiyor. Her şeyi bilmek isterseniz, romanınızı daha doğmadan öldürmüş olmaz mısınız? Ona nefes alacak alan verin ve yön değiştirerek sizi şaşırtmasına müsaade edin. Roman yazmak bir gemi veya tren yolculuğu gibi rota gerektiren bir şey değil, tamamen özgürce yaşanacak bir maceradır.
    Elinizde bir ana konu olsa iyi olur tabii; bir tema, yaratmak istediğiniz etkiye dair genel bir çizgi… Bunun ötesinde, yapmanız gereken tek şey hayal gücünüzü espri duygunuzla harmanlamak, bir iki karakter oluşturmak ve bu küçük kayığı şahsi bakış açınızı da katarak geniş, karanlık nehre salmak… Akış sizi nereye götürürse. Bir sonraki kıvrımdan sonra karşılaşacağınız tehlikeli girdabın sesini işitirseniz, hey, dik durun, zihninizi netleştirin ve aralıksız kürek çekmeye devam edin. Artık sahiden yazmaya başladınız, bunun tadını çıkarın. Çünkü işin en iyi kısmı şimdi başlıyor.
    Evet, roman yazmak kontrolden çıkmaya benziyor bir parça ve aynı anda bir an bile boş bulunmamayı gerektiriyor. Kafanızı mı karıştırdım? Eh, zaten başından beri çok kafa karıştırıcı bir şeyden söz etmiyor muyuz? Deneyin. Belki delireceksiniz. Ve gene de bu işi çok seveceksiniz.
    1 ...
  26. yağmur küçükbezirci

    1.
  27. selçuk üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölüm başkanı olan çok sevgili hocam. sevilir, hem de çok.
    0 ...
  28. kaçakçı şahan

    1.
  29. okunması farz olunan kitap.
    0 ...
  30. deccalin hatırı

    1.
  31. sezgin kaymazın son kitabı. seri halindeymiş. bu ilk kitap; deccalin hatırı (sevinç kuşları 1)

    tanıtımın bülteninden:


    "Bir çift ölü göz gözlerinin içine dikilmiş, öbür dünyadan buna bakıyordu sanki. Ve ne kadar kibar konuşuyordu ölü. Kılığına bak, ya otopark değnekçisi ya durak kâhyasıdır derdin; yüzüne bak, melek midir nedir; gözüne bak, ölmüş de haberi yok yazık; hiçbir yerine bakmadan sırf dinle, haber spikeri. Ve de ne kadar âşinâ geliyordu Allahım. Ve maalesef nasıl da ürpertiyordu."Deccal olmak, melek olmak… Ölü olmak, diri olmak… Hasta olmak, sağlıklı olmak… Erkek olmak, kadın olmak, eşcinsel olmak, başka cins olmak… (Bir de "cins" olmak var tabii, o ayrı!) O kadar ayrılar, o kadar başkalar mı gerçekten? Bir bakın, bir düşünün bakalım.Sezgin Kaymaz, hem tiryakilerine alıştıkları lezzeti hep yeniden sunan, hem de hep yeni sulara açılan bir yazar. Tekinsizliğin, şiddetin, "kötülüğün", olağanüstünün ve gündeliğin içinden hep sevinç kuşlarını havalandıran bir yazar, aynı zamanda… Deccalin Hatırında sevinç kuşları, koma halinin, manyak doktorların, mafyacıların, polisçilik oynayan polislerin, lubunyaların, haris rantiyelerin ve tabii her zaman olduğu gibi, garibanların arasından havalanıyor.
    0 ...
  32. yekta kopanla cumartesi

    1.
  33. artı 1 bir tv'de başlayacak olan edebiyat programı. ilk konuğu murathan mungan mış. 22:00'da başlıyor.
    0 ...
  34. kara kitabın sırları

    1.
  35. Darmin Hadzibegovic tarafından yazılan, orhan pamuk'un ''kara kitabı hakkındaki yazıların kitabıdır. orhan pamuk desteklidir.
    0 ...
  36. akhtamar

    1.
  37. yeni bir sigara ucuz ve içilesidir.
    0 ...
  38. neslihan önderoğlu

    1.
  39. alakarga sanat yayınları tarafından yayınlanmış iki kitabı bulunan narin ve güzel öykücü. ayrıca izafi ve notos dergilerinin son sayılarında çok güzel öyküleri mevcuttur.

    (bkz: mevsim normalleri)
    (bkz: içeri girmez miydiniz?)
    0 ...
  40. yazarlarda derin izler bırakan kitaplar

    1.
  41. yazarları çok derinden etkileyen kitaplardır.

