korkut boratav'ın 09.05.2010 tarihinde sol haber'de çıkmış olan yazısının başlığı. bu yazıda yunanistan özelinden yola çıkarak ab'nin zayıf halkalarında bulunan ülkelerin ab üyeliğinin maliyetini tartışmakta. yazı, almanya'dan bulunan bir kurumun hazırladığı rapordan yola çıkarak yunanistan'da başlayan ve portekiz, ispanya, irlanda gibi ülkelere sirayet edebilecek krize dair bazı ön açıcı bilgiler sunuyor. bu bilgiler arasında benim açımdan en çok ilgi çeken nokta almanya'daki bir beledeyinin borçlanması ile yunanistan'ın borçlanması arasındaki farkın yunanistan aleyhine nasıl döndüğüne ilişkin yetkilelerin açıklamalarıydı. okumakta fayda var.
Birgün gazetesinde yayınlanan liberal kişilik adlı dosyada metin çulhaoğlu'nun yazı dosyası için yazdığı metnin ana başlığı. öz olarak liberalizmin ve liberallerin tutumlarına yönelik bir eleştiri yazısını içermektedir ve ironik bir takım tespitler bulunmakta. yazının tamamı şöyle:
" 1. Liberalizm ve devrimci demokrasi, burjuva devrimler döneminin ürünü olan iki tarihsel kategoridir. Burjuva devrimlerin tarihsel görevlerini tamamlamalarıyla birlikte, bunlardan devrimci demokrasi burjuva ideolojisi ve sosyalist ideoloji tarafından soğurulmuş, liberalizm ise sermaye sınıfının özgül ideolojisi olarak tekleşmiştir.
2. Bir dinamik olarak devrimci demokrasi daha sonra metropol kapitalizmin dışındaki coğrafyalarda hayat bulmuştur. Ancak, özelliklelerin son döneminde başlayıp günümüze doğru yoğunlaşan neoliberal saldırı, devrimci demokrasiyi bu coğrafyalarda da ayrıştırıp liberalizm ve sosyalizm olmak üzere iki alana göndermiştir.
3. Gerek genel olarak liberal ideolojinin gerekse tekil liberal kişiliğin özü şudur: Hoşgörü ve anlayışla bakılması gereken alanları belirli sınırlar içinde tanımladıktan sonra, bu sınırların dışındaki her alana yönelik hoşgörüsüzlük ve karşıtlığı besleyecek bir ideolojik çerçevenin oluşturulması...
4. Dolayısıyla, liberalin hoşgörülülüğü, çok daha geniş olan hoşgörüsüzlükler alanını kamufle etmesinin bir aracıdır.
5. Liberal, demokrasinin, hakların ve özgürlüklerin temelinde serbest teşebbüsün ve piyasanın yattığını düşünür. Serbest teşebbüse ve piyasa mekanizmalarına dokunmayan her tür konuma, tutuma ve siyasal yönelime hoşgörülüdür ve anlayışlıdır. Piyasaya ve serbest teşebbüse yönelik kısıtlama ve müdahaleler ise liberalin aslında çok geniş olan hoşgörüsüzlük alanına girer.
6. Liberal, bu nedenle, üretim araçlarının kamusal mülkiyetine dayanan, merkezi planlamalı bir sosyalizmi ya büsbütün olanaksız ya da özgürlüklere temelden karşı sayar. Burjuva liberal ile devrimci demokrasideki ayrışma sonucu liberalizme eklemlenen sol liberal bu konuda aslında büyük ölçüde aynı yerdedir. ilkindeki "olanaksızlık" anlayışı, ikincisinde "reel sosyalizm eleştirisi" kılığına bürünür.
7. Liberalin en belirgin özelliklerinden biri tarihe bakışında ortaya çıkar. Liberalin anakronik denebilecek bir tarih anlayışı vardır. Tarihsel süreç ve oluşumları kendi dönemlerinin koşullarına göre değerlendirmek yerine, bu süreç ve oluşumlara yaşadığı güncel anın mutlaklaştırılmış kavramlarıyla bakar. Bu nedenle, örneğin Spartaküs olayına insan hakları, tarihteki köylü ayaklanmalarına "katılımcı demokrasi", 1789 Fransız Devrimi'ne kadar olan döneme "demokrasi karşıtı Jakoben diktatörlük", Osmanlı dönemine "mozaikçilik", ulusal soruna ise "kimlikçilik" gibi kavramlarla bakar.
8. "Liberal" kavramının ilericilik ve radikallik çağrışımı yapması yalnızca ve yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'ne özgü bir durumdur. Bu ülke dışında dünyanın hemen her yerinde liberallik aslında muhafazakârlığa ve var olanın temelde korunmasına yatar.
9. Türkiye'de burjuvazinin gelişimi, liberal ideoloji üretme bakımından olağanüstü kısır kalmıştır. Ülkede son dönemin liberal ideologları da büyük ölçüde soldan devşirilmiştir.
10. Türkiye';deki liberal kişiliğin psiko-patolojik durumu da burada belirginleşmiştir. Liberal, bugününü, kendi geçmişine söverek temellendirmeye çalışır. Galatasaraylı veya Fenerbahçeli bir futbolcu nasıl diğer takıma gol attığında "gerçek Galatasaraylı" veya "gerçek Fenerbahçeli" sayılıyorsa, liberal de aklınca sosyalizme "gol attığında" gerçek liberal sayılacağını düşünür."
noviembre (kasım) adlı filmin son sahnesinde bulunan bir cümle. sadece filmi özetlemekle kalmıyor, aynı zamanda filmin yönetmenlerinin de sanata dair bakış açılarını filmdeki ana kahraman tarafından dillendiriyor bu cümle ile.
film kısaca bir grup sanatçı adayı öğrencinin aldıkları eğitimi beğenmemeleri ve sanatın toplum içinde yapılmasını savunmaları ile başlıyor. genel olarak; basmakalıp, kısırlaştırıcı sanat anlayışına karşı özgür bir sanatı destekleyen grup sokaklarda gösteriler yapmaya başlar. bizdeki meddahların tarzlarına benzeyen bir şekilde ilerleyen sanat anlayışları, hızla yaygınlaşır ve destek görür. ancak destek gördükçe baskı da görmeye başlarlar. en sonunda bir opera oyununu basmaya karar verirler. ve olaylar bu sahneden sonra gelişir.
filmi kısa olarak özetlendiğinde olay bundan ibaret gözükebilir. ancak sanattaki bayağılaştırıcı, kısırlaştırıcı, dahası onu dar elit bir gruba hapsedici anlayışa karşı özgürleştirici bir hamle olarak görülmektedir sanat. dahası böylesine bir sanat aydınlanmanın ve insan aklının ileriye dönük umutlarının da somutlaştığı noktalardır. yaptıkları şeyler basit gibi gözükebilir sanatçının; fakat dikkat edilmesi gereken nokta ise sanat insanlığı özneleştiren bir yapıya sahiptir. bunu da bir gelecek kurgusuyla sağlar. verili zamanın ötesine geçebilecek silahlardan biridir sanat. geleceği şekillendiren, insanı özneleştiren ve verili olanı değiştirebilen bir silah.
özetle belgesel havasında giden bu kurgusal filmin can alıcı noktası da bu cümleydi. filminde ötesine geçen, farklı bir sanat anlayışını, genel bir anlayışı da özetleyen bir cümle: "sanat içinde geleceği barındıran silahtır."
2.türkiye işçi partisi'nin gençlik örgütlenmesinin ismi. önemli bir çevre edinmekle beraber; önüne koyduğu hedef öğrenci, işçi, köylü ve bütün kesimlerden gençliği örgütlemekti. 12 eylül'le beraber tip'in kapatılmasıyla kapandı.
1917 ile 1920 arasında sovyetler birliği'nde önemli bir destek bulmuş sanat akımı. yeni bir toplumda sanatın ve kültürün nasıl olacağına dair tartışmalara dair alexander bogdanov tarafından öne sürülmüş bir tezdir. buna göre bu sosyalist toplumda eskinin bütün sanat anlayışları ve mirasları toptan reddedilmelidir. bunun yerine doğrudan gücünü işçi sınıfından alan saf bir kültür yaratılmalıydı.
bu görüş önceleri diğer tüm akımlar gibi doğrudan yeni iktidarca desteklendi. böylece eskinin kültür sanat anlayışı yıkılıyor ve geniş kitleler yeni insanın var olması sürecinde kendini kültür sanat alanında besliyordu. 1921 yılına gelindiğinde 80.000 fazla sanatçı yaratmıştı bu akım. ancak sosyalist gerçekçiler bu akıma karşı çıkıyorlardı. özellikle halk eğitim komiseri lunaçarski kültür ve sanatın eski toplumdaki ileri yanları sahiplenerek birikimli bir biçimde ilerleyeceğini söylemekteydi. lunaçarski'ye göre kültür sınıflar arası bir biçimde tarif edilebilirdi ve sınıflar arası konumlanışlara göre geçişkenlik arz edebilirdi. en azından marksist bakış açısı sınıflardan azade bir bakışa sahip olmayacağı için lunaçarski bunu önermekteydi ve yeni sovyet iktidarı'da hızla bunu desteklemeye başladı. hatta o dönem pravda'da troçki şunları yazacaktı: " saf bir kültürün olacağı düşüncesi en basit küçük burjuva düşüncesi kadar safçadır! bir anca önce terk edilmeli." ( pravda, 1918)
nitekim lunaçarski'nin "kültür; sınıflar arası konumlanışlara göre belirlenir." ( tüm rusya proletkült konferansı, 1918, s:65) görüşü hakim oldu. proletkült eksik kalmış bir deneyim olarak tarihe geçti.
belarus'lu düşünür ve bilimadamı alexander bogdanov tarafından öne sürülmüş ve dönemin bazı düşünür ve bilimadamlarınca destek görmüş fikri. ancak dönemsel bir geçişten sonra bu düşünce tarzı 1970'lere kadar tarihin derinliğine gömülmüştür. genel olarak buna etki eden şeyin felsefi planda lenin'in yazdığı ampriokritisizm eleştirisi olan eseridir.
genel olarak tektoloji biyoloji ve fizik gibi fen bilimlerinin sosyal bilimlerde dahil bütün sistemlere uygulanarak bütün bilimleri kapsayacak bir tek bilimdalı olarak tasarlanmıştır. bir tür interdisiplener, farklı metodoloji tekniklerini birleştiren bir geçişken anabilim dalı olarak görülmüştür. özünde bütünselci bir bakış açısı yatmaktadır.
1875 yılında ukrayna'nın poltava kentinde dünyaya gelen ve 1933'te paris'te ölen devrimci, ilk sovyet halk eğitim komiseri. temel olarak sosyalist gerçekcilik akımını savunan ve özellikle kültür alanında etkili çalışmalar yapan biri olmuştur. 1895 yılında rusya sosyal demokrat işçi partisi'ne üye olan, 1902'den itibaren bolşeviklerin safında yer almıştır.
lunaçarski sürgün yıllarında yurtdışına çıkmış, 1904'te bolşevik safların ileri adlı gazetesini çıkarılması sırasında lenin'le tanışmıtır. bu dönemde paris'te işlettiği küçük bir parka kendi adını vermiş ve bildiğimi lunapark doğmuştur. hayatı sosyalizm mücadelesi ile geçen biri için ilginç bir ayrıntıdır bu. 1905 devriminin başarısız olmasından sonra aleksandr bogdanov'un- gene lenin'in yakın arkadaşı olan bir aydın- merkezinde bulunduğu bir akıma kaymıştır. nitekim bu dönemde ciddi anlamda lenin tarafından eleştirilmiştir.
1917 yılında yeniden bolşevik saflara katılan lunaçarski deyim yerindeyse sovyet kültürünün yaratılmasında başrollerden birini oynamıştır. ilk halk eğitim komiseri olmasıyla beraber sovyet yazarlar birliği örgütlenme komitesi'nde yer alan lunaçarski o dönem hızla yaygınlaşan proletkült- gene bogdanov tarafından ileri sürülen tezler- akımına karşı fütürizmi ve sosyalist gerçekciliği savunmaktaydı. bu görüşleriyle beraber lunaçarski; kültürün toplumların yaşamında birikimli bir biçimde ilerlediğini, ancak sınıflı toplumlardaki dönemlerde sosyalizmin eşiğine kadar bir süre sonra kendisini derin bir mistisizme ve metalaşma eğilimine bırakmıştır. öz olarak lunaçarski geçmişin kültürünü yozlaşmış ve köhnemiş olarak değerlendiriyordu. ancak proletkült akımını savunanlar gibi yeni sosyalist toplumun inşaasında kültür-sanat alanında sil baştan iş yapılamayacağını söylüyordu. ayrıca saf bir işçi kültürünün tarihsel olarak imkansız olduğunu, her yeni üretim ilişkisinin eskinin ileri yanlarını içererek ileri kesimlerce yaratılacağını söylüyordu. bu sözün anlamı aslında basit; yeni kültür işçi sınıfının aydınlarınca yaratılacağı görüşünü savunuyordu. nitekim lunaçarski'nin görüşleri giderek ağırlık kazandı ve hakim görüş haline geldi.
yaşamının sonunda madrid büyükelçiliğine atanan ancak yolda paris'te ölen lunaçarski; geride derin bir iz bırakmıştır. her ne kadar kendisinden sonra özsel olarak gerçekcilik akımının eski bütün değerleri sosyalist gerçekciliğe içkin hale gelmişte olsa, yeni bir toplumda kültürün nasıl yaratılacağına dair tezleri hala önemli bir kaynaktır. bir yanıyla özgün, bir yanıyla eklektik olan lunaçarski dönemin aydın tipini özetlemekteydi: yeni bir topluma dair inancı ve sürekli devrimci bir iktidarın iddiasının taşınması. bu iki özellik dönemin aydının en önemli iki özelliğidir ve lunaçarski'de bunları taşımaktadır.
devlet ile siyasal iktidar arasındaki ilişki her daim siyasetle uğraşanlar için cevaplanması gereken bir soru olmuştur. bu soruda her ikisi arasındaki ilişki tarif edilmeye çalışılırken, birbirlerine göre konumlanış ve hiyerarşileri, dahası belirlenim altında kaldıkları yapıların neler olduğu cevaplanmaya çalışmıştır. kuşkusuz bu cevapları veren kişiler kendi nesnel gerçekliklerinden, maddi dünyadaki konumlanışlarından ve belirlenim altında kaldıkları düşünce birikiminden bağımsız değildir. ancak bir gerçek var ki; bu öznellik arasında arayacağımız cevaplar maddi gerçekliğin kendisine dayanacaktır; yani nesnel olmaya çalışacaktırlar.
önce siyasete dair bir ortodoks önerme ile çıkalım: siyaseti belirleyen asıl şey sınıf dinamiklerinin ve mücadelelerinin kendisidir. o halde sınıf mücadelesinin asli hedefi siyasal iktidarın alınmasıdır. siyasal iktidar bu mücadelelerin merkezinde duran asli unsurdur. siyasal iktidarın kendisi; belirli bir anda ve alanda karar alabilme, bu kararları uygulama mekanizmasıdır. bu karar süreçlerini etkileyen olgular ise siyasal iktidar kavramının kapsamında kalan bir alanı tarif eder.
devletin kendisi ise çoğu siyaset bilimci- aslında bu kavram burjuva bir bilim için geçerlidir, ancak şimdilik bu kavramı kullanmaya devam edelim- için bir aygıttan ve düzenleme aracından ibarettir. genel olarak ise devletin konumu ve görevi bir hakemlik olarak tanımlanmaktadır. ancak bilindiği üzere siyasetin kendisi maddi gerçeklikten beslenir ve çeşitli düzlemler üzerinden belirlenir. devletin yalnız bir hakemlik görevi üstlenmesi hem tarihsel açıdan hatalıdır, hem de siyasal açıdan. diğer taraftan devleti dör başı mamur bir ideoloji ve baskı aygıtı olarak gören, bu aygıtı tamamen egemen sınıfın belirlenime bırakan anlayışta açıkçası devleti hiçleştiren bir anlayıştır. bazılarının aklına 60'lı yıllardan itibaren başlayan avrupa marksizminin önemli düşünürleri olan miliband, althusser, laclau gibilerin fikirleri aklımıza gelebilir. nitekim poulantzas'ın devleti hiçleştiren yaklaşımı ile althusser'in devleti mutlaklaştıran, diğer tüm toplumsal ilişki biçimlerini onun içine sokan yapısalcı anlayışa bir itirazda bulunmak gerekiyor.( kriz yazıları, louis althusser, ithaki yayınları, 1978) hem entelektüel açıdan belirli noktalarda sakat, hem de siyasal açılardan. özellikle siyaset gibi entelektüel alandan beslenen ama onunla açı farkları bulunan bir düzlem için son derece önemlidir.
burada durarak siyasal iktidar hakkında bir hatırlatmada bulunalım. siyasal iktidarla sınıf iktidarı aynı şey değildir. sınıf iktidarı belli bir formasyonda bütün yapıları kapsarken, siyasal iktidar bu iktidar biçiminin siyasal düzlemdeki izdüşümüdür. Bu noktadan asıl vurgulanması gereken şey ise devletin varlığı siyasal iktidar için mutlaktır. devleti kitleler açısından hem ideolojik yapısı ve gelenekleriyle hissettirmeyen, hem de yaptığı siyaset ve baskı aygıtıyla her an hissetiren duygu buradan gelmektedir. siyasal iktidar açısından elzem oluşu. aynı anda hem hissedilen, hem de hissedilmeyen devlet aygıtı hakemlik görevinin çok ötesinde meşruiyet, kanun yapma yetkisi ve nesnel şartlarla belirlenen toplumu bir formasyona sokma gücü verilir. bu gücün ana kaynağı ise siyasal iktidarsa, siyasal iktidarın gücünde de sınıf iktidarı yatmaktadır.
sonuç yerine belirtmek gerekiyorki; mevcut devlet anlayışının sınıf mücadelelerini aklayan bir konumda bulunduğu, siyasal iktidar denilen olguyu göz ardı edişi bulunmaktadır. bunun bir an önce silinmesi gerekmektedir. çok özel bir düzenleme kurulu olan devletin mevcut sınıf mücadelelerinden etkilenmediğini iddia etmek gülünç olduğu gibi, siyasal iktidar aygıtını es geçen anlayışlar da mahkum edilmelidir. devlet ve siyasal iktidar arasındaki ilişki, hiyerarşi ve meşruluk kaynakları bir kere daha yeniden irdelenmelidir. devletin özerk alanı muğlaklaştırılmış, siyasal iktidar kavramı ise yerin dibine sokulmuştur. buna dair hem siyasal, hem de entelektüel bir çalışma zarurudir.
1949 yılında kurulmuş olan ve o tarihten itibaren barışı, silahsızlanmayı, ulusal bağımsızlığı ve emeğin kurtuluşunu savunan oluşum. bu saydıkları için ise oluşum "emperyalizme karşı mücadele" amacını benimsiyor. 60 yıllık geçmişinde nazım hikmet, pablo neruda, luis aragon, frederic julot currie gibi şanatçı, bilimadamı, aydın ve siyaetçiler yer almaktaydı. bugün barışın simgesi olan güvercin, bu konseyin 1949 yılında yaptığı kurultaya hediye olarak pablo picasso tarafından çizilmiştir. pek çok ülkede daimi üyeleri bulunan konseye türkiye'den barış derneği bulunmaktadır.
bilginin toplumsal tarihi, rönesans gibi eserlerin yaratıcısı tarihçi-sosyolog. özellikle bilgi süreçleri ve rönesans üzerinde bir uzman olduğu açık olan peter burke, aslen bir kültür tarihçisidir. bu alanda etkili bir kişi olmakla beraber, çok az kişinin üzerinde kafa yorduğu bir alanda çalışmak istemesi de kendisini önemli kılmakta. ancak işin açıkçası bir ön açıcı olarak görülebilecek bir kişi olmasına karşılık peter burke bu alanı tek başına domine edemez. aydınlanma dönemi konusunda galiba biraz daha fikir yürütülmesi gerekiyor. zira tarihin de, bilginin de öznel yorumlarla açıklanmaya çalıştığı ve araştırma metodolojilerinin bu kadar önem kazandığı bir dönemde bir gerçeklik yaratmak zor gözüküyor. en azından ilerisi için.
merkezi abd'de bulunan ve açılımı insan hakları izleme komitesi olan hrw'nin ortadoğu ile yayımladığı raporlarda açığa çıkan bir gerçek. söz konusu raporda "saldırıdan önce hedef bölgeye çok daha fazla uyarıda bulunmak ve saldırının zamanlamasını açıklamak daha olumlu bir etki bırakacaktır" gibi bir cümlenin geçmesi ile insan olan ile ilgili her şeye yabancı olduğu ortaya çıkıyor bu yapının.
daha evvel de abd ile sorunu olan ülkeler hakkında raporlar yayımlayan ve şer ekseninde bulunduğu iddia edilen yönetimlerle ilgili savaş kışkırtıcılığı yapan komite, böylece yeni bir iğrençliğe daha imza atmış oldu. komite daha önce venezüella'da tepki çekmiş ve kovulmuştu. işin ironik yanı, gazze'nin bazı bölgelerinde insanları telefonla uyuran israil'li yetkililer güvenli olacağını söylediği bölgeleri de bombalamış ve insanları katletmişti.
müsiad kurucu başkanı olan erol yakar'ın star gazetesine verdiği demeçteki "asıl burjuva biziz." açıklaması, değişen iktidar ilişkilerinin de bir özeti oluyor. geçtiğimiz günlerde akp'ye olan yakınlığıyla bilinen ethem sancak'ın tüsiad'ı hedef tahtasına koymasından sonra müsiad başkanın da tüsiad'ı hedef alması, sermayenin çeşitli kesimleri arası süren koalisyonun bozulduğu anlamına geliyor. uzunca bir süredir ab, dış politika, reformlar ve emek gündeminde ortak tutum almaya çalışan ama aradaki gerilimleri saklamayan iki patron örgütü arasındaki rekabet yerini açık bir kafa tutmaya bırakıyor gibi.
elbette bu açıklamalara belirli bir ihtiyat payını koymak gerekiyor. müsiad ile tüsiad arasındaki gerilim yeni değil, üstelik bir süredir de su yüzüne çıkmış durumda. ancak; sancılı bir sürecin bir anda, aniden bitirileceğini sananlar yanılıyorlar. her iki patron örgütü de değişen sermaye güçleri, toplumsal etkileri bir yana hala bir çok başlıkta koalisyonlarını sürdürmek zorundalar. öte yandan bu açıklamaların ardı ardına gelmesinin bazı siyasi anlamları var. tüsiad'ın devlet eliyle semiren elit grup, müsiad'ın ise yenilikçi bir sermaye kesimi olarak görülmesi değişen geleneksel sermaye kesimlerinin ve onların paradigmalarının çözülüşü olarak görülebilir. artan kriz koşullarıyla beraber ülkenin değişen paradigmaları ile toplumsal ilişkilerde belirleyen sermaye kesiminin değişimi olarak okunabilir bu açıklamaların.
bir diğer yandan uzunca bir süredir devlet eliyle semiren ve bunu inkar eden müsiad'ın "artık zenginliğimizi göstermeliyiz." anlamına gelen ifadeleri bir gerçekliği ortaya çıkarıyor. açıktır ki; ülkemizde akp ile somutlaşan siyasal islamın, kendisini yegana sömürücü güç olarak görmeye başlaması uzun vaadede inançlı ancak yoksul kesimler ile sömüren patron kesimi arasında bir kırılmayı yaşatacaktır. yani anlaşılan uzun vaadede sermaye eksenli bir kırılma siyasal islamcı harekette mümkündür. elbette belirli bir ideolojik tutkalı sağlayacak araçlar geliştirmeye devam edeceklerdir.
bir gerçeği yazmadan etmeyelim. bu iki kesimin bir anda birbirlerine girerek kanlı bir savaş vereceğini sanan varsa tahminlerini kendilerine saklasın. bir çok noktada ortak tavır sürmeye devam edecektir. fakat orta vaadede bir hesaplaşma söz konusudur. bunun siyasal alandaki mevzusuysa geleneksel kemalizmin yerini liberal bir muhafazakarlığa bırakılmasıdır. işin gerçeği ise siyasal alandaki dönüşüm ekonomik anlamdaki dönüşümü şimdilik aşmış ve eşitsiz bir gelişim yaratmıştır. buradan doğacak gerilimler süreci hızlandırabileceği gibi, savrulmayı da yaşatabilir.
uzun uzadıya yazı devam ettirilebilir. başlığın asıl kaynağını da buraya ekleyebiliriz ama bir şeyi de ben belirteyim. "katı olan her şeyin buharlaştığı", "uhrevi olanın ise dünyevileştiği bir gerçek". bu gerçek ileri de bir takım gerilimlerin asıl sebebi olacaktır.
felsefede bir tezi kuramsal bir bazda doğrulamak anlamına gelen kavram. biraz açacak olursak; bir harf değişiği olan kanıtlamadan farkı birincisinde( kanıtlamada) eylemin veya tezin kuramsal bazda gerçekleşiyor olması gerekmez. aynı şekilde pratiksel bir doğrulama yoluyla da- deney veya gözlem- bir olgu kanıtlanabilir. ancak tanıtlama felsefeye özgüdür; çünkü yalnızca kuramsal bir noktada belirir. örnek vermek gerekirse siyasal iktisadın eleştirisi bir felsefe tezine dayanak olarak sunabilir. ancak bunun pratikçe doğrulanması gerekmez. bu nedenle tanıtmala felsefede bir önermenin, tezin veya olgunun dayanak noktalarını oluşturan saç ayaklarıdır.
marks ve engels'in kaleme aldığı manifestoda geçen bu söz, aslen burjuvazinin ve kapitalizmin toplumda yarattığı değişiklikleri özetlemektedir. eskinin kadim ve yıkılmayacağı sanılan duvarlarının bizzat bu yeni sınıfça yıkıldığını ve iktidarın gözle görülür bir biçimde maddi bir güce dönüştüğünü söylemektedir bu sözle marks ve engels.
zorlama işlerle devrimciliğin olmayacağını kanıtlarcasına tezler üreten grup. biraz kötü bir seviyeden olacak ama "o iş troçkizm ile olsaydı reel sosyalizmin ardından her yerde patlayan devrimler olurdu." demek gerekiyor sanırım
pek çok yaklaşıma sahip olmakla beraber dış politika denilen şey tek başına globalist ve realist politikaların bütünü değildir. her ne kadar 19.yy'ın sonlarından sonra idealist dış politika tezahürleri fazlasıyla romantik olarak adlandırılmaya başlandıysa da bunların dışında bir de uluslarası dengeleri üretim ilişkileri üzerinden açıklamaya çalışan marksist bir yaklaşım daha vardır. son 20 yılda hakim globalist/realist anlayışa karşın bu tezin varlığı da halen etkisini korumakta ve alanını genişletmeye çalışmaktadır.
özellikle 1945 ile 1970 arasında tüm dünyayı kaplamış olan ekonomik yönetim biçimi olmakla beraber neo-liberal politikaların serbest piyasayı poh pohlamasıyla özellikle çevre ülkelerde rafa kaldırılmaya çalışılmış ya da eğip bükülmüştür. artık çubuğu bükme zamanıdır, kalkınma fikrinin ilerleme fikrinden ayırt edebilmek zorlaşmıştır.
merkezi planlamayla kamusal üretimi ve halkın refahını ön plana çıkaran bir ekonomik yönetim çeşididir. işsizlik oranlarının en düşük olduğu seviyelerde planlı ekonominin eseri olduğu görülecektir.
yasal olma halidir, meşruluğun tek kaynağı olarak görülmektedir. ancak yasallık her zaman meşru olmak zorunda değildir. örnek vermek gerekirse; bir ülkede baştan aşağı kirliliğe batmış bir iktidar, bir egemen ideoloji vasıtasıyla kendisini yasallaştırabilir ve tek geçerli olarak ilan edebilir. dahası kitleler buna destek bile verebilir. ancak bu meşruluk zeminini yitirmiş bir harekettir ve tarihin ayıklayıcı gücü bunu ileriki bir zamanda da olsa ayıklar. bu nedenle yasallık meşruluğun tek zemini değildir. meşruluğun kendisi varlık zemininin güçlü olup olmamasıyla ilgilidir.
iktidar somut olarak güçle özdeşleştirilen ve bir topluluğu yönetme olarak bilinen bir kavramdır. iktidarın kendisi aynı zamanda ana belirleyenin de kendisidir. ancak toplumsal yapıya uygulandığında iktidar; fizik konularındaki gücün etkisine benzer bir etkiye sahip değildir. iktidar meşruluk ve yasallık alanlarını aşmadan iktidar olarak kalamaz. iktidarın özü sınıfsaldır ve kendi prensiplerini yaratan şey üretimdeki ilişkilerdir.
klasik anlamıyla marksizm'in her alanda üretimden yola çıkarak kavramları değerlendirmesine alışık olanlar bu sözleri bir tekrar olarak algılayabilirler. ancak değillerdir. zira iktidar ideoloji olmaksızın hareket alanı bulamaz. bu sürecin de kendisini ana belirleyen olarak üretimsel ilişkileri seçtiği doğrudur. ancak unutulmaması gereken şey: iktidar atomize olan bir yapıya sahiptir. iki kişiden de başlayabilir. elbetteki buradaki iktida da kendi gücünü bütünden alır ve büyütür. ancak sürecin karşılıklı olduğu unutulmamalıdır.
iktidarın olduğu yerde ise otorite başlar. otorite tek başına çıplak zor değildir. çıplak zor kitlelesi baskılamasına karşın aynı zamanda radikalliklerini de yükseltebilir. hiçbir iktidar yoktur ki; ikna mekanizmaları olan ideolojiyi devreye sokmadan çıplak zoru hakim kılabilsin. o halde otorite belirli bir alandaki kontorlü tanımlar. işte tam da fizikteki güç kavramına benzer otorite.
iktidar ve otorite birbirlerini karşılıklı olarak besleyen kavramlardır. iktidar otoriteye, otorite iktidara muhtaçtır. bu iki kavram tek başına yaşayamaz. ancak unutulmaması gereken şey sınıfsal denklemler ağırlığını hissettirdikçe iktidar ve otorite arasındaki bağ açılabilir. otorite kaybolabilir. otorite ile iktidar arasındaki bağın açılması ise en çok iktidarı zorlar. kaybolan bir otoriteyle iktidara yönelen bir başka sınıfın varlığı hakim sınıfı yok edebilir.
bu iki kavram birbirlerini öncelemeyen birbirlerini tamamlayan kavramlardır. devlet ve ideolojideki gibi iç içe geçmiş halkalar teorisi bunlara uygulanabilir. ancak görülmesi gereken şey iktidarın olduğu yerde otorite, otoritenin olduğu yerde devlet vardır. devletin olduğu yerde de mutlak eşitlik var olmadan özgürlük var olamaz.
var olan resmi ideolojiyi belirleyen, onu besleyen ve onu öncüleyen ideolojidir. genel olarak hakim sınıfın- ideolojisidir. ancak kimi durumlarda- bir devrim veya karşı devrim süreci gibi- hakim sınıfın ideolojisi ile egemen olan ideoloji birbiriyle çelişebilir. haliyle resmi ideoloji de devlet gibi tasfiye olur. tasfiye süreçlerinin arkasından gelen ise bir restorasyon sürecidir.
egemen ideoloji hakim sınıfın istekleri doğrultusunda toplumun gündemlerini belirleyen, onun dünyayı algılayış biçimini yaratan olgudur. örnek olarak vermek gerekirse bugünkü kapitalist dünyada burjuva ideolojisi tek geçerli ideolojidir. haliyle egemen ideoloji olan bu kavram çeşitli yollarla resmi ideolojiyi de dönüşür. toplumun tamamının kar hırsı ve sınıf atlama güdüsü gütmesi bu ideolojinin her yere kök salmasıyla ilişkilidir. bu olgunun gücü sınıf mücdeleleri arasındaki denklemlere bağlıdır. fakat bir ilginç nokta egemen ideolojinin kendiside bu sınıf ilişkilerini belirleyen bir denklemin parçasıdır. haliyle süreç karşılıklıdır.
resmi ideolojiden farklı olarak egemen ideoloji bir sınıfın kendi çıkarlarını ulusun tüm çıkarları olarak göstermesidir. meşruiyete veya yasallığa sahip olmak zorunda değildir. ona bu özellikleri kazandıran devletin ve resmi ideolojinin varlığıdır. egemen ideoloji varlığını sürdürdükçe verili sınıfsal yapı korunur. bu sınıfsal yapı bozuldukça kendisi de bozulur.
devletin kendisi bir terim olarak bir hakimiyet alanını, bir baskı aygıtını ve felsefi bir düşünceyi barındıran yapıdır. devlet bir kurum olarak ise sosyal ilişkiler ağını düzenleyen bir politik yapılanmadır. bu kuruluş kendi varlığını çizerken bir iktidarı ve yasallığı da belirler. ancak burada asıl belirleyici olan şey devletin ayrıksı yapısı değildir. devlet sosyal ilişkiler ağını düzenlerken, devletin iç yapısını, örgütlenme biçimini oluşturan şey ise sosyal ilişkiler ağıdır. daha doğru bir biçimde ifade edecek olursak üretim ilişkilerinin kendisidir.
çeşitli modern devlet tanımlarına göre devlet bir sosyal kontrakt kurumu ya da sadece basit bir baskılama aygıtıyken bu tezahür kendini marksist bakış açısında farklı gösterir. klasik manada egemen sınıfın diğer sınıfları baskılama aracı olurak görülürken aynı zamanda bu baskılamanın iç yapısı zor-ikna üzerine kurgulanmıştır. salt zorun kendisi devletin kendisine çizdiği veya egemen sınıf devletin yapısını oluştururken yasallık krizi yaşanacağı gibi daha önemlisi meşruiyet krizi yaşanır. bu ise iç içe geçen süreçlerle hakim olanın sorgulanması, var olan düzenin kendini yönetememesi ile sonuçlanır. süreç kendini iki uca sürekler: devrim veya karşı devrim. ama meşruiyet krizinin olduğu yerde restorasyon sürecine girilmeden aşılamaz. fazlalıklar atılır, safra kusulur.
fazla dağıtmadan egemen ideoloji ile resmi ideoloji arasındaki bazı ayrımları incelemekte fayda var. resmi ideoloji verili olan devletin belirli bir zaman aralığında kendi yasallık sürecine uygun olarak ortaya çıkardığı paradigmalar bütünüdür. bu devletin kurumsal yapısını tamamlamaktadır. bir hakimiyet alanında bir varlık zemini yaratmak için resmi ideoloji devreye girer. egemen ideoloji ise var olan sınıflar dengesine göre olan, hakim sınıfın ile diğer toplumsal sınıflar arasındaki mücadeleye göre belirlenen ideolojidir. burada hakim sınıfın ideolojisinin elbette normal koşullarda egemen ideoloji olması gerekmektedir. ancak verili düzen bozulduğu anlarda hakim sınıf iktidarı elinde tutsa bile siyasal açıdan bozulduğu için bir devrimin arefisinde egemen ideoloji diğer ideolojilere kendini bırakabilir ve zamanla nitelik değiştirir. bugünkü anlmaıyla egemen ideolojinin bir burjuva ideolojisi olduğunu belirtmekte fayda var. bu egemen ideoloji ise resmi ideoloji denilen şeyin, aslında devlet gibi politik organizasyonun meşruluk ve yasallık alanlarını çizen olgunun kendisini belirlemektedir.
bu durumda devlet ile ideoloji arasındaki bağ birbirini besleyen iki akarsu havzasına benzer. devlet resmi ideolojinin gücünü arttırırken, resmi ideoloji devlete yasallık kazandırır, gerekirse meşruiyet. dahası egemen ideolojinin mutlak hakimiyeti arttıkça bu iki kol birbirini daha hızlı bir biçimde besler. bir şema çizmek gerekirse devlet ile resmi ideoloji içe geçmiş iki halkayken; egemen ideoloji onlarla farklı ve yukarıda bir düzlemde bulunan bir halkadır. organik bağ ise son derecede güçlüdür.
devlet- kendisi politik bir organizasyon olan kurum- meşruluğunu iktidarda bulunan sınıfça sağlar. iktidarda bulunan sınıfın niteliği değiştikçe devletin yapısıda, resmi ve hakim ideolojide değişir. iktidar, devlet ve ideoloji arasındaki bağ organiktir ve birbirini her zaman besler. ayrıksı değillerdir aksine sınıf mücadelelerinin bir bütünleri ve belirleyici birer parametreleridir.
terörizm; fransız devriminin ardından gelen korku ve baskılama dönemine ithafen kurgulanmış bir kavramdır. o dönem iktidarı elinde bulunduran devrimci güçler kendi meşruluk zeminlerinden güç alarak yarattıkları korku ortamına terör denilmiş ve uluslararası kurumlarca negatif bir terim olarak hafızalara kazınmıştır. gerçekten de kör şiddetin esiri oldukça ve kendi meşruluk zeminini kuramadıkça her hareket terörizme evrilmektedir. ancak bir noktadan sonra bu kavramın kendisi bir olguyu tanımlamacak için yeterince net olamaıyor, muğlak kalıyor.
tarih her dönem zafer kazananların tarihi olarak görülse de bir olgu iyi ya da kötüyle ilişkilendirilemez. ancak verili olan görüşün bakış açısından kendine hayat alanı bulur. açmak gerekirse bir hareketin kendi meşruluk zemini oluşmadıkça hakim görüşe göre yorumlanır. tarihte bunun örneklerinden biri napolyon'un seferleridir. napolyon tüm avrupa'yı ele geçirmeye çalışmış, bazı başarılar kazanmıştır. bu dönem dünyanın en önemli lideriyken yenildikten sonra hırslı bir kişilikten başka bir şey olarak görülmemiştir. peki neden? kaybettiği için mi? hayır, kendi meşruluk zemini olmadığı için.
terörizm tanım olarak genel bir korku ve baskılamanın şiddet aracılığıyla vücut bulmasıdır. peki ya bu özelliklere sahip olup "iyi" olarak gören eylemler yok mudur dünya üzerinde? vardır. peki bunun nedeni nedir?zafer kazandıkları için değil, kendi meşruluk zeminlerini yarattıkları için. o nedenle terörizm fazla muğlak, pek az kullanılması gereken ve bir olguyu açıklanması için fazla başvurulmaması gereken bir yöntem olmalıdır.
bu ülkeyi ve dünyayı kendi elleriyle yaratanların bu ülkenin gerçek sahipleri olduğunu söyleyen slogan. türkiye üzerinde yaşayan pek çok halkın ortak halini yansıtan ve türkiye'yi ürettikleri ile var edenlere, bu memlekete sahip çıkma iradisini gerçek anlamıyla göstereceklere söylenecektir. türkiye belki şimdilik küçük bir azınlığın fakat bu memlekete sahip çıkacak irade yalnızca emekçilerin olacaktır. ülkenin kıyılarına, topraklarına, yer üstü ve yer altı kaynaklarına anlam kazandıracak, ürettikleri ile insanlığı da ilerletecek türkiye halkının, türk, kürt, arap, arnavut, çerkes, laz ve daha bir çok asli unsurun yegane birleştiricisi kendi tarafıdır. o tarafı belli edecek şey ise kendi sınıfları. türkiye bir grup azınlığın, sermayenin, işbirlikçinin, gerici ve emperyalistlerin malı değildir. türkiye'nin asıl sahibi emekçilerdir.
17 nisan 1999'da mhp'li ihsan bal tarafından öldürülmüş sosyalist iktidar partili. yarın öldürülüşünün ardından 10 yıl geçmiş olacak olan sosyalist devrimci. tam da yoldaşlarının dediği gibi: "hüseyin'e sözümüz devrim olacak."
memlekete egemen olmuş tüm siyasi parti temsilcilerinin, iktidarı elinde tutan güruhların kişisel olarak bulunup bulunmasından bağımsız olarak içinde oldukları olgudur. belirli bir kişiye odaklanmaktan çok aslen siyasal arenaya baktığımızda tüm yapıların israil dostu olduğunu görebileceksiniz. buradan çıkarılacak sonuç ise elbette anti semitizm'in kendisi değildir. israil dostluğunun gerçekliği ortadadır. ortadoğu'da yeniden yapılanan emperyalizmin taşeronluğunu üstlenmek ve saltanat sevdalısı olmaktan başka bir şey değildir. bu duruma karşı çıkan egemen siyasetindeki aktörlerin ise hepten israilci olduklarını ancak aciz ve yeteneksiz olduklarını görebiliriz. bunların uzantılarını ise gerçek hayatımızda görebiliriz. olay basittir: sözde israil'e karşı çıkanlar, siyaset arenasına geldikleri her dönemde israil ile gerçek işler yapmış ve onun biricik müttefiği olmuştur. dolayısıla abd'nin, ab'nin, nato'nun; yani küresel tüm aktörlerin.