    (bkz: ölüler evinden anılar)
    (bkz: mahrem)
    (bkz: dava)
    (bkz: dönüşüm)
    (bkz: sonsuzluğa nokta)
    3 ...
  42. selçuk üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı

    1.
  43. derslerinin kazık olduğu üniversitenin bölümüdür.

    (bkz: sema zafer sümer)
    2 ...
  44. insan en çok hangi harfe benzer

    1.
  45. ''z'' bu harf bana hep kararsızmış gibi gelir. hem de pek umursanmıyor muş gibi.
    1 ...
  46. yolculuk korkusu

    1.
  47. bedenim yarın ki yolculuğumun korkusuyla dolu sabah tandır. yolculukları hem sevmek hem de onlardan korkmak kafa karışıklığı yaratıyor bende. aklıma otobüsler, otogarlar geldikçe içim kararıyor. tuhaf olansa buna rağmen hala onları seviyor olmam. orada bulunmak,nedense, hep farklı bir zevk veriyor bana. ama diğer yandan da tiksinmeye yakın bir şeyler hissediyorum. biliyorum çok saçma. elimde değil lakin, irademin dışında gerçekleşiyor bunlar.

    bugün gidip bilet aldım. bacaklarım yine birbirine dolandı. yer, sanki, ayaklarımın altında kayıyormuş gibi hissettim. bunun yanında farklı bir zevki vardı otogara gitmemin. tramvaya binmek, yolda müzik dinlemek. hele ki kafayı cama yapıştırıp, sanki ummanları seyrediyor muşsun gibi hissetmek... bu dünya da karşılığı çok az olan bir kaç zevkten biri.

    şimdi,yolculuğumun arifesinde içim bir tuhaf. bunun yanına eklenecek pek bir şey yok. en son ne zaman yolculuklarla ilgili yazı yazdığımı düşünüyorum. zaman dört-beş yıl öncesinden sesleniyor. eski anılarım depreşiyor, heyecanlılar gibi. öyle ki yeniden hatırlanmak, daha doğrusu unutulmadığının farkına varmak, insanlarda olduğu gibi, diğer her şey içinde bir heyecan yaratıyor.

    ankara yolların dayım. elimde küçük bir defter, cebimde beş lira. kalemimle bir şeyler karalıyorum deftere. anlamsız cümleler kurup, kendimi bir şekilde tatmin ediyorum. yolculuk uzun bir süredir başlamış. bana günler gibi geliyor. sanki tekmil yolcular bir boşluktaymış gibi hissediyorum. öyle bir boşluk ki sonu yok. otobüs zerrecik olmuş gibi boşluğun karanlığında. benim tek düşündüğüm şey ise, bir an önce çıkışını bulmak bu boşluğun. ama biliyorum ki zaman dolmadan hiç birimiz inemeyeceğiz bu otobüsten. kimisi kusuyor, kimisi uyuyor. bu umarsızlıkta kendimi o kadar değersiz hissediyorum ki. en çok bu koyuyor bana. belki yolculukları hem sevip hem de sevmemem de bunun da etkisi var. seviyorum çünkü bana beni anlatıyor. yok, ya da kendimle yüzleşmemi sağlıyor. sevmiyorum çünkü; her defasında kendimle yüzleşmek zorunda kalıyorum. kendim de görmek istemediklerimi, sürekli üstünü örttükleri mi gösteriyor bana.

    yollar değilde, yolculuklar korkutuyor beni. mesela en önlerde hiç oturmadım, oturamam da. hem otursam da ufku izlemeyeceği mi biliyorum. kaparım muhtemelen gözlerimi. biliyorum, eğer ufku izlersem zamanla bir yarıştaymışım gibi hissedeceğim. ya da, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelir yolculuk.

    aradan ne kadar zaman geçmiş. kaç yıl önceki ben neredeyim şimdi? acaba kendimi ankaraya gittiğim otobüsün bagajında mı unuttum? bu yüzden mi hala kaybolmuş gibiyim? ankaraya indiğim ilk günde kaybolduğum gibi?
    belli mi olur. bakarsın yarın ki otobüsümün bagajında yıllar önce kaybettiğim kendimi bulurum. ama bu defa ankaraya gitmiyorum.
    2 ...
  48. insan manzaraları

    1.
  49. yaşar kemal, nazım hikmet, elif şafak, aslı erdoğan ve orhan pamuk'la yapılan güzel röportajların olduğu trt türk programı.

    burada da youtube link'i varmış;

    https://www.youtube.com/watch?v=3B81dl87e4E
    0 ...
  50. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük